
Zaman bazen kelimelerden önce konuşur.
Gölge henüz düşmemişken kararlar alınır; saatler henüz çalmamışken, hüküm verilir.
Bu: ışığın erişemediği yerlerde fısıldayanların, kaderin yönünü kıranların sesidir.
Ama bu kez ses, sıradan bir yankı değil, çürüyen bir dengeden kopan ilk çatlamaydı.
Ve o gece, Valhara’nın üst katmanlarında, saat kulesinin çanı sessizken bir konuşma başladı:
“Saatin gölgesinde biri vardı.”
“Kim?”
“Tanımıyorum. Ama bir şey farklıydı.”
“Farklı mı?”
“Yanına yaklaştım... güçlerim çekildi, içimde bir kararma hissettim. Hiçbir ölümlü böyle hissettirmedi.”
“Kandırılmış olabilirsin.”
“Sanmıyorum. O kız, başka bir şeye ait.”
“Gözünü ondan ayırma. Sessizce izle, dokunma.”
××× (Bu bölüm ilahi bakış açısıyla yazılmıştır.)
Lyra, bir fısıltı ve bir acıydı.
Ustanın ölümünün üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti. Mahalleli Lyra'ya destek olmak istese de ondan korkuyordu. Usta saat kulesinden düştüğünde parçalanmış vaziyette bulunan nedeniyle dakikalarca konuşmuştu ve bu mahalleliyi epey korkutmuştu.
July ise her ne kadar Lyra'ya destek olmak istese de ustanın ölümü onu da çok sarsmıştı ve Lyra'dan gelen tokattan sonra bir süre sessiz kalmak istemişti. Buna rağmen her akşam yaptığı yemekten biraz ayırır ve Lyra'nın kapısının önüne bırakırdı. Lakin tabaklara koyduğu yemek hiç bozulmadan öylece kalıyordu. Kaşık bile kaldırmıyordu yemeğe.
Onu kim suçlayabilir ki? Babası bu hayatta ki tek akrabasıydı. Babası dışında kimsesi kalmamıştı ve onu da kaybedince bu tepkiler normal geliyordu. Her ne kadar kalp kırsa da mahalleli tarafından sevilen biriydi...
Artık sevildiği konusunda şüpheler olsa da bir zamanlar öyleydi.
Ustanın ölümünden sonra Solithra'da garip şeyler olmaya başladı. Saat bir anda tersine dönmeye başladı. Her zaman çıkan o 'tik, tak' sesi yerine 'tak, tik' olmaya başlamıştı. Şehrin içinde bir huzursuzluk olmaya başladı. Tüm saatler durdu ve Lyra da saatlerle ilgilenmek istemediği için öylece kaldı.
Sabahın erken saatlerinde gıcırdayan kapı açıldı. Lyra yine uyuyamamıştı. Saatim alışılagelmişin dışında çıkardığı ses onu rahatsız ediyordu. Bunun dışında her gün saatlerce saat kulesinin içinde bir iz arardı. Bugün ise bu işe diğer günlerden daha erken başlamıştı.
Koyu kahve saçlarını alttan rastgele bir şekilde toplayıp üstüne kapüşonlu bir hırka giymişti. Kafasını kapattıktan sonra siyah olan hırka iyice onu tanınmaz bir hale getirmişti.
Kimse tarafından durdurulmak istemediği için sessiz adımlarla yürüyordu. Gerçi bu saatte uyanık olan kimse olduğunu düşünmemişti. Sessizce saat kulesine girdiğinde etrafı incelemeye başladı.
Ahşap merdivenlerin bazıları kırılmıştı. Taş duvarda bazı kan izleri vardı. Lyra bu kan izlerini ilk gördüğünde o kadar şiddetli ağlamıştı ki, adeta duvar tekrar kanamıştı. Sessizce basamakları çıkmaya başladı. Korkuluklar kırılmıştı ve burada bir nevi savaş olduğunu gösteriyordu.
Lyra o kadından şüpheleniyordu. O kadını unutmamak için acemice resmini çizip her gün bakıyordu. O kadını er ya da geç bulacaktı. Düşüncelerle yukarı çıktığında saatin merkezini tekrar inceledi. Sorunsuz bir şekilde çalışıyordu ama tersine. Belki bunu tamir edebilirdi ama içinden gelmiyordu. Mahalleli bu duruma 'lanet' adını vermişti. Bu lanetin sorumluluğunu belki de ustaya yıkmışlardı ama Lyra bununla da ilgilenmiyordu. Tek hedefi katili bulmaktı.
Bir süre saatim çıkardığı 'tak, tik' seslerini dinledi. Ses bir zaman sonra Lyra'nın kulağını tırmalamaya başladı. Ve yine orada her zaman geçirdiği sinir krizini geçirdi. Fark etmeden ağlamaya başlamıştı ve etrafa saldırmaya başladı. Yumruklarını demir mekanizmaya geçiriyordu. Elleri acıyor hatta kanıyordu fakat bu onu durdurmaya yetmiyordu. Elleri neredeyse kırılma noktasına geldiğinde durdu. Eklemlerinden parmaklarına doğru akıyordu kanı. Acıyı o an hissetti. Bağırmamak için dudaklarını ısırdı. Babasının canı çok acımıştı ama o bağıramamıştı bile. Şu an Lyra'nın bağırması babasına karşı bir ayıp olacaktı, Lyra böyle hissediyordu. O yüzden çığlığını içine gömdü ve o gizli noktaya gitti, babasının düştüğü yere.
O günden sonra buraya ilk girdiğinde kan izi yoktu, hatta herhangi bir iz dahi yoktu. O gün bu yer herkes tarafından öğrenilmişti. Usta'nın yere düştüğü bu noktada herhangi bir iz olmaması mahalleli tarafından 'intihar' düşüncesini oluşturdu fakat Lyra böyle olmadığına emindi. Babası öldürülmüştü ve katil burayı temizlemişti.
Lyra dizlerini kendine çekerek yere oturdu. Kollarını dizlerinin üstünde bağladı ve başını gömdü. Henüz şehrin sessiz olduğu bu saatlerde doğayı dinledi ve kendini sakinleştirmeye başladı. Artık gözlerinden akan yaşlar yavaşlamış ve yanağını okşarcasına akıyordu.
Sessizlikte huzur bulmaya çalışırken arka tarafından gelen bir adım sesiyle sıçradı ve arkasına baktı. Kimseyi görmüyordu ama bir adım sesi duyduğuna emindi. Ayağa kalktı ve etrafı incelemeye başladı. O sıra tekrar arkasında bir adım sesi duydu ve arkasını döndü.
"Kim var orada?" Eli beline sıkıştırdığı bıçağa gitti. İçinde bir huzursuzluk vardı. Gözlerini açmış kendi etrafında dönüp duruyordu. Tekrar bir ses duymayı bekliyordu ve duyduğu ses tekrar geldi ama bu sefer daha yakındandı. Sanki bir nefesi boynunda hissetmişti. Refleksle arkasını döndü ama yine kimse yoktu, yerde duran siyah tüy dışında.
Eğildi ve tüyü eline aldı. Sıcak bir tüydü. Bir kuşun kanadından yeni kopmuş gibiydi. Ağaçlara baktı ama hiçbir kıpırdama yoktu.
"Kim var orada?" diye son kez sordu. Bu sefer bağırmıyordu. Çünkü biliyordu, o her kimse çoktan gitmişti. Derin bir nefes verdi ve ardından sorduğu soruya rüzgar cevap verdi. Güçlü bir esinti ağaçları sarsarken onun da kulaklarını doldurmuştu. Tüyü sıkıca tuttu ve cebine koydu.
Saat kulesinden sessizce aşağı indi. Siyah tüyün sahibinin gittiğini biliyordu ama yine de etrafa bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Evine doğru yürürken o kadını düşünmeden edemedi. Beyazlar içinde gelmiş olan kadından siyah bir tüy düşebilir miydi? Beyaz tüy düşemeyecek kadar karanlık birinden elbette ki siyah tüy düşecekti.
Evinin kapısının önünde yine bir tabak yemek ile karşılaştı. Kimin koyduğunu düşünmesine gerek yoktu, July koymuştu. Yemeği yine içeri almadı, bu mahalleden gelen hiçbir şeyi evinde istemiyordu. Kapısını kilitledi ve babasıyla son kez yan yana olduğu o masaya oturdu. Cebinden siyah tüyü aldı ve masanın üstüne koydu.
"Baba, bugün bunu buldum." Tekrar babasının görüntüsünü görmeyi bekledi. Öldüğü günden beri her gün bu masaya oturur, karşısına da babası otururdu. Onunla sohbet ederdi, en azından o öyle sanıyordu. Kendisi sorar yine kendisi cevaplardı. Ne zaman ölümünü sorsa babası kaybolurdu. Deliriyordu, farkındaydı.
Babasının silüetini tekrar görmeye başladığında gülümsedi. Gözleri doluyordu ama yüzünde büyük bir gülümseme vardı.
"Hoş geldin baba, aç mısın?" Etrafa baktı. "Evde yemek yok." Kaşlarını çattı. "Kızma bana, yemek yiyorum. Sadece bugün geç uyandım. Bir şey hazırlamamı ister misin?" Kafasını 'hayır' anlamında salladı. "Ben de aç değilim zaten."
Daha sonra Lyra yine merakına yenik düştü.
Tüye bakarken, "Baba, o gün orada ne oldu?" diye sordu. Babasının oturduğu sandalyeye tekrar baktığında babası orada değildi. Acı bir tebessümle gözlerini kaçırdı.
"Sohbet için teşekkürler baba."
Tüyü eline aldı ve yatağına gitti. Elinde tüyle tavanı izlerken tekrar düşünmeye başladı. Kimdi o kadın? Babam neden ölürken mutluydu?.. Düşüncelerle gözleri kapanmıştı.
Her şey beyazdı ama soğuktu.
Lyra karın üzerinde olduğunu sandı ama kar değil, tozdu.
Adeta zamanın küllenmiş hali gibiydi.
Gecenin ortasında, yıldızsız bir gökyüzünde.
Ağaçlar dallarını göğe değil, küle uzatıyordu.
Sanki gömülmeye razı gelmişti doğa.
Ardından küller tekrar alev alır gibi ağacı yakmaya başladı. Bir adım attı, yanan ağaç ve tüm küller silindi. Yerini de dizlerine kadar ulaşan bir su birikintisine bıraktı.
Sudaki yansımasına baktı ama kendi yüzünü göremedi.
Yüzü yoktu.
Bir çığlık atmak istedi ama ses boğazına düğümlendi.
Yutkunduğunda dili paslı bir metal tadıyla doldu.
Kan değildi. Ama hatıralar gibiydi.
Su birden çekildi.
Ayaklarının altında bir şeyler çatladı.
Taş değil, kemikti.
Ölülerin adları kazınmış eski mezar taşlarıyla dolu bir zeminin üzerindeydi.
Adımlarını attıkça, mezar taşları alev aldı.
Her alevde bir yüz belirdi.
Tanımadığı ama tanıması gereken yüzlerdi.
En sonunda, kendininki çıktı.
Ama üzerindeki isim farklıydı.
"Sen değilsin,” dedi bir ses.
Arkasını döndü.
Bir adam duruyordu.
Simsiyah pelerinli, gözleri simsiyahtı.
Yüzü pusluydu, ama nefesi sıcak ve yakıcıydı.
Bu sıcaklık tanıdık gelmişti.
Bir elini uzattı.
Lyra ona dokundu.
Ve bir anda, elleri kana bulanmıştı.
Ama bu kan kendi ellerinden değil...
Göğsünden geliyordu.
Tüy gibi hafif bir acı vardı içinde.
Gözlerine baktı. Simsiyah gözleri adeta ayna gibiydi.
Ve orada, göğsünün tam ortasında, siyah bir tüy saplıydı.
Atmayan bir kalp gibi, hareketsizdi.
Bir fısıltı işitti:
"Yaklaştıkça," duraksadı. "beni öldürüyorsun."
Sonra çan çalmadan, bir ışık patladı.
Her şey silindi.
Lyra gözlerini açtı. Avucunda ki siyah bir tüy yine oradaydı. Gözlerini ovuşturduğunda tüy yok olmuştu ama dokunduğu yer hala sıcaktı ve kalbinden dökülen tek kelime, kendine bile yabancıydı:
“Arenas…”
Bölüm sonu
Biliyorum yine kısa bir bölüm oldu ama fırtınadan önceki sessizlik gibi düşünebilirsiniz.
Size bir sorum var:
Lyra'nın ağzından yazmaya devam mı etmeliyim yoksa ilahi bakış açısı daha mı iyidi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |