2. Bölüm

BÖLÜM 1 : "GEÇMİŞ"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

"Bir ölüm bir yaşam kadar acı vericiydi."

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

24.11.2009

En acılı ölüm hangisiydi gerçekten? Bir kurşunun ansızın göğsüne saplanıp içini yakması mıydı? Bir bıçağın metal soğukluğuyla bedenine saplandığı an çıkan etin sesi mi daha acı vericiydi? Zehrin sinsice damarlarında dolanıp iliklerini yakması mıydı, yoksa yıllar boyunca bedenini lime lime eden bir hastalığın seni içten içe yok etmesi mi? Hangisi bu delice, tarifsiz, boğucu acıya denk düşebilirdi?

Hiçbiri. Hiçbir ölüm, bu içimde kabuk bağlamadan yeniden kanayan boşluğun verdiği ızdıraba denk olamazdı. Her nefes alışımda ciğerlerim değil, kalbim eziliyordu sanki. Havanın içime dolması bile işkenceydi; her nefeste göğsüme saplanan görünmez bir hançer vardı, her kalp atışı bedenime değil, ruhuma inen bir darbeydi. Nefes almak, kendi mezarına kürek atmak gibiydi artık. Yaşıyordum, evet, ama bir ceset kadar donuk, bir gölge kadar silik... Ruhumun parçaları sanki günden güne benden kopup gidiyordu. Boşluğa dönüşüyordum. Sessizce.

Belki de en beter ölüm buydu zaten; kalbin hâlâ atarken ölmek. Bedenin sıcaklığını korurken ruhunun buz gibi donması. Her gün, her saniye, yavaş yavaş tükenmek. Diri diri çürümek. Her bir kalp atışıyla biraz daha acıya batmak. İçinde yankılanan sessizlikle delirmek. Ve o çöküşü, çaresizce izlemek...

Etrafım karanlıktı. Ama sıradan bir gece karanlığı değildi bu. Rutubetli duvarlar, eski bir binanın çatlamış yüzeyinde biriken küf kokusunu kusuyordu. Havadaki nem, ciğerlere dolarken bile içini üşütüyordu. Tavan arasından sarkan örümcek ağları, bir terk edilişin ipleri gibi sarkıyordu başımın üstünde. Rüzgâr pencere pervazlarından içeri sızıyor ama girecek cesareti yokmuş gibi içeriye sadece bir uğultu bırakıyordu. Tozla kaplı masanın üzerinde geçmişin kırıntıları yatıyordu; solmuş bir fotoğraf, sararmış bir defter, kenarı yanık bir mendil... Her şey soluktu. Her şey ölüydü. Belki de bu oda, benim mezarımdı. Yaşarken gömüldüğüm yer.

Ben, Mavi Derin Yıldırım. Bu ölümün pençesindeydim. Etim kanıyordu belki ama esas ölen içimdi. İçimde ne kadar umut, ne kadar sevgi, ne kadar insanca bir şey varsa her biri teker teker kuruyordu. Gün geçtikçe, benliğimin en derinindeki o sıcak yer soğuyor, taşlaşıyor, yok oluyordu. Canlı bir bedenin içinde, buzdan bir ruh dolaşıyordu artık.

Ben, Mavi Derin Yıldırım. İşkence çekerek ölüyordum.

Bu öyle bir acıydı ki, insan bir an önce canı alınsın isterdi. Çünkü yaşamak, bir yükten de öteye geçmişti. Soluk almak bir küfre dönüşmüş, yaşamak bir lanet olmuştu. Ağlamayı beceremezdim. Gözyaşlarım vardı elbette, ama dökülecek mecali yoktu. Çünkü gözyaşı, içinde biriken o şeyi hafifletmek içindir; ama bu acı, ne taşardı ne eksilirdi. Sadece büyürdü. Derinleşirdi. Kök salardı.

İnsan, başka birine bağlandığında bu yüzden korkar. Kaybetmek ihtimali, her şeyi mahveder. O yüzden geride bir şey bırakmak istemez. O yüzden vedalaşamaz. Çünkü gerçekten sevdiğin birini yitirmek, seni de beraberinde götürür. İçindeki en insani yeri alır, en zayıf yerinden vurur, seni seni yapan şeyi parçalayıp yere serer. Geriye kalan sadece bir enkaz olur. Dışarıdan hâlâ insana benzeyen ama içi çoktan boşalmış bir kabuk.

