Kusura bakmayın bölüm haftasonu gelecekti aslında ama bi kaç tane sorun oluştu ondan gecikme yaşandı bunu telafi etmek için belki bu hafta 2 bölüm atarımm
Atalay gözlerini açtığında, etrafındaki her şey bulanık ve soluktu. Vücudundan gelen ağrı ona hayatın ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyordu. Ama o, bu acıyı bir süredir tanıyordu.
Annesi odaya girdiğinde, Atalay sadece gözleriyle ona baktı. Sadece bakarak konuşabildi, çünkü dilinden daha fazla kelime çıkmayacak gibiydi.
Annesi bir anlık sessizliğin ardından, gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte, hiç konuşmadan onun yanına yaklaşıp kollarını açtı. Atalay başını hafifçe kaldırarak, annesinin kendisine doğru eğildiğini gördü.
Annesi, Atalay’ın omuzlarına sarılırken, sözcükler boğazına takıldı. Yalnızca, derin derin ağlamaya başladı. Sesini duyuramayacak kadar ağlıyordu ama her damla gözyaşı, annesinin ne kadar korktuğunun bir göstergesiydi.
Ne söyleyeceğini bilemeden, sadece annesine hafifçe sarıldı. Bir süre sesiz kaldılar, sadece birbirlerinin varlıklarını hissederek. Bu basit sarılma, tüm kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu.
Odaya hemşirenin girmesiyle sessizlik bozuldu. Neşe Hanım, bir an için Atalay’dan gözlerini ayırıp, hemşirenin yüzüne bakarak derin bir nefes aldı.
Hemşire Atalay’ın durumunu kontrol etti ve başını hafifçe sallayarak annesine dönüp nazikçe söyledi: “Biliyorsunuz, Neşe hocam, Atalay Bey’in birkaç saat dinlenmesi gerek. Bu, iyileşme sürecini hızlandıracaktır. Atalay Bey’in yorulmaması gerektiği için ziyaretleri çok uzun tutmamamız gerektiğini söyledi doktor bey.”
Neşe Hanım, oğlunun gözlerinden ayrılmakta zorlandı ama hemşirenin sözlerini dinleyerek başını salladı. “Tamam,” dedi, derin bir nefes alarak, “Bir süre daha dışarıda bekleyeceğim.” Son bir kez oğluna bakarak yavaşça odadan çıktı.
Neşe Hanım odadan çıkar çıkmaz, Atalay gözlerini tavana dikti. İçinde bulunduğu sessizlik, bir süreliğine zihnini toparlamasına yardımcı oldu. Ama bu sessizlik uzun sürmedi. Odanın kapısı hafifçe aralandı, ardından içeriye tanıdık birkaç yüz girdi. Kurtuluş Timi.
Miran, kapıdan girer girmez abartılı bir nefes alıp kollarını iki yana açtı. “Abi, senin yüzünden hastaneleri evimiz gibi hissetmeye başladık! Başhekim yakında bize de yatak ayıracak.”
Yaman, ona uyarıcı bir bakış attı. “Biraz ciddiyet, Miran.”
Gökhan yatağın yanına yaklaşıp Atalay’ın omzuna hafifçe dokundu. “Bizi korkuttun, komutanım.”
Barlas da kollarını bağlayarak iç çekti. “Bu sefer şansın yaver gitti.”
Atalay hepsine göz gezdirdi. “Korkmanıza gerek yoktu. Görüyorsunuz ya, hâlâ buradayım.”
Miran gözlerini devirdi. “Evet evet, komutanımız yine dimdik ayakta. Ama kabul et, bu sefer biraz sendeledin.”
Atalay hafifçe başını kaldırarak ona baktı. “Sen de bir gün vurul, o zaman konuşalım.”
Odadakiler kısa bir sessizlikten sonra gülmeye başladılar. Atalay bile dudaklarının kenarına küçük bir tebessüm kondurdu.
Gökhan, kollarını bağlayıp başını iki yana salladı. “İçimizden biri hastanelik olduğunda bile gülecek bir şeyler bulmamız gerçekten garip.”
Yaman da gülümseyerek ekledi: “Bu ekipte hayatta kalmanın kuralı bu sanırım. Durumu hafife almazsak kafayı sıyırırız.”
Barlas, Atalay’a dikkatlice baktı. “Ama biraz ciddi konuşalım, ne kadar duracaksın hastanede doktor bişey dedi mi?”
Atalay derin bir nefes aldı. “Bir buçuk 2 hafta burda durmam gerektiğini ve bir süre de evde istirahat etmem gerektiğini söyledi.”
Miran kaşlarını kaldırarak sandalyesine yaslandı. “Harika. O zaman biz de her gün buraya gelip seni rahatsız edebiliriz.”
Atalay hafifçe güldü. “Rahat bırakacağınızı zaten sanmıyordum.”
Kapı hafifçe aralandı ve içeriye bir hemşire girdi. “Beyler, hastamızın biraz dinlenmesi gerekiyor.”
Gökhan başını sallayarak ayağa kalktı. “Tamam, şimdilik gidiyoruz ama yarın yine buradayız, komutanım.”
Miran hızla araya girdi. “Bize ihtiyacın olursa tek yapman gereken hemşireye şu gevezeyi çağırın demek."
Atalay, kaşlarını kaldırarak gülümsedi. “Ona hiç gerek yok, sesin zaten koridorun öbür ucundan duyuluyordur.”
Odadakiler gülerek yavaşça çıkmaya başladılar.
Kapı kapanmadan hemen biri tuttu.
Kapıyı tutan elin sahibi, ağır adımlarla içeri girdi.
Ferhat Albay, Atalay’ın yanına oturup, “Geçmiş olsun, Atalay. İyi görünüyor gibisin,” dedi.
Atalay, zorlukla gülümsedi. Vücudu yorulmuştu, ancak gözlerinde toparlanmaya dair bir ışık vardı.
Atalay, zorlukla gülümsedi. “Sağ ol, amca. Göründüğüm kadar iyi hissetmiyorum ama şikayet etmeyeceğim.”
Ferhat Albay hafifçe başını salladı. “Bunu bekliyordum zaten.”
Atalay, Ferhat Albay’a bakarak, “Peki, nasıl geldik buraya? Nasıl kurtulduk?” diye sordu.
Ferhat Albay, gözlerini Atalay’dan ayırmadan sakin bir şekilde, “Deli Timi’nin desteğiyle, seni ve timini en son bulduğumuzda Deli Timi de bölgedeydi.” dedi.
Atalay, hafifçe başını sallayarak, "Deli Timi mi? Kim onlar?" diye sordu. Adlarını duymuştu çoğu görevi başarıyla tamamlayan Hakkari’nin en önemli timlerinden bir olduklarını biliyordu ama tanımıyordu.
Ferhat Albay, “Senin durumunda, en büyük yardımı onlar sağladı” dedi, başını hafifçe sallayarak.
"Deli timi hakkında çok fazla şey duydum ama ilk kez gördüm. Gerçekten farklı bir tim”
Atalay, kulaklarını kabartarak Ferhat Albay’a baktı. “Çok önemli bir tim oldukları belli. Burdalar mı?” diye sordu.
Ferhat Albay, Atalay’ın sorusunu cevapsız bırakmadan, “Dışarıda bekliyorlar gelirler şimdi".
Dediği gibi kapı çalınıp hafifçe aralandı. İçeriye giren ayak sesleri sert ve kendinden emindi. Atalay, başını hafifçe çevirerek gelen kişileri süzdü. Timin komutanı olduğunu düşündüğü kadın, gözleriyle onu hızla süzdükten sonra başını eğerek hafifçe selam verdi.
Ferhat Albay, hafifçe gülümsedi ve başını sallayarak konuştu. “Atalay, seni Deli Timi’nin komutanıyla tanıştırayım. Binbaşı Devrim Balkan.”
Atalay, ismi duyar duymaz dikkat kesildi. “Deli Komutan” olarak anılan bu kadını duymayan yoktu. Onun timiyle birlikte imkansız görünen görevleri nasıl başardığını, terör örgütlerinin korkulu rüyası haline geldiğini anlatan hikayeler askerler arasında sıkça dolaşırdı. Ama şimdi, o hikayelerin kahramanı karşısında dimdik duruyordu.
Atalay derin bir nefes aldı, hafifçe doğrulmaya çalıştı ama vücudu hâlâ yorgundu. “İsminizi duymuştum. Ama tanışmak nasip olmamıştı.”
Devrim hafifçe başını salladı. “Şimdi tanışıyoruz.” Arkasındaki tim üyeleri de hafifçe başlarını eğerek selam verdiler.
“Operasyonu siz mi yürüttünüz?” diye sordu Atalay.
Devrim hafifçe omzunu silkti. “Bölgedeydik. Zaten kendi görevimiz vardı bitirdiğimiz sırada sizin zor durumda olduğunuzu duyunca planlarımız biraz değişti.”
Atalay gözlerini Devrim’e döndürerek, “anladım” diye ekledi.
Ferhat Albay, “Atalay, Deli Timi şu an burada çünkü hastane sürecinde seni korumak için burdalardı. Fatih albay haber verdiğinde Hakkari'ye geri dönecekler.”
Atalay, gözlerini Devrim’den ayırmadan hafifçe başını salladı. “Anladım, Albayım.”
Devrim, hafifçe başını eğerek, “ Biz gitmeden tekrar geliriz zaten” diye ekledi.
Atalay, hepsine kısa bir bakış attıktan sonra Devrim’e döndü. “Sizi tanımak ilginç olacak, Binbaşı Balkan.”
Devrim hafifçe gülümseyerek başını eğdi. “Eminim ki öyle olacak Binbaşı Özdemir.”
Atalay, Ferhat Albay’ın ve Deli Timi'nin odadan çıkmalarını izlerken, bu ziyaretin ne kadar önemli olduğunu fark etti. Kendini bir an önce toparlayıp, görevine geri dönmek istiyordu, ama bunun için zaman vardı. Şu an, sadece dinlenmek zorundaydı.
Atalay gözlerini tavana dikti. Düşünceleri, hastane odasının beyaz duvarlarını aşıp çok daha uzaklara gidiyordu.
Kendi kendine güldü. “Deli Komutan, ha?” diye mırıldandı alçak bir sesle.
Gecenin sessizliği hastane odasına çökmüştü. Atalay gözlerini tavana dikmiş, düşüncelere dalmıştı.
Kapının hafifçe açılmasıyla birlikte dikkatini o yöne çevirdi. İçeriye giren kişi, annesi Neşe Hanım’dı. Doktor izniyle refakatçi olarak Atalay’ın yanında kalmasına izin verilmişti.
Neşe Hanım yavaşça yaklaştı, oğlunun yüzüne baktı. Onu en son ne zaman böyle yorgun gördüğünü hatırlamıyordu. Sessizce yatağın kenarına oturdu, elini oğlunun eline uzattı.
Atalay, annesinin dokunuşuyla hafifçe gülümsedi. “Merak etme, anne. İyiyim.”
Neşe Hanım başını hafifçe iki yana salladı. “Senin iyiyim deyişlerini bilirim ben, Atalay. Küçükken de böyle yapardın.”
Atalay kaşlarını hafifçe çattı, hatırlamaya çalıştı. Annesi dudaklarına hüzünlü bir tebessüm kondurdu. “Dizini kanatıp bana gelirdin ama ağlamazdın. ‘Anne, iyiyim’ derdin, ama gözlerin bambaşka bir şey anlatırdı. Küçükken bile her şeyi içine atardın, oğlum.”
Atalay hafifçe başını eğdi, anılar zihninde canlandı. Düşmeler, kalkmalar, ama hiçbir zaman zayıf görünmemek için direnmeler… “Ağlamak zayıflık gibi gelirdi,” dedi, sesi alçaktı.
Neşe Hanım başını iki yana salladı. “Ağlamak zayıflık değildir. İnsan bazen gözyaşlarıyla da güçlenir."
Atalay derin bir nefes aldı, annesinin elini hafifçe sıktı. “İyi ki buradasın, anne.”
Neşe Hanım başını eğdi, o tanıdık sıcak gülümsemesiyle. “Her zaman, oğlum. Sen ne kadar büyürsen büyü, benim için hâlâ o dizini kanatıp ‘iyiyim’ diyen çocuksun.”
.....
Umarım beğenmişsinizdir oylarınız ve yorumlarınız benim için çok değerli
Atalay’ın bakış açısı ve toplumdaki baskılar hakkında biraz konuşmak istiyorum ama ilk önce size sorayım ağlamak gerçekten zayıflık mıdır?
Hepimizin hayatında bazen acı, bazen hayal kırıklığı, bazen de zor zamanlar olur. Hepimiz bu duygularla bir şekilde yüzleşmek zorunda kalırız. Ama hepimizin bir ortak noktası var: Toplumun bize dayattığı düşünce tarzları…
Toplumdaki "Erkekler ağlamaz" sözü ve "Kadın çalışamaz, okuyamaz, tek görevi çocuk bakmak, yemek yapmak" gibi birçok kısıtlayıcı düşünce...
Ne yaparsak yapalım, kimseye beğendiremiyoruz kendimizi değil mi? Mesela, neden erkekler ağlayamaz? Onlar da bir insan değil mi?
Ağlamak, bir duyguyu dışa vurmanın doğal bir yoludur. İnsan olmak, duygularımızla yüzleşebilmek, onları tanıyıp kabul edebilmek demektir. Eğer erkeklerin ağlaması "zayıflık" olarak görülürse, bu sadece toplumu daha sert ve duygusuz bir hale getiren bir düşünce olur. Gerçek güç, duygularını bastırmakta değil, onları sağlıklı bir şekilde yönetebilmekte yatar.
Evet, ağlamak, bazen insanı rahatlatan, acıyı dışa vuran bir adımdır. Ama sadece ağlamakla kalmaz; sonunda ayağa kalkıp mücadele etmeye devam etmek, yeniden başlamak da gücün bir göstergesidir. Güçlü olmak, ağlayıp yeniden ayağa kalkmaktır. Güçlü olmak, duygularını bastırmak değil, onları anlamak ve doğru şekilde yönetmektir.
Atalay da belki de "erkekler ağlamaz" söylemiyle büyütülmüş bir çocuktu. Küçük yaşlardan itibaren duygularını içe atması, acılarını gizlemesi öğretilmişti. Güçlü olmanın, zayıf hissetmemenin önemini hep duymuştu. Bu yüzden ağlamak, ona göre zayıflıktı. Kendini kırılgan hissettiğinde, duygularını dışa vurmak yerine, onları içine gömmek zorunda hissediyordu.
Peki, neden kadının tek görevi çocuk bakmak, yemek yapmak olmalı? Kadın, kariyer sahibi olamaz mı? Okuyup kendi ayakları üzerinde duramaz mı? O da bir insan değil mi?
Kadınlar toplumun temel yapı taşlarındandır. Ama hala, birçok yerde kadının hakkı olan özgürlükler ve fırsatlar engellenmektedir. Kadınların dışarıda bir kariyer yapması, başarılı olması, kendi hayatını yönetmesi hala sorgulanır. Ancak gerçek şu ki, her insanın kendi hayatını şekillendirme hakkı vardır. Kadın da bir birey olarak haklarına sahip olmalı, seçimlerini özgürce yapabilmeli ve toplumun ona dayattığı kalıplara sığdırılmamalıdır.
Mustafa Kemal Atatürk'ün de dediği gibi
“Ey Kahraman Türk Kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”
Atatürk, kadınların sadece evin içinde değil, toplumun her alanında güçlü, bağımsız ve özgür bir şekilde var olmaları gerektiğini savunmuştur. Kadınlar, toplumun her alanında varlık gösterme gücüne sahip olmalıdır. Toplum, kadının emeğini ve bilgisini sadece evde değil, her alanda kullanabilmesi için ona fırsatlar sunmalıdır.
Atatürk, kadınların toplumda eşit haklara sahip olmalarını savunmuş ve bu düşüncelerini hayata geçirecek reformları gerçekleştirmiştir.
Kadınlar her zaman güçlüdür. Ve toplum, onlara bu gücü, fırsatları tanıdıkça daha da güçlenecektir. Unutmayın, bir toplumun gerçek gücü, kadınlarına verdiği değeri ve fırsatlarıyla ölçülür.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |