
Bir damla kan toprağa düştüğünde, sadece bir başlangıç yeminidir çünkü bazı savaşlar ilk darbeyle değil, son nefesle biter.
2008
Ateş koşarak geliyordu; ayakları sanki yere değil, karanlığın nabzına basıyordu, çamurun içinden sıçrayan su damlaları sokak lambasının solgun ışığında küçük parıltılar saçıyor, ardından gelen ayak sesleri yankılanarak geceyi paramparça ediyordu. Yüzü dağınıktı; panik rüzgârında savrulmuş bir yaprak gibiydi. Alnına yapışmış saç telleri terle karışmış, soluğu kesik, nefesi göğsüne sığmayan bir telaşla doluydu. Gözleri büyümüştü; o gözlerin içinde yalnızca korku değil, son bir sığınak arayan, sevgiye son kez uzanan bir çocuk vardı. Yanaklarından süzülen ter damlaları, loş lambanın altında birer ateş böceği gibi parlıyor, parladıkça telaşı büyüyordu. O hâliyle, dünya ona sırtını dönmüş bir çocuğa benziyordu; kaçıyordu birinden değil, bir şeyden değil, abisinden.
“N’olur, yardım et!” diye haykırdı; sesi çatlamış bir aynadan sıçrayan keskin bir parça gibiydi, havayı yardı, odanın duvarlarına çarpıp yankılandı, o yankı bile korkuyordu kendi sesinden. Gülüyordu bir yandan, o ince, sinirden doğan gülüşle; ağlamanın öteki yüzüydü sanki. “Zezem abin beni öldürecek kuşum yardım et!” dediğinde, dudaklarının kenarında titreyen o küçücük kas, yorgun bir kuşun son çırpınışı gibiydi.
O an, Gökhan yerinden fırladı; bir gölge gibi, bir şimşek gibiydi hızı. Gözleri buz kesilmişti, yüz hatları taş gibi keskinleşmişti. Omuz kasları öfkeyle gerildi, damarları şakaklarından belirginleşti. Sanki içindeki öfke bir lavdı, sessiz ama delip geçecek kadar yakıcıydı. Bastırılmış, kontrol altına alınmış ama her an patlayabilecek bir volkan gibi konuştu. “Lan, kız yaralı! Çık oradan!” dediğinde, sesi duvarlara değil, ruhlara çarptı. O ses, bir tokat gibi, bir tavan lambasının patlaması gibi yankılandı odanın içinde.
O sabah o kahrolası sabahın hemen ertesiydi bu. Mavi’nin içi hâlâ yanıyordu, babasının gölgesi hâlâ duvarın bir köşesinde yaşıyordu sanki. Zaten bütün Gece Kuşları'nın üzerinde, konuşulmayan bir fırtına asılıydı; görünmez, ama her nefeste hissedilen bir fırtınaydı bu.
Zulmün izi küçük çocukların üzerindeydi.
Yine...
Ve Ateş’in bu zamansız çırpınışı, bardağın kenarına düşen son damlaydı sessizce ama geri dönüşsüz biçimde taşırandı. Herkesin içindeki gerginlik her an başkasına patlama korkusunu yaşatıyordu.
Sesi odaya değil, ruhlara çarptı; duvarlarda yankılanmadı bile, doğrudan ciğerin içine, o en karanlık noktaya saplandı. Havanın içi titredi, sobanın yanık demir kokusu keskinleşti, bir anlığına herkesin nefesi birbirine karıştı. O sabah o kahrolası sabah, babasıyla yaşananların hemen ertesiydi günüydü Mavi için; gözlerinin altında morluk değil, geceyle yapılan bir savaşın izi vardı. Zaten bütün Gece Kuşları’nın üstünde konuşulmayan, ama damar gibi atan bir fırtına vardı; her biri sessizliğe gömülmüş, sanki nefes alsalar patlayacak bir camın içinde yaşıyordu. Ateş’in bu zamansız çırpınışıysa o camın üstüne düşen son damlaydı sessiz ama yıkıcı.
Küçük kız, Mavi, başını çevirdi; gözleri Can abiye saplandı. Bakışlarında çıplak bir cinnet parlıyordu, alnının kenarında bir damla ter kaydı. Dişlerinin arasından aldığı nefes, hırıltılıydı; sanki hava bile ciğerlerine girmek istemiyordu. Gökhan o an öyle bir tonla konuştu ki, kelimeler ağzından çıkmadı, dudaklarından fırladı, kurşun gibi, sıcak ve ağır. “Can abi,” dedi, gözlerini Ateş’ten hiç ayırmadan; o bakış, içinden geçiyor, kemiğe işliyordu. “Bak, abim falan demem. Eğer Mavi’nin yarasına bu kaçık maymun tarafından bir şey olursa ikinizi de mezara yan yana gömerim.” Dediğinde, odaya bir sessizlik çöktü; sadece dışarıda, uzaklarda bir sirenin sesi duyuluyordu kentin, bu çocukların dramına aldırmayan, sıradan bir nefesi gibi.
Can abi dişlerini sıktı, çenesi kasıldı, alnındaki damar belirginleşti. Başını sertçe salladı. “Bu maymun ne yaptı biliyor musun?” diye sordu; sesi öfkeyle bükülmüş, sanki her kelimeyi yutkunarak çıkarıyordu. “Şeker Portakalı’nı aldı yine! Ya ben okuyacaktım!” dediğinde, sesi bir çocuğun değil, elinden oyuncağı alınmış bir yetişkinin hırçınlığıyla kırıldı.
Mavi, yatağın ucunda doğrulmaya çalıştı. Hareketi bir rüyanın içinden gelir gibiydi; kolları zayıf, elleri titrek, yüzü solgun. Gökhan hemen yanına geldi, o kadar hızlı ama o kadar dikkatliydi ki, hareketi neredeyse görünmezdi. Bir eli küçük kızın sırtına yerleşti; parmaklarının ucunda şefkat değil, kırılgan bir korku vardı. Diğer eliyle yastığı düzeltti, öyle bir dikkatle ki, sanki yorgun olan o değil, küçük Mavi’nin ruhuydu. Oysa o an, Mavi’nin vücudu değil, Gökhan’ın içi taşıyordu bütün yorgunluğu.
“Uyuyamıyor abi,” dedi Mavi, sesi kısık ama içi net bir ağırlık taşıyordu. Her kelime aralıklarla çıktı ağzından, tıpkı duman gibiydi. Sonra göz ucuyla Ateş’e baktı, o bakışta kırık bir öfke vardı. “Bitirim, uyusun, veririm abi,” diye ekledi. Sözleri, sanki bir anlaşmanın son satırıymış gibi sessizce havada asılı kaldı.
Can abi ellerini iki yana açtı, sızlanarak. “Abim, bin defa okudun be kızım, yeter! Bir kere de ben okuyayım!” dediğinde sesi ince bir sızıya dönüştü. Ama kimse gülmedi. Sobanın içinden gelen çıtırtı, odaya eşlik eden tek müzikti.
Ateş başını öne eğdi. Sanki boynu kırılmış gibiydi, o küçük, ince bedeninin omuzları çökmüştü. Ellerini dizlerinin üstüne koydu, parmak uçları titriyordu. Dudaklarını kemirdi, kanattı. Gözleri Mavi’ye kaydı ve o anda, iki çocuk, iki kırık ruh birbirine değdi. O göz teması, bir saniyelikti ama bin yaş kadar ağırdı. Bir çocuk, boyundan büyük bir suçla yaşlandı o gün. Oysa sadece bir kitap istemişti; içinde şeker geçen, sıcak, masum bir hayal dünyası. Ama dünya bu ya kimse çocukların hayallerine eğilmezdi. Hele de bu evde, kimse bir çocuğu çocuk saymazdı.
Birden sesi çatladı. “Ben okuyayım…” dedi; sesi kırılmış bir cam gibi, tiz ama içten geldi. Kendi sesi bile yabancıydı o kıza; yankısı odaya değdiğinde, Mavi’nin gözleri doldu. Sırtında açılmış yaranın sızısı, kelimelerine karıştı. Sesi boğuk, kan tadı gibi acıydı. Her heceyle birlikte, içindeki bütün kanı dışarı akıtıyor gibiydi.
Ateş başını kaldırdı. O gözlerde hâlâ inanan bir şey vardı; kirli ama berrak, kırık ama hâlâ sevgiyle ışıldayan bir şey. Bir tutam umut. Bir avuç sevgi. Belki de sırf o yüzden, o gece ölmedi Mavi. Belki o yüzden hâlâ nefes alıyordu. Çünkü bir çocuk, ona “kardeşim” demeye devam etti.
Şeker Portakalı’nı yavaşça açtı; kapağı, yıllar boyu taşınmış bir hatıranın kemikleri gibi gıcırdadı. Kitabın sayfaları, sararmış bir anının teni gibiydi; kenarları kıvrılmış, köşeleri yorgun, aralarında kurumuş gözyaşları ince kristaller gibi parlıyordu. Kağıdın kokusu; sabunla, serumla, yanık demirle ve çocuklukla karışmıştı nefes aldıkça ciğerine sızıyor, içini çiziyordu. Okumaya başladı; kelimeler, birer diken gibi dilinden kalbine battı. Her cümlede bir yerini kaybediyor gibiydi ama yüzü hâlâ taş gibiydi. Soğuk, duygusuz, sanki içindeki yangını saklayan buzdan bir perdeydi. Arada bir yutkundu, boğazından geçen ses boğuk bir inilti gibi yankılandı odada. Ateş, sessizce Mavi’ye yaklaştı; başını onun dizine koydu. Mavi’nin teni ilaç kokuyordu, saçları yanık soba isiyle karışmış bir sabun kokusu taşıyordu. O an, dışarıdaki fırtına bile önemsizdi; çığlıklar, tehditler, sövgüler birbirine karışırken Mavi yalnızca kalbinin attığını duyuyordu yavaş, derinden, ürkek bir ritimle atıyordu.
Ateş’in gözleri, Gökhan’ın Mavi’ye her sarılışında biraz daha kararır gibi oldu; içindeki şey kıskançlık değildi, o daha karanlık, daha eski bir duyguydu öfkenin kemikleşmiş haliydi. Sessizdi ama yakıyordu. Diliyle değil, bedeniyle bağırıyordu; omuzları taş gibi kasılmış, parmakları dizine gömülmüş, dişlerinin arasından nefes kaçıyordu. Gözbebekleri titriyordu; öyle bir bakış ki, sustuğu her saniye kelimeden daha keskin bir şiddet gibiydi. “Ulan,” dedi sonunda, sesi tırnak gibi, ince ama acıtıcı. “O kızın canı bir yansın, yemin ederim seni gebertirim. Vatoz gibi sarıldı, şuna bak!”
Ateş, Gökhan’a dönmedi; inadına, başını Mavi’nin dizine biraz daha bastırdı. Sesinde hem alay hem sitem hem de ince bir çaresizlik vardı. “Canı acısa iterdi, değil mi Gökhan? Bir sakin ol artık.” Küçük kız, onların arasında kalmaktan bitkin düşmüştü. Derin bir nefes verdi ama o nefes bile korkunun sesini taşıyordu. Odanın havası ağırlaştı; rutubet, ilaç kokusu, soba isi birbirine karıştı. Herkesin sesi yankı olup duvarlara çarptı, sonra sessizliğe gömüldü.
Gökhan dişlerini sıktı, çenesindeki kas belirginleşti, damarları kabardı. “Ulan kardeş kardeş diye dolaşırsın ama Mavi’yi gram tanımazsın,” dedi; sesi boğuk, sanki içinden kırık bir yerden geliyordu. “Mavi sana kıyamaz. Canı acısa da geçer, seni yarasının üstüne yatırır.”
O söz, odanın içindeki tüm sıcaklığı söndürdü; soba bile bir an çıtırtısını unuttu.
Ateş tam cevap verecekti ki, Mavi’nin bakışları Can abisine kaydı; dudaklarının kenarı titredi, sessiz bir yardım çağrısıydı bu. Başındaki ağrı zonkluyordu, alnındaki damar atıyor, gözkapakları ağırlaşıyordu. Can abi, o bakışı hemen okudu; derin bir nefes aldı, sesi bir anda yükseldi. “Kesin ulan şimdi! Biri kıza sarılıyor, biri laf atıyor. Ortada Mavi var lan, oyuncak değil! Madem bu kadar düşünüyorsunuz, başı ağrıyan bir kızın yanında ciyak ciyak ne bağrınıp duruyorsunuz?” Ses, odanın duvarlarına çarptı, yankılandı; o an herkes sustu.
Sonra, sessizlik…
Dışarıda rüzgâr kapıya vurdu, sobadan çıkan çıtırtı geri döndü, ortamın sıcaklığı sanki bir battaniye gibi üzerlerine çöktü. Gökhan yavaşça Mavi’nin yanına geldi, eğildi, başını onun şakağına yaklaştırdı; nefesi sıcak, pişmanlıkla dolu. Dudakları onun tenine değdiğinde, Mavi’nin kalbinde bir şey çatladı. “Özür dilerim güzelim,” dedi.
Mavi, gözlerini kapadı, başını Gökhan’ın göğsüne yasladı; kalbinin sesi, dünyanın tüm gürültüsünü susturdu. O an, zaman sanki dondu; ne Ateş vardı, ne Şeyma, ne de öfke sadece iki kalp, birbirine tutunarak atıyordu.
Ama bu sessizlik uzun sürmedi.
Şeyma, duvarın kenarında durmuş, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Bakışları, Mavi’nin saçlarından Gökhan’ın ellerine doğru kayarken yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti ama o gülümseme, sevgi değil, zehir gibiydi. “Şu kız kadar beni sevseydiniz, her şey daha kolay olurdu,” dedi. Sesi soğuk, bir bıçak gibiydi.
Herkes başını çevirip ona baktı, hava yine kesildi.
“Seni severiz Şeyma,” dedi Gökhan, gözlerini kaçırmadan. “Ama emin ol, ona olan sevgim kendimden bile fazla.” O cümle, duvarın sıvası gibi döküldü ortalığa. Mavi bir şey demedi dudakları aralandı ama ses çıkmadı. “Abla” kelimesi, dilinin ucunda dondu kaldı.
O sırada Gökhan’ın kalbi, Mavi’nin göğsüne çarpıyordu öyle şiddetli, öyle gerçekti ki, dışarıdaki dünyanın tüm sesleri sustu. O an, her şey bu atışa indirgenmişti: kalp, kan, sıcaklık, sessizlik.
“Bırak lan Zeze’mi, vatoz balığı!” diye patladı Ateş. Sesi sertti ama öfkenin altında çocuk gibi kırılmış bir şey vardı. Gözleri büyümüş, alnı terle parlamış, dudaklarının kenarı seğiriyordu. Gökhan’a bakarken içi çekildi kıskançlık değil, kaybetmenin sessiz korkusuydu o.
Mavi, Gökhan’ın göğsüne biraz daha gömüldü. Şeyma’nın gözleri ise, o ikisinin arasındaki mesafeyi ölçüyordu sanki; nefes alışları bile kıyas gibi, ince ve hesaplıydı. Gökhan, Mavi’nin saçlarını okşarken parmak uçları titriyordu; o temas, bir sevgi değil, bir tutunmaydı. Mavi’nin gözleri yavaşça kapandı dünyayı değil, yalnızca o anı görmek ister gibi.
“Off Zeze, nefret ediyorum senden,” dedi Ateş alay vurdu ama o hecenin ardından içindeki buz aniden oturdu, gözleri doldu, bedeni olduğu yerde kilitlendi, dudak kenarı çatladı; odaya yayılan ses cılızlaştı, sobanın isi koyulaştı, duvarlardaki rutubet daha belirgin bir gölgeye dönüştü.
Gökhan, kollarındaki değişimi fark eder fark etmez “Mavi’m?” dedi parmak uçları omzunda titredi, hafifçe iterek küçük bedeni kendinden uzaklaştırdı, sesi tedirgin, gözleri birden açıldı; etrafın yüzlerini taradı, “Güzelim?” dediğinde kelimeler çatladı, “Oğlum ne oldu kıza?” diye bağırırken panikten kesik bir tonda kaldı, korku dudaklarından fırladı.
Can abi, “Abicim, bir yerin mi acıyor?” diye sorduğunda ayak sesleri tahtayı titretti, elini Mavi’nin alnına koydu; sıcaklık arıyordu, yüzünde bir şeylerin yanlış olduğunu okuyan bir endişe vardı. Ateş oturduğu yerden fırladı, Mavi’nin bakışı onu yakaladı. O bakışta bin parça bir dünya vardı “Kızım, dilini mi yuttun? Söylesene,” dedi Ateş’in sesi suçlulukla savunmacıyı aynı anda taşıdı.
Mavi, sadece “Nefret etme benden,” dedi. Üç kelime ince bir cam teline üflenmiş gibi kırıldı, odanın içinde yankılanıp herkesin zihinlerine saplandı; o sözün anlamını ilk bilen Gökhan oldu, koruma refleksi yüzüne yerleşti, Ateş’in omzunda şaşkınlık ve pişmanlık eşzamanlı çakıldı.
Gökhan, Ateş’e dönerek “Ulan geri zekâlı!” diye kükredi. Bir an herkesin kafasında eksik parçalar yerine oturdu, Ateş’in yüzü dondu, ağzı yarı açık kaldı, sonra refleksle Mavi’ye sarıldı, Gökhan’ı itip kollarını küçücük bedene sardı.
“Sende yapıştın kardeşime, çek git lan!” diye bağırdı ama sesi titriyordu, hemen ardından usul bir savunmaya dönüştü. “Kuzu, ben senden nefret edebilir miyim hiç? Şaka yaptım sadece, vallahi şaka.”
Mavi’nin elleri Ateş’in beline dolandı; parmakları küçüktü ama sıkışı yoktu, sesi çatladı. “Etme benden nefret, bari siz nefret etmeyin benden,” dedi; sözleri düşerken göğsünden yılların ağırlığı titreşti, gözlerinin içindeki ıslak parlaklık herkesin göğsüne saplanan bir bıçak gibiydi.
Can abi öfkeyle “Seni evire çevire döveceğim!” dedi gibi patlasa da kucağını açtı, “Gel abicim buraya,” diye çağırdı. Tehdidin içinde teselli gizliydi.
Gökhan, “Küçücük kıza böyle şaka yapılır mı?” diyerek suçladı hem Ateş’i hem dünya düzenini, sesi hem kırgın hem öfkeliydi.
Ateş bir ağız dolusu, kırık bir ant içti gibi “Sana söz veriyorum, senden nefret etmeyeceğim,” dedi gözleri dolu, sesi kırık, kelimelerin arkasında yalvaran bir pişmanlık vardı.
Odanın havası ağırlaştı; sobanın solgun ışığı, saçlardaki toz, tenlerdeki ter tuzu, nefeslerin ritmi tek bir çarpıntıya indi. Gökhan’ın kalp atışı Mavi’nin göğsünde yankılanırken, Ateş’in kolları daha sıkı sarıldı, Can abi öfkesini sevgiyle evirip yumuşattı; herkes orada, o küçük odada, ağır bir gerçeklikte toplandı. Nefret sözcüğü havada asılı kalmış ama var olan tek cevap, hep birlikte tutunmaktı
Yazarın Anlatımıyla
2024
Saniyeler, sanki zamanı yutmuş bir boşlukta asılı kalmıştı. Rüzgâr bile durmayı bilmiş, yapraklar dahi kıpırdamaktan vazgeçmişti. Gökyüzü, bir anda kurşuni bir suskunluğa bürünmüş; kuşlar susmuş, toprak nefesini tutmuştu. Sessizlik, üzerlerine çöken görünmez ama ağırlığı kemiklere işleyen kalın bir örtü gibiydi. Her şey durmuştu. Herkes durmuştu.
Timin bakışları, tetiğin ardından yankılanan sesin kaynağına, silahın sessiz çığlığına takılıp kalmıştı. Sanki dünya, sadece o an için yaratılmıştı ve kader, o tek saniyeye mühürlenmişti.
“Kurşun kime değdi?”
Bu soru, kimsenin dilinden dökülmeye cesaret edemediği, ama yüreklerde haykırılan bir ağıt gibiydi. Herkesin iç sesi, aynı yalvarışla çırpınıyordu: "Tanrım ne olur boşa gitsin. Ne olur kimseye değmesin…"
Ama umut, gözlerde bile barınamaz olmuştu.
Ve sonra, bir çift göz morun en keskin, en kırılgan tonu... Timin içine bıçak gibi saplanan o bakış, gerçeği tek kelime etmeden haykırıyordu.
Yıldırım düşmüştü.
Mavi Derin Yıldırım, kanla çizilmiş o sessizliğin ortasında yere düşen ilk yıldız olmuştu.
O, düşünmeden atlamıştı. Karar değil, içgüdüydü bu. Anlık bir refleksin ardına gizlenmiş sonsuz bir cesaret vardı. Kurşun, Yiğit’in kalbini bulamayacaktı artık. Çünkü o an, Mavi gölge gibi geçmişti önüne. Ne bir tereddüt ne bir korku vardı. Gözlerinde yalnızca, “Ben giderim, o kalır” diyen keskin bir kararlılık parlıyordu.
Adamın yüzünde, nişan aldığı kalbe değil de bir başka bedene saplanan kurşunla birlikte bir anlık afallama belirdi. Kaşları çatıldı, nefesi yarım kaldı, elleri hafifçe titredi. Silahı, bir suçun ağırlığını artık taşıyamazmışçasına avuçlarından kaydı, yere çarparken boğuk bir metal sesi yankılandı. Ve gözlerini Mavi’ye dikti. Karşısında duran bu kadının gözlerinde ölüm değil, meydan okuma vardı. Delilikle cesaretin birbirine karıştığı bir bakıştı bu. Onun aklı almıyordu. Bir insan, başkası için kendini nasıl böyle ölüme atardı?
Yiğit’in sesi çatallaşmıştı. Dudaklarından sadece tek bir kelime döküldü, ama içinde binlerce haykırış gizliydi. “Mavi...”
Sesi titriyordu. Gözleri büyümüş, elleri çaresizlikle uzanmıştı ona doğru. Ama Mavi… Artık hiçbir şeyi duymuyordu. Sesler, çok uzak bir tünelin içinden geliyormuş gibi boğuktu. Görüntüler, suya düşen yansıma gibi titreşiyor, dağılıyordu gözlerinin önünde. Dünya bulanıktı artık.
Ve Mavi, gözleri hâlâ Yiğit’in üzerinde, dizlerinin bağı çözülür gibi yavaşça yere çöktü.
Rüzgâr bile ağlamayı unutmuştu o an.
İlk başta hiçbir şey hissetmedi. Ne acı, ne sızı… Sadece tarifsiz bir boşluk vardı. Sanki göğsünün tam ortasından bir parça sökülüp alınmış, geride kara bir boşluk bırakılmıştı. Zaman, o an tüm görkemiyle durmuştu. Rüzgâr esmeyi unutmuş, kuşlar ötmemiş, hatta dünya nefes bile almamıştı. Her şey o boşluğun içinde yutulmuştu.
Sonra o boşluk, ağır ağır içten yanmaya başladı. Önce sıcak bir karıncalanma, ardından yayılan yakıcı bir dalga vardı. Kurşunun girdiği noktadan süzülen kan, üniformasına kırmızı bir çiçek gibi yayılıyordu; usul usul, sabırla. Kan, kumaşa değil sanki kaderine işliyordu.
Elini refleksle göğsüne bastırdı. Parmaklarının arasında kaygan bir sıcaklık hissettiğinde, bakışları bulanıklaştı. Derin bir nefes aldı ama hava, ciğerlerine değil, sanki içine çöken o karanlık boşluğa çekiliyordu. Elini yavaşça çekti, parmaklarını araladı. Avuç içindeki o koyu kırmızı yaşamının akıp gittiğini haykıran o sıvı gözlerinin önünde dans eder gibiydi.
Etrafı bulanıktı. Sesler bir sisin arkasından geliyor gibiydi; uzaktı, boğuktu. Bağırışlar vardı belki, panik dolu adımlar vardı. Ama ona ulaşan hiçbir şey yoktu. Zaman bükülmüş, dünya ona sırtını dönmüştü. Sadece acı kalmıştı derisinin altında büyüyen, içini kemiren bir ateş gibi.
Kurşun değil de sanki bir yıldırım düşmüştü bedenine. Ama o hâlâ ayaktaydı. Titreyen dizlerinin üstünde, gözleri hâlâ birini arıyordu
Yiğit.
Onu bir kez daha görmek için tüm bedeninin direnişiyle ayakta kalıyordu. Ve göz göze geldiklerinde, ikisinin de bakışlarında yalnızca bir şey vardı. Sessizce fısıldanan bir veda.
Bir şeyler söylemek istedi ama kelimeler boğazında düğümlenmişti; sesi çıkmıyordu. Dudaklarını hafifçe kıvratarak bir gülümseme taklidi yaptı ama o gülümseme bile titrek ve kırılgındı. Gözlerindeki derin anlam, tüm sözlerden daha güçlüydü; bakışlarıyla haykırıyordu.
“Sen yaşa...”
Kurşun, hala bedeninin içinde acımasızca dolaşıyor, damarlarını sıkıyor, etini parçalıyor gibiydi. Zaman yavaş yavaş eriyordu; gözleri kararmaya, görüşü bulanıklaşmaya başlamıştı. Dünya, yavaşça siyah bir perdeyle örtülüyordu. Başındaki dönme, dengeyi tamamen çalarken ayakları, vücudunun yükünü taşımakta direniyordu.
Ayakta kalmaya çalıştıkça dizleri titrekleşiyor, yavaşça kırılıyordu; bedeninin direnişi azalmıştı. Tam yere yığılacakken, onu ölümün kucağına bırakmayan şey, içi korku ve çaresizlik dolu, ama aynı zamanda sıcak ve güçlü kolların sıkıca sarılmasıydı. O kollar, hayata tutunması için son bir umut, bir sığınaktı.
İçinde kaybolan bilincinin kıyısında, o anın ağırlığı altında, hala yaşamak için bir sebep vardı...
Bu sadece sıradan bir kurşun değildi. Vücudunda bıraktığı his, daha önce hiç yaşamadığı kadar farklıydı. Kendi yöntemleriyle iyileştirdiği yaralar, sert darbeler ona artık küçük geliyordu. Ama bu... Bu bambaşkaydı. İçgüdüleri ona fısıldıyordu; bu, sıradan bir silahtan çıkmamıştı.
Bu bir biyolojik silahtı.
Yaşama şansı, yerde kırılmış cam parçaları gibi keskin ama savunmasızdı; incecik bir çizgide yürüyordu. Solukları boğazında düğümlenmiş, ciğerlerine ulaşmaya çalışan hava adeta savaş halindeydi. Gözleri son bir çabayla Yiğit’i aradı, bulanık ama kararlıydı.
“Mavi...”
Yiğit’in sesi, yırtık bir kâğıt gibi titrek ve çaresizdi, o son anın kırılganlığını taşıyordu. İşte o ses, Mavi’nin bilincinde kalan son netlikti.
Sonra dünya birden sessizleşti, tüm sesler yok oldu. Duyuları bulanık bir karmaşaya karıştı; konuşmalar, bağırışlar, dokunuşlar... Hiçbiri anlamını yitirmişti artık. Ama beyninin en derin köşesinde, inatla bir parça direnç vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; bu acının sebebi neydi? Kurşun, nasıl olur da bedenini bir alev gibi yakabilirdi?
Zaman donmuş, anın ağırlığı içinde Mavi’nin ruhu, hayata tutunmaya çalışıyordu.
Kavurucu bir zehir kurşunla birlikte bedenine sızdı; karanlık bir mürekkep gibi damarlarına yayıldıkça acısı vahşice katlandı. Bedeninin içi, kızgın bir demirle dağlanırcasına, canlı canlı yakılıyordu. Bu dayanılmaz, tiksindirici his; kemikleri ufaklayan, ruhu parçalayan o mutlak ölümün fısıltısıydı.
Timin etrafında oluşturduğu o dar çemberde, bulaşıcı bir panik havayı ağırlaştırmıştı. Gözlerinde, sönen bir yıldızın son ışıltısı gibi kör bir endişe parlıyor; ellerindeki titrek, işe yaramaz çaresizlik, gerginliği daha da artırıyordu.
Kaan, zamanla yarışan keskin bir odaklanmayla hızla eğildi, korkunç yaraya müdahale etmeye çalışıyordu. Ne var ki, onun her dokunuşu, Mavi için sonsuz bir işkenceye dönüşüyordu. Tenine değen o telaşlı her el, her parmak; sanki buzlu bir cam kıymığı gibi içine batıyor, Mavi'nin zaten paramparça olan canını yeniden lime lime ediyordu.
