11. Bölüm

8. Bölüm : "İlk Kan"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

 

 

 

BU KİTAPTA (...) VERİLEN CÜMLELER VEYA KELİMELER YARIDA BIRAKILMIŞTIR!

 

 

Sana dokunmamak kaderse, razıyım. Ama bil ki her duamda ellerin avuçlarımda.

 

 

 

 

 

 

 

 

Mavi Derin Yıldırım'ın Günlüğünden

Günlük 1 - Sayfa 9

2011

Seni seviyorum Kalb(...)

2006

“Mavi, bir baksana güzelim.” Gökhan’ın sesi, çöp tenekelerinin arasından gelen rüzgâr gibi incecik ama ısrarcıydı. Küçük kız elindeki işi bırakmadı; parmakları kirli, tırnakları topraklı, kumaşın üzerinde çalışırken gözleri yüzünde sert bir çizgi oluşturdu. Gökhan’a döndüğünde onun karnını tuttuğunu gördü; Gökhan’ın gözleri, sanki karnına gömülmüş bir sancının izini arıyormuşçasına orada sabitlenmişti. Küçük kızın kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti, yüzü bir an için taş kesildi.

Hızlı adımlarla yanına yürüdü. Ayak tabanlarımın altındaki taşlar, gece çöplerinden yükselen yağ kokusuyla birleşince yürümesini zorlaştırıyordu ama gözlerindeki merak onu geçiyordu. Küçük bedeninin hemen yanında Gökhan, her zamanki gülüşünü takınıyordu o gülüş ki, normal vakitlerde güneşi bile kıskandıracak kadar parlaktı. Bugün ise gülüşün kenarında bir tuhaflık vardı; anlam verilemiyordu.

“Şu çuvalı alamadım, seni indirsek sen alır mısın?” dedi Gökhan. Mavi o tarafa bakmadı bile; bakışları daha derindi, daha keskin bir şekilde Gökhan'ın her bir uzvunda dolaşıp sonra tekrar karnına dönüyordu. Elindeki işten başını kaldırıp ıona bakarken dudaklarının kenarı sanki bir şeyler fısıldıyordu ama hiçbir ses çıkmıyordu.

Mavi’nin elleri, istemsizce Gökhan’ın ellerine uzandı ufak, çatlamış, kirli eller birbirine değdi. O temasın üzerinde sanki bir elektrik atladı; Gökhan’ın küçük göğsü bir balon gibi şişip boşaldı, kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızlı attı. Gökhan, yutkundu. Mavi’nin yüzünü, o küçük yüze hakim olan kararlı ama kırılgan ifadeyi didik didik inceledi.

“Elini çek.” dedi Mavi, sesinde saya saya uzanmış bir cızırtı vardı; kelimeler sert, pürüzlü bir taş gibi çıktı ağzından. Küçük bedendeki sinir, ince bir tel gibi titreşiyordu ve bu titreşim gözlerine sirayet etmişti. Gökhan, elini çekmediğinde Mavi’nin bakışı yeşil gözlerine saplandı; gözleri adeta çakmak taşına dönmüştü.

“Yok bir şey, cüce,” diye gülümseyerek kaçmaya çalıştı Gökhan, şaka ile işi geçiştirme çabası Mavi'de daha fazla şüphe uyandırdı. Mavi ise bırakmayı reddetti; gövdesini daha da yaklaştırdı, nefesindeki soğukluğu Gökhan’ın boynunda hissettirdi.

“Eğer şu anda elini çekmezsen, yemin ederim üç gün senle konuşmam.” Dedi Mavi, tıpkı bir hakim cümle kurar gibi, keskin ve kesindi. Sesi, kulaklarının arkasında yankı yapacak kadar ciddi idi.

Gökhan bildi ki Mavi yapardı. Can yaralandığında Mavi ondan saklanmış, tam bir hafta boyunca Can’la aynı havayı soluyor ama sessiz bir duvar gibi konuşmamıştı. O günler Gece Kuşları için bir çöl gecesi gibiydi; sessiz, soğuk ve suskundu. Can, o sessizliğin ağırlığını aylarca taşımıştı. Gökhan bir daha kimseye yalan söylememeye yemin etmişti ama küçükken kimseye güvenmemeyi öğrenmek kolay değildi.

İstemeyerek, ama boynundaki tüm kararsızlığıyla Gökhan elini çekti. Mavi elini bırakmadı; avuçları arasında onu sıkıca tuttu. Gökhan’ın kazağının ucunu kaldırdığında Mavi’nin gözleri kocaman açıldı bir an için zaman durdu, etrafın sesi çekilmiş, sadece Mavi’nin nefesi ve çöp kutularının hafif hırıltısı kalmıştı.

Karnı sargı beziyle kaplıydı.

Sargının her katmanı, bembeyaz olmayıp kirli, ufak kan lekeleriyle hayatın acı izlerini taşıyordu. Mavi’nin elini bırakan parmakları havada asılı kaldı; gözleri sargı bezinin kıvrımlarında gezindi, her bir kıvrımda başka bir soru, başka bir korku aradı. Gökhan ise acısını umursamaz bir maske gibi yüzüne taktı; asıl ilgilendiği şey Mavi’nin tepkisiydi. O anda Gökhan için acı, Mavi’nin kırgınlığından daha az önemliydi.

“Ne oldu?” diye seslendi arkalarından Can. Çöp arabasını sürüklerken metalin zemine vuruşu homurdanan bir davula benziyordu. Can’ın gölgesi uzun, adımları ağırdı. Şeyma da onun yanındaydı; yüzünde her zamanki sert ama koruyucu ifadeyle ne olduğunu anlamaya çalışır gibi ikiliye bakıyordu.

Kendi yarattığı senaryoyu keyifle izleyen bir çift gözü şu anda kimse fark etmiyor ama ilerde en acı şekilde öğreneceklerini bilmiyorlardı.

“Bir şey yok,” dedi Gökhan sesi mırıltı gibi çıkıyordu, kelimeler sanki boğaza takılmıştı.

Mavi’nin bakışları karnından kalkıp Gökhan’a dikildi. “Bir şey yok?” dedi yarım ağızla, gözleri iki çukur gibi derindi. “Bir şey yok öyle mi?” tekrarında sesinin kenarında bir bıçak parıltısı vardı.

Mavi’nin öfkesi, başka bir küçük kızınkinin aksine tatlı ya da sevimli değildi; o, güler yüzlü bir çocuğun aniden kabuğunu kırıp taşlaşmış haliydi. Gülümsemesi bir anda donmuşsa, bu donma ayaz gibiydi içi sızlatan, ürpertici bir soğuk ile kaplardı insanın bedenini.

O soğukluğa sonsuza kadar mahrum kalmıştı.

Gökhan’ın elleri Mavi’nin buz gibi avuçlarında titriyordu; avuç içleri terliydi ama bu ter sıcaklıktan değil korkudan geliyordu. Mavi korkudan buz kesmişti; Gökhan ise korkunun verdiği sıcaklıkla ellerinin ucundan başlayarak kendini toparlamaya çalışıyordu. “Güzelim, valla yok bir şey,” dedi. Sesini titretmemeye çalıştı, her kelimeyi özenle süzdü.

Arka planda Ateş, bir volkan kesiği gibi aniden atıldı. “Bir daha ‘yok bir şey’ derse ben bunu gebertirim.” Ateş normalde bu tür işlerin içine girmekten çekinirdi ama kendisinin veya arkadaşının tehlikesi söz konusu olduğunda içindeki koruyucu hayvan uyanırdı. Sesi, bir çakıl taşının düz bir yüzeye sertçe çarpması gibiydi tehditkâr ve umursamazdı.

Gece, çöp kokusunu, köhne lambaların sarı titrek ışığını ve çocukların solgun nefeslerini bir battaniye gibi örüyordu. Sokak, bir tiyatro sahnesi gibiydi her oyuncu rolünü biliyor, ama herkes yorgun ve açtı. O ortamda senaryoyu yazan da vardı ama kendisini oyuncu gibi göstermeyi her şeyden daha iyi biliyordu. O anın havası; tozlu, nemli, insan teri ve metal kokusunun karması, kalplerdeki sıcaklığı soğukla çatıştırıyordu. Mavi’nin bakışı ise o karanlık sahnenin en parlak ama en kırılgan ışığıydı serti, acıtandı ve gerçekti.

Mavi soğuk elini Gökhan'ın elinden çekip geriye çekildi o an, iki elin arasındaki o küçük sıcaklık sokağın ayazına karıştı, gece birden buz tuttu sanki. Havada yanık teneke kokusu, ıslak çöp torbalarının keskin buğusu vardı. Rüzgâr aralarından geçerken hışırtılar çıkardı, Mavi’nin saç telleri o rüzgârda dalgalandı ama o kıpırdamadı bile. Kimsenin yüzüne bakmadan birkaç adım attı, taşların altında ayakkabısının ucu sürtündü, ince bir ses çıktı. Bütün gözler onun üzerindeydi ama o tek kelime etmeden, sanki bir gölge gibi az önce yaptığı işe geri döndü. Ellerini önüne koydu, parmakları titredi, tırnaklarının ucunda toz birikti alnındaki bir saç teli terle yapışmıştı, ama yüzü taş gibi, ifadesizdi.

Beklediği gibi bir tepki almamıştı. Ama ondan daha acı bir tepki almıştı Gökhan. Göğsünün tam ortasında bir şey içe doğru çöktü; kalbinin atışı bile yankısız kalmıştı. Hava ağırlaştı, rüzgârın uğultusu bile sanki boğulmuştu. Biliyordu, Mavi'nin bu sessizliği bir öfke değil, bir ölüm demekti. O sessizlik, Gökhan’ın isminin üzerine serilmiş ince bir kefendi.

“Mavi…” dedi Gökhan, sesi neredeyse fısıltıydı ama gecenin sessizliğinde yankılandı. Dudakları titriyordu, nefesi ağzından buğu olarak çıkıyor, ışığın altında kayboluyordu. Yavaşça ona yürüdü, ayaklarının altındaki taşlar, sokakta yankılandı. Uzakta bir köpek havladı, bir teneke devrildi ama kimse dönüp bakmadı. Mavi hiçbir şey yapmadan, hiçbir duygu bulundurmayan yüzünü onlara döndü; gözleri boştu, sanki içindeki ışık çoktan sönmüştü. Sessizce, buz kesmiş bedeniyle işine devam etti, dizlerinin hizasında duran eski bir çuvalı tutuyor, parmaklarıyla dokunduğu her kumaş parçası çatırdayan buz gibiydi.

“Derin, bana bak abim.” dedi Can kenardan. Sesi yumuşaktı ama korkudan çatallıydı. Nefesi beyaz beyaz çıkıyor, parmak uçları birbirine sürtünüyordu. Gökhan yaklaşıp omuzlarından tuttu küçük kızı parmaklarının altında kemik gibi ince, soğuk bir beden hissetti. Mavi’nin boynundan aşağı inen bir titreme vardı, gözleri donuktu, nefesi boğazında sıkışmıştı. Yüzüne bile bakmadığında Gökhan derin bir nefes verdi, sessizliği yutkunarak bastırmaya çalıştı ama kendi nefesinin sesi bile suç gibi geldi kulağına.

“Mavi, çok korkuyorsun ama sen…” dedi Gökhan, sesi yumuşak ama kırılmıştı. Mavi onu duymuyormuş gibi yüzünü başka bir yöne çevirdi, yanaklarından biri gölgede kaldı, diğerine titrek bir ışık vurdu. Dudak kenarları sertti, gözleri kısılmıştı. Bedeni her geçen saniye sanki daha da üşüyordu nefesi göğsünde buza dönüşüyordu, elleri donmuştu ama hiçbir tepki vermiyordu.

“Mavi, bana bak.” dedi Gökhan tekrar, sesi bu kez titrek ve daha zorluydu. Küçük kız başını çevirmedi, dudakları sıkı sıkıya kapalıydı, nefesini bile tutuyordu. Geriye çekilip gitmeye niyetlendiğinde, Gökhan onu biraz daha sıkı tuttu, parmaklarının arasında kumaş gıcırdadı, tenine değen o dokunuşun altında Mavi’nin nefesi birden sertleşti.

“Bırak.” dedi kısık çıkan bir sesle. Sesi inceydi ama içinde öyle bir öfke taşıyordu ki, hava bile titreşti.

“Bana bak küçük sülük.” dedi Ateş, kenardan bir adım atarak. Sesi tok ve sinirliydi, ama derininde korku vardı. Elleri cebindeydi ama adımı gergindi, kaşları çatılmış, dudak kenarı seğiriyordu. “Trip atma artık.”

“Siz de ölüm göstermeyin artık bana!” diye patladı Mavi. Sesi bir çığlık gibi yankılandı, teneke kapaklar bile titredi. “Her biriniz sürekli kendinizi ölüme atıyorsunuz!” dediğinde gözleri, ateş gibi yanarak Gece Kuşlarının üzerinde gezindi. Hava birden sessizleşti. Uzaklardan gelen araba gürültüsü bile yankı bulamadı. En son Gökhan’a baktı, gözleri yaşla doluydu ama taş gibiydi. “Hoşunuza mı gidiyor beni korkutmak?” dediğinde sesi çatladı o çatlak seste hem kırgınlık hem korku vardı. Gökhan bir adım attı, sessizce yaklaştı, nefesini tutmuştu. Kalbi göğsünde öyle hızlı atıyordu ki, sanki tüm sokak duyacaktı.

“Tamam da, ölüme gidecek kadar bir şey yok ki.” dedi Gökhan, ellerini kaldırdı, Mavi’nin saçlarına uzandı. Saç telleri Mavi'nin bedeni kadar soğuktu, dokunduğu anda bile irkildi. Parmağının ucundaki o ince titreşim, Gökhan’ın içini buz gibi kesti.

“Ya size göre zaten ölüme hiç gitmiyorsunuz!” dedi Mavi, sesi kesildi, tekrar yükseldi. Dudaklarının kenarında titrek bir nefes vardı, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı, kirpiklerinin ucunda ışık parladı. Sürekli kendilerini tehlike altında bırakan Gece Kuşları'na bir isyanı vardı artık. Sadece isyan değil dileği de vardı.

Onlar yaşasın istiyordu.

Ama Mavi Derin'in dileklerini gerçekleştirecek kadar iyi değildi hayat denilen şey.

“Ölüm size gelmiyor ama her birimiz koşarak ona gidiyoruz! Anlamıyor musunuz!” dediğinde boğazından çıkan sesin tonu bir çocuğun değil, acıya doymuş bir yetişkinin sesiydi. “Ben yapamam sizsiz! Her seferinde bir yeriniz yaralı olarak görmek istemiyorum. Amacınız gözümün önünde ölmeniz mi!” diye bağırdı; sesi sokak duvarlarından sekti, paslı boruların içinden yankılandı. Hava bir an durdu, rüzgâr sustu, uzaktan gelen bir trenin sesi bile gecikti. O an, sokak sadece onların nefeslerinden ibaretti; korku, sevgi ve ölüm aynı havayı paylaşıyordu.

Mavi onlarsız kalmıştı.

Mavi onlarsız nefessiz kalmıştı.

Mavi onsuz kalpsiz kalmıştı.

2024

Üzerimdeki kamuflaj, derimin değil, sanki ruhumun üzerine geçirilmiş bir kefen gibiydi. Kumaş tenime değiyordu, evet. Ama sanki arada bir boşluk vardı; görünmeyen, elle tutulamayan, ama orada olduğunu iliklerime kadar hissettiğim bir uçurum. Hafifliğim, yalnız rüzgârla savrulan bir yapraktan ibaret değildi artık. Göğsümün ortasında, çöküp içime batan koca bir dağ vardı. İçimde devrilmiş bir hayatın enkazı yükseliyordu. Nefes almak bile fazlaydı. Nefes almak bazen fazlasıyla kibirdi.

Silahım, omzumda inatla sallanıyordu. Ritmik bir ileri, bir geri. Her adımda bana varlığını hatırlatan ama bir türlü ağırlığını hissettirmeyen yabancı bir dost gibi geliyordu. Onu taşıyordum ama o bana ait değildi. O benim bir uzvum değil, sanki göğsümde koca bir boşluğu örtmeye çalışan sahte bir paravandı.

Botlarımın er bastığım zemini ezip geçen ağırlıkla vuruyordu toprağa. Ama çıkan ses yankı bile değildi. Sahteydi. Sanki o adımlar bir başkasının hayatına ait. Ben sadece izliyordum, dışarıdan, hayal kırıklığına uğramış bir tanık gibi. Her şey sahteydi. Her şey eksikti.

Gerçek olan tek bir şey vardı: Ateş’in sesi.

O ses beynimin kıvrımlarına kazınmış, ilmek ilmek işlenmiş bir yara izi gibiydi. Boğuk, tok, kararlıydı. Her hece, sanki paslı bir çiviydi de etime değil, doğrudan kalbimin ortasına çakılıyordu. Daha kelimeler ağzından çıkmadan, ruhumu delip geçmişti zaten. İçimde bir şeyler parçalanıyordu. Midem düğümleniyor, boğazıma görünmez bir yumruk oturuyordu. Ama yüzüm? O yüz yine de buz gibiydi. Ne bir titreme, ne bir çatlak. Sanki her şey sessizce ölüyordu içimde. Mezarlık sessizliğiydi sanki bu. Yalnızca içimde yankılanan çığlıklar vardı.

Helikopterin metal gövdesi her sarsıldığında, çocukluğumun duvarlarına çarpıyordum yeniden. Gövdenin içindeki her titreşim, sanki geçmişimin paslı tuğlalarına vuruyor, yankısı iliklerime kadar işliyordu. Kulaklarıma çalınan motor sesi değil artık; o odada her sabah duyduğum, serum damlalarının ritmik ve ruhsuz sesiydi sanki. Her biri kalbimin duvarına çarpıyor, içimde yankılanan bir metronom gibi zamanı geri sayıyordu. Hava sıcaktı ama ben her zamanki gibi üşüyordum; tenimin üzerinde hem buz hem ateş dolaşıyordu. Metalin keskin kokusu ciğerlerime doluyor, nefes aldıkça içimdeki demir büyüyordu. Tenimde hâlâ o steril eldivenlerin izi varmış gibi yanıyor her yerim; lastiğin kuru kokusu, alkole karışmış bir geçmiş gibi derime yapışıyordu.

Telefon…

O çağrının sesi değil, kokusu gelmişti bana. O an, sesin yerini anıların kokusu almıştı; soğuk odanın, antiseptiklerin keskinliği, kanın demir tadıyla karışmış o donuk hava… Hepsi birden boğazıma çökmüştü. Orda değildim, o yaşta değildim ama orda gibiydim. Gözümün önüne değil, boğazıma geldi geçmişim; nefesim, anıların ağırlığı altında eziliyordu. Nefes alamadım. Çünkü içimdeki çocuk hâlâ o masaya bağlıydı.

Sadece masaya mı bağlıydı?

Kıpırdamıyordu. Kıpırdayamıyordu ve kimse de umursamıyordu. Sadece bakıyordu. Camın ardında annesinin gözlerini arıyor ama cam sadece kendisini yansıtıyordu. Kendi kırılmış hâlinden başka hiçbir şey göstermiyordu. O yansıma bile soğuk; camın üstünde kurumuş bir damla, ışığı emip geri vermeyen bir leke gibiydi.

O kız ben olmaktan utanıyordum.

Babam bana “mucize” dediğinde, gözlerinde merhamet değil, tanrıcılık vardı. Sesi bir övgü değil, bir hüküm gibiydi. Deneylerinin adı bendim. O laboratuvarın soğuk ışığında, ben sadece bir sonuçtum; kanım, formüllerine yazılmış bir imza gibiydi. Ben, onların sessiz başarısıydım. Annem? Bir defa bile içeri girmedi. Belki korktu, belki de zaten yoktu. Belki sadece cama kadar geldi ve geri döndü. O odanın dışında bile varlığı bir yankıdan ibaretti. Abim... O sadece izledi. Ellerini cebine soktu, hiçbir şey söylemedi. Benimle göz göze geldi ama bakmadı. Gözlerinde suç değil, boşluk vardı. Göz göze geldik ama beni görmedi. Beni görmemek, belki de kurtuluştu onun için.

Şimdi üstümde kamuflaj vardı. Kumaşın sertliği, geçmişin ağırlığını taşıyordu. Silahım, yeminim, rütbem… Hepsi derimin üstüne kazınmış yeni katmanlar gibiydi ama içimde hâlâ o soğuk masada yatan çıplak ve savunmasız çocuk vardı. O çocuk nefes almıyor ama hâlâ bakıyordu. Göz bebeklerinde korku değil, donmuş bir teslimiyet vardı. Ben büyüdüm ama o oda içimde büyümeye devam etti. Her göreve çıktığımda, helikopterin sesi o odaya dönüyordu. O steril beyaz, zihnimin duvarlarına yayılıyordu. Çıkamadım. Kurtulamadım. Sadece daha iyi saklanmıştım.

Gökyüzü uzaktı. Uzanınca bile kaçan, saf bir mavi benim için Kalbim'in tekrar nefes alması kadar imkansızdı. Görev yakındı. Aldığım her nefes kadar yakındı. Emir kadar yakındı. Ve ben hâlâ geçmişin küflü duvarlarıyla yaşıyordum. Küfün keskin kokusu, çocukluğumun alamadığı her bir nefei gibi ciğerlerimdeydi. Telefonla gelen ses, geçmişim değildi belki de. Ama cehennem zaten sesle gelmezdi. Sadece hatırlatırdı. Sessizce, usulca, bir serum damlasının düşüşü kadar sakindi bu hatırlatma. Ama her damla içimde yankılanırdı, her yankı bir çocuğun nefesiydi. Ve o nefes hâlâ kesikti.

“Askeriz biz,” dediler.

“Duygularını bırak,” dediler.

Kazıdılar içimize. Ezberlettiler. Ama kimse sormadı. Nasıl?

Nasıl bırakır insan kalbinin orta yerinde fokur fokur yanan bir yangını? Nasıl susturur içindeki çığlığı? Ateş’in yüzü gözümün önünden gitmiyordu. Yumruklarını sıktığı anı tekrar tekrar izliyordu zihnim. Gözlerinde bir düşmana bile reva görülmeyecek kadar zehirli bir öfke vardı. Sırtını döndü. Gitti. Gitmeden de ağzından çıkan cümlelerle içimi lime lime etti.

Oysa ben ona kardeşim demiştim. Canım demiştim. Her şeyim dedim. Uğruna çocukluğumu harcadığım o çocuk beni harcamıştı. Gözünü bile kırpmadan yapmıştı bunu bana. Yalnız bırakıp sadece gitmişti.

Ne yapmıştım ona? Neyi bu kadar yanlış yapmıştım?

Onu terk etmek bu hayatta yapacağım en son şeydi. Ölmek, ondan uzak kalmaktan kolaydı. Ama o anlamadı. Gözümün içine bile bakmadı. Yıllar sonra ilk kez gördüğümde, bana sarılacak sandım. İçimdeki tüm çocukluğumla, geçmişimle, yaralarımla ona koşmaya hazırdım. Ama o beni itti. Aramızda hâlâ gözle görünmeyen dikenli teller vardı. Kucak değil, cehennem açtı kollarını.

Şimdi göreve gidiyordum. Dönüp dönemeyeceğim belli değildi. Belki bu sondu. Belki de ardımda yalnızca küle dönmüş bir hatıra bırakacaktım. Ama giderken yanımda taşıdığım tek şey, Ateş’in bana ettiği son sözlerdi. İçime öyle bir kazınmışlardı ki… ölsem de benimle birlikte toprağa gireceklerdi. Mezar taşımda bile o kelimeler yankılanacaktı.

Hak etmiş miydim bunu? Ben onun bir kez daha “Zezem” demesini beklerken, böyle bir ceza mı reva görülmüştü?

Ama biliyordum dünya adil değildi. Kalpsizdi. İnsanlar ondan da beterdi.

Ve sonra o anı hatırladım.

O sahne, zihnime sisli bir rüya gibi geri döndü. Ama o rüya kan ve acı kokuyordu. O anıdan sonra o an bir yemin ettim kendime. “Bu çocuğu yalnız bırakmayacağım,” dedim içimden. “Kendimden bile önce onu koruyacağım.”

Ama sonra ne oldu?

Yıllar geçti. O çocuk büyüdü. O çocuk beni terk etti. Bir zamanlar dizime başını koyan çocuk, şimdi gözümün içine bakmadan sırtını döndü.

Ne ara bu kadar büyüdük?

Ne ara bu kadar unuttuk?

Ben hâlâ o geceyi unutmamıştım oysa. O gecenin karanlığıyla uyuyorum yıllardır. Onun titreyen ellerini, dizimde yatan başını, her şeyi ilmek ilmek sakladım içimde. Ateş’in bana “Zezem” dediği o anı, kalbimin en kuytu yerine gömdüm. Ve şimdi o kalbi paramparça ediyordu.

Bir gün geri döner mi? Bilmiyordum.

Ben ona dönebilir miyim? Bilmiyordum.

Ama dönerse elimde kitapla bekliyor olacağımı biliyordum. Yine okuyacağımı biliyordum. Sonuna kadar okuyacağımı biliyordum. O ne kadar duymak isterse o kadar okuyacağımı biliyordum. Kardeşliğin son sayfasını kendi ellerimle yazacağımı biliyordum.

“Senden nefret etmek mümkün mü?” dedi fısıltıyla. “Sözüm söz. Senden asla nefret etmeyeceğim,” dedi Ateş.

Ve işte bugün, o sözünü bozmuştu.

Aslında bir insanı öldürmek için bazen eline silah alman gerekmezdi. Ağzından çıkan bir kelime yeterdi. Ama asıl mesele o kelimenin kimin ağzından çıktığıydı.

"Mavi," dedi yanımda oturan Yiğit. Sesini, helikopterin içini delen metalik uğultunun arasından çekip çıkardı sanki; sesi bile titreşen gövdeye çarparak yankılandı. Bakışlarımı ona çevirmedim. Kafamı kaldırmak bile zor geldi; sanki her hareketim, üzerime çökmüş demir bir yorgunluğun içindeydi. "İyi misin?" diye sordu. Sorusu, pervane sesinin içinde kayboldu; dudaklarının kıpırdamasından anladım ancak. Böyle dediğinde bakmak istesem de bakmadım. Gözlerim ön koltuktaki vidalara kilitlendi, titreşimin ritmine kendimi bıraktım. "Yaman’ın dediklerine mi takıldın?" dedi. Adını anarken bile yüzü karanlığın içinde parçalandı; bir anlığına çocukluğumdan gelen bir yankı gibi dağıldı havada.

"Ateş’in şimdiki adı Yaman mı?" diye sordum. Sesim boğazımdan değil, göğsümdeki metal yankıdan çıktı sanki.

"Ateşinki Yaman. Can, Ilgaz oldu. Şeyma ise Elif." Her ismi söylerken dudaklarından bir parça geçmiş kopuyordu.

"Sondaki bilgi fazla gereksizdi," dedim gözlerimi devirerek. Gözlerim karanlığa değil, helikopterin pırıl pırıl parlayan, yağla kaplı paneline yansıdı; orada tanıdığım geçmişimi kirleten bir yüz bana baktı.

"Yaman’ın dediklerini boş ver, Mavi. Sinirle söyledi o da." Sinirle, evet. Ama o sinirde korku da vardı. İnsan bazen korkunca saldırırdı

"Umurumda değil. Ben de kendimden nefret ediyorum zaten," dedim yalan söyleyerek. Kelimeler ağzımdan çıkarken dudaklarımda tuzlu bir tat bıraktı; belki de eski bir gözyaşının kalıntısıydı. Umurumda olmadığı kısmı yalandı sadece. Gerçek, içimde sessizce kanayan bir damar gibiydi. Kendimi gerçekten de sevdiğim söylenemezdi. Ben bile kendi varlığıma tahammül edemiyordum bazen.

"Etme." dediğinde ne dediğini duyamadım. Helikopterin metal gövdesi titreşti; sesin nereye ait olduğunu seçemedim. Görev yerine gidiyorduk. Soğuk hava, ince bir sis gibi içeri sızıyordu. Her nefesimde metal kokusu vardı; yanık yakıtın, eski kanın kokusu. Tam yanımda konuşmasa pervane sesinden hiçbir şey duyulmazdım. Titreşim, diz kapaklarımdan yüreğime kadar tırmanıyordu.

"Anlamadım," dedim. Belki de duymak istemedim emin değildim.

"Kendinden diyorum, nefret etme," diye tekrar etti. Sesi, uğultunun içinde yankılandı ama o anda o ses, karanlıkta bir insan sıcaklığı gibiydi. Ona baktım. Yüzüne çarpan kırmızı uyarı ışığı gözlerini kızıl bir gölgeye boyadı; bir an için ölü gibi, sonra diri gibi görünüyordu. Helikopterin sesi yüzünden yüksek sesle konuşuyorduk o yüzden timdeki çoğu kişinin bu sözleri duyduğunu düşünüyordum. Oysa herkesin zihni kendi sessizliğine gömülmüştü; kimisi dua ediyor, kimisi ölmeye hazırlanıyordu. Etrafa baktığımda ise yanıldığımı fark ettim. Her biri, farklı bir korkunun maskesini takmıştı.

Helikopter inişe geçtiği anda sırayla dışarı atladık. Rüzgâr bir bıçak gibi yüzümü yardı, toz dişlerimin arasına doldu. Ayaklarım yere değer değmez içimde tanıdık bir his yükseldi. Sessiz bir veda gibiydi. Toprak kokusu, kanla karışık bir hatırayı geri getirdi. Belki de bu sondu. Belki de birini daha kurtarıp ölecektim. Ölümüm ile kendimi de kurtaracaktim. Yere çökerken içimdeki o eski yankı yine başını kaldırdı; ya kurtarırsam, ya kurtulamazsam.

Yürümeye başladığımızda herkes kendi arasında sohbet ediyordu. Ayak sesleri, ıslak toprağın üstünde boğuk bir yankı gibi. Yiğit’le ben sessizdik. Sessizlik, kelimelerden daha yakın bir dost gibiydi. Etrafı inceliyordum, gözlerim sürekli hareket hâlindeydi. Karanlıkta her taş, her gölge bir tehdit gibi kıpırdanıyordu. "Derin Komutanım," dedi Batur. Sesi temkinliydi, sanki kelimelerinin ucunda ölümün nefesi vardı.

"Söyle," dedim, yine dönmeden. Sesim keskin bir bıçak gibiydi; kısa, soğuk, ölçülüydü.

"Komutanım, Masal ile Rüya sizi çok özledi." İsimler ağzından çıkarken gece biraz daha koyulaştı; çünkü her özlem, biraz da ağırlıktı.

Masal, Batur’un beş yaşındaki kızıydı. Yüzü sürekli gülümseyen, ama gülüşü hep titreyen bir çocuktu. Rüya ise karısı. Adı kadar narin, sesi kadar kırılgandı. Sesinde özlemin tuzu vardı. O tuz, dudaklarımdaki yarayı sızlattı. "Umarım dönüşüm olmaz da dönersem giderim," diye mırıldandım. Bu cümle, içimde yankılanan bir dua değil, sessiz bir itiraftı.

"Duyamadım komutanım?" Sesinde bir umut vardı, ama kırılgandı.

"Gideceğim," dedim net bir şekilde. Bu netlik, korkunun maskesiydi. Batur başını sallayıp arkasına döndü. Boynu büküktü; sanki bu gece herkes biraz eksik doğmuştu.

Köye yaklaştığımızda ölüm sessizliği çöktü üstümüze. Rüzgâr bile nefesini tuttu; köy, uzaktan bakan bir mezarlık gibi görünüyordu. Birileri için ölüm artık bariz bir gerçeklikti. Bizim içinse sadece bir rutindi.

"Geçişi nerede bu yer altı zımbırtısının?" dedi Akın Komutan, telsize kısık sesle. Telsizden çıkan cızırtı, mezar taşlarına sürtünen bir tırnak sesi gibiydi. Her “cız” bir nabız, her sessizlik bir ihtimaldi.

“İleride, çalılık altında kalıyor komutanım,” dedim. Sesim, dişlerimin arasından çıkan buharla karıştı; soğuk hava her kelimemi kesip biçti sanki. Nefesim, puslu bir duman gibi yüzüme çarptı. Her adımda toprağın altından ıslak yaprakların hırıltısı geliyordu. Ayağımın altında ezilen her dal, sanki gökyüzüne çığlık atıyordu. Kapağın yanına vardığımda dizlerim hafifçe titredi yorgunluktan değil, havadaki ölümün ağırlığındandı.

Elimi uzattım, kapağın metal kenarına parmak uçlarım değdiğinde buz gibi bir ürperti geçti içimden. Metal, sanki beni tanıyordu parmak uçlarımı yakacak kadar soğuktu. Kamerayı aldım, kablonun burgulu kısmı ellerimin arasında sürtündü; plastik kokusu, demirle karıştı.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Yiğit. Sesi, helikopterin geride bıraktığı rüzgârın uğultusuna karıştı.

“Tuzak var mı, ona bakacağım,” dedim. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Bam diye atlamak istemezsin herhalde.”

“Zekice,” dedi. Ama sesinde, bir şey olacakmış gibi bir titreme vardı.

Kafa salladım. Kapağı yavaşça araladım. Metalin paslı sesi tırnaklarımı tırmaladı, boğazımda yankılandı. Kamerayı deliğe soktum; kablo karanlığın içine yılan gibi süzüldü. Ekranda hiçbir şey yoktu sadece puslu gölgeler vardı. Ama o sessizlikte bile bir şeyin nefes aldığını hissediyordum.

“Temiz,” dedim fısıldayarak. Kapağı tamamen kaldırdım. Alttan yükselen hava rutubet kokuyordu; küf, pas ve çürümüş toprak karışımı bir nefes ciğerlerimde gezindi. Ciğerlerim bu kokuyu tanıyordu. Ölümün ilk soluğuydu bu.

Akın komutan ile göz göze geldik. O bir kez başını eğdi, biz indik. Dizlerimin altındaki zemin taş ve çamur karışımıydı, adım attıkça su sesleri yankılandı.

Yer altı soğuktu. Duvarlardan süzülen nem, enselerimizden aşağıya damlıyordu. Fener ışığı duvarlarda gezindikçe karanlık geri çekiliyor ama hemen ardından yeniden üzerimize çöküyordu. Sanki duvarlar nefes alıyor, bizi içine çekiyordu. Yiğit yanı başımdaydı. Her zaman orada olacak gibi his ediyordum ve bu hissi sevip sevmediğime daha karar verememiştim. Onun nefesini, omzumun hemen arkasında duyuyordum düzenli, sabırlı ama tedirgindi

“Bu kadar iyi gözükmek zorunda değilsin,” dedi. Sesini bastırmaya çalışıyordu ama yankı her şeyi büyütüyordu.

“Umarım benim için demedin,” dedim, gözlerim sürekli hareket hâlindeydi; her gölgeyi bir tehdit gibi izliyordum.

“Ne?” dedi ama cevap veremedim. Çünkü bir ses, tüneli yaran bir bıçak gibi yankılandı.

“MOR GÖZLÜ ABLA GELİP KURTARACAK BENİ!”

Bir çocuk sesi ince, çatlak, çaresizdi. Saatlerce ağlamıştı sanki sessin sahibi. O kadar ani geldi ki, kalbim göğüs kafesime çarptı. Timin tamamı aynı anda durdu. Hava dondu. Akın Komutan yumruğunu havaya kaldırdı. Dur işareti yaptığında hepimiz olduğumuz yere çakıldık.

“İlkan,” dedim neredeyse nefessiz bir şekilde. Sesim titredi. Tanıdım. Daha önce de kurtarmıştım onu. Ama şimdi yine benim adımı sayıklıyordu.

Karanlığın içinden ilerledim. Fenerin ışığı ince bir çizgi gibi önde uzanıyordu. Göz bebeklerim karanlığa alıştıkça gölgeler şekil aldı. Gözlerim neredeyse bir kedininki kadar keskinleşti; karanlığın dokusunu hissedebiliyordum. Her nefeste pas, yanık barut ve eski kan kokusu vardı.

Bir el omzuma değdi. Yiğit’in eli. Sıcaktı. Ama sadece bir saniyeliğine. Sonra yine yoktu. Umursamadım. İçimdeki öfke, yıllardır susturulamayan bir canavar gibi kabardı.

Ve gördüm.

İlkan oradaydı. Küçücük bedeniyle bir kafesin içine sıkışmıştı. Teninde morluklar, gözlerinde korku vardı. Dudaklarının kenarı kanamıştı. Ama hâlâ fısıldıyordu; “Derin abla…”

O an ciğerlerimdeki hava kurudu.

Üç adam vardı. Sigaralarının közleri kırmızı kırmızı parlıyordu. Duman, loş tünelde iğrenç bir perde oluşturmuştu. O duman bile sanki korkudan titriyordu.

“Mor gözlü Türk askeri birazdan geberecek, timiyle beraber,” dedi biri. Sesi boğuktu. Her kelimesi tükürükle karışık bir küfür gibiydi. Ardından elindeki kemeri savurdu.

Kemerin ucu çocuğun tenine inince çıkan o ses tanrım sanki dünyanın damarları koptu. O iğrenç ses duvarlar arasında yankılandı. İlkan’ın gözlerinden yaş değil, sessizlik aktı. Zaman dondu. Nefesim buz tuttu. Kalbim bir çekiç gibi göğsüme vurdu.

“Komutanım, gideyim ben,” dedim. Sesim sakindi ama içinde binlerce kurşun taşıyordu.

“Tehlikeli,” dedi Yiğit.

“Ben o üçünün ecdadını kadar sikerim, Komutanım,” dedim, dişlerimin arasından, neredeyse tıslayarak. Her kelimem barut kokuyordu. Her nefesim intikamın önsözü gibiydi.

Yiğit başını eğdi, gözlerini kaçırdı. Aramızdaki sessizlik, mermiden daha keskin bir şeye dönüştü.

“Tamam, git,” dedi sonunda Akın Komutan.

O an dünyadaki her şey silindi. Geriye sadece karanlık, nefesim ve hedefim kaldı. Her adımda yer titredi, hava daraldı, kalbim silahın horoz sesiyle yarışıyordu. Ben artık yürümüyor, bir iblis gibi kayıyordum.

Ve o anda anladım bu görev değil, bu doğuştan bir lanetti.

Benim adım Mavi değildi.

Benim adım Öfkeydi.

“Ebesinin amına soktuğumun şerefsizi...” dedim çantamı yere bırakırken. Tüfeğimi usulca kenara koydum. “Yedi ceddini bu sefer sikeceğim. O kemeri senin götüne sokacağım.”

Tabancamı çıkarırken susturucuyu yavaşça taktım. Metalin tıkırtısı, gecenin içinde ölüm gibi ağırdı. Adımlarımı yılan gibi sessizce attım. Duvarın arkasından çıktığımda beni fark etmediler bile. Gözlerimi kısmış nefes almıyordum. Gölgeler içindeki varlığımı bile unutturuyordu.

Kafesin dibinde bekleyen iki adama bakarken artık birazdan ölecek iki adama bakıyordum. İlkini alnının tam ortasından vurdum. İkincisi dönmeye fırsat bulamadan sessiz bir ıslık gibi çıkan ikinci kurşun, kafatasını parçaladı. Susturucunun sesi, ölümün fısıltısıydı.

İçeride kalan son adama yöneldim. Kafesin içine bir panter gibi daldım. Adam dönmeye çalışırken başını aniden yakaladım ve duvara geçirdim. Kemikler çıtırdadı, adamın gözleri yuvalarından fırladı neredeyse. "İşte seni böyle sikerim şeytan bile maşallah çeker amip." diye söylenerek ona baktım. "Allah canımı alsın da bir tur da ölmüşlerinin ruhunu sikeyim." İlkan’a döndüm.

“Dön ablacım arkana,” dedim sakin ama titreyen bir sesle. O minik çocuk, korku dolu gözlerle kafasını salladı. Köşeye gitti, çömeldi. Dizlerine kapandı, elleriyle kulaklarını kapadı. O an öylece durdu. Benimle yaptığı eski bir anlaşma gibiydi bu.

“Aferin prenses…” dedim, önceden can çekişen o adama tekrar yönelerek. Kafasını defalarca duvara vurdum, yüzü tanınmaz hale gelene kadar. Ardından, kalbinin tam ortasına sıktım tek bir kurşun. Sessizlik geri geldi. Adımlarımı İlkan’a çevirdim. "Kodumun antilobu," diyerek mırıldandım.

“Abla, bitmedi mi?” dedi.

“Bitti, prenses,” dedim. Ellerimdeki askeri eldivenin üzerinde kan vardı. Bir çocuğun elini tutarken kanlı bir el uzatmak, içimi burkuyordu. Ama başka türlüsü mümkün değildi bu dünyada.

“Gelmeyeceksin sandım…” dedi bana sarılırken. Küçücük kolları belime dolandı. Bir anlık sarsıldım. Küçük bir çocuk, koca bir savaşı susturdu. “Sakın ölme,” dedi hıçkırarak. “Öldün sandım…”

“Beceremiyorlar ki, prenses,” dedim yavaşça. Ardından onu kucağıma alıp yürümeye başladım, timin yanına doğru.

“İyi iş,” dedi Yiğit, gözlerini benden çok kucağımdaki İlkan’a dikip. Kafa salladım. O da gülümsedi hafifçe.

“İlkan ne olacak?” diye sordu Akın komutan.

“Köye getiremeyiz. Bu yolun sonunda, merdivenlerden yukarı çıkmadan önceki boş alanda beklesin. Orası güvenli,” dedim.

“Olur,” dedi başıyla onaylayarak.

İlkan’ı yere indirdim, sırt çantamı ve silahımı tekrar aldım. O an İlkan’ın bakışları bir an bile benden ayrılmadı. Tanımadığı adamlarla dolu bu yerden sadece bana güveniyordu.

“Gel prenses,” dedim ona. Onu her ihtimale karşı hem duvara yakın tuttum hem de kendimle arasına bedenimi koydum. Arkamızda Yiğit, önümüzde ise Davut vardı. Küçük bir prensesin koruyucu kalkanı olmuştuk. Gece sessizdi ama kalbimiz gürültülüydü.

"Mor gözlü süper kahraman mı diyorsun sen ablaya?" diye sordu Yiğit, kısık ve alaycıya yakın bir ses tonuyla. Dudaklarının kıyısı belli belirsiz yukarı kıvrılmıştı ama gözleri ciddi bakıyordu. İlkan, kollarımı daha sıkı tuttu, iyice yanıma sindi. Küçük bir kedi gibi tüyleri kabarmıştı, ama gözlerinde inatla parlayan bir şey vardı; güven.

Küçük kafasını yavaşça salladı. “Arkadaşlarım, kardeşlerimi, annem, babam hep öyle diyor,” dedi. Sesindeki masumiyet, gecenin bütün karanlığını lime lime ediyordu. Yiğit’in gözleri ona takıldı. Bir an için hiçbir şey söylemedi. Sessizlik sadece birkaç saniye sürdü ama içimizde yankısı büyüktü.

“Hımm…” diye bir ses çıkardı Yiğit. Boğazının derinliklerinden gelen bir onay gibiydi.

“Hımmhımm…” dedi hemen ardından İlkan, onu taklit ederek. Küçük bir tebessüm geçti yüzümden ama hemen kayboldu. Bu gece gülmek, harcanacak bir lüks gibiydi.

“Batur,” dedim. Başını çevirip baktı. Ses tonum, kırılmamış buz gibi sertti. “Ağır bir yarası var mı diye bakman için illa uyarmam mı lazım?”

Batur tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki İlkan hemen atıldı, savunmaya geçer gibi. “Yok ki. Sadece bir kere vurdu. Kafama değil, omzuma. Acıdı ama geçti.”

“Baksın yine de, prenses,” dedim. Sesimi yumuşatmaya çalıştım ama o sertlik iliklerime işlemişti. Kırılmayan bir çelik gibiydim, sadece İlkan’ın elleri çatlakları bulabiliyordu.

“Sen bak,” dedi aniden. Başını hafifçe yana yatırmış, bana bakıyordu.

Ona döndüm. “Ne?”

“Abla sen bak,” dedi. Gözleriyle bana yalvardı. Gözyaşları yoktu, bu çocuk artık ağlamıyordu. Ama yüreği paramparçaydı ve sadece bana dokunmama izin veriyordu.

“Tamam,” dedim ve tek dizimin üzerine çöktüm. Ellerim dikkatle onun ince omuzlarına, kollarına, kaburgalarına dokundu. Vücudunu taradım, kemiklerini gözle ve dokunuşla yokladım. Sadece bir darbe izi vardı. Kan yoktu. Ama içindeki travmanın kanı hâlâ akıyordu. “İyi misin?” dedim.

Küçük başını usulca salladı. Bir şey daha demedi. Beni izliyordu. Belki de içindeki en büyük savaşları ben susturabiliyordum.

Yürümeye başladığımızda, bir kayanın arkasına onun için azık bıraktım. Küçük bir ekmek, birkaç bisküvi, bir matara su. Her an saldırıya uğrayabileceğimiz bir yerde bile ona bir köşe yaratmaya çalışıyordum. Küçük bedenini taş gibi koruyacak, canım pahasına siper olacaktım.

Yukarı tırmanmadan önce, her zamanki gibi sırayla çıkıyorduk. Ben en sonda kalıyor, her birinin güvenliğe ulaştığından emin olmadan bir adım bile atmıyordum. İlkan’ı da kucağımda çıkardım, onun ayakları bu toprağa değmesin istedim. Henüz değildi.

Köye girdiğimizde işler hızlı gelişti. Temizlik kısa sürdü. Göz açıp kapayana kadar bastık, birkaç çatışma oldu ama çok uzun sürmedi. Sessizlik çabuk geldi. Belki biraz fazla çabuk.

Köylülerin arasında, yüzlerindeki korkuyu inceliyordum. Her biri başka bir trajedinin hayaleti gibiydi. Tam o sırada, duyduğum tetik sesi beni yerimden kopardı. İnce ama tanıdık bir sesti; silahın diliydi o.

Döndüm. Vurulmasına rağmen can çekişen bir terörist, yerde sürünerek tüfeğini kaldırmış, doğrudan Yiğit’e nişan almıştı. O an zaman yeniden yavaşladı. Hiç tereddüt etmeden yürüdüm. Bedenim siper, zihnim tetikteydi. Gözümde sadece tek bir şey vardı; korumak.

Adam tetiğe basamadan evvel, parmağım sıkıştı tetiğe. Kurşun, alnının ortasını buldu. Düşman, gözlerini bile deviremeden yere yığıldı. Ama o an sadece benim silahımın sesi patlamamıştı.

Bir başka silahtan çıkan ikinci bir kurşun… Hemen ardından Yiğit’in arkasında beliren duman. Göz göze geldik. O anlamıştı. Ben de.

İkimiz de aynı anda vurmuştuk adamı. Aynı anda, aynı amaçla. Korumak için. Sevmek için değil, yaşatmak için değil, sadece korumak için.

Benim ellerim kanlıydı. Onun gözleri hâlâ sıcaktı. Ve bu savaşta, ikimiz de artık sadece asker değildik.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 21.10.2024 22:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...