4. Bölüm

3. Bölüm "Valhara'ya Açılan Gölge"

yaren
yarenyaziyor

Solithra’nın gölgelerinde zaman kırıldığında, siyah tüy bir fısıltıya dönüştü ve Lyra’yı çağıran karanlık, artık geri dönülmez bir kapıyı aralamıştı.

 

 

Her şey beyazdı ama soğuktu.
Lyra karın üzerinde olduğunu sandı ama kar değil, tozdu.
Adeta zamanın küllenmiş hali gibiydi.


Gecenin ortasında, yıldızsız bir gökyüzünde.
Ağaçlar dallarını göğe değil, küle uzatıyordu.
Sanki gömülmeye razı gelmişti doğa.


Ardından küller tekrar alev alır gibi ağacı yakmaya başladı. Bir adım attı, yanan ağaç ve tüm küller silindi. Yerini de dizlerine kadar ulaşan bir su birikintisine bıraktı.


Sudaki yansımasına baktı ama kendi yüzünü göremedi.
Yüzü yoktu.
Bir çığlık atmak istedi ama ses boğazına düğümlendi.
Yutkunduğunda dili paslı bir metal tadıyla doldu.
Kan değildi. Ama hatıralar gibiydi.


Su birden çekildi.
Ayaklarının altında bir şeyler çatladı.
Taş değil, kemikti.
Ölülerin adları kazınmış eski mezar taşlarıyla dolu bir zeminin üzerindeydi.


Adımlarını attıkça, mezar taşları alev aldı.
Her alevde bir yüz belirdi.
Tanımadığı ama tanıması gereken yüzlerdi.
En sonunda, kendininki çıktı.
Ama üzerindeki isim farklıydı.


"Sen değilsin,” dedi bir ses.


Arkasını döndü.
Bir adam duruyordu.
Simsiyah pelerinli, gözleri simsiyahtı.
Yüzü pusluydu, ama nefesi sıcak ve yakıcıydı.
Bu sıcaklık tanıdık gelmişti.


Bir elini uzattı.
Lyra ona dokundu.
Ve bir anda, elleri kana bulanmıştı.
Ama bu kan kendi ellerinden değil...
Göğsünden geliyordu.


Tüy gibi hafif bir acı vardı içinde.
Gözlerine baktı.
Simsiyah gözleri adeta ayna gibiydi.
Ve orada, göğsünün tam ortasında, siyah bir tüy saplıydı.
Atmayan bir kalp gibi, hareketsizdi.


Bir fısıltı işitti:
"Yaklaştıkça," duraksadı. "beni öldürüyorsun."


Sonra çan çalmadan, bir ışık patladı.
Her şey silindi.


Lyra gözlerini açtı. Avucunda ki siyah bir tüy yine oradaydı. Gözlerini ovuşturduğunda tüy yok olmuştu ama dokunduğu yer hala sıcaktı ve kalbinden dökülen tek kelime, kendine bile yabancıydı:


“Arenas…”

 

***

Sabah olmuştu, Solithra'nın baktığı gökyüzü ışığa kavuşmuştu ama sıcaklık yoktu. Göğsümdeki ağrı devam ediyordu. Elimi kalbime koydum acıyı dindirmek istercesine ama başaramadım. O sıra fark ettiğim şeyle irkildim. Avuç içimi tamamıyla kaplayan kurumuş bir kan lekesi vardı, bileğimden koluma doğru bir yol yapmıştı. Avucumu açıp kapatırken zorlanıyordum. Ne olmuştu böyle? Banyoya girdiğimde yüzümün her zamankinden daha solgun olduğunu gördüm. Tekrar elimdeki kurumuş kan lekesine baktım. Kafamdaki düşünceleri susturmak beni epey zorlamıştı. Suyla elimdeki kan lekesini temizledim. Belli belirsiz bir çizik vardı. Dün geceyi hatırlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Duşa girdim, sıcak suyun beni sarmalamasına ve dinlendirmesine izin verdim. Başımdan vücuduma bir sürü yollar çizmişti. Gözlerimi kapattım ve hatırlamaya çalıştım. Ben ne kadar hatırlamak için dirensem de bir şey engel oluyordu zihnime. Bir süre öylece kaldıktan sonra duştan çıktım ve havluma sarıldım. Üzerime rahat bir şeyler giydikten sonra dışarıya çıkmaya hazırdım. Ama sanki şehirde de bir gariplik vardı. Normalde dışarıdan gelen çocuk sesleri eve taşardı ama bugün bunu duyamıyordum. Belki de saat çok erkendi. Duvarda asılı olan saat çoktan durmuştu. Kulenin ise 'tak, tik' sesi devam ediyordu. Evde daha fazla durmak istemedim. Her ne olduysa bunu dışarıda çözebilirdim.

Dışarı çıktığımda gözlerim kurulmuş olan pazar yerine takıldı. Her şey aynıydı. Herkes oradaydı ama tek bir sorun vardı. Kimse hareket etmiyordu. Alışveriş yapan teyzeler uzattıkları parayla elleri havada asılı kalmıştı. Küçük çocuklar bir topun peşinden koşarken durmuştu. Amcalar ellerini arkaya bağlayıp etrafa bakarken kalmıştı. Herkesin yüzünde farklı bir ifade vardı. Kimisi mutlu, kimisi üzgün, kimisi kızgın... Ama onları ortak noktada bağlayan tek bir şey vardı, donuk bakışlar. Gözlerim o insanların arasından birine takıldı. O da benim gibi şaşkındı ama sanki birini arıyordu, July...

''July,'' diye seslendim ama sesim ne kadar kısık çıksa da bomboş kentte yankılandı. July'nin gözleri bana döndüğünde aradığını bulmuş gibi bakıyordu. Koşarak hatta insanlara çarparak bana geldi. O sıra garip bir şey fark ettim. July'nin çarptığı, yanından geçtiği insanlar bir sonra ki hareketini yaptı ve tekrar dondu. Teyze parasını verip poşetine ulaştı. Amca aradığı şeyi buldu ve pazarlık yapmaya başladı. Çocuklar topa ulaştı. Ama sonra tekrar dondular. July bana ulaştığında bir adım geri çekildim. Baştan aşağı beni süzdü.

''İyi misin?'' dedi endişeli bir ses tonuyla. Kafamı salladım ama korkuyordum. July'nin gözleri elimde takılı kaldı. Elimi tuttu ve kendine çekti. Yarayı gördü. Gözleri büyüdü. Bir adım geri çekildi. Sonra... gözleri doldu. Ve bana sarıldı. Gözlerinden yaşlar dökülürken buğulu ses tonuyla: ''Özür dilerim, seni koruyamadım.'' dedi. Ne demek istediğini sormak istesem de gökyüzünde bir anda ortaya çıkan kara bulutlar, büyük bir fırtınayı başlattı. July benden ayrıldı, gözündeki yaşları sildi ve: ''Kaç.'' dedi.

''Nereye?''

''Seni almaya geldiler.'' Etrafa bakındı. Saat kulesini görünce gözleri parladı. ''Saat kulesine saklan eğer o hala hayattaysa seni koruyacaktır.''

O sıra sanki zaman tekrar akmaya başladı. July gözlerimin önünde toz oldu. Evimin içinden bir çığlık yükseldi. Pazar yerindeki herkes alışverişi bıraktı, küçük çocuklar toplarını bıraktı ve evime doğru koşmaya başladılar. Korkarak küçük adımlarla yaklaştım. O kadar kalabalıktı ki ne olduğunu görmüyordum bile. O sıra zaman tekrar durdu. Kimisinin yüzünde şaşkın bir ifade, kimisinin yüzünde akan yaşlar. Öylece sabit kalmışlardı. Şiddetli bir rüzgar esti. Siyah bir tüy gökyüzünden süzüldü ve ayaklarımın önüne saplandı. Ayaklarım geri çekilmek istedi ama bedenim kıpırdamadı. Tüy bana bakıyordu. Ya da... ben ona. Bir gölge düştü üzerime. İçimdeki ses bağırarak 'Kaç!' dedi. Sabit kaldığım yerden kurtuldum. Saat kulesinin içine girerken hızımı arttırdım ve en üste çıktım. Nefesim zorlandığında çoktan tepeye ulaşmıştım.

Yeryüzüne baktığımda hiçbir şey yoktu. Biraz önce evimin önündeki kalabalık yok olmuştu. Sadece tek bir şey vardı, zemine saplanan siyah tüy... Tüyün gölgesi, yavaşça kuleye kadar uzandı. Karanlık bir el gibi basamaklara tırmandı. Ve o an, pelerinlerin hışırtısını duydum. Ben yalnız değildim. Kulenin tepesinde gölgeler büküldü. Uzun pelerinli bir figür belirdi. Adımlarını duymuyordum, ama taş duvarlar nefes alıyordu sanki. Gözleri… simsiyah. Daha önce rüyamda gördüğüm gözlerin aynalarıydı. Dudaklarım istemsiz kıpırdadı. ''Arenas...''

Sesim bana ait değilmiş gibi çıktı. Kendi sesim bana yabancı geldi. O an içimden bir ürperti geçti; ben mi çağırmıştım onu? Yoksa o mu bana bu adı fısıldattı? Başını kaldırdı. Pelerinin kapüşonu yüzünün bir yarısını saklıyordu ama kemikli çene hattı bakışları kadar keskindi.


''Beni çağırdın.'' Bir adım geri çekildim, kalbim hızlandı. ''Hayır… ben seni çağırmadım!''

Bir adım attı. O bana yaklaştıkça rüzgarlar artıyordu.
''Ama adımı söyledin.''

Sesim titredi. ''Seni tanımıyorum!'' Sesim titrese de güçlü çıkmıştı.


Sakin, neredeyse alaycı bir tonda cevapladı: ''Tanıyorsun. Zihnin reddediyor, ama kalbin hatırlıyor.


Göğsümde bir yara sızladı, nefesim kesildi. Pelerinin kapüşonunu çıkardı ve gözlerini yüzümün her noktasında gezdirdi. En son gözlerimde durdu ve: ''Artık Solithra senden koptu. Sen öldün, Lyra. Ve ben seni ait olduğun yere götürmeye geldim.'' O kelime… “öldün” … taş gibi üzerime çöktü.


Dizlerimin bağı çözüldü. Gözyaşlarım yanaklarımı yaktı. Ama hâlâ direniyordum. ''Yalan söylüyorsun! Ben... ölmedim. Hala nefes alıyorum.''

''Ölüm, insanlar için nefesinin kesilmesidir. Ama sen Hiçbir zaman buraya ait değildin. Sen doğmaması gereken kandın. Senin varlığın bir yanlışlıktı, ama yanlışlar da bazen kader olur.''

Kalbim göğsümü parçalayacak gibiydi. Gözlerimden yaşlar süzülürken, korkuyla öfke birbirine karıştı. Aşağıda donmuş şehir bana bakıyordu; bir tablo, bir mezar taşı, bir yalan... Gözlerimi Arenas’a diktim. ''Ama doğdum.''

''Doğumun senin sonundu ve nihayet sonunla tanıştın.''

Kafamı 'hayır' anlamında salladım. ''O halde sonum nerede başlıyorsa... Orada beni bul.''

Kendimi boşluğa bıraktım. Kulenin tepesinden Arenas bana bakarken. Gök yırtıldı, fırtına kayboldu ve turuncumsu bir gökyüzüne dönüştü. İnsanlar yok oldu. Yerine ise uçsuz bucaksız bir yeryüzüne bıraktı. Yere düştüğümde etrafı kan kokusu değil, Yere düştüğümde etrafı kan kokusu değil, yanık taşların, eski yeminlerin ve unutulmuş duaların kokusu sarmıştı. Toprak kırmızı değildi ama sanki bir zamanlar öyleymiş gibi susuyordu. Gökyüzü turuncuydu ama ışık vermiyordu. Ve ben... hâlâ yaşıyordum. Ama artık Lyra olarak mı, bilmiyordum.

Tanıdık pelerin tekrar görüş alanıma girdi. Bana yaklaştı ve pelerinini çıkardı ardından elini uzattı. ''Valhara'ya hoş geldin, Lyra...''
Ama bu hoş geldin... Bir davet değil, bir uyarıydı.
Çünkü bazı uyanışlar, kurtuluş değil... hatırlanması yasaklanmış bir başlangıçtır.

 

Bölüm sonu

Bölüm : 05.09.2025 16:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...