Zehir, görünmez bir işkenceciye dönüşmüştü; artık rüzgârın en masum fısıltısı bile Mavi'nin canını yakıyordu. Yüzüne değen o ılımlı esinti, sanki binlerce buzlu iğnenin aynı anda derisine saplanması gibi keskin bir acı dalgası yayıyordu.
Yaralı bölge, sıradan bir sızıdan çoktan çıkmıştı. Şimdi, cehennemi bir mangalın korları gibi yanan, dayanılmaz, titreşen bir yangınla sarsılıyordu. Birinin en hafif, en nazik parmak ucu bile oraya dokunduğunda, Mavi, kendi kemiklerinin kum gibi ufalanıp toz olduğunu zannediyordu. Özellikle de o yara... O artık tarif edilemez, kök salmış bir acının, nabız gibi atan merkez üssüydü.
Sinsi ve acımasız zehir, yavaş ama kaçınılmaz bir ölüm vadi gibi bedenini korkunç bir kesinlikle ele geçiriyordu. Mavi, son damlasına kadar direniyordu, ama kendi vücudu, en yakın düşmanı kesilmiş, her hücrede ona ihanet ediyordu.
"Ha siktir, ha siktir, ha siktir..." Dişlerinin arasından, boğuk ve hırıltılı bir fısıltı döküldü Yiğit'in dudaklarından. Gözleri, korkunç bir büyülenmeyle, Mavi’nin kanlı ve titrek yarasında çakılı kalmış; elleri, ne yapacağını bilemez bir halde havada çaresizce asılı kalmıştı.
Mavi’nin vücudu kontrolsüzce silkeleniyor, şiddetli bir nöbet geçiriyordu. Sanki derinliklerinde uyuyan ilkel bir canavar uyanmış da, onu içeriden, kemiklerine tutunarak vahşice parçalıyordu.
Zaman, katran gibi yavaşlamış, her saniye sonsuzluğa uzuyordu. Ama görünmez ve soğuk ölüm, yürüyen bir gölge gibi adım adım, soluksuz yaklaşıyordu.
“Sakın dokunma komutanım.” Kaan'ın sesi, kayalara çarpan bir dalga gibi çatallaşmıştı. Gözleri, sarsılmaz bir çaresizlikle, Yiğit'in yüzüne kilitlenmişti. Titreyen, kesik kesik nefeslerle hızla geri çekildi. Kurşunun taşıdığı o uğursuz yükün ne olduğunu bilmiyordu; ama Mavi'nin camlaşan gözlerinin karanlığa gömüldüğünü ve nefesinin kopuşunu gördükçe, içinde kıvranan, soğuk bir korku devleşiyordu. İçinde olan her ne ise, kıza acımasızca ölüm getiriyordu; bunu tüm benliğiyle, her bir sinir hücresinde hissediyordu. Belki de haklıydı, belki de Mavi gözlerinin önünde, zamana yenilerek, yavaşça ölecekti.
Mavi, sanki derin bir suyun altında boğuluyormuşçasına, boğuk, kesik ve garip bir hırıltı çıkardı. Akciğerleri hava için umutsuzca çırpınıyordu; göğsü zoraki bir ritimle, şiddetle yukarı kalkıp alçalıyordu, ancak nefes kuru ve kesik kesikti. Bu, son nefesteki çaresizliği yansıtan, can çekişen bir ruhun son çırpınışı gibiydi.
Algıları hızla buz tutuyor, dünya bir sis perdesinin arkasına kayıyordu. Gözbebekleri kontrolsüzce titriyor, dudaklarına ölümün soğuk rengi olan morluk yayılıyordu. Her geçen ağır saniyede yüzüne inen o mor gölge biraz daha derinleşiyor, ölümün buzdan eli Mavi'nin alnına biraz daha korkutucu bir kesinlikle yaklaşıyordu
Tim'in etrafında, kulakları sağır eden, anlamsız bir karmaşa hüküm sürüyordu. Herkes telaşla bir şey söylüyor, herkes panikle bir çözüm bulmaya çalışıyordu ama çelikten bir iradeyle hareket eden Yiğit’i kimse durduramıyordu.
Mavi'nin kendisi uğruna bu hale gelmiş olması, onun gözlerinin hemen önünde can çekişiyor oluşu, Yiğit'in mantık duvarlarını yerle bir ediyor, aklını başından alıyordu. Yapabileceği somut, kurtarıcı hiçbir şey kalmamış gibi hissediyordu ama yine de onun soğuyan tenine yakın olmak istiyordu. Titreyen parmaklarıyla elini tutmak, ipeksi saçını okşamak, son bir yakarışla "Gitme!" diye fısıldamak istiyordu.
Ani bir hareketle, avlanmış bir yırtıcı gibi Mavi'nin yanına çömeldi. Elleri, kontrolsüz bir deprem gibi titreyerek Mavi'nin kaskını çıkardı. Terden ıslak, koyu saçları açığa çıkınca, Yiğit'in göğüs kafesinden bir parça daha koptu. Ardından, hava akımını artırmak umuduyla, üniformasının yakasını hızla açtı, boğazına can suyu verecekmişçesine kumaşı araladı.
Mavi'nin yüzü iyice soluklaşıp siyaha çalıyordu, ölümün imzasını taşıyan dudakları koyu bir maviye dönüyordu. Göz kapakları yarı açık, sinirsel bir ritimle titriyordu.
Kaan, Yiğit'in attığı her sert hamlede, korkuyla irkiliyordu. Biliyordu ki, o anki gerginlikte, Yiğit'in yapacağı tek bir yanlış, ani hareket, Mavi'yi sonsuza dek, geri dönülmez bir şekilde ellerinden alabilirdi. Yiğit'i yakalayıp durdurmak istiyordu ama Mavi'nin kutsal acısına dokunmaya bile cesaret edemiyordu. Havadaki elektriklenmeyle gerginlik kontrolsüzce büyüyordu; ortak çaresizlik, bir çığ gibi Tim'in üzerine ilerliyordu.
“KOMUTANIM!” diye vahşice haykırdı Batur, sesi havayı keskin bir cam parçası gibi yarıp geçti ve ardından çatladı. Gözleri, kor haline gelmiş bir volkanın yansıması gibi saf öfke ve çiğ korkuyla doluydu. “Ona yapacağınız tek bir ters hareket, onu şimdi, burada öldürecek! Bunu mu istiyorsunuz?!” diye gözlerinden yaşlar süzülerek yeniden bağırdı; sesi, etraftaki kaosu bile susturacak bir güçle yankılandı.
O an, Batur'un bilinci sadece tek bir amaca kilitlenmişti. Kardeşinin kırılgan canını korumak. “Kardeşime herhangi bir kontrolsüz hareketinizde, onu sonsuza dek benden, Rüya’dan alacaksınız!” dedi boğuk bir inatla bir kez daha. Gözleri tuzlu bir deniz gibi dolmuştu ama vücudu, sarsılmaz bir kaya gibi geri adım atmıyordu.
