18. Bölüm

14. Kaderin ilk Adımı

Kurabia Bıraktım...
yazar.kurabia_

Bu bölüme ayrı bir heyecanla yazdım. Benim gözümde tanışma bölümlerinin ayrı bir havası var. bu yüzden bir Nazım Hikmet alıntısı koymak istiyorum.

 

__________________________________

 

​​​Aklım fikrim sende, senin gelişinde,
Seni ne zaman göreceğimde,
Seni nasıl göreceğimde,
Beni görür görmez ne diyeceğinde...

 

~Nazım Hikmet

 

__________________________________

Lucia'dan devam

Akşam olmuş nehir kenarında olduğumuz için oluşan soğuk esinti sırtıma çarpıp gidiyordu, yerime oturmuş öne eğilerek kafamı bacaklarıma koymuştum. Arada sağıma bakarak Emily'i görüyordum sonra arkasındaki nehire bakarak tekrar kafamı dizlerime gömüyordum. Emily hemen yanımdaki kütükte oturuyordu ama aramızda bir boşluk vardı ve oraya kimin geleceğini bilmiyordum.

Bu bilinmezlik içimi yiyerek bitiriyordu, yanıma hangi adamın geliceğini bilmemek onu düşünmemi sağlıyordu ve tek dileğim bana dokunmaması ve yüzüme tip tip bakmaması.

Herkes yavaş yavaş gelmeye başlamıştı, ama ben başımı kaldırıp gelenlere bakmaya cesaret edemiyordum. Yanıma oturacak kişiyi düşündükçe kalbim sıkışıyor, o anı beklemenin ağırlığı üzerime bir çığ gibi geliyordu.

Kim olduğunu bilmiyordum ama bir şekilde, o kişi geldiğinde çok farklı şeyler olucağını hissediyorum fakat bir yandanda bu hissettiğim şeyin bir tarifi yokmuş gibi

Kafamı kaldırmadan sadece sağa çevirdim ve Emily ile göz göze geldik yine. Sonra bana gülümsedi ve ben de ona gülümsedim. Bu seferde gözlerim arkasında kalan nehire kaydı karşıdaki ormanlık o kadar karanlık ve sık ağaçlarla doluydu ki sanki kalbim sıkışıyormuş gibi hissettim ve hemen gözlerimi kaçırarak kafamı bacağıma geri koydum. -Karanlıktan korkuyorsam ne olmuş yani suç değil ya-

Aslında şu 5 dakika içinde sadece etrafa bakıp sonra tekrar önüme dönüyordum. Bundan sıkılarak farklı bir şey yapmak istedim ve kafamı bacaklarımdan kaldırarak sırtımı dikleştirdim. Karşıma baktım, önümde bir ateş vardı ve onun arkasında bir tane çift duruyordu. Çift olduklarını söylüyorum çünkü çok sarmaş dolaş duruyorlardı yani bu durumda kardeş olamayacaklarına göre sevgili yada evlilerdi.

Biraz daha çiftlere baktıktan sonra onları umursamamaya karar verdim ve ateşin olduğu yere tekrar baktım. Aslında çok kuvvetli yanıyordu etrafı ışık saçıyordu ve etrafımızda en çok ışık saçan şey oydu... patika yolun kenarlarında sırayla dizilmiş sokak lambalarının loş ışığı bile bu kadar ışık saçamazken bir kamp ateş bu kadar ışık saçabiliyordu.

Ama ateşe yaklaşmazdın canını yakardı halbuki sokak lambası etrafına çok fazla ışık saçamasa bile sokak lambasına istediğin kadar yaklaşabilirdin -tabii ki en üstünden yada elektrik kablolarından bahsetmiyorum-

Ya çok ışık çok acı getirirdi, ya da az ışık az acı...Her şey birbiriyle bağlantılıydı, tıpkı birer domino taşı gibi. Hayatta her hareket, her karar, bir diğerini etkiler ve sonunda tüm taşlar devrilir. Bu devriliş kaçınılmaz gibi görünse de bazı insanlar diğerlerinden farklıdır. Onlar, bazı şeyleri feda etmeyi çok iyi bilirler.

Zincirin tam ortasından bir taşı çekip alarak, diğerlerinin devrilmesini engelleyebilirler. Bunu yaparak belki bir hayat ardında izler bırakmadan kaybolabilirdi ama arkasındaki hayatlar kurtulurdu.

Kendini tarihin tozlu raflarına bırakmak zorunda kalsa bile bir Kahraman olup adının yıllar belki de asırlar boyunca anılmasını sağlayabilirdi.

O taşlar sıradan birer nesne değildi; onlar insanları, onların umutlarını, hayallerini ve kırılmış kalplerini temsil eder. Her biri, bir yaşamın küçük bir parçasıdır.

Ama bir kez düşün, domino taşlarının devrilmesi bir son mudur, yoksa bir başlangıç mı? Taşlar kırılırken bazı insanların gözünde yenilerinin yapılması çok kolaydır ama bazıları ne zorluklarla yapıldığını çok iyi bilir o taşın yerini başka bir taşın dolduramayacağınıda çok iyi bilirler.

O taşı kurtaran kişinin zihniyetide çok önemlidir. Belki taşı değiştirmek için taşı çekip alıyordu ve çevresindekiler bunu onu kurtarmak için yaptı sanıyor olabilir.belkide sadece arkasındaki taşın devrilmesini engellemek için yapmıştı ama bunu taşı çekip almadan. Anlamadık... anlayamadık.

Aynı insanlar gibi...

bu sırada ateş hafif esinti sayesinde dahada harlanmıştı ve benim aklımın bir köşesinde bir çatlak oluşmasını sağladı

Peki o taşlar gerçekten insanları mı temsil ediyordu, yoksa onların ardında bırakılan kırık kalpleri ve zamanla hissizleşmeye zorlanmış, bastırılmış dışarı çıkmak için insanın içinde isyanlar çıkaran duyguları mı? Belki de her bir taş, yalnızca bir insanı değil, onun geçmişini,anılarını, yaşadığı zorlukları, kimseye gösteremediği acıları, gizli gizli döktüğü göz yaşlarını içimde barındırıyor olabilir.

İşte o an, sadece bir taş diye simgelenmekten çıkar ve insanın, kaybettiği umutlarını, susturduğu çığlıklarını, dile getirmekte zorlandığı pişmanlıklarını her gece kafasını yastığa koyduğunda inşa etmeye çalıştığı hayallerini simgeleyebilirdi.

"Lucia"diye bir ses duyduğumda hayal dünyasından çıkarak sesin kaynağını aramaya başlayarak etrafıma bakıyordum ki Emily'nin bana bakan meraklı bakışlarını gördüm.Bana seslenenin o olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi.

Ona bakmaya başladığımda bir süre bakıştıktan sonra diliyle kurumuş dudaklarını ıslattı ve konuşmaya başladı "iyi misin? Çok düşünüyorsun buraya düşünmek için gelmedik öyle değil mi? Eğlen birazcık canım... Hep şu ormanın, şu nehirin güzelliğine bir bak"

Cevap veremedim, kendimde kafa sallayacak gücü bile bulamadım ama o haklıydı hemde sonuna kadar haklıydı ve bense sadece önüme dönderek ateşe tekrar baktım. Yapabileceğim başka bir şey yoktu

Ateş saçlarım gibiydi ama bir fark vardı o aydınlık ben karanlıktım. İnsanlar ateşe bakınca içi ısınır mutlu olurdu. Bana bakıp gülen insanları sadece Froy kasabasında yani burada gördüm. Bizim evin orda 1 saat dışarı çıksamda bana tip tip bakan insanlar vardı, bazıları babamın bana attığı iftiralar yüzünden bazıları ise dış görünüşüm ve göz bandım yüzünden tabiki bunlara artık alışmıştım.

Bir an sessizlik oluştu. Giriş kapısına bakmamaya özen göstererek etrafıma baktığım sırada herkesin girişin olduğu yere bakıyordu. Yan yana oturan bazı kızlar fısıldaşarak konuşmaya başlamıştı. Bende Emily'e döndüm ve girişe sırtımı döndüm. Emily beni fark etmemişti ve şuanki tek odağı Çınaydı, ona bakarken gözleri neşe saçıyor gibi gözüküyordu. Çınay'a baktığımda onun gözlerinde neşe vardı ama daha çok şey gibiydi aşk. Bu gözler aşık bir adamın gözleriydi.

Boynum artık sağa bakmaktan bıkmış olucak ki ağırmaya başladı bende önüme dönerek sağ elimi saçlarımın arasından boynumun sağ tarafına uzatarak ovuşturmaya başladım. Ağrı geçmesede hafiflemişti ve hissedilmeyecek kadar azalmıştı.

Etrafa bakarken bazı kızların hala giriş tarafına baktığını gördüm. Bir şey olduğu çok belliydi ama oraya bakmaya bir yerlerim el vermiyordu. Şuan önemli olan tek şey yanıma oturacak adamın ne zaman geleceği. Girişte ne olduğuna sonrada bakabilirim sonuçta.

Elimi boynumdan çektim ve sol elime baktığımda tırnaklarımı avuç içime savaş açmış vaziyette buldum. Ne ara elimi bu kadar sıktığımı hiç fark etmesemde avuç içlerim stresten terlemişti. Tırnaklarımın bıraktığı kırmızı çizikler ile terlerim avucunun içinde bir resim varmış gibi gözükmesini sağlıyordu. Avucumu sürtmeden hırkama bastırıp çektim ve terleri sildim. Yakında öğlen sıcağı altında duruyormuş gibi ter dökmeye başlarsam hiç şaşırmam. Yine canım sıkıldığı için pozisyon değiştirme kararı aldım ve ellerimi bacaklarımın üstüne koyup birleştirdim.

İşte o an arkamdan gelen adım sesleri kulaklarımda yankılanıyordu sesler tam arkamda durdu. Kızlar bu sefer giriş yerine arkama bakıyorlardı. Arkamda birisinin olduğunu anlamam uzun sürmedi fakat dönüp bakamadım kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sanki yerinden çıkacak gibiydi. Avuç içlerim olabileceköiş gibi daha çok terlemeye başladı.

Yanımda bir hareketlilik oluştu. Yanıma oturacak adam gelmişti

Tamam Lucia sakin ol 1 koyun 2 koyun 3 ko- ah dur bu burada kullanılmıyordu. Derin derin nefes al ve adamın oturmasını bekle

Yanıma oturduğu anda hissettim... Sanki o an bütün stresim yok olmuş gibi hissettim, sanki bir masal kitabının içindeymiş gibi. Adama bakmadan bir süre hareketsiz kaldım. Onun varlığı, etrafımda bir sıcaklık yaratmıştı, sanki içimdeki tüm buzları eritecek bir ateş gibiydi.

Kokusunu bile fark etmiştim; ormanla karışmış, keskin ve sert ama bir o kadar hoş bir koku. Kalbim hızla çarpıyordu, ama bu kez korkudan değil, başka bir his... Tarifi olmayan bir çekim gibiydi.

"Merhaba," dedi derin ve yumuşak bir sesle. O an zaman durdu. Sesi, bir melodi gibiydi, beni bir mıknatısın zıt tarafı gibi kendine çeken bir ses...

Başımı yavaşça sağa çevirdim ve göz göze geldik. İşte o an, tüm dünya sustu. Etrafımdaki her şey bulanıklaşmış gibiydi; ateşin harı, rüzgarın sesi, fısır fısır konuşan insanların sesi… Hepsi kaybolmuştu. Gözlerinin içinde baktıkça başka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissettim. Kırmızı... Sadece bir renk değil... içinde tutkuyu, öfkeyi ve aşkı barındıran. Kimi için tehlikenin rengi, kimi için cesaretin. Benim için ise sadece saçlarımın rengiydi. Saçlarım onun koyu kırmızı gözleriyle aynı renkti.

Bakanın bir daha bakmasını sağlıyan o renk bu sefer bu yabancının gözlerindeydi

Bizim orda görsem korkup kaçardım fakat Artemis ve İreneden sonra bu bile normal geliyordu.

Kelimeler boğazımda düğümlendi. Hiçbir şey söyleyemeden, sadece ona bakıyordum. Onun da gözleri benim üzerimdeydi, ama bakışlarında beni yargılayan ya da rahatsız eden bir şey yoktu. Tam aksine, o bakışlarda bir merak, bir hayranlık, hatta bir şefkat vardı.

Kırmızı gözleri bir kez olsun göz bandıma bakmadı sanki orda yokmuşda iki gözümüde görebiliyormuş gibi garipsememişti

Bu sefer kendini tekrarladı "Merhaba" dedi hafif bir gülümsemeyle. O gülümseme sadece bir gülümseme değildi. kalbimi ısıtan bir gülümsemeydi "Yanıma oturacak hanımefendi sensin galiba?"

Yine cevap veremedim, ama içimdeki hisler öyle yoğundu ki kelimelerle anlatmak imkansızdı. Gözlerim istemsizce yere kaydı.

Parmak uçlarıyla çeneme yaklaştığını fark ettiğim gibi kafamı geri çektim sessiz ve titrek bir sesle "temas yok" dedim. Ona karşı ilk söylediğim söz bu olmuştu. Elini yumruk yaparak geri çekti. Onun bana dokunma düşüncesi bile yüzümün kızarmasına yetmişti.

Daha önce kimse bana böyle duygular hissetirmemişti ama bu adamın diğer insanlardan ne farkı varda benim böyle hissetmemi sağlıyor.

Yabancı "Bana adını söylemeyecek misin?" diye sordu, sesi hala aynı yumuşaklıktaydı.

"Lucia," diye fısıldadım, sesim zar zor çıkıyordu.

"Lucia," diye tekrarladı. O an ismim kulağıma hiç bu kadar güzel gelmemişti. Sanki onun ağzından dökülen her cümle her kelime her hece beynim yerine direkt kalbime gidiyordu.

Sonra ellerini dizlerine koyarak bir an duraksadı ve bana doğru hafifçe eğildi. "Biliyor musun, buraya gelmeden önceye kadar husursuzdum ama seni gördüğüm an huzurlu hissetmeye başladım ve seni görmeden önce hiç bu kadar huzurlu hissettiğim bir an yaşamamıştım." dedi sesi kendinden emin çıkmıştı görünüşe göre çok açık sözlü bir adam olduğu belli. neden söylediğini anlamasamda içim kıpır kıpır olmuştu ve bir gülümsemeyle karşılık verdim

O an gözlerinden bir sıcaklık hissettim. Söylediği her kelime, içimdeki karanlığı biraz daha aydınlatıyordu. Kendimi tutamayıp, "Peki ya sen?" diye sordum. "Senin ismin ne?"

Gülümsedi, sanki benimle bu anı paylaşmaktan mutluluk duyuyormuş gibi. "Ares," dedi. "İsmim Ares."

Ares… Bu isim yankılanırken içimde tuhaf bir his oluştu. Sanki kaderimiz o anda yazılmış gibiydi. Ateşin sıcaklığı mı, yoksa onun varlığı mı beni ısıtıyordu bilmiyordum.

Ama o andan sonra bir şeyi çok iyi biliyordum; bu kişi hayatımı değiştirecek ve bundan sonrasının eskisi gibi olmayacağını anlamıştım...

Elimi yumruk yapıp sıkmaya başladığımda Emily'e bakmak istedim ama Ares'in yapılı vücudu yüzünden sadece Çınay'ın kolu gördüm. Biraz öne eğilip baktığımda yine sadece Çınay gözüküyordu bende her stres olduğumda Çınay'a bakmam yanlış duracağı için bu planı iptal ettim.

Birkaç farklı şekil daha denedikten sonranEmily'i hiçbir şekilde göremediğimi anladım. Ares bu manyak ne yapıyor demeden önce pes ederek önüme döndüm. Ares'in bana baktığını hissetsemde ona dönüp bakamadım. Onunla göz göze geldiğimde elim ayağım bir birine dolaşıyordu.

10 dakika sonra

Sonuna festivalin asıl olayı olan hikayeler başlıyordu. Yaşlı amca gelip tek kişilik kütük olan ve benim tam karışım 1 solunda duran kütüğe oturdu ve konuşmaya başladı

"Hepiniz hoşgeldiniz bazılarınız buraya ilk kez geldi bazılarınızsa beni tanıyor ama asıl konu bu yılın anlatılacak efsanesi Ay tanrısı Lütfü"

 

" Çok eski zamanlarda, kurt adamlar ve insanlar arasında derin bir sınır vardı. İnsanlar, kurt adamları karanlık ormanların gölgelerinde dolaşan, ayın ışığıyla güçlenen gizemli varlıklar olarak bilirdi. Onları kutsal sayar, aynı zamanda korkarlardı. Kurt adamlar ise insanları, kendilerinden daha zayıf ve aptal oldukları gerekçesiyle kendi dünyalarından uzak tutardı. Ancak Ay Tanrısı’nın yarattığı bir bağ, bu iki farklı türü bir araya getirebiliyordu: Mühür.

Efsaneye göre, mühür Ay Tanrısı tarafından kurt adamların ruhlarına yerleştirilmiş kadim bir armağandı. Her kurt adam, eksik bir ruhla doğardı. Onların ruhu yarımdı ve ancak mühür gerçekleştiğinde tamamlanırdı. Mühür, bir kurt adamın hayatında yalnızca bir kez, kaderindeki kişiyle karşılaştığında gerçekleşirdi. Bu kişi bir kurt adam da olabilirdi, bir insan da. Göz göze geldikleri an mühür gerçekleşir ve ruhlar birbirine bağlanırdı. Mühürlenmiş bir kurt adam, diğer yarısının acısını hisseder, mutluluğuyla güçlenir, onu kaybettiğinde ise hayatının anlamını yitirirdi. Bu bağ, öyle güçlüydü ki, bir kurt adamın mühürlendiği kişi artık onun kaderi olurdu."

Yaşlı adam anlatısına bir an ara verdi ve derin bir nefes aldı. O anı fırsat bilerek göz ucuyla Ares’e baktım. Kalbim deli gibi atıyordu -nedenini bile bilmiyordum-. Gözlerim onun gözleriyle buluştuğu anda nefesim kesildi. Zaman durmuş gibiydi. O kızıl gözlerin içinde kaybolmuş, dünyanın geri kalanını unutmuştum. Geç gelen bir aydınlanma ile aniden başımı önüme eğdim, yüzümdeki sıcaklığı bastırmaya çalışırken yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissedebiliyordum ve bu durumu fark etmesini istemiyordum. Tam o sırada, yanımdan gelen hafif bir kıkırtı işittim. Bu sesin Ares’e ait olduğunu anlamak için kafamı kaldırmama gerek yoktu. Sanki bilerek beni köşeye sıkıştırıyordu. Ama bu kıkırtıdan rahatsız olmak yerine, garip bir şekilde huzur buldum. Bu sırada yaşlı amca beni kurtararak konuşmaya devam etti

"Çok eski zamanlarda, kuzey ormanlarının derinliklerinde yaşayan güçlü bir kurt adam vardı: Kael. Kael, sürüsünün lideriydi, cesur ve korkusuzdu. Ancak kader, onun yoluna hiç beklemediği bir zamanda bir insan kadını çıkaracaktı. O kadın, ormanın içinde küçük bir köyde yaşayan özgür ve cesur bir çiçekçi olan Elara idi.

Bir Gece ve Ay Festivali gecesinde, Elara, köyün gürültüsünden uzaklaşmak için ormanın en derin ve karanlık kısımlarına doğru yürüdü. Gökyüzünde dolunay parlıyor, ormanı aydınlatıyordu. Elara, her zamanki gibi çiçek toplarken, karanlıkta parlayan bir çift altın göz gördü. O an, göz göze geldiler. Kael, bir kurt formunda karşısında duruyordu. Ve o anda mühür gerçekleşti.

Kael’in ruhu, Elara’ya bağlanmıştı. Hayatında ilk kez böyle bir duygu hissetmişti. Sanki bir parçası tamamlanmış, ruhu nihayet huzura kavuşmuştu. Ancak Elara, onun bir kurt adam olduğunu bilmiyordu ve bu karşılaşma onunda içinde bir şeyler uyandırsada ne olduğunu bilmediği için sadece bir kurtun sesi merak ederek gelmesi olarak görüp uzaklaştı.

Kael ise ne yapacağını bilemez haldeydi. Ruhunun diğer yarısını bulmuştu, ancak onun bir insan olduğunu öğrenmek Kael’in dünyasını altüst etmişti. İnsanlar ve kurt adamlar arasındaki bağlar yasaktı. Sürüsünün yasaları, bir insanla mühürlenmeyi asla kabul etmiyordu.

Kael, günlerce Elara’yı uzaktan izledi. Onun güvenliğini sağlamak için gölge gibi peşinde dolaştı. Mühür, onu Elara’ya bağlamıştı ve Elara’nın her adımı, her nefesi Kael için önemli hale gelmişti. Ancak Elara, ormanda kendini sürekli izleniyor gibi hissediyordu. İlk başta bu durumdan korksa da zamanla kendini güvende hissetmeye başladı.

Bir gece, Kael dayanamayıp insan formunda Elara’nın karşısına çıktı. Elara, Kael’i görür görmez tanıdı. Gözlerindeki o altın parıltıyı asla unutamazdı. Kael, ona mühürden ve kaderlerinden bahsetti. Elara, önce bu kadim bağa inanmak istemedi. Kael’in anlattıkları kulağa bir masal gibi geliyordu. Fakat zaman geçtikçe Kael’in gözlerindeki dürüstlük ve derin sevgi, Elara’nın kalbine dokundu.

Elara, zamanla Kael’e aşık olmaya başladı. Ancak bu aşk, iki dünyada da kabul edilmiyordu. Köy halkı, Elara’nın bir canavarla görüştüğünü öğrenince onu dışladı. Kael’in sürüsü ise bir insanla mühürlenmiş olmasını bir zayıflık olarak gördü. Kael, hem sevgisini hem de liderliğini korumak için mücadele ederken, mühürün gücü onları ayakta tuttu.

Bir gün, köy büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Ormana giren yabancı bir grup, köylere saldırıp ormanı yok etmeye başladı. Kael, sürüsüyle birlikte köyü savunmaya karar verdi. Elara’yı ve halkını korumak için hayatını tehlikeye atan Kael, büyük bir cesaretle düşmanlarına karşı koydu. Köy halkı, Kael’in fedakarlığını gördü ve kurt adamların yalnızca korkulacak varlıklar olmadığını anladı.

Bu olaydan sonra, Elara ve Kael’in hikayesi, mühürün gücünü anlatan bir efsaneye dönüştü. Ay Tanrısı’nın bağışladığı bu kutsal mühür, sadece aşkı değil, iki dünyayı bir araya getiren bir köprü olmuştu. Rivayete göre, Ay Festivali gecelerinde gökyüzünde birbirine yakın iki yıldız görülür. Bu yıldızlar, Elara ve Kael’in ruhlarını temsil eder. Onlar, mühürlenmiş her çiftin sevgi ve bağlılığını hatırlatan birer simge olarak gökyüzünde parlamaya devam eder."

Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Yıldızlar sanki birbirinden kaçıyormuş gibi uzak ve yalnızdı aynı benim gibi. İçimde, bu sessizliğin beni içimdeki karanlığa doğru ittiriyordu.

Birden yanı başımda bir nefes hissettim. Başımı çevirdiğimde Ares'i gördüm. yüzündeki ufak tefek yara izlerini bir rahatça görebileceğim kadar yakınımdaydı ama dokunmuyordu.

Bana değil, gökyüzüne bakıyordu. Onun o yüz ifadesi çok güzeldi. Keskin yüz hatları ve düşünceli ifadesi sert ama bir o kadarda hoştu. Ay ışığında parlayan siyah dağınık saçları bir masaldan fırlamış gibiydi. Gözleri… o parlak kırmızı gözleri o kadar derin bakıyordu ki bana baksa içimi görebilecek gibi hissettim. Düşündüğüm şeyler yüzünden bir an nefes almayı bile unuttum.

Elini kaldırıp gökyüzünde bir noktayı işaret etti. "Orada," dedi, sesi alçak ve bir o kadar da yumuşaktı.

"Ha? Ne?" dedim, şaşkınlıkla ona bakarak. Gözlerimi kaçırmaya çalışsam da başarılı olamıyordum. Gülümsedi. O gülümseme, göğsümde tarif edemediğim bir sıcaklık yarattı. "Elara ile Kael’in yan yana olan yıldızlarını aramıyor muydun? İşte, tam parmağımın ucundalar. Gerçi…” duraklayıp bana doğru eğildi, bende biraz geriye doğru eğildiğimde sırıtarak üstüme biraz daha eğildi -sanki evdeyiz ne bu rahatlık-. gözleri gözlerimle buluştu. “Beni izlemek daha cazip bir fikir gibi görünüyor" dedi, alaycı bir tatlılıkla.

Onu izlediğimi anlamış olması o kadar utanç vericiydi ki, o an yeri yarıp içine girmek ve bir daha çıkmamak istedim

Yanaklarımın kızardığını hissettim ama ona belli etmemek için hemen yüzümü gökyüzüne çevirdim. Elini takip ederek işaret ettiği yeri buldum. Gerçekten de yan yana duran iki yıldız parıldıyordu. Onlara bakarken, her şeyden kopmuş gibiydim, o yıldızları görünce kalbimde amansız bir mutluluk yeşerdi. "Çok güzel," dedim, neredeyse fısıldayarak.

Ares’in bana baktığını hissettim. Gözlerim hâlâ yıldızlarda olsa da onun bakışları altında ezildiğimi hissettim, yakında beni bakışlarıyla yiyecek galiba. O an, Ares'in her şey durmuş gibi hissettiren sessizliğinde bana bakmaya devam ederken, "Evet," dedi, sesi yumuşak ve derindi. "Gerçekten çok güzel."

Başımı ona çevirirsem nefeslerimizin birbirine karışacağını biliyordum, bu yüzden yapamadım. Ne kadar istesemde yapamazdım çünkü bu yakınlık, beni hiç bilmediğim bir dünyaya sürüklüyordu. Daha 1 saat öncesine kadar insanların dokunuşlarından korkarken bu adama dokunmak sarılmak öpmek istiyordum -Kendine gel lucia- hayal dünyasından çıkarak Yıldızlara bakmaya devam ettim. Ares'de bana bakmaya devam etti

Ares sonunda benden uzaklaşırken hâlâ bakışlarının üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Sırtımı hafifçe dikleştirip sol elime yaslanarak sağ elimi havaya kaldırdım. Bir an için yıldızlara uzanabileceğime inandım. Parmaklarım, hayali yıldızları kavrayacakmış gibi gökyüzünde dans etti.

Sonra yavaşça elimi indirdim ve etrafıma bakındım. Bazı insanlar kalkıp gidiyor, ortamı terk ediyorlardı. Sonuçta gece yarısı çoktan yaklaşmıştık. Ancak dikkatimi çeken başka bir şey vardı: birkaç kız bu tarafa doğru bakıyordu.

Bir dakika. Ares arkamdayken arkama, yanımdayken yanıma bakıyorlardı. O zaman girişte baktıkları Ares miyd- Hayır, olamaz… Hadi canım! Bu sapık kadınlar sabahten beri Ares'i kesiyordu. Benim yanımdaki adama bakıyorlardı. -Çok yakışıklı olduğu doğru olabilir ama bu kadar bakmazsın be kardeşim- Ares'in onlara bir kez bile baktığını görmesemde bakmaaınlar kardeşim aaa

Hızla soluma dönüp baktığımda gördüm: Bir kız, gözlerini Ares’e dikmiş, onu incelemeye almıştı. İçimde bir yerin kıpırdadığını hissettim. Gıcık olmadım desem yalan olur.

Sol dirseğimi dizime yasladım ve çenemi elimle destekledim. Hafifçe kızın olduğu tarafa sırtımı döndüm. Farkında olmadan bedenimle Ares’i korumaya çalışıyordum. Kızın görüş alanını kapatabileceğim kadar kapatarak Ares'i görmesini engelliyordum -koskoca bedelini kapatamasam da yapabildiğim kadar yapıyorum işte-. Neden böyle yaptığımı bilmiyordum ama içten içe bir şey beni buna itiyordu. Sadece iki saattir tanıdığım birine bu şekilde tepki vermek... Hem anlam veremiyor hem de kendime şaşıyordum. Ama bir şey kesindi: Ares'i kıskanmıştım.

Dikkatimi başka bir yere çekmeye çalıştım.Fakat duruşumu hiç bozmadım. Gözlerim Emily’i aradı ama sadece Çınay’ın koca vücudu beliriyordu.

Tam o sırada, Ares’in bakışlarının değiştiğini fark ettim. Önce bana, sonra da arkamdaki bir yere baktı ve… pişmiş kelle gibi sırıtmaya başladı. Neden yaptığını anlamasam da o an kafamda tek bir düşünce yankılandı Bir insanın gülüşü bile mi bu kadar güzel olur?

Emily nihayet ayağa kalktığında görüş alanıma girmişti. Beni fark eder etmez göz kırptı ve yanındaki Çınay’a döndü. "Hadi gidelim artık," dedi neşeli bir sesle. Bu sırada Ares de konuşmayı duyup onlara yüzünü çevirdi. Çınay önce Emily’e, ardından Ares’e baktı.

Ares’in yüzünü göremiyordum ama belli ki bir şey yapmıştı. Çınay, onaylar biçimde bir kafa sallayarak Ares’i onayladı ve ardından o da ayağa kalktı. Emily bir-iki adım atıp yanıma geldi. "Sen de geliyor musun, yoksa burada mı kalacaksın?" diye sordu, gözlerini dikerek.

Düşünmek için bir an durakladım ama o sırada esnemeye başladım. "Aslında uykum da geldi. Gelsem iyi olur" diyerek yavaşça ayağa kalktım. Emily gülümsedi ve hep birlikte yürümeye başladık.

Emily, önde Çınay’ın koluna girmiş, neşeyle sohbet ederken ben arkada yavaşça ilerliyordum. Girişin önüne geldiğimizde duraksadım ve istemsizce arkamı döndüm. Ares hâlâ oturduğu yerdeydi. Kollarını bacaklarının üstüne koymuş, parmaklarını birbirine kenetlemişti. Hafifçe öne eğilmiş, gözlerini üzerimden ayırmadan beni izliyordu.

Bakışlarımız buluştuğunda, Ares’in dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Dişlerini göstermeden hafifçe gülümsedi ve elini kaldırarak bana doğru salladı. O an kalbimde bir sıcaklık hissettim. Gülümsedim, ben de ona el salladım. Ardından önüme dönerek yürümeye başladım.

O an fark etmesem de yüzümdeki gülümseme uzun süre kaybolmadı.

 

 

 

 

 

 

 

Merhaba bu bölümü özellikle uzun tutmaya çalıştım ki 3000 kelime gayet uzun bence bunun asıl sebeplerinden birisi tanışma bölümü olması Bir de zaten tatil boş zamanım çok vardı ekstra önceki bölümü kısa yazdığım için.

Boş konuşmaya gerek yok umarım bölümü beğenmişsinizdir. Bu bölüm tanışma bölümü olduğu için yorumlarınız çok daha önemli umarım tanışma sahnesini güzel yazabilmişimdir.

aşk meşk yazabildiğimi düşünmüyorum açıkçası

Bir dahaki cumartesi günü görüşmek üzere ben kaçar...

Bölüm : 25.01.2025 12:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...