Gözlerinin önünde hayatının yıkılışını izlemek işte bu, ölümler içinde en çaresiz olanıydı. Bir tür zehirdi bu; damla damla değil, hücre hücre işleyen. Sustuğun her an o zehir damarlarına biraz daha yayılır, seni yavaş yavaş ele geçirirdi. Sonunda seni senden alır, ama seni hâlâ senmiş gibi gösterirdi. İçten çürümüş ama dıştan hâlâ ayakta duran bir bina gibi. Kimse senin çöküşünü fark etmezdi. Kimse duyamazdı çığlığını, çünkü herkes kendi dünyasında, kendi acısında sağırdı. Hayat bu kadar sessiz olabilir miydi gerçekten? Evet, oluyordu. Sessiz ve bir o kadar da acımasız.

Yuvanın yıkılmasıydı asıl ölüm; “yuvam” diyebildiğin insanın gözlerinin önünde, seni bir zamanlar sığınağa çeviren o bakışların yavaş yavaş solmasıydı. Ben bunu henüz bilmiyordum bilmek de istemiyordum ama hayat öğrenmem için beni duvarlara çarpa çarpa sürüklüyordu. Nefes aldığım her an, içimdeki ince çatlaklar biraz daha derinleşiyor, güven sandığım temeller toza dönüşüyordu. Tavan aralığından süzülen loş ışık, rutubet kokusuna karışıp odanın damlayan nemini yaralı bir hayvana çevirmişti; sanki duvarlar bile kanıyor, gölgeler iniltiyle yankılanıyordu. Dışarıdan esen rüzgâr, kırık pencere pervazlarına değdikçe bir ağıt mırıldanıyor, toz parçacıkları havada ölü yapraklar gibi savruluyordu yuvam dediğim her şeyin paramparça oluşuna sessiz tanıklardı hepsi.

“Mavi’m,” dedi o, her zamanki sıcacık sesiyle. Sesindeki ihtimam, külden yapılmış avuçlarla sarıyor ama aynı anda kavuruyordu beni. Gözlerime bakıyor, ben ise hayata tutunacak son dalı koparmaktan korkar gibi bakışlarımı kaçırıyordum; belki bir mucize olur, belki ikimizi de alır götürürler diye. O an zaman sanki balçık olmuştu her saniye ağır, her an içinden bataklık gibi çekiyordu. Gözlerindeki ışık azalıyor, ben bu azalışı nefes nefes hissederken kalbim göğsümü parçalarcasına çırpınıyordu. “Belki” kelimesi dilden değil, kanayan bir yaradan sızan hecelermişçesine yankılanıyordu içimde; belki kurtulurduk, belki bütün bunlar kötü bir rüya olurdu. Fakat perdenin arkasındaki hakikat, kurşun gibi ağırdı: Enkaz büyüyordu ve onun altında kalacak ilk kişi bendim.

Yıkımın tam ortasındaydım. Umut, paslı bir çivi gibi her atışta kalbime saplanıyor, acı çekmemin süresini uzatıyordu. Bir insanı sevmek işte bu yüzden korkutur, çünkü kaybetme ihtimali sevginin kendisinden daha büyük bir gölge bırakır içinde. O gölge şimdi boğazıma dolanmıştı; ağlayamıyor, bağramıyor, sadece zehirli havayı ciğerlerime doldurmak zorunda kalıyordum. “Kurtulmak” denen şeyi artık istemiyordum. Ölmek, bu eziyetten daha hafifti; çünkü yaşamak, aptal kalbimin her vuruşunda bana yaptığı işkenceyi sonsuza dek sürdürmek demekti.

Ama kader, kederini bile insana zorla içirir. Kalbim atmayı sürdürdükçe, o “belki” içimde yaşadı, umutmuş gibi görünen bir işkenceye dönüştü. Sonunda ikimiz de aynı gerçeğe baktık: Birimiz yaşayacak, birimiz ölecekti. Yaşayacak olan bendim; ölecek olan oydu. Ve o an, yaşamak bile ölmekten beter geldi bana. Çünkü nefes aldıkça, o eksikliğin çığlığı göğsümde yankılanacak, her sabah uyandığımda yalnızlığın paslı tadı dilime yapışacaktı. Bir ömrü, bitmeyecek bir ağıtla taşımak... İşte asıl ölüm buydu.

“Mavi’m…” dedi, her zamanki sıcacık sesiyle. Gözlerimin tam içine bakıyordu. Ama ben, o an çırpınmaktan başka çarem yokmuş gibi, bakışlarımı kaçırıyordum. Belki de hâlâ bir umut vardı; belki kurtulurdu. Belki beni de onunla birlikte öldürürlerdi de kurtulmuş sayılırdım. O ihtimallere tutunmak, boğulmadan önce son bir nefes almak gibiydi. Zayıf, çaresiz ve yetersiz.

Kafasını omzuma yasladı. Sessizdi. Sadece beni izliyordu. Bazen bana öyle bir bakardı ki, dünyanın en değerli insanıymışım gibi hissederdim. Ama şimdi o bakış artık aynı şeyleri hissettirmiyordu. O gözler, bana bir zamanlar güven veren, sığınılacak bir liman gibi gelen o gözler, şimdi beni bir hiç gibi hissettiriyordu. Onun gözlerinde, kendime dair ne varsa paramparça olmuştu. Beni izliyordu ve ikimiz de acı gerçeğin farkındaydık. Bu, son bakışlarımızdan biriydi. Bu, son “Mavi’m” demelerinden olabilirdi.

“Sana her şey yakışıyor,” dedi, hâlâ bana bakarken, “ama ağlamak yakışmıyormuş, güzelim…” Gözlerimde birkaç damla daha süzüldü. Kendimi tutmuyordum artık. Ağlamak için izin istemiyordum. O, hayatımın en güzel sesiyle gülümsüyordu. Gözleri benden bir an olsun ayrılmıyordu. Sanki o bakışları aklına kazımaya çalışıyordu. Belki de bir daha kimsenin yüzüne bakmak istemeyecekti. Son gördüğü yüz benim olsun istiyordu. Bunu biliyordum.

İki adamın sıkıca tuttuğu kollarımı bir kez daha kurtarmaya çalıştım ama yine gücüm yetmedi. “Bırak artık, bırak!” diye bağırdım. Kaçıncı kez bağırdığımı bilmiyordum. Bu gece daha kaç kere bağırmam gerekiyordu, biri bizi duysun diye onu da bilmiyordum. Ama tek bildiğim şey, kimsenin gelmeyeceğiydi. Bizi kimse bulmayacaktı. Kurtarılmayacaktık.

“Bırakalım da sen, o küçük aklınla bize bir oyun oyma, değil mi ?” dedi adam sinirle. O öfkeyi anlamlandıramıyordum. Neden bu kadar sinirlilerdi? Yuvaları yıkılan benken, kaybeden bizken, niye bu kadar öfkeliydiler? Belki de bunu sonradan anlayacaktım. O an ise, tüm nefretimi kendi kalbime kusmak istiyordum. Her zaman atmaya devam eden, her defasında beni yüz üstü bırakan o kalbime...

Tam o sırada Gökhan öyle bir kahkaha attı ki, ses taş duvarlara çarpıp yankılandı. “Bazı şeyleri çok güzel yapmışsın, güzelim,” dedi. Sırıtarak beni tutan adama döndü. Az önce bana bakan o adam o bakış yoktu artık. Yerine sadece soğuk bir nefret kalmıştı. “Senden korkmaya başladıklarına göre…” dedi, gülerek. Ve kahkahası bir hançer gibi dolandı havada.

“Kes sesini, aptal!” diye bağırdı diğer adam. Sesindeki öfke, boğazımda koca bir yumruya dönüştü. Öyle sertti ki, kelimeleri ruhuma darbe gibi indi. Gözlerimden bir damla daha yaş düştü. Artık gizlemiyordum. İlk kez, hayatımda ilk kez, ağlamayı kendime yasaklamıyordum. İçimdeki bütün acı, gözyaşı olup dışarı çıkmak istiyordu. Serbest kalmak istiyordu. Belki de ben, içimden taşan o acıyla birlikte gerçekten ölecektim.

Sonra... Sonra nefesimi kesmeye başladılar. Bedenim yavaş yavaş beni terk ediyor gibiydi. Yok oluyordum. Belki de çoktan yok olmuştum. İçimden kaçıncı duayı ettiğimi bilmiyordum. Ama bildiğim tek bir şey vardı: Biri bizi bulmalıydı. Biri bizim için bir şey yapmalıydı. Ama yoktu. Gerçek buydu. Kimse yoktu. Bu dünyada yapayalnızdık.

Ben ve Gökhan. Bizden başka kimsemiz yoktu. Yalnızdık. Her zamanki gibi. Bütün şehitler sırtını dönmüştü bize. Yıldızlar bile. Yağmurun ve karanlığın ortasında, görünmeyen iki yaralı hayalet gibi kaybolmuştuk. Kimse bizi aramıyordu. Kimse bizi kurtarmayacaktı.

Yağmur, o an içimden sızan bir acıyı paylaşıyor gibiydi. Sanki gökyüzü bile bizim halimize ağlıyordu. Rüzgâr sessizce uğuldayarak geçerken, o gece bir şehir bir ailenin yıkılışına tanıklık ediyordu. Bir aile sona eriyordu. İki kalp... biri duruyor, diğeri can çekişiyordu.

Ben, Mavi Derin Yıldırım.

Mavi ismini bana veren kişi, onu sevdiği insandı. Onun güzeli, zaafıydım. Her zaman onun Mavi’si oldum.

Ben, Derin’dim.

Abisinin güçlü, dik başlı, her seferinde savunmasız kalan ama asla yere düşmeyen kardeşi oldum.

Ben, Yıldırım’ım.

Kardeşimin olamadığı her şeyi oldum. Ben, her zaman bir umut, bir hayal oldum. O olamadı, ben oldum. Bir şeyin tamamıydım ben.

Ama şu anda, hiçbir şeydim.

Ne Mavi, ne Derin, ne de Yıldırım’dım. Adımı bile taşıyamıyordum. Sadece hiç kimseydim. Varlıkla yokluk arasında sıkışmış, her şeyin ve hiçbir şeyin parçası olamayan bir gölgeydim. Bir sesim vardı, ama yankısı yoktu. Bir kalbim vardı, ama anlamı yoktu.

“Lütfen Allah’ım,” diye geçirdim içimden. “Onun kalbini durduruyorsan, benimkini de durdur…”

Çünkü atan kalbim bana artık hayat vermiyordu, sadece cehennem gibi bir acı veriyordu. Her bir atışı, göğsümde çekiç gibi patlıyordu. Kendi kalbim, bana işkence ediyordu. Can çekişmek böyle bir şey miydi? Bu kadar bilinçli, bu kadar diri, ama bir o kadar da bitik...

“Gitme!” diye bağırdım bir kez daha. Sesim kısılmış, yırtılmış, parçalanmış bir çığlık gibiydi. Çırpınmak boşunaydı, biliyordum. Ama yine de içimde hâlâ doğmak isteyen aptal bir umut vardı. Umut... İnsan, onu en çok kaybederken sıkı sıkı tutuyordu. “Yalvarırım sana... gitme.” dedim tekrar, bu kez daha yumuşak, daha çaresiz bir sesle. Hıçkırıklarım boğazıma düğüm oldu. “Yalvarırım, sen de gitme…” dedim yine. Aynı cümleler, aynı kelimeler, yine ve yeniden. Ne kadar acı çekersek, o kadar tekrar ediyorduk kelimeleri. Sanki bir dua, sanki bir büyü tutacak diye...

Gözleri, bir zamanlar bana umut olan gözleri, şimdi sadece kederle doluydu. Karanlık ve donuktu. İçinde kalan son ışık da sönmek üzereydi. “Yalvarırım…” dedim, gözyaşlarım artık yüzüm değil, kalbimden süzülüyordu. O kadar çok ağlıyordum ki, her damla içimden bir şeyleri alıp götürüyordu. Kim bilir kaç kez söyledim aynı şeyi. Belki bin. Belki daha fazla.

“Ben senden gitmem, Mavi’m,” dedi, o tanıdık, o şefkat dolu sesiyle. Ve o ses... evet, o ses yine ruhuma dokundu. Damarlarımda dolaştı, ölü yerlerimi hatırlattı. Omuzlarını silkerek konuştu. “İstesem de gidemem…”

Bir anlığına göz göze geldik. Ben hâlâ ona bakıyordum. Sanki acım biraz daha büyürse ben de yok olacaktım. Ama buna bile itiraz edemeyecek kadar tükenmiştim. Susmak sadece susmak istiyordum. Hiçbir kelime, içimdeki yıkımı anlatamazdı. İçimde dev bir çukur vardı. Ne kalbim vardı artık, ne aklım. Sadece düşüyordum. Sonsuz bir boşluğa.

Bir şeylere tutunmak istedim. Ama her şeyim kayıyordu elimden. Her bir parçam, her bir anım, birer birer yok oluyordu. Geriye yalnızca nefes almaya direnen, acıya boğulmuş bir beden kalıyordu.

Canım çok yanıyordu.

Nefesim kesiliyordu.

Yaşıyordum ama artık sadece acıyordum.

Gitmemeliydi. Daha on yaşındaki küçük ben, daha kaç ölümün soğuk nefesini ensemde hissedecekti? Daha kaç terk edişin acısı kalbimi paramparça edecekti? O da gitmemeliydi. Bırakmamalıydı ellerimi. O kalmalıydı. Çünkü onun kalması, benim hayatta kalmamın ta kendisiydi.

Bir kez daha çırpındım, yorgun ellerimle havada asılı kalan bir kelebek gibi çaresizce kanat çırpar gibi. Ama nafileydi. Kollarımda biriken ağrı, içimde büyüyen o ezici yorgunluk, durmam gerektiğini fısıldıyordu. Yine de duramadım. Her defasında, incinmiş ruhumun en derininden, yıldızlar kadar uzak ve incecik bir umut titredi. Öylesine kırılgandı ki, yok olacak gibiydi. Ama ben, o kırılgan ışığa tutunmaya devam ettim. Pes etmedim.

Artık yaşadıklarımdan yorulmuştum. Daha on yaşında bir çocuk nasıl bu kadar ağır yükleri taşıyabilirdi? Nefesim kaç kere tıkandı, kaç kere kalbim sanki ellerimle eziliyormuş gibi acıdı? Daha kaç ölümün sessiz tanığı olacaktım? Daha kaç defa yıkılan yuvanın harabelerinde çırpınacaktım? Kaç kere dudaklarımı kanayana dek susturacak acılarla baş başa kalacaktım? Acıya nasıl alışılırdı? Acı diye bir kelime vardıysa, anlamı neydi?

Bunların hiçbir cevabını bulamadım. Çünkü her acı, bir öncekinden daha derin bir yara açtı ruhumda. Her kayıp, ardında başka bir boşluk bıraktı. Kaybettikçe daha çok kayboldum. Ve en sonunda hep ben kaybeden oldum. Karanlık bir girdabın içinde savrulan bir yaprak gibi.

Etrafıma, içinde hâlâ bir zerre umut taşıyan gözlerimle baktım. Belki birisi gelir diye, belki bizi bu lanet şehrin karanlığından çekip çıkarır diye bekledim. Ama kimse gelmedi. Görmezden geldiler. Duymadılar. Duysalar bile umursamadılar. Biz, kocaman bir şehirde, görünmez olduk. Yalnızdık. Çaresizdik. Tek başımıza, umutları paramparça olmuş birer hayalet gibi.

Hiçbir kurtarıcı yoktu. Bu koca şehirde, bir kez daha yalnızdık.

Gözlerimi bir an için kaldırıp etrafa baktığımda, aniden durdu dünya. Gözlerim Gökhan’la buluştu. O an kalbim hızla çarptı, içimde bir şeyler paramparça oldu. Dudakları kıpırdadı, sessizce, ama öyle derin ve öylesine acı dolu ki; içimden haykırdı. “Kimse gelmeyecek.”

O an, gözlerimin içine bakmasını bekledim. Ama o umut dolu, sıcak bakışı göremedim. Onun yerine derin bir boşluk vardı. Ve o boşluk, beni içine çekti. Haksız olmasını o kadar çok istedim ki. Ama biliyordum; haklıydı. Kimse gelmeyecekti. Kimse bizim için gelmeyecekti.

Gözyaşlarım yavaşça, ağır ağır, içimde biriken tüm acıyı dışarı kusarcasına aktı yüzümden. Kafamı iki yana salladım, kelimelerim artık titremiyordu, sanki ölümden beter bir sessizliğin içinde yankılanıyordu: “Gökhan, gidemezsin.”

O gözler... O derin, güven veren gözler… Her zaman bana güç vermişti. Ama şimdi, o gözlerde kaybolmuşluğun soğuk yankısını hissettim. Sertçe yutkundu. Söyleyecek bir şey vardı, ama uzun, acı dolu bir sessizlikten önce.

O an anladım; gidişiyle her şey bitecekti.

“Gökhan, ölmezsin.” dedim, içimdeki çaresizliğin sesi bu cümlede boğuluyordu.

Ölmek için daha çok erken değil miydi? Henüz yaşamın ilk sayfalarında, umutlarımızın ve hayallerimizin başlamasında, çocukluğun en masum anlarında nasıl böyle gidebilirdi? Neden onun gidişi bu dünyayı bu kadar anlamsız ve karanlık yapacaktı? Daha gömeceğimiz hayaller vardı birlikte. Daha yaşanacak onca anı, daha paylaşılacak o kadar çok sevgi vardı ki. Hayat daha yeni başlıyordu ve ölümün orada yeri olmamalıydı.

Ölüme dair tek hayalim vardı: Onu bulduğumda, her şeyi yeniden başlatmaktı.

Ama o hayal da, yavaş yavaş elimden süzülüp gidiyordu.

Her hayalim oydu o. Çocukluğum, kalbim, nefesim, canım her şeyim onunla birlikte soluyordu. Ve onunla birlikte ölecekti.

Yaşım büyüdükçe, o küçücük Mavi Derin Yıldırım'ın acısı bedenimde ağır bir zincir gibi daha az hissedilir oldu. Ama yas, içimde devasa, korkunç bir canavara dönüştü. Her gün biraz daha büyüyordu. O canavara bir parça daha ekleniyordu. Ve acı, her geçen gün daha da derinleşiyordu. Ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar katlanılmaz olursa olsun, acının bir ismi yoktu. Hiçbir kelime onun derinliğini tarif etmeye yetmezdi. Ama ben bir kelime buldum.

O kelime, “Gökhan”dı.

Acımın adı, onun adıydı.

Adamın elindeki silah, Gökhan’ın kafasına daha sıkı bastığında, içimde kopan fırtına gözyaşlarımla karıştı. O an sesim boğuk bir çığlığa dönüştü; “Yapma!” diye bağırdım ama dünya kulaklarını tıkamıştı. O ses, soğuk, ağır bir boşluğa çarptı ve yok oldu. Kimse duymuyordu beni; biliyordum. Tıpkı her zaman olduğu gibi, bir kez daha yalnızdım, çaresizdim. Kalbim paramparça, ruhum buz kesmişti. O an, dünya durdu. Gökhan orada, o karanlığın içinde küçülüyordu, ve ben o küçülen silüetin önünde, ellerimle gökyüzünü tutmaya çalışıyordum ama elimden kayıyordu.

Neden durmuyorlardı? Neden? Bu soruyu bin kere sordum ama karşılık bulamadım. İnsanların içindeki karanlık nasıl böyle büyüyebilirdi? Neden bu kadar acımasız, bu kadar zalim olabilirlerdi? O silah, Gökhan’ın beynine ağır bir sessizlik indirdiğinde, etrafın sessizliği bir ölüm marşı gibiydi. Kalbim, göğsümde yankılanan bir savaşın ritmi gibiydi; her vuruş, her çarpıntı daha da hırçınlaşıyor, daha da acıtıyordu.

İnsanlar… İnsanlar neden diğerlerini düşünmüyordu? O soğuk bakışlar neden hiçbir zerre şefkat taşımıyordu? Kalp atışlarının sonuna yaklaşırken, neden hiç kimse kıpırdamıyordu? Acımasızlığın tanımı neydi? İnsanlığın kalbi neden durmuştu? Gökhan’ın gözlerine baktım. O gözler -bir zamanlar umut dolu, hayatı kucaklayan- şimdi kederle, kırgınlıkla, çaresizlikle doluydu. Yüreğime bıçak gibi saplandı o bakış.

“Sana yemin ederim Mavi.” dedi, sesi artık titrek ama kesin bir söz gibiydi. “Bir gün tekrar buluşacağız.” O gülüş… O eskiden içimi ısıtan gülüş, şimdi kırık bir aynanın parçası gibiydi, kusursuzluğu yitirmiş. “Belki dünyada,” dedi, ama sesindeki tereddüt, o sözlere inanmadığını anlatıyordu. “Belki de gökyüzünde.” Gözleri, gökyüzünün sonsuzluğuna kaydı, yıldızların arasına. “Yıldızlarla.” diye ekledi, kelimeler süzüldü dudaklarından, ağır ve acılı.

“Hayır!” diye feryat ettim. Bu ses, içimdeki son kırıntı umudun patlayışıydı. “Söz vermiştin.” Dedim, dudaklarım titriyordu, sesim hıçkırıklarla boğuluyordu. “Yıldızları saymayı bitirince gidecektin.” Gözyaşlarım, sel gibi yüzümü yıkıyordu, hiç olmadığı kadar kontrolsüz, yakıcı, sanki içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorlardı. “Ben daha başlamadım bile.”

O söz, tek dayanağım, son nefesim gibiydi. Gökhan, hayatımın en büyük umuduydu ve bu umut, gözlerimin önünde yavaşça sönüyordu.

“Ben gitmem.” dedi. Gözlerimde hala parlayan o inançsızlığa karşı, ısrarla devam etti. “Ben senden gitmem Mavi’m.” Sesi, yumuşak ama kırılmıştı. Ama anlamıyordum. Belki de anlamak istemiyordum. “Ölüm, Mavi’m.” dedi, kelimeler kalbime saplanan bir hançer gibiydi. “Ölüm zorla ayırıyor.” O kelime, bir kez daha döndü, kalbimde derin bir sızı bırakıyordu.

O gece... O lanet gece… Her şeyden, herkesten nefret ettim. Kendimden nefret ettim. Ölümden, kalbimden, bu zalim ayrılıktan… Yaşamaktan nefret ettim. Çünkü bu yaşam, beni yalnız bırakmıştı. Kalbim, çığlık atıyordu; dayanamazdı artık. O kadar derinden acıyordu ki, kelimeler yetersizdi. Anlatılamazdı. Ama bir isim vardı artık, o isim herkesin dudaklarında yankılanacaktı.

Gökhan.

“Mavi’m.” dedi, o sıcak ses, son kez kulağımda yankılandı. O ses, gökyüzünde kayıp giden bir yıldız gibi karanlığa karışıyordu. “Bakma güzelim.” dedi, silah bir kez daha bastırıldı kafasına, nefesler kısılırken. “Kabusların bırakmaz artık peşini.” Gözlerindeki hüzün, içimde patlayan fırtınadan daha keskin, daha yakıcıydı.

O hala beni düşünüyordu. O düşünce bile, yüreğimi paramparça ediyordu.

“Yalvarırım.” dedim, kalbim son bir kez kıvranarak.

Gözleri bana dönmedi. Kafasını iki yana salladı. “Özür dilerim Mavi’m.” dedi. “Seninle daha fazla kalamadığım için.” Gözlerimi kapattım. İçimdeki her şey, yavaşça, acı dolu bir vedayla sarsılıyordu.

“Bende seni dilerim.”

“Bakma.” dedi, o son kelime, soğuk bir rüzgar gibi keskin ve acı. “Bakma Mavi.”

Benim sonumun gelmesini izlemek isteyen kişiyi bekliyorlardı. “İyi ki doğdun,” dedi. Sesi yorgundu. Dudakları kıpırdasa da gülüşü yarım kaldı. “İyi ki benim Mavi’m oldun.” İşte o an, içimde bir şeyler söndü. Doğum günü… Ne acı bir kelime. Artık hiçbir şeyin kutlanacak yanı yoktu. Doğum günü değil bu. Bu, göz göre göre gelen bir yıkımın yıl dönümüydü belki de. O gülüş, bir veda mektubu gibiydi; zarfa konulmuş, gönderilmeye hazır, gözyaşlarıyla mühürlenmiş. Hani bazı anlar vardır ya, nefes alırsın ama yaşamazsın. Gözlerini kırpmazsın çünkü gerçek olsun istemezsin. İşte o an tam olarak oydu. “Hediyeni al cebimden,” dedi, “benimkini de tak.” O an, sesiyle birlikte havayı yaran bir ses yankılandı.

Silah sesi…

Dünya bir saniyeliğine durdu. Zaman, boğazında bir düğümle sustu. Sanki gökyüzü kafasını çevirip bakmamaya yemin etmişti.

Bağıran bir adamın sesi patladı sonra. “Abi çocuğu vurmayın demişti!” O isimle haykırdım. “Gökhan!” Adını öyle bir söyledim ki, kalbim çatladı. “Bırak!” diye bağırdım, kollarım çözülür çözülmez toprağa diz çöktüm. Taşlar dizlerimi yırttı ama canım yanmadı. Çünkü asıl canım, önümdeydi. Yere düşmeden tuttum onu. Bedeni ağırdı, çok ağırdı. Sadece vücudu değil, yükü de düşmüştü kucağıma. “Gökhan,” dedim, parmaklarım titreyerek yüzünü aradı. Gözleri açıktı ama bakmıyordu. Beni duymuyordu. Sanki rüzgâr tüm sesimi alıp götürüyordu.

“Mavi…” dedi sonunda, zorla. Bileğimi tuttu. Tutmasaydı giderdim. Gerçekten kaçardım bu sahneden. “Mavi’m…” diye fısıldadı. Kucağıma daha çok yaslandı. Ellerimi göğsüne bastırdım, sanki öyle durdurabilirmişim gibi kanı. Ama olmuyordu. Yara çok derindi. Benim gücüm yetmezdi.

Ayağa kalkıp birini çağırmak istedim. Belki… Belki bir mucize. Ama gitmemi istemedi. “Gitme.” Sadece bu. Bir kelime. Ama beni yere çivileyen bir kelime. “Bırakma burada beni.” Sesi çatlıyordu. Gözlerini açmıyordu. Son bir kez bile bakmıyordu. “Kimse duymadı. Şimdiye kadar kimse yoktu.” Başımı iki yana salladım. O haklıydı. Her zamanki gibi. “Kimse gelmeyecek,” dedi. O an anladım. Bu gece sadece bizim sonumuzdu. Başka kimseye ait olmayan bir ölüm anıydı bu. Yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki, şehir bizim için ağlıyordu sanki. Rüzgâr değil, bizim ağlamamız uğulduyordu dağ başında. Kanı avuçlarımda, nefesi dudaklarımda donuyordu.

“İyi ki doğdun miniciğim…” diye fısıldadı. Gözlerini hiç açmadı. “Seni çok seviyorum…” dedi, sesindeki çatlaklarla. Sonra. “Yıldızlar kadar…” dedi. Ve sustu. O an içimde bir şey koptu. Dünyanın sesini duymuyordum. Artık kimseyi duymuyordum. Artık onu da duyamazdım. O gitti.

Ben Mavi Derin Yıldırım…

Az önce yuvası yıkılmış bir kızdım. Az önce kalbi paramparça olmuş biriydim. Kucağımda yatan çocukla birlikte, ben de gömüldüm bu gece. Ben artık sadece Derin Yıldırım’dım. O “Mavi” denen kız, yıldızların arasına karıştı.

O gitti. Gözlerini açmadı bir daha.

Bakmadı.

Duymadı.

Ölümü, kardeşim dediği kişi yüzünden oldu.

Ben Mavi Derin Yıldırım...
Az önce yuvası yıkılan kızım.

Yuvam yıkıldı ve ben enkaz altında kaldım.
Ben Mavi Derin Yıldırım...

Hayır, sadece Derin Yıldırım.

 

 

Bölüm : 26.09.2024 19:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...