

İzmir’de her şey daha hafifti. Denizin tuzu, rüzgârın tenime dokunuşu, hatta kalbimin çırpınışı bile. İstanbul’un karanlık ve dar sokaklarından sonra bu şehir, ruhumun nefes aldığı yer olmuştu. Kendi küçük atölyemde, sessizliğe alışmış, yalnızlığımla dost olmuştum.
O gün, elime yine kalemimi almış, çizim defterimin sayfalarına dokunuyordum. Siyah, zarif ve güçlü bir siluet… Ama hâlâ eksikti. İçimde bir şey çağırıyordu beni, ama neye olduğunu bilmiyordum.
Sonra telefon çaldı.
Ekranda yazan isme uzun uzun baktım.
Emre İplikçi.
Moda dünyasında adı fısıldanan, ama nadiren görülen adamlardan biri. Ne işi vardı benimle?
Titreyerek açtım telefonu. “Leyla,” dedi. Sanki sesinde bir şey vardı. Kararlılık mı, yoksa inanç mı bilmiyorum ama beni sarsan türdendi. “Fransa’daki moda fuarı için senden bir tasarım istiyorum. Ama sıradan bir şey değil… Bu elbise bir hikâye anlatmalı. Yeniden doğuşun hikâyesi. Anka gibi. Küllerinden.”
O an boğazıma bir düğüm oturdu.
“Biliyor musun,” dedim kısık sesle, “ben zaten onu çiziyordum.”
Çünkü ben artık eski Leyla değildim. Ben yandım, kül oldum. Şimdi ise... yeniden doğuyorum.
Telefonun diğer ucundaki Emre’nin sesi hala kulağımda çınlıyordu. “Leyla, sana güveniyorum. Bu elbise seni, benim de görmek istediğim o güçlü kadını anlatmalı. Yeniden doğuşu, gücü, zarafeti... Anka kuşu gibi.”
Sözleri, içimde kaybolan bir ateşi yeniden alevlendirdi. O anda zihnimde bir elbise tasarımı belirdi. Siyahın derinliğinden bir kıvrım, altınla dokunmuş zarif detaylar, ama en önemlisi... Kolları olmayan bir elbise.
Bu, bir özgürlük simgesi olmalıydı. Kolları yoktu, çünkü bu tasarım, kadınların kalıplara sığmayan ruhunu temsil ediyordu. Hiçbir engel yoktu, hiçbir sınırlama. Tek bir çizgiyle bedeni saracak, ama aynı zamanda her hareketiyle özgürlüğü hissedecek bir şeydi bu.
Uzun, dökümlü eteği, toprağa düşen bir yaprağın narinliğiyle dans ediyordu. Altın simli, hafif bir dokunuşla etek kısmı hafifçe parıldayacak ve her adımda bir ışık üzmesi bırakacak gibi... Elbisenin sırt kısmında, zarf gibi kapanan, minimal ama etkili bir dikişle, sırtına doğru yükselen bir Anka kuşu deseni vardı. Tüyleri, neredeyse elbiseye işlenmiş bir şekilde, hafifçe kabaracak ve elbisenin altın tonlarıyla birleşerek, bir masalın sonundaki o sonsuz uçuşu simgeleyecekti.
Kalbim hızla çarparken, Emre’yi tekrar duydum. “Leyla, istediğim gibi olacak mı? Bu elbise seni anlatır mı?”
Derin bir nefes aldım. “Evet, Emre. Sadece seni değil, beni de anlatacak.”
Sözlerini bitirdikten sonra, çizim defterimin sayfalarına hızla adımlarımı atmaya başladım. Kalemim, her bir çizgide kalbimin derinliklerinden gelen bir gücü, bir hayal gücünü ortaya çıkarıyordu. Şimdi bir kez daha, kendi içimde yeniden doğuyordum. Bu tasarım sadece bir elbise değil, benim de içsel yolculuğumun bir parçasıydı.
Sabah güneşinin ilk ışıkları, atölyenin penceresinden içeri sızarken, içimde bir heyecan dalgası yükseliyordu. Elbisenin son hali, sabaha kadar sabırsızca bitirdiğim çizimlerin ötesine geçmişti; kumaşlar, desenler, altın işçilik... Her detay, adeta bir araya gelerek bütünleşmişti. Fakat bu, sadece bir tasarım değildi. Bu, bir yeniden doğuştu, bir serüvenin başlangıcıydı.
Kapı hafifçe çaldı ve bir an kalbim hızla atmaya başladı. İçeriye Emre İplikçi girdi. Üzerinde şık ama rahat bir takım elbise, gözlerinde hafif bir merak ve bir o kadar da güven vardı. Bir an için sadece ona baktım. Yıllardır birlikte çalışmıştık ama bugün, bambaşka bir hissiyat vardı. O kadar çok şey değişmişti ki, bir bakışla her şeyin ne kadar farklı olduğunu fark ettim.
Emre, ellerini cebine sokarak, “Sabahın bu saatinde seni çalışırken bulabileceğimi tahmin etmemiştim, Leyla,” dedi, gülümseyerek. “Ama bu tasarım… Gerçekten bambaşka bir şey olacak gibi.”
İçimden bir gülümseme yükseldi. “Sadece bir elbise değil, Emre. Bu, bir anlam taşıyor. Sadece senin için değil, benim için de.” Cevabımı verirken, ona doğru adım attım ve halihazırda yere serili olan elbiseyi gösterdim.
Emre gözlerini kıstı, elbiseye dikkatlice baktı. Siyah kumaş, altın dokunuşlar ve sırt kısmındaki Anka kuşu deseni, ona adeta hayalini anlatıyordu. İlk başta sessizlik oldu. İçimde bir an, acaba beğenmedi mi diye bir soru belirdi, fakat sonra gözlerinde o tanıdık ifadeyi gördüm. Etkilenmişti.
Sırtındaki Anka kuşunun hatları, altın ışıltılarıyla birleşerek, ona hayat veriyordu. Emre elbiseye daha yakından baktı ve elini hafifçe kumaşa dokundururken, “Leyla...” dedi, sesi hafif titreyen bir hayranlıkla. “Gerçekten mükemmel. Bu elbise, sadece bir tasarım değil. Bir hikaye anlatıyor. Bir yolculuk... Yeniden doğuş. Anka kuşunun vücut bulmuş hali. Tam olarak bunu bekliyordum.”
Bütün bu sürecin içindeki o yoğun duygular, sonunda kelimelere dökülecek bir noktaya ulaşmıştı. Ne de olsa bu tasarım, sadece bir moda parçası değildi; Leyla’nın geçmişiyle yüzleşmesi, içindeki gücü keşfetmesi ve her şeyin ötesinde, yeniden doğuşunun simgesiydi.
Emre elbiseyi tekrar dikkatlice inceledikten sonra, gözleri parlayarak, “Bunu giyecek olan kadının gerçekten özel biri olacağına eminim. Ve o kadın... İşte, tam da senin gibi biri olmalı.”
Gülümsedim. “Belki de bu elbise, sadece bir başlangıçtır, Emre.”
İçimdeki umut, gücü, yenilenmiş bir azmi hissettikçe, bir başka sayfa açılıyordu hayatımda. Yavaşça başımı salladım. “Hazırım. Artık, bu elbiseyle her şeyin bir anlamı var.”
Emre İplikçi:
“Yarın sabah sekizde kapındayım. Uyanamazsan zil değil, megafonla gelirim. Havalimanına birlikte geçeriz. Panik yok, Paris bizi bekler.”
Sabah, İzmir’in yumuşak güneşi perdeden süzülerek odamı ısıttığında gözlerimi açtım. Bugün bavul hazırlamam gerekiyordu. Normalde böyle zamanlarda içimi garip bir stres kaplardı ama bu kez farklıydı. Kalbim sakin, zihnim heyecanlıydı. Çünkü bu yolculuk bir iş gezisinden fazlasıydı; bu, bir moda tasarımcısının kendi küllerinden yeniden doğuşuydu.
Kahvemi yudumlayarak hazırladığım küçük listeye göz attım: pijama, bir tane sade ama şık elbise, makyaj malzemeleri, spor ayakkabılarım, küçük yuvarlak güneş gözlüğüm – vintage havası olanlardan – ve tabii ki en önemlisi, Anka Elbisesi.
Bavulumu yatağın üzerine açtım. Her şeyi yerleştirirken kumaşların kokusu, gözlüğümün yanındaki eski tokam, bana bu yolculuğun sadece Paris değil, aynı zamanda kendime çıkacağım bir yolculuk olduğunu fısıldıyordu.
Tam o sırada kapı çaldı. Gelen, tahmin ettiğim gibi Selin’di. Elinde iki kahveyle içeri daldı. Beni bavulun başında görünce gözlerini devirdi.
“Ne bu kız? Paris’e değil de dağ evine mi gidiyorsun? Bu ne rahatlık?”
“Paris de güneşli olabilir,” dedim gözlüğü göstererek. “Hem güneş gözlüğüm olmadan ben kimim?”
Selin kahkaha attı. Sonra bavulda üstte duran sade elbiseyi gördü ve suratını buruşturdu.
“Bu muydu Paris kombinin? Fransızlar senin bu moda anlayışına bayılacak (!)”
“Yolculuk için bu sadece! Asıl şaheser içeride,” dedim ve onu heyecanla atölyeye doğru çektim.
Orada, mankenin üzerinde, Anka Elbisesi parlıyordu. Siyah, kolları olmayan, sırtında dev bir Anka kuşu işlenmişti. Güçlü, asi ve zarif.
Selin önce sessiz kaldı, sonra yavaşça gülümsedi. “Tam bir yeniden doğuş... Bu elbise senin.”
“O yüzden Paris’e bu elbiseyle gidiyorum,” dedim fısıltıyla. “Yeniden doğuyorum Selin.”
Selin bana baktı, sonra gözlüğü eline alıp taktı. “Tamam,” dedi. “Ama yine de pijamanı almayalım, olur mu? Moda dünyası hazır değil.”
Emre İplikçi: Hazır mısınız? On dakikaya oradayım.
Mesajı okudum, kısa ama özenliydi. Ne fazla samimi, ne de mesafeli. Tam olması gerektiği gibi. Hemen aynaya yöneldim, saçımı son bir kez düzelttim. Anka Elbisesi, yanında özenle katlanmış şekilde bavulun içindeydi. Derin bir nefes alıp fermuarı çektim. Her şey hazırdı.
Kapı zili çaldığında saat neredeyse sekizdi. Aşağı indiğimde Emre’nin arabası kaldırımda bekliyordu. Camdan başını uzatıp kibarca gülümsedi. Gri takım elbisesi, düz ve sade tarzı, ona ciddi ama güven veren bir hava katıyordu.
“Günaydın Leyla Hanım,” dedi, arka kapıyı açarken. “Hazır mısınız?”
“Günaydın Emre bey ” dedim, gülümseyerek. “Evet, sanırım hazırım.”
Valizimi bagaja yerleştirdi, sonra sürücü koltuğuna geçti. Arabaya binerken içerideki hafif lavanta kokusu dikkatimi çekti. Gideceğimiz şehirden önce, bu adamı tanımaya gideceğim bir yolculuktu belki de bu. Kim bilir?
Emre, Leyla’ya bakarak biraz gülümsedi ve dedi:
“Biliyor musun, ben de aslında bu kadar resmi olmaktan biraz sıkıldım. Ne dersin, sadece ‘Leyla’ diyelim birbirimize, fazla ciddiye almak da sıkıcı oluyor.”
Leyla, ona hafifçe gülümseyerek cevap verdi:
“Bence de, Emre. Daha samimi olur.”
Emre, direksiyonu çevirdikten sonra bir süre sessiz kaldı. Yolculuk, sabahın erken saatlerinde başlamıştı, caddelerdeki arabalar henüz çok azdı ve hava hala serindi. Emre bir an için yavaşladı, sonra başını çevirip Leyla’ya baktı.
“İzmir’de yaşamayı nasıl buluyorsun?” diye sordu.
Leyla bir süre düşündü. “İzmir… Evet, burada olmak çok farklı. Kendimi daha huzurlu hissediyorum. İstanbul’un karmaşasından sonra, buradaki sessizlik ve deniz beni yeniden dengeye sokuyor.”
Emre hafifçe gülümsedi. “Bunu seviyorum. Huzur, gerçekten çok önemli. Ama hep düşünmüşümdür, bir yerin huzuru, orada ne kadar kaybolduğuna bağlıdır, değil mi?”
Leyla, bu soruya düşündü. “Evet, belki de… İnsan, kaybolduğunda, bir tür yeniden keşif yapıyor. Kendini bulmak, bazen kaybolmakla başlar.”
Emre, yolun ilerleyen kısmına dikkatlice bakarken, “Bence de. Bu arada, tasarımın çok ilginç bir şey. Anka kuşu gibi, değil mi? Sadece zarif değil, aynı zamanda bir anlam taşıyor.” Dedi.
Leyla gözlerini dışarıya dikti. “Evet, tam olarak öyle. Her şeyin bir anlamı olmalı, yoksa sadece bir şeyler yapmak için yapıyor gibi hissediyorum. Moda bana kendimi anlatmanın bir yolu gibi. Birçok kadın gibi, ben de kırıldım, ama bu elbise bir şekilde o kırıklığı topladı, sarmaladı.”
Emre başını salladı. “Bunu duyduğuma sevindim. Çünkü bu iş sadece tasarımdan ibaret değil. Her kıyafet, bir kadının dünyasını anlatmalı, ne hissettiğini, neler yaşadığını…”
Leyla, gülümseyerek Emre’ye bakarak, “Ve tabii ki özgürlük… Gerçekten, o elbisenin de özgürlükle bir ilgisi var. Kolları olmaması, bana kendi yolumu seçme gücünü hatırlatıyor. Hiçbir sınırlama yok. Hangi tarafa gidersem gideyim, bu benim kararım.”
Emre biraz daha sessizleşti, ama sonra derin bir nefes alarak, “Bunu doğru anladım. Herhangi bir tasarım, o kadının gücünü ve yolculuğunu kutlamalı, değil mi? Ve senin Anka kuşu elbisen bunu mükemmel şekilde yapıyor.”
Leyla başını sallayarak, “Evet, Emre. İşte bu yüzden, bu yolculuk sadece bir iş gezisi değil. Benim için çok daha fazlası…” dedi ve ardından pencereden dışarı bakarken, gözlerinde belirgin bir kararlılık vardı.
Emre yavaşça gülümsedi. “Sana inanıyorum, Leyla. Sen her zaman kendi yolunu buldun, ve bu elbise de seni anlatıyor.”
Araba hızla şehri terk ederken, Leyla bir an için Paris’in ne kadar yakın olduğuna, bu yeni yolculuğun ona neler getireceğine dair hayaller kurdu. Her şey bir adım uzaklıkta gibiydi.
Ersin’in anlatımıyla;
Yolda giderken, bir an için gözlerim yandaki arabaya kaydı. O kadar dikkatle bakıyordum ki, ne zaman geçtiğini anlamadım. Emre’nin arabası... İçindeki kişi, Leyla’nın yanındaydı. Yine o vardı, sanki her şey normalmiş gibi. Birlikte sohbet ediyorlar, birbirlerine o kadar yakınlardı ki, bir an içimde tarifsiz bir kıskançlık duygusu uyandı.
Gözlerim, onları izlerken kalbim, bir şekilde hızla çarpmaya başladı. Ne zaman başlamıştı bu yakınlık? Ne kadar süredir böyleydi? Leyla’nın yüzündeki rahatlık, gülüşleri... O kadar doğal, o kadar içten görünüyordu ki, bir zamanlar orada ben olmalıydım. Ama işte bu, artık imkansızdı.
Emre’nin arabası hızla yanımdan geçerken, içindeki ikiliyi fark etmemek elde değildi. İkisinin arasındaki bu yakınlık, bana her şeyi hatırlatıyordu. O eski zamanları, birlikte geçirdiğimiz anları… Ama o günlerden geriye kalan tek şey, şimdi bu acıydı. Araba hızla ilerlerken, içimdeki huzursuzluk daha da büyüdü.
Yavaşça aracı hızlandırdım, yanlarındaki arabayı geçtim ama gözlerim hâlâ oradaydı. Yine de kalbimdeki bu karışıklık, gitgide büyüyordu.
Emre’nin anlatımıyla;
Havalimanına varmamız birkaç dakikamızı aldı, ama yolculuk gerçekten hızla geçti. Leyla’nın yanında oturmak, Paris’e doğru gitmek, her şey o kadar farklı hissettiriyordu. Arabadan inerken, valizlerini hızlıca bagajdan aldım ve onunla birlikte yürümeye başladık. Birkaç adım attıktan sonra Leyla’nın gülümsediğini gördüm. Bir an duraksadı, sanki tam anlamıyla hazır olup olmadığını düşünüyor gibiydi, ama gözlerinde bir kararlılık vardı.
İçeri girdik ve güvenlik geçişine yöneldik. Leyla’nın adımları hafifti ama aynı zamanda bir içsel gücü vardı, tıpkı o tasarımın içindeki özgürlüğü yansıtan bir kadın gibi. Havalimanı kalabalıktı ama onunla birlikte olmak, her şeyin daha anlamlı hale gelmesini sağlıyordu. Paris’teki moda fuarına gitmek sadece bir iş gezisi değildi, aynı zamanda yeni bir başlangıçtı, hem onun için hem de benim için.
“Beni burada bekleyen bir dünya var,” dedi Leyla, bir anda bana dönerken. “Ve ben, o dünyada doğru yerimi bulmaya kararlıyım.”
Onun bu sözleri, bana daha önce hiç hissetmediğim bir güven verdi. Bu yolculuk, sadece bir moda gösterisi değildi. Bizim için, ikimiz için, bir yeniden doğuştu. Leyla’nın hayatındaki bu dönüm noktası, bana da kendi hayatımı yeniden gözden geçirme fırsatı veriyordu.
Bir an için, o yavaşça ilerleyen kalabalığın ortasında, sadece ikimiz var gibiydik. O an, havalimanının gürültüsüne ve koşturmasına rağmen, her şey bir anda durdu. Bu yolculuk, bir anlamda hayatlarımızı değiştirecek ve daha fazlası olacaktı.
Uçak gökyüzüne yükseldikçe, içimde garip bir hafiflik hissettim. Yanımda Leyla vardı. Cam kenarında oturuyordu, dışarıyı izliyordu ama aslında çok daha derinlere dalmış gibiydi. Sessizdi, ama sessizliği anlatıyordu her şeyi. O an, ne geçmişin ağırlığı vardı ne de geleceğin kaygısı—sadece o anın kendisi.
Uçakta geçen saatler boyunca bazen konuştuk, bazen sustuk. Ama suskunluğumuz bile rahatsız edici değildi. Aksine, bir anlamda o sessizlik bizi birbirimize daha da yaklaştırdı. Uçuşun ortasında uyuyakaldı, başı hafifçe omzuma yaslandı. İçimden, “İşte bu,” dedim. “İşte burada olmalıydım.”
Fransa’ya iniş anı… O anı kelimelere dökmek zor. Pilotun anonsu, yavaşlayan motor sesi, tekerleklerin piste temas edişi—hepsi bir film sahnesi gibiydi. Uçağın kapıları açıldığında Leyla’ya baktım, o da bana. Bir şey söylemedi ama gözleriyle, “Buradayız. Gerçekten buradayız,” dedi.
Fransa’ya varmak, sadece bir ülkeye ayak basmak değildi bizim için. O pist, yeni bir başlangıcın eşiğiydi. Leyla’nın gözlerinde bir ışık vardı. Yorulmuş ama asla vazgeçmemiş bir kadının ışığı. Ve ben, onun bu ışığına tanık olmanın gururunu taşıyordum.
Bagajları aldıktan sonra çıkışa yöneldik. O an kafamdan geçen tek şey şuydu:
“Bu şehir, onun hayalleriyle tanışmaya hazır mı? Sanırım, hiçbiri Leyla’ya hazır değil. Ama o, her şeye hazır.”
Leyla’nın anlatımıyla;
Paris’e ilk adımımı attığımda, şehrin üzerime sinen o eşsiz kokusu vardı: taze kruvasan, hafif bir parfüm, eski bir caddenin taşları... ve yılların biriktirdiği hikâyeler. Her kaldırım, her vitrin, her kahve dükkanı bir moda eskizi gibiydi. Sanki şehrin tamamı yürüyen bir defileydi ve ben, o an podyumun tam ortasında yürüyordum.
Ama içimdeki ses daha derindeydi. Bu sadece bir moda fuarı değildi. Bu, kendi gölgemin içinden çıkıp yeniden ışığa yürüdüğüm andı. Her köşe başı, kalbimin bir kıvrımına dokunuyordu. Seine Nehri kıyısında yürürken, kendi içimde bir nehir gibi akıyordum. Sessizce, ama güçlü.
Eyfel Kulesi’ni ilk kez görünce durup gözlerimi kapattım. Çünkü bu anı sadece görmek değil, hissetmek istedim. Rüzgar saçlarımı karıştırdı. Sanki şehir, “Hoş geldin Leyla,” diyordu.
Bu şehir, geçmişimi değil, dönüşümümü anlatmalıydı. Ve ben, artık sadece tasarlayan biri değil, kendi hayatının baştan yazarıydım. Paris, bana bunu hatırlattı: En güçlü tasarımlar, en derin kırıklıklardan doğar.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 779 Okunma |
410 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |