18. Bölüm

•16•

Yazarasena
yazarasena

İyi okumalar dilerimm ✨️

 

 

Önceki Bölüm Hatırlatma

 

 

Tim, Albay’ın sözlerinden hemen sonra harekete geçer, ekip üyeleri hızlıca hazırlık yapar. Albay ve Kurtuluş Timi ise ekrandan gelen yeni görüntüler üzerine konuşmaya devam ederler.

 

Deli Timi harekât salonundan çıkar çıkmaz harekete geçer. Aybars mermileri kontrol eder, Altay sırt çantasındaki tıbbi ekipmanı düzenler, Can haritaya kısa bir göz atarken, Giray silahını omzuna takar.

 

Devrim,

“Beş dakika içinde helikopterde buluşuyoruz.”

 

Devrim son hazırlıklarını tamamlayıp odanın kapısını kapatmıştı. Albayla kısa bir konuşma yapmış, Deli Timi ise işlerini halletmiş ve çoktan helikopterin yanına gitmişlerdi. Kapıyı kapatıp arkasını dönerken, bir anda bir el kolundan sıkıca yakalayıp kendine doğru çekti.

 

Şok olmuştu. Sarılan kişi, hiç beklemediği biriydi.

 

 

 

🇹🇷Mağaraya Giden Yol🇹🇷

 

(Devrim’den)

 

 

"Ne oluyor lan?!"

 

 

Omzumda bir baş. Kafamı çevirmeye çalıştım ama görüşüm sınırlıydı. Kaskımı hafifçe kaydırdım.

 

 

Sonra o sesi duydum.

Fısıltı gibi ama bıçak gibi tanıdık.

 

 

"Sakin ol Deli... Benim."

 

 

O an donup kaldım.

 

 

"Emre?" dedim, istemsizce.

 

 

Evet... Oydu. Yüzüme baktı, gülümsedi. Her zamanki gibi. Ne eksik, ne fazla.

 

 

Hiçbir şey demedi, sadece sarıldı.

Ben de öylece kaldım bir an, sonra karşılık verdim.

 

 

"Burada ne işin var?" dedim, tam olarak sormam gereken bu muydu, emin değilim.

 

"Sonra," dedi. "Şimdi helikopter seni bekliyor. Dikkatli ol."

 

Başımı salladım. Gözlerimde şaşkınlıkla karışık bir gülümseme vardı.

 

"Sen de dikkat et kendine abi," dedim içtenlikle.

 

Son bir kez baktım ona, sonra hızla helikoptere yöneldim.

 

Helikopterin pervanelerinin gürültüsü kulağımda çınlarken, içimdeki karışık duygularla hareket ettim.

Helikoptere vardım, kapakları açıldı. Timim zaten hazır bekliyordu. “Hadi, hemen binin,” diye emrettim, fazla vakit kaybetmemeliydik.

 

Helikopterin motor sesi kısaldığında, tüm vücudum gerildi. “Tim, dikkat edin,” dedim, kulaklıklarımda sesim yankılandı. “O bölgede birileri olabilir hedefimize sessizce yaklaşmamız lazım. Yavaş hareket ediyoruz.”

 

Helikopterin alçalmasıyla birlikte, herkesin tavırları daha dikkatli hale geldi. Etrafımı süzerken, timin her bir üyesinin sakin ama kesin bir şekilde hareket ettiğini gördüm.

 

İniş gerçekleştiğinde, Can hemen yönümüzü belirledi.

 

“Doğuya doğru, yaklaşık 3 kilometre.”

 

“Anlaşıldı,” dedim, hemen kafamda rota oluştururken. “Dikkatli oluyoruz, bir hata yapma lüksümüz yok. Her adımı hesaplayarak ilerleyeceğiz.”

 

Helikopterin motorları tamamen kesildiğinde, herkesin kendini sessizce hazırladığını görüyordum. Hızla telsizi açtım ve Albay’a bağlanmak için bekledim.

 

“Albayım, beni duyabiliyor musunuz?” dedim ve birkaç saniye sonra Fatih Albay’ın sesi kulaklarımda yankılandı.

 

“Duyuyorum, Devrim”

 

“Drondan herhangi bir hareketlilik gözüküyor mu komutanım?” diye sordum. Her şeyin gözetim altında olması önemliydi.

 

Fatih Albay’ın cevabı hemen geldi.

 

“Şu anlık bir hareket yok, dikkatli olun, her şey kontrol altında.”

 

“Anlaşıldı, Albayım” dedim ve telsizi kapattım.

 

Etrafımda sadece timim vardı ve buradan geri dönmek yoktu. Şimdi ilerlememiz gereken yön belliydi. Bir süre sonra, o fark ettiğim yere ulaştık. Hava aydınlanmaya başlamıştı, ama hala dikkatli olmalıydık. Her şeyin kontrol altına alındığına emin olmadan adım atamayız.

 

“Şu an gözetliyoruz,” dedim, soğukkanlı bir şekilde. “İçeri girmeden önce her şeyi kontrol edeceğiz. Bir şey fark edersek, hemen harekete geçeriz. Şimdi herkes, bir yere yerleşip, iletişim elden bırakmasın. Bir şey gördüğünüz an bana bildireceksiniz.”

 

Tüm tim tek bir ses gibi cevap verdi. “Emredersiniz, komutanım.”

 

 

 

 

Bir Kaç Saat Sonra

 

 

 

Güneş yavaş yavaş dağların arkasına çekilirken, vadinin içinde ağır bir sessizlik hakimdi. Deli Timi, kayalıkların arasında saklanmıştı. Saatlerdir aynı pozisyondalardı. Her biri nefesini kontrol ediyor, gözünü mağaranın gizli girişinden ayırmıyordu.

 

Tam o sırada, mağaranın girişindeki gölgeler kıpırdadı.

 

İki adam çıktı dışarı. Silahlıydılar. Başlarını sağa sola çevirip etrafı kolaçan ettiler. Sessizliklerini bozmadan dikkatlice çevreyi incelediler. Sonra biri, mağaranın içine doğru başını çevirdi ve eliyle işaret yaptı.

"Temiz."

 

Ardından birkaç adam daha mağaradan çıktı. Ama bu sefer, yanlarında biri vardı. Parçalanmış olmasına rağmen üstündekilerinin polis üniforması olduğu zar zor belli oluyordu .

 

(Devrimden)

 

Bir yere doğru yürümeye başlamışlardı. Biz de peşlerinden, mesafeyi hiç bozmadan ilerliyorduk. Fark edilmemek için silahlarımızın dürbünlerinden rahatlıkla görebileceğimiz bir mesafeden daha fazla yaklaşmıyorduk.

 

Yol olsa, belki bir araca binip uzaklaşacaklar diye düşünürdük ama etrafa bakınca böyle bir ihtimalin zerresi bile kalmıyordu.

 

Sadece taş, ağaç ve sessizlikten ibaret bir dağ…

 

Bir saate yakın yürüdükten sonra, dağın yamacında gizlenmiş bir mağaraya ulaşmıştık

Adamın durumu iyi değildi. O yaralarla bu kadar yolu yürümek kolay iş değildi. Şu ana kadar dayanabilmiş olması bile başlı başına bir mucizeydi. Ama fazla sürmezdi, belliydi.

 

Diğerleri de onunla birlikte mağaranın içine girmişti.

İki adam ise nöbetçi olarak geride kaldı.

 

Tam o sırada kulaklıktan Altay’ın sesi duydum,

“Komutan, o adamın durumu iç açıcı değil. Acilen onu oradan çıkarmalıyız.”

 

Devrim,

“Ayrılalım. Üç kişi içeri girecek, iki kişi dışarıdan destek verecek. Herhangi bir durumda kimseyi elimizden kaçırmıyoruz. Kendinize dikkat edin.”

 

“Giray ve Can, benimle geliyorsunuz.”

 

“Altay, Aybars, siz burada kalıyorsunuz.”

 

“Adamı çıkardığımız gibi, ilk müdahale sende Altay. Hazırlıklı ol.”

 

Tim hep bir ağızdan yanıt verdi,

“Emredersiniz, komutanım.”

 

(Yazardan)

 

Devrim, Can ve Giray üçlüsü mağaraya gireli bir saatten fazla olmuştu.

Yaklaşık on beş dakika önce Altay ve Aybars ile iletişim tamamen kesilmişti.

Altay kulaklığı kontrol ederken bir yandan homurdanıyordu.

 

Altay,

“Yok abi yok ne ses var, ne nefes. Tüm frekanslar gitmiş gibi.”

 

Aybars,

“Bir şey oldu içeride. Böyle sessizlik normal değil.”

 

İkisinin de eli silahındaydı. Dikkatleri mağara girişine çevrilmişti ki…

 

Birden mağaranın içinden ayak sesleri geldi.

Aybars otomatik olarak silahını doğrulttu.

 

“Bize mi silah doğrultuyorsunuz lan?” dedi Can, sırıtarak.

 

Devrim önde yürüyordu, sağ koluyla adamı desteklemişti.

Adam yorgunluktan düşecek halde olmasına rağmen, Devrim’in söylediklerine karşılık verip gülüyordu.

Giray da yanda yürüyordu, bir eli cebinde, diğer eli tüfeğinde.

 

Adamın durumu iyi değildi yaraları içler acısıydı ama bilinci hâlâ yerindeydi.

Devrim arada bir yüzüne bakıyor, konuşmasını sağlıyordu.

 

Devrim,

“Altay, hızlı ol.”

 

Altay hiç beklemeden çantasını kaptı ve adama koştu.

Diz çöküp hemen kontrol etmeye başladı.

 

Aybars,

“Komutanım ne oldu içeride? Az daha içeri dalıyorduk. Can’ın sesini duymasak.”

 

Can,

“Özlediniz dimi lan beni, itiraf edin. Sessizlik sizi mahvetmiş.”

 

Giray,

“Can bir 5 dakika sessiz kalamasa ölecek zaten, kesin bilgi.”

 

Altay da başıyla Can, Giray ve Devrim üçlüsünü işaret ederek kendi kendine söyleniyordu.

 

“Şunlara bak ya sinyal kesilir, bağlantı gider biz burda helak olalım, bunlar gülerek ellerini kollarını sallaya sallaya dönsün.”

 

Can ve Giray, sanki sözleşmiş gibi aynı anda savunmaya geçtiler. Tepkileri hızlı, yüz ifadeleri ise ciddiyetle karışıktı.

 

“İçeride sinyal bozucu varsa bu bizim suçumuz mu yani?” diye atıldı Can Giray da hemen ardından, “Aynen öyle, içeride ne var ne yok, önceden bilsek zaten sihirbaz olurduk,” diye homurdandı.

 

Altay ise adamın omzuna pansuman yaparken başını usulca kaldırdı. Yüzünde her zamanki soğukkanlılık vardı. “Evet sizin suçunuz” dedi. Sanki sadece bir kelimeyle herkesi susturacakmış gibi.

 

O an bir sessizlik oldu. Herkes Altay’a döndü. Can hafifçe kaşlarını kaldırdı, gözleriyle “cidden mi?” der gibiydi. Ardından başını hafifçe yana eğip, sevimli ama biraz da yaramaz bir gülümsemeyle konuştu.

 

“Altay Komutanım, işinize odaklanın ve lütfen susun.”

 

Tam o sırada sessizliği bozan bir cızırtı duyuldu. Devrim’in omzundaki telsizden gelen kısa sesin ardından, bir ses yükseldi.

 

“Deli, beni duyuyor musun?”

Fatih Albay’dı bu. Sesi her zamanki gibi sakin ama altında gerilim taşıyordu. O anda tüm timin dikkati bir anda Devrim’e çevrildi.

 

Devrim, telsizi yavaşça eline aldı. Ama konuşmadan önce gözlerini Altay’a, ardından Aybars’a dikti. Bakışları sorgulayıcı, ifadesi ‘şimdi anlatın bakalım’ der gibiydi. Timde herkes bu bakışı bilirdi.

 

Aybars ise bir anlık duraksamadan sonra, dudaklarında o klasik sinsi sırıtışıyla Altay’a doğru eğildi.

 

“Tüh biz o endişeyle Fatih Albayıma da haber vermiştik, değil mi?” dedi, sonra gözlerini kaçırmadan Devrim'e çevirdi.

 

Devrim’in dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı, sonra gözlerini timden çevirip dağlara doğru çevirdi.

 

“Gazamız mübarek olsun o zaman,” diye mırıldandı alaycı bir tonla. Sesi hem kendine, hem timine, hem de telsizden gelen o baskıya bir cevaptı sanki.

 

Giray, ellerini iki yana açıp hafifçe eğildi, abartılı bir ifadeyle sordu.

“Acaba hiç cevap vermesek ne olur ki?”

 

Altay başını hafifçe yana çevirip gülümsedi. O ender görülen, ince, içten gülümsemelerinden biriydi bu.

“Olur mu öyle şey Giray?” dedi, gözlerinde eğlence vardı.

“Cevap verin adama. Bak hâlâ bekliyor.”

 

Telsiz hâlâ sessizdi ama bekleyen bir komutanın baskısı, havayı keskinleştiriyordu. Devrim nihayet başını sallayıp telsizi ağzına kaldırdı. Yüzünde sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi bir ifade vardı; ne Aybars’ın sırıttığını, ne Altay’ın güldüğünü, ne Giray’ın boş yaptığını belli etti. Dingin, soğukkanlı ve alışıldık Devrim tonuyla konuştu.

 

“Buyurun Albayım. Bir şey mi oldu?”

 

Sanki biraz önce telsize birkaç dakika cevap verilmemiş gibi sanki Giray az önce “cevap vermesek ne olur?” dememiş gibi.

 

Devrim’in bu sakinliği, timin içinde kısa bir duraklamaya yol açtı. Herkes birbirine bakıp gülmemek için kendini tuttu.

Can, alçak sesle Giray’a eğildi ve fısıldadı.

“Gerçekten verilen lakabın hakkını veren tek kişi olabilir.”

 

Telsizden bir anda yankılanan gür ses, havadaki tüm esprileri susturdu.

 

“DEVRİM!”

 

Fatih Albay'ın sesi, öyle gürlemişti ki sadece telsizden değil, sanki dağın yamacından doğrudan duyulmuş gibiydi. Tüm tim refleksle toparlandı. Hatta yaralı polis bile kısa bir anlık irkildi.

 

Devrim ise sakindi. Hatta biraz da fazla sakindi. Telsizi ağzına yaklaştırırken yüzüne neredeyse masum bir ifade yerleşti.

 

“Albayım, içeride sinyal bozucu varmış Can da fark edememiş. Yoksa biz böyle bir şey yapmayız normalde, biliyorsunuz.”

 

Cümleyi bitirmesiyle birlikte Can, adını duyduğu anda telaşla Devrim’e doğru yanaştı. Gözleri büyümüştü, sesi biraz panikti.

 

“Ben ne yaptım ya?! Vallahi ne yaptım?”

Omuzlarını kaldırmış, sitemkâr bir şekilde bakıyordu.

 

Telsizden bir iç çekme sesi duyulmuş gibiydi.

 

“Bilmez miyim Devrim, bilmez miyim. Bir görevinizde de telsizler bozuk gibi yapıp ‘gel’ emrine uymamıştınız. Hatırladınız mı?”

 

O an timde bir ‘eyvah’ sessizliği oluştu. Can’ın ağzı açık kalmıştı, Giray usulca gülmemek için yana döndü, Altay başını öne eğdi, Aybars ise bir adım geri çıkmıştı, sorumluluğu başkasına bırakmaya hazır bir edayla.

 

Ama Devrim?

 

Sesinin tonu neredeyse alaycı denilebilecek kadar rahattı.

 

“Aa komutanım Deli Timi öyle bir şey yapmaz. Kurtuluş Timi’yle karıştırdınız sanırım siz bizi.”

 

Bir sessizlik oldu. Telsizden bir süre ses gelmedi.

 

Sonunda Giray fısıldadı.

“Vallahi bu kadın hayatta kalırsa sırf konuşma yeteneği sayesinde kalacak.”

 

Can ise hâlâ oflayıp puflayarak söylendi.

“Benim ne suçum var hâlâ anlamadım. Ben sadece duvarlara baktım ya, resmen duvara suç atıyorlar.”

 

Devrim,

“Neyse komutanım, boşverin ya” dedi iç geçirerek.

“Burada Halit Amir ve polislere dair hiçbir iz yok. İçerideki adamlardan da bir şey çıkmadı, konuşturduk ama bildikleri pek bir şey yok. Napalım?”

 

Sanki sıradan bir rapor verir gibiydi ama ses tonunda gizlenen sabırsızlık dikkatli kulaklara çarpardı.

 

Tam Albay cevap verecekti ki, kapı bir anda sertçe açıldı. Albay postası, nefes nefese içeriye girdi.

 

“Albayım! Polis timi bir yer tespit etmiş! Şüpheli bir bölge! Halit Amir ve üç polisimizin orada olduğu düşünülüyor!” dedi soluksuz.

“Ayrıca çevrede çok sayıda nöbetçi olduğu bilgisi de verildi.”

 

O an tüm oda bir anda dondu. Cümle sanki içeriye bomba gibi düşmüştü.

 

Devrim, bu bilgiyi duyduğu gibi hemen gözleri ciddileşti. Şaka, espri, rahatlık bir anda silindi. Telsizi ağzına çekti.

 

“Albayım uygun görürseniz bir helikopter yollayın. Biz buradan direkt geçelim.”

“Kurtuluş Timi gidemez. Sancak Timi de görevde tek boş tim şu an biziz.”

 

Telsizin diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Albayın karar verdiği belliydi.

 

“Yolluyorum helikopteri, Devrim.”

 

Ardından koordinatları söyledi ve telsiz kapandı.

 

Devrim başını kaldırdı. Gözleri tek tek timi taradı.

“Duydunuz harekete geçiyoruz” dedi sadece.

 

 

Bir süre sonra

 

 

Devrim ve timi, gelen helikopterin pervane sesleri eşliğinde hızla binmişlerdi. Kurtardıkları polis memuru için ayrı bir helikopter gönderilmişti. Önce onu güvenle bindirmişlerdi.

 

Bir süre sonra helikopter, verilen koordinatların biraz uzağına yumuşak bir iniş yaptı.

 

Geldikleri yer önceden fabrika olarak kullanıldığı belli olan devasa bir depoydu ve dışarıda gözle görülür şekilde çok sayıda silahlı adam vardı.

 

Can gözlerini kısmış adamlara bakıyordu.

 

“Komutanım çok sayıda dediklerinde ben bu kadar olacağını düşünmemiştim. Bu ne be? Bedava bir şeyler mi dağıtılıyor içeride?”

 

Giray, gözünü dürbünden ayırmadan gülümsedi.

“Aralarına bir bomba mı atsak, ne yapsak?”

 

Altay hemen tepki verdi.

“He salak, biz bombayı atalım, onlar da Halit Amir'le polislere atsın, değil mi?”

 

Aybars kısık sesle araya girdi.

“Susturucu taksak silahlara, öyle tek tek indirsek daha mantıklı aslında ama çok hızlı olmamız gerekir.”

 

Can yerinde hafifçe kımıldayıp göz devirdi.

“Bizde mantık mı arıyorsun? Ben Giray'ıma katılıyorum, bomba atalım.”

 

Devrim kısa bir kahkaha attı, ama sesi bastırılmıştı.

“İçerde esirler olmasa, bomba gerçekten eğlenceli olurdu.”

 

Altay şaşırmış gibi dönüp baktı.

“Siz de mi Komutanım ya?”

 

Devrim göz kırptı.

“Beğenemedin mi aslanım?”

 

Sonra tekrar ciddi bir ifadeyle devam etti.

“Susturucularla sessiz ve hızlı bir şekilde indireceğiz hepsini. Başka çare yok. Kılık değiştirsek bile içeri girecek bir sebebimiz yok şüpheli görünürüz. Herkes hazırlansın, başlıyoruz.”

 

Timin içindeki hareketlilik bir anda disipline dönüştü. Sessizce susturucular takıldı. Mermiler kontrol edildi.

 

Devrim son kez yere çömeldi. Gözünü dürbüne dayadı. Etrafı kontrol etti.

 

Sonra sadece tek bir kelime çıktı dudaklarından.

“İndir.”

 

Tüm tim, on beş dakikaya kalmadan dışarıyı temizlemişti. Aybars, silahını indirip çevreyi kolaçan etti. Gözleri binanın girişine takıldı. Sonra başını hafifçe Devrim’e çevirip sordu.

 

“Komutanım,” dedi sessiz ama net bir sesle. “Şimdi ne yapıyoruz? İçeride ne var, ne yok belli değil.”

 

Devrim, gözlerini binadan ayırmadan cevap verdi.

“En mantıklısı şu geberttiklerimizin kıyafetlerini giyip içeri sızmak. Ne döndüğünü ancak öyle anlayabiliriz.”

 

Altay hemen atıldı. “Kimler giriyor içeriye?”

 

Giray, durum değerlendirmesi yapar gibi etrafa baktı, sonra kaşlarını çattı.

“Komutanım, gördüğümüz kadarıyla korumaların hepsi erkek. Siz içeri girerseniz kıyafetle bile fark edilir. Dikkat çekeriz.”

Sonra Altay’a dönüp ekledi.

“Altay komutanım sıhhiyeci. İçeride çatışma çıkarsa önceliği belli.”

Göz ucuyla Can’a baktı, sırıtarak.

“Can zaten çömez daha,” dedi alayla.

 

Can gözlerini devirdi.

“Beni zorbalamasana Girayım,” dedi homurdanarak. “Gerekirse takla ata ata girerim!”

 

Gülüşmeler kısa sürdü. Aybars araya girdi.

“O zaman ben ve Giray giriyoruz.”

 

Devrim başını salladı.

“Biz burada tetikteyiz. Kulaklıklarınız hep açık olsun dikkatli olun.”

 

İçeri girdiklerinde bekledikleri kadar adam yoktu. Dış güvenliğe ağırlık verilmişti anlaşılan. Geriye sadece içerideki az sayıda militan kalmıştı.

 

Tam o sırada kulaklıkta Aybars’ın sesi duyuldu.

“Komutanım, içeridekilerden ikisi dışarı çıkıyor.”

 

Devrim, kısa ve kesin bir tonla cevapladı.

“Hallediyoruz.”

 

İki tane adam hiçbir şeyden habersiz dışarı çıktıklarında daha şaşırmaya fırsat bulamadan Deli Timi’nin kurşunlarıyla yere serildiler. Sessiz, hızlı, kusursuz bir infazdı.

 

Aybars ve Giray, büyük deponun karanlık koridorlarında sessiz adımlarla ilerliyordu. Her detay dikkatle süzülüyordu; duvarların çatlakları, eski demir kapıların yerleşimi, pencerelerden süzülen solgun ışık… Aybars her odayı gözleriyle işaretliyor, hafızasına kazıyordu.

 

Koridorun sonunda, loş ışıkla aydınlanan bir odanın önüne geldiklerinde içeriden belli belirsiz fısıltılar yükseldi. Aybars, bir an durdu, dudaklarına parmağını götürerek Giray’a sessizlik işareti yaptı.

 

İki gölge, kapının hemen yanında mevzilendi. Oda içindeki konuşmalar şimdi daha net duyuluyordu.

 

“Askerlerin bizi bulması an meselesi.”

 

“Onlar buraya varmadan şu polisleri konuşturabilsek iyi olur.”

 

“Kaç gündür buradalar. Konuşacak olsalar çoktan konuşurlardı.”

 

“Bugün yine patron girmiş yanlarına. Sert davranmış ama sonuç yokmuş. Hiçbiri ağzını açmamış.”

 

“İçlerinden biri gözümün içine baktı. Sanki ölmek umurunda bile değil gibiydi.”

 

“Patron her zamanki gibi huzursuzmuş. Böyle giderse, yaşatmayacak kimseyi.”

 

Giray, gözünü kapıdan ayırmadan eğilip fısıldadı.

“Duydun değil mi? Halit Amir ve polislerden söz ediyorlar. Buradalar, içeride olmalılar. Hemen dışarıya bilgi geçmeliyiz.”

 

Aybars çevreyi bir kez daha taradı. Sessizliği bozmadan kulaklığına yöneldi, soğukkanlı sesi telsiz hattına düştü.

“Komutanım, depoyu incelerken içeriden gelen bir konuşmaya kulak verdik. Patron, polisleri hâlâ konuşturamamış. Büyük ihtimalle aradığımız kişiler burada.”

 

Kısa bir sessizlik oldu. Ardından Devrim Balkan’ın tok ve keskin sesi kulaklıkta yankılandı.

“Halit Amir ve polislerin yerini netleştirin. Kesinleşmeden hiçbir müdahale etmiyoruz.”

 

Aybars kısa bir baş hareketiyle onayı aldı.

“Anlaşıldı Komutanım.” dedi gözünü kapıdan ayırmadan.

 

Aybars, kulaklıktan gelen Devrim Komutan’ın sesi kesildikten sonra etrafı bir kez daha gözden geçirdi. Göz ucuyla Giray’a baktı, sonra alçak bir sesle fısıldadı.

 

“Adamların arasına karışalım. Belki ağızlarından bir şey kaçırırlar.”

 

Giray başını hafifçe salladı. İkili, kontrollü adımlarla karanlık köşelerden sıyrılıp birkaç adamın bulunduğu açık bir bölgeye yöneldiler. Deponun o kısmında bir grup terörist, dağınık şekilde ayakta duruyordu. Kimileri silahlarını temizliyor, kimileri aralarında sessizce konuşuyordu. Aybars ve Giray, sanki ekibin bir parçasıymış gibi aralarına karıştı.

 

O sırada, boğuk ama otoriter bir ses içeriden yankılandı. Sesin tonu, içeride kimin hüküm sürdüğünü açıkça belli ediyordu.

 

“Birkaçınız gidin ve şu polisleri tekrar yoklayın. Gıklarını çıkarmıyorlar diye rahat edeceklerini mi sandılar!”

 

Adamlar başlarını sesin geldiği yöne çevirdi. Birkaç saniye sonra patronun sağ kolu olduğu belli olan, yapılı ve sert bakışlı bir adam dışarı çıktı. Kalabalığın içinde dolaşırken gözlerini kısarak adamları süzdü. Sonra eliyle birini, ardından diğerini işaret etti. Sonunda gözleri Aybars’a geldi ve onu da seçti.

 

Aybars bir anlık duraksamayla Giray’a dönüp hafifçe göz kırptı.

 

Giray hiçbir şey belli etmeden göz temasını sürdürdü. Aybars ise tereddütsüz bir şekilde seçilen diğer adamlarla birlikte patronun sağ kolunun peşine düştü. Koridorun derinliklerine, polislerin tutulduğu o karanlık bölgeye doğru ilerlemeye başladılar.

 

Koridorun içleri gittikçe daha karanlık ve soğuk bir hâl alıyordu. Aybars, sağ kolun peşinden ilerlerken her ayrıntıyı aklına kazıyordu.. Gözleri her detayı kaydediyor, zihni ise sürekli plan üretiyordu.

 

Grup dar bir kapının önünde durdu. Kapının ardında içeri sızan hafif bir mum ışığı dışında görünür bir şey yoktu. Patronun sağ kolu olan adam, sert bir hareketle kapıyı açtı ve içeriyi işaret etti.

 

“Girip biraz ilgilenin. Belki bu sefer konuşurlar.”

 

Aybars, diğerleriyle birlikte odaya girdiğinde içerideki esirleri süzdü. Gözleri hızla çevrede gezindi ve sonunda duvar dibinde, bağlı halde duran adama takıldı. Göz göze geldiler.

 

Halit Amir’in yüzünde bir anlık duraksama oldu.

 

Gözleri Aybars’ın yüzünde birkaç saniye kilitlendi. Şaşkınlık barizdi. Ama bu şaşkınlık ne sözle dile geldi, ne bir mimikle belli oldu. Yalnızca bakışlarında gizliydi. Yılların tecrübesi, acısı ve disipliniyle, duygusunu anında kontrol altına aldı. Başını başka bir yöne çevirdi, hiç tanımıyormuş gibi.

 

Yaklaşık yarım saat geçmişti.

 

Kapı açıldı ve içeriden ilk çıkan Aybars oldu. Omuzlarını dik tutarak birkaç adım ilerledi. Gözleri hemen kalabalığın arasındaki Giray’ı buldu.

 

Giray, birkaç adamla kahkahalı bir sohbetin ortasındaydı. Eğilmiş, biriyle omuz omuza vermiş, diğerinin sırtına dostça dokunuyordu. Gülüyormuş gibi yaparken bir yandan da dikkatle etrafı süzüyordu. Aybars, doğrudan ona yöneldi.

 

Giray onu fark eder etmez hafifçe başını kaldırdı, bakışlarıyla “Anlat” der gibi bir soru sordu.

 

Aybars, yalnızca başını salladı.

 

Ne bir kelime etti ne de yüz ifadesini bozdu. Sadece Giray’ın önünde hafifçe durdu, sonra yanına geçip kalabalıkla arasına karıştı.

 

Kalabalığın arasında görünmeden, kulaklığının mikrofonunu hafifçe yana çeviren Giray, düşük sesle konuştu.

 

“Komutanım, yerlerini netleştirdik. Halit Amir ve polisler, içerideler. Adam sayısı az ama sıkıntı olabilir yinede.”

 

Kısa bir sessizlik oldu.

 

Sonra Devrim’in o tok, güven veren sesi kulaklıkta yankılandı.

 

“İçerideki adamların sayısı az bile olsa, gebermezlerse ayağımıza dolanırlar. Biz de içeri giriyoruz.”

 

Giray ve Aybars, aynı anda kısa bir baş hareketiyle birbirlerine baktılar. Görev yeni başlıyordu. Gerçek çatışma, artık bir adım ötelerindeydi.

 

Devrim, Can ve Altay üzerlerindeki kıyafetleri düzeltip son kez birbirlerine baktılar. Kapıdan içeri girdiklerinde içerideki uğultu arasında dikkat çekmeden ilerlediler. Devrim’in gözleri anında Aybars’ı buldu duvar kenarındaki bir grup adamın arasında sessizce durmuş, etrafı izliyordu. Hemen yanında da Giray, bir başka grupla sanki eski dostmuş gibi kahkahalar atıyordu. Her biri rolüne öyle sıkı tutunmuştu ki, gerçeği bilen biri bile şüpheye düşebilirdi.

 

Devrim başını hafifçe eğerek onlara sinyal verdi. Aybars hemen anladı. Göz göze geldikleri an, operasyon başlamıştı.

 

Herkes görünmez yerlere doğru kaydı. Koridorlar dar, ışık azdı ama onlar karanlığı severdi. Sessizce hareket ediyorlardı.

 

Boğaz kesen bıçak sesleri, yere düşen bedenlerin kısık iniltileri, susturuculu silahlarla alınan nefesler… Tüm mekan bir mezarlığa dönüşürken kimse ne olduğunu fark etmemişti.

 

Yalnızca birkaç dakika içinde içerideki adamların neredeyse tamamı etkisiz hale getirilmişti.

 

Deli Timi hemen gidip polisleri çözüp dışarıya çıkarmaya başladılar. Ta ki, yerde yatan adamlardan biri, henüz bilincini tamamen kaybetmemişken elinde kanla kaplı silahını yavaşça kaldırıp, kendine en yakın kişiye doğrultana kadar.

 

Silahın namlusu Halit Amiri’i hedefliyordu.

 

Ve o anda patlayan mermi sesi, tüm odayı birden dondurdu. Gözler o yöne çevrildiğinde ise kimsenin beklemediği bir manzara vardı.

 

 

Uzun zamandır bölüm paylaşamadım, kusura bakmayın. Okul ve sınavlar derken kendime bile yeterince vakit ayıramadım. Bu yüzden hatamı telafi etmek için bu sefer uzun bir bölüm hazırladım. Aslında iki kısa bölüm olarak paylaşmayı planlıyordum ama sonra dedim ki, iki bölümden daha uzun tek bir bölüm olsun. Umarım beğenmişsinizdir. 🤍

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.06.2025 16:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...