Yiğit'in yanmış, yeşil bakışları, bir anda kırbaçlanmışçasına Batur'un üzerine çevrildi. O bakışlarda, karanlık bir kuyu gibi derin bir acı, yakıcı bir öfke ve zamana yenilmemiş, tüketilemez bir sevda vardı ki... Batur, Mavi’yle aralarında söylenmemiş sözlerin, kapanmamış defterlerin ağırlığını o an kendi kalbinin orta yerinde, somut bir yük gibi hissetti. Onlar ruhlarının bir döneminde birbirine mühürlenmişlerdi ve belki hâlâ o görünmez bağla bağlıydılar.
Yiğit’in yemyeşil, derin gözleri görünmez bir baskıyla dolmuştu; içinde bastırılmış nice fırtına, nice tsunami kabarıyordu. Bakışlarıyla bağırıyordu adeta, yalvarıyor, lanet okuyordu.
“Onu, benim yüzümden hayattan kopuşunu izleyemem,” diye acı bir çığlıkla düşündü içinden.
Gözleri yeniden Mavi'ye kaydı; mermer gibi solgun yanakları, çaresizce titreyen dudakları... Her şey, elinizi uzattığınızda yakalayamayacağınız bir kum tanesi gibi çok geç olmadan ellerinden kayıp gitmek üzereydi. Onu kendi hatası yüzünden kaybetmeyi, hele ki ölümünün o soğuk filmini izlemeyi kaldıramazdı. İçindeki suçluluk ve pişmanlık yükü, kalbinin üstüne karanlık, tonlarca ağırlıkta bir taş gibi amansızca çökmüştü.
Mavi'nin gözlerinin önünde yavaşça soluşunu, o soğuk ölümü izleyemezdi. Elleri binlerce insanın kanına bulansa da, bu durumda kaskatı kesilip, dilsiz bir heykel gibi susamazdı. Kıpırdamadan, mücadele etmeden durmak; ruhunu kendi elleriyle boğmak demekti. İçindeki bin yıllık meşe gibi güçlü sandığı kalbi, şimdi avuçlarının içinde cam gibi paramparça oluyordu.
Çünkü o, çelik gibi iradeli, boyun eğmez Mavi Derin kadar güçlü değildi.
Ve hiç kimse, bu yıkımı, bu içsel fırtınayı anlamıyordu. Batur bile o görünmez acının şiddetini kavrayamıyordu. Kız derin bir kuyuya düşer gibi her acı çektiğinde, Yiğit’in ruhunda da aynı yara açılıyordu; canı, görünmez bir bıçakla kesilircesine yanıyordu. Onun kalbi de ağır, sancılı bir döngüde kıvranıyordu, ama bu ruhsal yankıyı hiçbir zaman gerçek anlamda kavrayamıyordu.
Bu, ebedi bir döngüydü. Mavi ne zaman gözyaşları bir akarsu gibi aksa, Yiğit’in kalbinin derinliklerinde bir şey acıyla çatırdıyordu. Ama o, bu kutsal bağı fark etmiyor, sadece yoğun ve kötü bir histen ibaret sanıp geçici bir rahatsızlık diye geçiştiriyordu.
Aynı sessiz trajedi, Mavi için de geçerliydi. Yiğit’in yutkunulan her acısında, onun da kalbi ağır bir mengene altında eziliyordu ama o da bu durumu içsel bir huzursuzluk olarak tanımlayıp geçiyordu.
Aslında bu iki insanın kaderi, ebediyetin çözülmez iplikleriyle birbirine bağlıydı; iki yalnız yürek, tek bir atışın senkronizasyonunda çarpıyordu. Ama ikisi de, bu sarsıcı, kaçınılmaz bağı kabul edecek, ona teslim olacak kadar cesur olamamıştı.O iki kalp, görünmez ve kadim bir köprüyle tamamen birbirine bağlıydı; birinin sesi diğerinde yankılanırdı. Ne var ki, bu kozmik bağı kendileri bile kör bir inatla fark etmiyorlardı; fark ettiklerinde ise, belki de zamanın gaddar bir oyunuyla, çoktan geri dönülmez bir sona ulaşılmıştı.
Şu an, o kalplerden biri son damlasına kadar savaşarak hâlâ çırpınmaya çalışıyor, inançsız bir isyanla atmayı sürdürüyordu. Diğeri ise, ılık bir nehrin yatağında gibi yavaşça duruluyor, sessizliğe doğru çekiliyordu. İki kalpten biri, deli gibi yaşam mücadelesi verirken, diğeri, bu dünyadan vedasını sessizce, kimseye belli etmeden hazırlıyordu.
Mavi Derin'in seneler önce ruhuna saplanan o soğuk hançeri şimdi Yiğit, kendi göğsünde hissediyordu. Aynı keskin acıyı, aynı elleri kolları bağlı çaresizliği, içinden asla çıkamayacağı, dipsiz bir bataklık gibi yutan aynı umutsuzluğu yaşıyordu.
Yiğit, en sonunda, o anın ağırlığı altında dondu, kaskatı kesildi. Ama bu duruş, kabullenmişliğin sakin bekleyişi değildi; bu, patlamaya hazır bir bombanın gerginliğiydi.
Ruhundaki çaresizliği somutlaştırmak istercesine, yakınındaki kaba, soğuk bir duvara yürüdü. Tüm öfkesini ve ıstırabını yüklediği yumruğunu, betonun acımasız yüzüne müthiş bir şiddetle geçirdi. Parmakları anında yarıldı, sıcak kanı betonun soğukluğunu boyadı ama elinde hissettiği o ateşli, fiziksel acı, kalbindekinin yanında tüysüz bir hiçti.
“Ölmeyecek. Ben daha ona ait olamadan, bu şekilde ölmeyecek.” diye kendi varlığına bile yabancılaşmış, boğuk bir hırıltıyla fısıldadı.
Başını, bulutlu ve ağır gökyüzüne kaldırdı. Gözleri tuzlu bir deniz gibi doluydu. Dudakları kontrolsüzce titreyerek, isyankar ve umutsuz bir yakarışla dua etmeye başladı. “Yalvarırım Allah’ım, onun son nefesteki veda duasını kabul etme. Allah’ım, ben burada, bu çaresizliğin içindeyken alma onu yanına, ne olur, yalvarırım sana.” dedi defalarca, sesi yutulmuş gibi gittikçe kısıldı. "Yalvarırım, benim o kahrolası yüzümden ölmesin..."
Mavi, tenini terk etmeyi arzuluyordu, çünkü ruhu, öbür dünyada onu bekleyen Gökhan'ın çağrısıyla doluydu. Bu acımasız hayatta kalmanın onun için çürümüş bir meyve gibi hiçbir anlamı kalmamıştı. İntihar etmeyecek kadar keskin bir gurura sahipti ama onurlu bir son, şehitlik mertebesinde bir vedayı istiyordu. Titrek kalbi, ebediyen sadece Gökhan'a aitti; şimdi, o kalbin nihayet durmasını bekliyordu. Ancak o zaman, kemiklerini delen bu dünyevi acılar dinecekti.
Yiğit, donmuş bir heykel gibi durduğu yerden, çevresindeki kaotik hareketlenmeyi izlemeye başladı. Yerde daha fazla bir işe yaramazlık hissiyle kalamazdı. Helikopterin güçlü pervanesi, havayı yırtarak inmek üzereydi; yerdeki telaşlı gölgeler dağılırken, Yiğit bir yay gibi fırlayıp Mavi’nin yanına koştu.
Onun soğuk bedenine ulaştığı an, Yiğit’in kendisi kontrolsüzce titremeye başladı. Mavi'nin alnı buz gibi bir terle kaplıydı, vücudu hızla soğuyordu, dudakları koyu, mor bir renkle ölümün rengini almıştı. Yiğit, kırılmış bir cam gibi eğildi, tek dizi üzerine diz çökerek alnındaki terleri tarif edilemez bir şefkatle sildi. Timdeki hiç kimse, o an bu kutsal ana engel olmadı. Artık tüm dünyanın gürültüsü kesilmiş, Mavi'nin yanında sadece Yiğit'in gölgesi kalmıştı.
“Gitme...” dedi kuru, çatlamış bir fısıltıyla, sesi rüzgârın en hafif esintisinde bile kaybolacak kadar cılızdı. “Lütfen Mavi...” diye ekledi, içindeki tüm umutlar sesiyle birlikte paramparça olmuştu. Bir kez daha alnını yavaşça sildiğinde, Mavi’nin yüzü anlık, keskin bir acıyla buruştu. En hafif dokunuş bile ona vahşi bir işkence vermeye yetiyordu; çünkü bedenindeki zehir, bir örümcek ağı gibi onu her geçen nefeste yavaş yavaş tüketiyordu. Onu bu dehşet verici sona rağmen yaşatmak artık neredeyse imkânsız bir hayaldi.
Mavi ölüyordu.
Soğuk ve acımasız görev bilinci, Tim'in parçalanmış ruhunu ayırmak zorundaydı. Köyü derhal tahliye etmeleri gerekiyordu; isteksizce, ruhları geride kalarak dağıldılar. Sadece üç kişi, hayatın son umudunu taşıyan helikopterle hastaneye gidebilmişti. Yiğit, Kaan ve Efe... Geriye kalan herkesin kalbi, o cansız bedenin yanında, Mavi’nin soğuyan göğsünde kalmıştı.
Yiğit, zihnini boşaltmış bir robot gibi, sessizce en önde yürüyordu. Ağır metal silahı sırtında, üniforması Mavi'nin kanıyla lekelenmiş, donuk bir kırmızıya bürünmüştü. Gözleri, bir fenerin ışığı gibi, sadece Mavi'nin solgun yüzüne kenetlenmişti.
Kaan, titreyen, çaresiz ellerle ilk yardım müdahalesine devam ediyordu; ancak her baskı, her ince ayar, Mavi’nin acısını kat ve kat artıran, zalim bir işkenceye dönüşüyordu. Bilinci hâlâ derin bir sisin ardında kayıptı, ama bedeni, her hücreyle acıya isyankar tepkiler veriyordu. Gırtlağı kurumuş, nefes alamıyor, çaresizce çırpınamıyor, sadece içten içe, durdurulamaz bir yangınla yanıyordu.
Yiğit, kalbinin fısıltısıyla, içinden bildiği bütün kadim duaları, umutsuz bir yakarışla sıralıyordu. Zamanın ve mekânın tüm anlamını yitirdiği o kanlı yolculukta, ne kadar zaman geçtiğini bilmeden, sırtında silahıyla, kendini ameliyathane kapısının buz gibi metal önünde buldu. Üniforması acı bir hatıra gibi kan içinde kalmıştı ama elleri boş, korku, suçluluk ve pişmanlıkla harmanlanmış kalbi ise haddinden fazla dolup taşmıştı.
Gözleri, hipnotize olmuşçasına, o kaderin çizildiği kapıdan bir saniye bile ayrılmadı. Dudakları, susmayan bir motor gibi, dua etmeye devam etti.
İbrahim Albay'ın sert ve ağır adımları, hastanenin steril koridorlarına, soğuk bir gölge gibi düştü. Yürüyüşü dağlar kadar sert ve otoriterdi ama derin, yorgun gözleri, saklanamayan bir endişeyle doluydu. Sanki kendi öz kızı o kapının ardında, hayatının son savaşıyla mücadele ediyordu.
Yanında iki sessiz askerin refakatiyle yürüyerek Yiğit’e amansızca yaklaştı. Yiğit’in kilitlenmiş bakışları, kader kapısından ayrılmadığı için Albay’ın yaklaştığını, ancak beton zeminde yankılanan tok ayak sesleri kulağının dibine ulaştığında ürkekçe fark edebildi.
Koridorun atmosferi, camdan bir fanusun içine hapsedilmiş gibiydi; ağır, durgun ve nefes kesiciydi. Uzun, dar koridorda beyazın soğuk hakimiyeti vardı; duvarlardaki soluk bej fayanslar, klinik ve ruhsuz bir ışıkla parlıyordu. Hastaneye özgü keskin, antiseptik koku, havada asılı duran metalik kan kokusuyla karışıyor, mideyi bulandırıyordu.
Klinik Sessizliği sadece uzaklardan gelen ayak seslerinin, tekerlekli sedyelerin lastik gıcırtılarının ve ameliyathane kapısının üzerindeki kırmızı lambanın sabit, ürkütücü titreşiminin sesi bozuyordu. Kapının hemen yanındaki gri, yıpranmış banklar boştu; bekleyişin ağırlığı oturmayı bile imkânsız kılıyordu.
İbrahim Albay'ın sert ve ağır adımları, hastanenin steril koridorlarına, soğuk bir gölge gibi düştü. Yürüyüşü dağlar kadar sert ve otoriterdi, ama derin, yorgun gözleri, saklanamayan bir endişeyle doluydu. Sanki kendi öz kızı o kapının ardında, hayatının son savaşıyla mücadele ediyordu.
Yanında iki sessiz askerin refakatiyle yürüyerek Yiğit’in kana bulanmış gölgesine yaklaştı. Yiğit’in kilitlenmiş bakışları, kader kapısından ayrılmadığı için Albay’ın yaklaştığını, ancak beton zeminde yankılanan tok ayak sesleri kulağının dibine ulaştığında ürkekçe fark edebildi.
O an, sadece o iki adam vardı; kan, çaresizlik ve eski bir sevgiyle örülmüş bağlarıyla.
Saat 23.00’ü gösterdiğinde, adam nihayet çağrılmıştı. Beklediği kişinin odasından ismi okunmuştu. Yüzüne yerleşen geçici bir rahatlama ifadesiyle birlikte, titreyen parmaklarıyla sigarasını söndürdü ve arkasına bile bakmadan çıktı. Artık Yiğit odada tek başına kalmıştı.
Dışarıdan bir ambulansın sireni yankılanıyordu. Camın önünde dimdik ayakta durmuş, gözlerini gecenin karanlığına dikmişti. Ellerini cebine sokmuş, göz kapakları yorgunluktan ağırlaşmıştı. Gökyüzünün içinde kaybolmuş siren sesiyle birlikte, Yiğit’in içinde büyüyen endişe adeta bir çığa dönüşüyordu. Saatine bir kez daha baktı. Bu gece tam yüzüncü kezdi. “Bir merminin çıkarılması ne kadar sürebilir ki?” diye geçirdi içinden. “Yoksa… bir şeyler ters mi gitti?”
Hastane koridorundan geçen hemşirelerin ayak sesleri zamanla birbirine karıştı. Her ayak sesi Yiğit’in yüreğine bir çivi gibi çakılıyordu. Beklemek; bazen bir savaşın ortasında kalmaktan daha yıpratıcıydı. Ve nihayet, gece yarısını birkaç dakika geçmişken, kapı aralandı. Bir hemşire, başını odanın içine uzattı.
Yiğit bir yay gibi fırladı yerinden. Gözleriyle hemşirenin gözlerini yakaladı. Sesi bile çıkmadan, içinde yankılanan çığlıklarla yaklaştı. Hemşire önce konuşmak istemedi. Protokol gereği bilgi veremezdi. Ama Yiğit… Yiğit öylece durdu, suskunluğunda yanan bir adam gibi. Elleri titriyordu, dudakları kıpırdadı. Tek kelime etmeden, sadece gözleriyle sordu. “Ne oldu?”
Koridorun atmosferi, camdan bir fanusun içine hapsedilmiş gibiydi; ağır, durgun ve nefes kesici. Duvarlardaki soluk bej fayanslar, klinik ve ruhsuz bir ışıkla parlıyordu. Hastaneye özgü keskin, antiseptik koku, havada asılı duran metalik kan kokusuyla karışıyor, mideyi bulandırıyordu.
O iki adamın arasında, üniforma rütbelerinin çok ötesinde, derin, sarsılmaz bir bağ vardı. Yiğit, henüz hayatın kırılganlığında, küçücük bir çocukken vurulduğunda, onu ölümün eşiğinden çekip alan, başını şefkatle okşayan, "Oğlum" diye fısıldayan kişi, İbrahim Albay'ın ta kendisiydi. Yiğit, onu kan bağı olmayan babası bilmişti; Albay ise, genç yaşta kaybettiği evladının yerine koymuştu o asi ruhu. Şimdi, üzerlerinde kanun ve nizamı temsil eden üniformaları vardı, ama kalpleri, en savunmasız, en çıplak halleriyle her zamanki gibiydi.
“Oğlum.” dedi Albay, yiğit ama yorgun bir sesle tam yanına yaklaşarak. Gözleri, Yiğit'in kana bulanmış omzuna kısa bir an takıldıktan sonra ameliyathane kapısının ürkütücü kırmızı ışığına döndü. “Nerede Yaren?” diye sordu.
“Ameliyatta komutanım.” dedi Yiğit, ağzından çıkan her hece, kurşun sesi gibi çatlamıştı. Albay, Yiğit'in sesindeki bu ölümcül gölgeyi anında fark etti; kartal gözleri hafifçe kısıldı, deneyimli kalbi, bir şeylerin korkunç bir şekilde ters gittiğini hemen anladı.
“Doktorlar tam olarak ne söyledi?”
“Umutsuzlar.” dedi Yiğit. Sesi, boğulduğu kuyunun dibinden geliyordu adeta; ama içindeki harlanan fırtınayı, göğüs kafesinde kilitli tutmak için kendini zorlukla tutuyordu. Albay, yavaş ve ağır bir hareketle başını iki yana salladı; yüzünden geçen, binlerce yıllık bir acıyı barındıran ifadeyi okumak zordu, ama içten içe, görünmez bir ateşle yanıyordu.
“Güçlüdür o.” dedi Albay kendi kendine fısıldarcasına sessizce. Mavi'nin geçmişte atlatmış olduğu onca imkânsız şeyi, çelik gibi ruhunu ve inanılmaz direncini hatırlayarak, bu sözlere kendi ruhunu inandırmaya çalışıyordu.
“Biyolojik bir silahla vuruldu.” dedi Yiğit, sesi bir buz parçası gibi yavaşladı, ama ağzından çıkan her kelime, Albay'ın kalbine inen keskin bir hançer gibiydi. Albay'ın yoğun, yemyeşil gözleri, donmuş bir kesinlikle ona kilitlendi. “Acı hissi yüzlerce kat artırılmış. Zehir mutlak surette ölümcül.” diye ekledi.
Albay, göğsüne inen bu darbenin ağırlığıyla derin, gürültülü bir nefes aldı. İçeride atılan her iğne ucu, Mavi'nin zaten parçalanmış sinirlerine neler yaşattığını düşündü. Sanki kendi canı ateşle dağlanmış gibi, dayanılmaz bir acı hissetti deneyimli göğsünde. Dayanılır gibi değildi.
Ancak o, bir Albay'dı; görev, her zaman duyguların önündeydi. Bekleyemezdi. Karanlık bir gölge gibi Karargâh'a dönmesi gerekiyordu. Kaan ve Efe de, ruhlarını koridorda bırakarak, onunla birlikte görevin acımasız emriyle dönmek zorunda kalmıştı.
Geride, o sonsuz bekleme alanında sadece bir kişi kalmıştı.
Yiğit.
2681 numaralı odanın sarıya çalınmış, kasvetli duvarlarına iliştirilmiş, kırmızı harflerle yazılmış "Sigara İçmek Yasaktır" levhasının hemen altında, ağır bir yükün altında ezilmiş gibi, kamburunu çıkartarak sandalyeye çökmüş bir adam daha vardı. Avuçlarının arasına sıkıştırdığı hınzır sigarayı, umutsuzca, sanki hayatının son nefesiymiş gibi tüttürüyordu.
Sigara dumanı, oda köşelerinde gri, yırtık tüller gibi ağır ağır, kasvetle dolaşırken, adam izmariti yere bastırarak, öfkeyle söndürdü. Bir an donuk havada duraksadı, sonra titrek bir refleksle cebine uzanarak bir sigara daha çıkardı. Dudaklarının arasına yerleştirirken başını Yiğit’e çevirmeden, neredeyse derin bir kuyuya konuşur gibi mırıldandı. “Saat geç oluyor.” dedi.
Bu buz gibi cümle, odanın sağır edici sessizliğine, ağır bir taş gibi düştü. Aralarındaki iletişim, sadece bu kadarla, kesik bir telgraf gibi sınırlı kaldı. Adamın ses tonu, sohbeti uzatmak isteyen ama karşılık bulamayacağını bilen, tereddütlü bir bekleyişi taşıyordu.
Adam kimi beklediğini açıklamadı. Ne de, "Korkuyorum." dedi. Fakat gözleri... O gözler, sessiz bir çığlıkla bağırıyordu. Gözbebeklerinin ardına ustaca saklanmış o çıplak, ilkel korku, odanın donuk, bayat havasına sinmişti çoktan.
Koridorun yoğun, boğucu sessizliğini aniden bir gölge yardı. Ameliyathane kapısının hemen yanındaki küçük servis kapısından fırlayan Hemşirenin yüzü, yorgunluk ve ağır bir yenilginin maskesiyle kaplıydı. Solgun, bitkin yüzünde, kaşları derin bir keder çizgisi oluşturarak çatıldı; oğlumsu, şefkatli gözlerinde, binlerce kez şahit olduğu o tanıdık, keskin acı yanıyordu.
Kelimeler boğazına düğümlenmişti. Zorlukla metalik bir sesle yutkundu, titrek bir nefesi içine çekti ve nihayet o korkunç gerçeği fısıldamak zorunda kaldı.
“Maalesef…”
O tek kelime, buzdan bir kırbaç gibi Yiğit'in kalbine indi. Ardından gelen sessizlik, bütün hastane koridorunu yutan, sağır edici bir çığlığa dönüştü.
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.86k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |