19. Bölüm

•17•

Yazarasena
yazarasena

İyi okumalar dilerimm ✨️

 

Diğer Bölümden Hatırlatma

 

Boğaz kesen bıçak sesleri, yere düşen bedenlerin kısık iniltileri, susturuculu silahlarla alınan nefesler… Tüm mekan bir mezarlığa dönüşürken kimse ne olduğunu fark etmemişti.

 

Yalnızca birkaç dakika içinde içerideki adamların neredeyse tamamı etkisiz hale getirilmişti.

 

Deli Timi hemen gidip polisleri çözüp dışarıya çıkarmaya başladılar. Ta ki, yerde yatan adamlardan biri, henüz bilincini tamamen kaybetmemişken elinde kanla kaplı silahını yavaşça kaldırıp, kendine en yakın kişiye doğrultana kadar.

 

Silahın namlusu Halit Amiri’i hedefliyordu.

 

Ve o anda patlayan mermi sesi, tüm odayı birden dondurdu. Gözler o yöne çevrildiğinde ise kimsenin beklemediği bir manzara vardı.

 

🇹🇷Aile🇹🇷

 

O an...

Tüm sesler gitti. Dünya sustu.

Tek bir şey duydum: Bir silah sesi ve ardından Giray’ın acı dolu haykırışı.

 

“GİRAY!” diye bağırdım, ciğerim sökülürcesine.

 

Giray sendeledi. Vurulmuştu. Gözümün önünde.

Kahretsin! Gözümün önünde...

Omzunu tutuyordu ama ayakta kalmaya çalışıyordu. Göz göze geldik kanlar içindeydi ama hâlâ dimdik duruyordu, inatla.

 

Saniyeler içinde yanına koştum. Altay da aynı anda dibine çöktü, elini hemen Giray’ın omzuna bastırdı. Kan hızla akıyordu.

Altay’ın gözleri hızla yaranın çevresini taradı. Yüzü ciddileşti.

 

“Mermi içeride. Şu an durumu kritik değil ama vakit kaybedemeyiz,” dedi net bir sesle.

 

Telsizi elime aldım.

“Komutanım! Giray vuruldu. Hayati tehlikesi yok ama yine de acele etmeliyiz!”

 

Tam o an arkamdan gelen bir iniltiyle başımı çevirdim.

O şerefsiz yaşıyordu.

 

Silahımı doğrulttum ve tetiğe bastım.

Hiç tereddüt etmeden.

 

Onun kafası yere düşerken, sanki içimde bir şey de sustu.

Boğazımdaki düğüm hafifledi.

 

Yeniden Giray’ın yanına döndüm.

“Dayanabilirsin, değil mi?”

 

Giray, yüzünü buruşturup hafifçe gülümsedi.

“Omzumu deldiler diye ağlayacak değilim.”

 

Can, Giray’ın kolunu omzuna aldı.

“Yavaş,” dedi kısık sesle. “Daha helikoptere bineceğiz, bayılmak yok.”

 

Giray, yüzünü buruşturarak gülümsedi.

“Ben bayılsam da sen taşırsın zaten.”

 

Can başını iki yana sallayıp gülümseyerek onu dışarı çıkardı.

 

İçeride Altay ve Aybars, yaralı üç polisi destekleyerek tek tek ayağa kaldırdı.

Koordineli şekilde, hiç konuşmadan, sırayla dışarı çıkardılar.

 

Aybars, Halit Amir’in yanına geldi. Sessizce koluna girdi ve birlikte yürümeye başladılar.

 

O sırada Devrim, elleri bağlı olan adamı (patronu) kolundan sıkıca kavramıştı.

Onu sertçe önüne kattı.

“Yürü,” dedi soğuk bir ses tonuyla. “Sonun bu kapıdan çıkınca başlıyor.”

 

Adam itiraz edecek gibi oldu ama Devrim yüzüne bile bakmadan silahı hafifçe doğrulttu.

Kıpırdamadı bir daha.

 

Devrim, diğerlerinin arkasından, silahı elinde, adamı sürükler gibi dışarı çıkardı.

 

Dışarıya çıktıklarında Devrim, hemen telsizi çıkardı.

Gözleri çevreyi tararken düğmeye bastı.

“Komutanım, polisler ve Halit Amir yanımızdalar.”

 

Telsizden birkaç saniyelik bir sessizlik geldi, ardından Albay Fatih Gök’ün sesi duyuldu.

“Yaralı durumu”

 

Devrim göz ucuyla Altay’a baktı.

Altay, o sırada Giray’ın omzundaki yarayı temizliyor, pansuman malzemelerini hızla kullanıyordu.

Bir yandan da Giray’la göz teması kuruyor, onun bilincini açık tutuyordu.

 

Devrim tekrar telsize döndü.

“Giray omzundan vuruldu ama durumu stabil. Diğerlerinde hayati tehlike yok. Çoğu darbe, morluk.”

 

Albayın sesi tekrar geldi.

“Helikopter yolda. Dakikalar içinde orada olur.”

 

Telsizden bir cızırtı duyuldu ve bağlantı sonlandı.

 

Bir süre sonra

 

Helikopterin sesi belli belirsizdi. Gökyüzüne bakan bakışlar, yavaş yavaş yere dönmeye başlamıştı.

 

Halit Amir, sessizliği bozdu. Yorgun sesiyle yanındaki Devrim’e döndü.

 

“Bir bilginiz var mı Neşe sağ salim geldi değil mi? Onu görmesinler diye çok uğraştık.”

 

Devrim başını hafifçe salladı.

“Biz göreve çıktığımızda daha yoldaydı. Karargâha ulaşmamıştı. Fatih Albaya sorduk, Atalay'la birlikte demişti. Ama benden söylemesi, yokluğunuzda ayakta zor duruyormuş. Öyle duydum.”

 

Halit Amir küçük bir kahkaha attı.

“Atalay duyunca ne yaptı? ‘Ben de geleceğim’ diye tutturmamıştır inşallah.”

 

O an Can, hızlıca başını çevirip Halit Amir’e döndü.

Heyecanla konuşmaya başladı.

 

“Bağıracak gibiydi, kendini zor tuttu. Hele bir de göreve gitmelerine izin verilmedi ya… Kapıyı öyle bir çarpıp çıktı ki, görmeniz lazımdı. Devrim Komutanım peşinden gitti, konuştu. En son gördüğümüzde üstündeki sinir biraz geçmiş gibiydi.”

 

Can sustuğunda, Halit Amir gözlerini Devrim’e çevirdi.

Bakışı uzun sürmüştü ama Devrim fark etmemişti o bakışları.

 

Halit Amir’in gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir sorgu vardı. Çünkü Atalay öyle kolay kolay sakinleşen biri değildi. Sinirlenince yanına yaklaşmak bile zordu. Yaklaşsa bile, krize benzer bir öfkeyle baş başa kalırdı. Çocukluğundan beri süren bir şeydi bu. Gitmedikleri psikolog kalmamıştı ama hiçbir zaman geçmemişti.

 

Atalay, duygularını içine atardı. Sosyaldi, konuşkandı ama konu kendi hisleri olunca kapı duvar kesilirdi. Tek dışa vuran duygusu öfkesiydi.

 

“Yoksa”

Derin bir nefes aldı.

“Yoksa Atalay Devrim’i…”

 

Kafasını hafifçe iki yana salladı. Emin olamıyordu. Açık bir şey yoktu ortada. Ama bu kadar kolay sakinleşmesi Atalay için sıradan şeyler değildi.

 

“Gittiğimde bunu Neşe’ye anlatmalıyım. Atalay’a da sorarım, bir şekilde öğrenmeliyim.” diye geçirdi içinden.

 

Yine de kalbinin içinde dönen o sezgiye tam teslim olmak istemedi.

Her şeyin zamanı vardı.

 

Son bir kez gökyüzüne baktı. Helikopter artık görünüyordu.

 

“Hayırlısı” diye geçirdi içinden.

Ama ilk defa o kelimenin içinde gerçek bir merak, belki de hafif bir tebessüm gizliydi.

 

(Atalay’dan)

 

Bir gelişme olup olmadığını öğrenmek için Fatih Albay’ın odasına gelmiştim. İçeri girdiğimde, telsizden Devrim’in sesi geliyordu.

"Yanımızdalar" diyordu.

Bana verdiği sözü tutmuştu. Babamı sağ salim getireceğini söylemişti ve yapmıştı.

Gözlerim dolmuştu, ama hemen kendimi toparlayıp annemin yanına gittim. Timim zaten oradaydı.

 

Babamın bulunduğunu söylediğimde, annemin gözleri o kadar mutlu olmuştu ki ama sonra birden bir şey aklına gelmiş gibi gözlerini gözlerime dikip sordu.

"Yarası var mı? Atalay, iyi mi? Kocam iyi mi?"

Gülümseyerek, "İyi annem, merak etme. Sadece morluklar varmış onlara da senin ellerin değerse hemen geçer zaten," dedim.

O an, annem bir anda bana sarılıp ağlamaya başladı. Hıçkırıklarının arasında, "İyi ki varsın, iyi ki benim oğlumsun," diyordu.

Bana sarılmaya devam ederken, arkasını döndü ve timime, "Ne bekliyorsunuz orada, siz de gelin," dedi.

 

Herkes sırayla ona sarılırken kapı tıklanmış ve içeri Albay Postası girmişti.

"Helikopter beş-altı dakikaya burada olur, Albayım, sizi de çağırdı," dedi.

Annem bunu duyduğu gibi odadan hemen fırlamıştı tabi.

 

(Devrim’den)

 

Sonunda karargâha yaklaşıyorduk.

Yorgunduk hem de fazlasıyla ama buna değmişti.

 

Helikopter alçalırken aşağıya baktım.

Neşe Hanım, Fatih Albay, Kurtuluş Timi ve Atalay bizi bekliyorlardı.

Yüzlerindeki gergin ifade, helikopter iner inmez bir nebze de olsa dağıldı.

 

Helikopterin kapısı açıldığı anda önce polisleri ve Halit Amir’i indirdik.

Deli Timi olarak hemen ardından biz sırayla dışarı çıktık.

 

Albay, önce Halit Amir ve polislerle konuştu. Onların durumu hakkında bilgi aldı.

Sonra doğrudan yanımıza geldi.

Her birimizin yüzüne tek tek baktı.

Gururluydu, yorgundu ama huzurluydu.

Kısa birkaç cümleyle teşekkür etti ve ardından çekildi.

 

Halit Amir ve polislerle olan konuşmasını bitiren Atalay ve Kurtuluş Timi de o sırada yanımıza yaklaşmıştı.

Tam o sırada revirden doktorlar geldiler.

Polislerin ve Halit Amir’in revire gitmesine destek oldular.

 

Neşe Hanım, Atalay’a dönerek,

“Zaten doğrudan senin evine geçeceğiz, ararım öyle gelirsin,” dedi.

Ve ardından bize döndü, tüm Deli Timi’ne.

“Teşekkür ederim hepinize.”

 

Biz orada, ayakta yüzümüzde yorgun ama mutlu bir ifadeyle, birbirimize sessizce baktık.

Görev tamamlanmıştı.

 

Sonrasında Kurtuluş Timi’ne ve Atalay’a dönerek.

“Biz de ekipmanları bi bırakalım. Sonra hemen eve geçeriz zaten,” dedi.

 

Herkes başını sallayarak dağıldı.

 

Devrim, ekipmanları bıraktıktan sonra timine doğru döndü.

Elindeki klasör dolusu evraka, dosyalara ve USB’lere bakarak konuştu.

 

“Ben şimdi Albay’a görev raporunu vereceğim. Bir de şu bulduğumuz evrakları ileteceğim. Siz gidin, ben arkanızdan gelirim.”

 

Tim başıyla onayladı.

Devrim, içeri dönüp Fatih Albay’la kısa ama detaylı bir görüşme yaptı ve izin isteyip çıktı.

 

Karargâhın bahçesinden geçerken gözleri otomatik olarak o geceyi düşündü.

Atalay’ın babasının esir alındığını öğrendiği gece.

Geceyi yutmuş karanlığın ortasında, yalnızca bir bankın ucunda oturan bir adam vardı o zaman orada.

 

Ve üstünde yine aynı adam...

Ama bu kez sadece sessizce sigara içiyordu.

 

Devrim, ayaklarına söz geçiremedi.

Hiçbir şey söylemeden yürüdü o bankın yanına kadar.

Atalay, ayak seslerini duyduğunda başını kaldırdı.

Bakışları buluştu.

 

“Oturabilir miyim?” diye sordu sessizce.

 

Atalay başını kaldırmadan yana kaydı.

“Gel.”

 

Devrim oturdu. İkisi de bir süre sessiz kaldı. Rüzgar ağaçların yapraklarını kıpırdatıyor, gecenin serinliği tenlerine işliyordu.

 

Tam Devrim bir şey söylemek üzere ağzını açmıştı ki Atalay ondan önce davrandı.

 

“Teşekkür ederim, Devrim sözünü tuttuğun için.”

 

Devrim derin bir nefes aldı. İçten ve sade bir sesle yanıtladı.

“Her zaman.”

 

O kelimeyi öyle söyledi ki, Atalay başını çevirip ona baktı. Devrim'in yüzündeki yorgun ama huzurlu ifade, geceyi biraz daha yumuşattı.

 

Devrim hafifçe gülümsedi.

“Binbaşım.”

 

Atalay da başını eğdi. Hafif bir tebessümle karşılık verdi.

“Efendim, binbaşım?”

 

Devrim, başıyla karargah kapısına işaret etti.

 

“Fark ettiniz mi bilmiyorum ama. Kapının arkasından bize bakan iki kişi var.”

 

Atalay merakla başını çevirdi. O an kapının arkasında görünmediklerini sanan ikiliyi gördü; annesi ve babası.

 

Göz göze gelir gelmez onlar hemen içeriye kaçar gibi girdiler. Atalay’ın yüz ifadesi tarifsizdi; mahcuplukla karışık bir şaşkınlık, biraz panik, biraz da utanma. Devrim o yüzü görünce tutamadı kendini, hafifçe güldü. Kahkahası sessizliği bozdu. Atalay ona döndüğünde, Devrim’in gülüşüne baktı… Sanki zaman yavaşlamıştı o anda. Birkaç saniye hiçbir şey konuşulmadı.

 

Atalay, kafasının içindeki düşüncelerle boğuşuyordu. O gülüş ona huzur gibi gelmişti ve fark etmeden dalıp gitti.

 

Ama o anı telefon sesi böldü.

 

Atalay irkilerek cebinden telefonunu çıkardı. Arayan annesiydi.

 

“Efendim anne?”

“Atalay oğlum, biz eve geçiyoruz.”

“Eve gittiğinizi fark ettik anne geliyorum bende.”

 

Telefonu kapatırken ayağa kalktı. Devrim’e döndü.

 

“Ben geçeyim eve artık.”

“Git sen bende birazdan kalkarım” dedi Devrim.

İkisi de hafifçe gülümsedi. Atalay evine doğru yürürken Devrim arkasından baktı.

 

Tam o sırada telefon çaldığında Devrim, ekrana baktı. Gülümseyerek açtı. Karşıdan Emre’nin tanıdık sesi duyuldu.

 

“Duyduğuma göre birileri görevden dönmüş. Ama beni arama zahmetine bile girmemiş?”

 

Devrim hafifçe kaşlarını kaldırdı, sesiyle alaycı bir hava kattı.

 

“Ben seni unuttum lan neden geldin harbi sen?”

 

Emre, sahte bir sitemle söylendi.

 

“Gelmese miydim Binbaşım? Alınıyorum ama.”

 

Devrim başını salladı, hafif bir tebessümle cevap verdi.

 

“Onu demek istemediğimi gayet iyi biliyorsun. Dökül çabuk.”

 

“Tamam be! Babamın tayini buraya çıktı. Biz de ailecek mükemmel insanlar olarak hepimiz burada çalışma kararı aldık, canım kardeşim.”

 

“Şaka yapıyorsan kendine mezar yeri beğen Emrecim.”

 

O anda telefonda arkadan babalarının sesi duyuldu, sesi gür ve keyifliydi.

 

“İşte benim kızım! Nasıl da tehdit ediyor aynı ben!”

 

Hemen ardından Bora’nın sesi karıştı konuşmaya.

 

“Neresi sen ya? Asıl aynı ben! Hık demiş burnumdan düşmüş resmen!”

 

Devrim ve Emre aynı anda kahkaha attılar.

 

Devrim gülerek konuştu.

 

“Tamam tamam, benim için kavga etmeyin.”

 

Emre fırsatı kaçırmadı, lafı yapıştırdı.

 

“İndir kız o götünü, havaya kalkmaya başlamış.”

 

Devrim kahkaha attıktan sonra cevap verdi.

 

“Sanane lan benim götümden?”

 

Yine babalarının sesi araya karıştı.

 

“Emre, yorma benim biriciğimi. Sus azıcık, kız görevden yeni geldi zaten. Uyusun biraz yarın bol bol görüşürsünüz.”

 

Emre babasına hemen hak verdi.

 

“Babam çok haklı hemen yatağa, çabuk!”

 

Devrim hafifçe gözlerini devirdi ama gülüyordu.

 

“Peki anne.”

 

Emre gülerken konuştu.

 

“Hadi hadi, gülme de uyu. Kapatıyorum ben.”

 

“Tamam iyi geceler.”

 

“Sana da biricik komutanım.”

 

Telefon kapandığında Devrim’in yüzünde hala o içten gülümseme vardı. Görevin yorgunluğu bir anlığına bile olsa gitmişti üstünden.

 

•Gece yarısı•

 

Gece yarısıydı. Atalay balkonda oturuyordu. Evde herkesin uyuduğunu sanıyor, sessizliğin içinde kendi düşüncelerine dalmıştı. Soğuk havada derin nefesler alıyor, karanlığın içinde kayboluyordu.

 

O an kapı yavaşça açıldı. Halit Amir, oğlunun yanına geldi. Ceketinin cebine ellerini sokmuş, onun yanında sessizce durmuştu bir süre.

 

“Anneni ilk gördüğümde yine böyle bir geceydi,” dedi Halit Amir, gözlerini karşıdaki boş sokağa dikmişti.

“Karakola yeni tayin olmuştum. O da oraya ziyarete gelmişti. Bir akrabasını arıyordu sanırım tam o an göz göze geldik ve bir şey oldu.”

 

Atalay kaşlarını çattı, gülümsemeden edemedi.

 

“Baba, bunu bana neden anlatıyorsun?”

 

“Anlatmam lazım,” dedi Halit Amir hafifçe gülerek. “Çünkü senin de gözlerin bu akşam birine öyle bakıyordu.”

 

Atalay hemen araya girdi.

 

“Hayır o başka. Devrim sadece—”

 

“Sadece bir asker mi?” diye böldü onu babası. “Sadece bir komutan? Sadece görev arkadaşı mı?”

 

Atalay cevap veremedi.

 

Halit Amir gülümsedi.

 

“Ben de öyle dedim başta. ‘Sadece tesadüfen gördüğüm biri’ dedim. Sonra onun gülüşünü başka kimsenin gülüşüyle kıyaslamadığımı fark ettim. Sustuğumda aklımda hep onun sesi oluyordu.”

 

Bir süre sessizlik oldu.

 

“Bugün Devrim yanına geldiğinde sanki bir şeylerin yerine oturduğunu gördüm sende.”

 

Atalay hafifçe başını eğdi. Gözleri yerde bir şey arıyormuş gibiydi.

 

“Askeriz biz yarına çıkacağımızın garantisi yok. Ben bu duyguyu yaşamamalıyım belki de.”

 

Halit Amir başını salladı.

 

“Anneni ilk gördüğümde, ben de böyle düşündüm. Ama bir şeyi unuttum. Güçlü olmak, duygusuz olmak demek değil. Aksine seven adam, savaşta daha az korkar. Çünkü döneceği biri vardır. Onu ayakta tutan bir neden hep olur.”

 

Çayından son bir yudum aldı, sonra ayağa kalktı.

 

“O kızı kaçırırsan, sadece bir sevdayı değil belki de kendinin en iyi halini kaybedersin. Çünkü ben seni onun yanındayken, ilk defa gerçekten ‘tam’ gördüm.”

 

Omzuna hafifçe vurdu. Gülümsedi.

 

“Sadece biraz düşün. Kalbinin sesini kısarsan, bir gün çığlığa döner. Ben yaşadım, bilirim.”

 

Atalay hiçbir şey söylemeden odasına yürüdü ama o gece sabaha kadar dönüp durdu yatağında.

 

Sabahın ilk ışıkları yavaşça uyanmaya başlamıştı. Sessizlik hâkimdi. Atalay uyuyamiyacağını anlayınca yataktan kalktı, giyindi. Ayakkabılarının sesini bastırmak istercesine yavaşça yürüdü. Herkes hâlâ uyuyordu. Kimseye haber vermeden, usulca dış kapıdan çıktı.

 

Hava serindi. Tanıdık bir rüzgâr saçlarını savurdu. Ayakları istemsizce aynı yere götürdü onu. Karargâhın bahçesindeki o bank… Dün gece Devrim’le konuştuğu yer.

 

Ama yine yalnız değildi.

 

Bank, görüş açısına girdiği anda onu gördü.

Devrim oradaydı.

 

Üzerinde gri tişörtü ve kamuflaj pantolonu vardı. Saçları dağınıktı. Bir eli dizine dayanmış, diğeri sigarayı tutuyordu. Duman, sabah havasına karışırken yüzündeki yorgunluk çoktan yerini düşünceli bir ifadeye bırakmıştı.

 

Atalay yaklaşırken biraz yavaşladı ama sonra seslendi.

 

“Erkencisin.”

 

Devrim başını çevirip ona baktı. Hafifçe gülümsedi.

“Uyuyamadım.”

 

“Ben de.”

 

Atalay, onun yanına oturdu. İkisi de kısa bir süre konuşmadan oturdular.

Bir sigara daha yaktı Devrim, paketi uzattı.

Atalay başını salladı.

“Şehit olmak isterken sigaradan ölürüm diye korkuyorum.”

 

Devrim güldü.

“Ben de bırakamıyorum diye korkuyorum.”

 

Atalay kollarını dizlerine dayadı.

“Dün gece çok düşündüm.”

 

“Ne hakkında?”

 

“Bazı şeylerin insanın gözünün önünde olduğunu ama kendisinin fark etmediğini.”

Bir an duraksadı. “Ya da fark etmek istemediğini.”

 

Devrim göz ucuyla ona baktı ama sustu. Atalay devam etti.

 

“Bazen biri gelir, hayatının ortasına oturur. Sen onun orada ne kadar duracağını bilemezsin ama farkında olmadan... alışmışsındır bile. Sessizliğine, bakışına, gülüşüne.”

 

Devrim’in yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı.

“Bu sabah fazla şiirselsin.”

 

“Belki de uykusuzluktandır.”

 

Bir süre ikisi de sustu. Sonra Atalay başını çevirip doğrudan Devrim’e baktı.

“Neyse boşver birşey merak ettim sana neden ‘Deli’ diyorlar?”

 

Devrim dudak kenarından sigarayı çekti, dumanı yavaşça havaya savurdu. Sonra başını azıcık yana eğdi, gözlerini sabahın puslu göğüne çevirdi.

 

“Çünkü bir zamanlar resmi olarak deliydim.”

 

Atalay kaşlarını çattı.

“Şaka yapmıyorsun, değil mi?”

 

“Hayır. Gerçek bir raporum vardı. Görev gereği alınmış bir belgeydi tabi.”

 

Atalay sessizleşti. Devrim devam etti.

 

“O dönem istihbaratın özel bir operasyonu için seçilmiştim. Gizliliği korumak için psikolojik dengesizlik raporu almış gibi gösterildim. Ama sahaya indiğimde gerçekten öyle olduğuma ikna oldular sanırım. Planların dışına çıkıyordum. Gerektiğinde kendi kurallarımı koyuyordum. Emirlere değil, aklıma güveniyordum. Risk alıyordum hep çünkü korkularımdan biri başarısız olmaktı.”

 

Atalay kısık sesle sordu.

“Peki ya diğer korkuların?”

 

Devrim bir an sustu, sonra başını çevirmeden yanıtladı.

“Kaybetmek. Güvendiğim insanları, sevdiklerimi kaybetmek. Onun dışında, pek bir şey yok. Çünkü zaten hayatım boyunca çok bir şeyim olmadı.”

 

Şimdi daha net görüyordum onu. O güçlü duruşun, ölçülü adımların, sessizce verdiği kararların altında ne kadar çok ses vardı. Ne çok bağırış vardı içinde.

 

Belki de en çok bu yüzden saygı duyuyordum ona.

 

Başkalarının kaldıramayacağı kadar şeyi tek başına taşımıştı ve yine de kimseye belli etmemişti.

 

Acıya ‘delilik’ derken aslında ne kadar yalnız kaldığını anlatıyordu.

 

Gözüm istemsizce yüzüne kaydı. Gözleri yorgundu ama kararlıydı.

 

Atalay tam ağzını açmıştı, içinden geçenleri söylemeye hazırlanıyordu ki Devrim’in telefonu çalmaya başladı.

 

Bir an için ikisi de durdu. Devrim, cebinden telefonunu çıkardı, ekrana baktı ve bir anda yüzündeki ifade yumuşadı.

 

Cevap verirken sesi alışılmadık kadar sıcak ve sade çıktı:

“Efendim baba?”

 

Atalay’ın kaşları bir an için çatıldı. “Baba mı?” dememek için zor tuttu kendini. Gözlerini kaçırdı.

 

O kelime öyle doğal, öyle içten çıkmıştı ki Devrim’in dudaklarından, Atalay ilk defa onun hakkında ne kadar az şey bildiğini fark etti.

 

“Yok, ben iyiyim biraz erken çıktım evden. Kahvaltıya mı? Olur, gelirim. Tamam. Bende seni seviyorum baba.”

Bir gülümseme yayıldı dudaklarına, o alışıldık sertlikten iz yoktu.

 

Telefonu kapattığında sessizlik geri geldi.

Atalay, gözlerini ufka dikmiş gibi görünse de bakışları hâlâ Devrim’in üzerindeydi.

 

Devrim başını çevirdi, onu süzdü.

 

“Bir şey diyordun sen. Böldüm, kusura bakma.”

 

Atalay hafifçe gülümsedi.

“Yok. Önemli değildi,” dedi.

Ama içinde büyüyen o küçük soru kıpırtısı bir süre daha susturulacak gibi değildi.

 

“Baba dedim diye şaşırdın, değil mi?” dedi Devrim, Atalay’ın yüz ifadesini fark ederek.

 

Atalay hafifçe başını salladı, gözlerini kaçırmadan cevapladı. “Evet. Hiç senden duymamıştım. Beklemiyordum açıkçası.”

 

Devrim derin bir nefes aldı. “Biyolojik babam değil tabii. Yetimhanede büyüdüğümü biliyorsun beni bulanlar polisi aramış. Olay yerine gelen ilk ekipte de babam varmış işte.”

 

Bir an duraksadı. Gözlerini kısıp uzaklardaki ağaçlara baktı. Gözlerinde geçmişin tozlu izleri vardı.

 

“Yetimhaneye verildikten sonra da ilgisini hiç eksik etmedi. Kendi babam beni çöpe atmışken, o tanımadığı bir kıza sahip çıktı. Defalarca evlat edinmek istedi ama kabul etmedim. Çünkü o zaman Altay, Can, Giray ve Aybars’tan ayrılmam gerekecekti. Babam polisti. Tayini çıkardı gitmesi gerekirdi. Arkadaşlarımdan uzak kalmamak için reddettim hep ama beni anlardı. Gittiği zamanlarda da her fırsatta bulduğunda gelirdi. Eğer gelemezse bile mutlaka arardı. Abilerim de, babam boş kaldığında hemen yanıma gelmek için babamı sıkıştırırlardı zaten.”

 

Tam o anda Devrim’in telefonu titredi. Hızla mesajına baktı.

 

“Kusura bakma,” dedi Atalay’a dönerek. “Babamdan mesaj gelmiş.”

 

Ekrandaki satırlara göz attıktan sonra yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi.

 

“Emre’nin nöbeti bitmiş, hastaneden çıkıyormuş. ‘Askerimi ben alacağım, başka kimseye bırakmam’ diye tutturmuş.”

 

“Emre?” diye sordu Atalay, merakla.

 

“İki numara. Doktor olan abim. Buraya taşınıyorlar benimkiler yaralandığımda falan fena azarlar beni. O yüzden seni de tanıştırayım da, olur da beni azarlarken sen araya girersen ben kaçarım.”

 

“Memnuniyetle tanışırım,” dedi Atalay, gülümseyerek. “Ama birlikte kaçarız, benden söylemesi.”

 

Devrim kahkahayı bastı. Tam o sırada arkadan ayak sesleri duyuldu. İkisi birden sesin geldiği yöne döndüler gelen Emre’ydi. Kollarını açtı, gülerek:

 

“Biriiciiğim!”

 

Koşup Devrim’e sarıldı. Devrim de gülümseyerek sarıldı ona. Ardından Emre’yi kolundan tuttu ve bankta oturan Atalay’a doğru yönlendirdi.

 

“Gel, seni Atalay’la tanıştırayım. Otur şöyle, acelemiz yok.”

 

Tanışmalarının ardından Emre ve Atalay arasında sohbet akmaya başladı. Konu konuyu açıyor, aralarındaki samimiyet dakikalar içinde güçleniyordu.

 

“Peki,” dedi Emre, Atalay’ın yüzüne dikkatle bakarak. “Sen bizim Deli’yle nasıl tanıştın? Yani Devrim’le?”

 

Atalay, bir an Devrim’e baktı. Sonra yere düşen bir yaprağı izliyormuş gibi başını eğdi. “Hikâyesi pek keyifli değil aslında.Timimle birlikte esir düşmüştük. 2-3 gün boyunca işkence gördük. Sonunda dayanamayıp bayılmışım. Gözlerimi açtığımda yoğun bakımdaydım. Meğer bizi onlar kurtarmış.”

 

Emre ciddileşti. “Hah… işte bu klasik. Yani senin için hayat kurtaran biri bizim için her zaman böyleydi.”

 

Devrim araya girip hafifçe gülümsedi. “Çok büyütmeyin. İşimi yaptım sadece.”

 

Emre kaşlarını kaldırdı. “Senin ‘sadece iş’ dediğin şeyler sayesinde kaç kişi hayatta kaldı, haberin var mı senin?”

Sonra Atalay’a döndü, “Devrim’i ne zaman dinlesem sinir olurum. Sanki markete gitmiş de geri dönmüş gibi anlatıyor.”

 

Atalay güldü. Devrim başını iki yana sallayıp omuz silkti.

 

O sırada Emre’nin telefonu titredi. Cebinden çıkarıp ekrana baktı. Sonra göz ucuyla Devrim’e dönüp hafifçe gülümsedi.

 

“Babam arıyor açmazsam kesin karakol karakol arar bizi,” diye mırıldandı kendi kendine.

 

Telefonu açtığında sesi bir anda yumuşadı.

 

“Alo? He, baba yok yok, daha çıkmadık. Devrim’in bir arkadaşıyla tanışıyordum.”

 

Kısa bir duraksama oldu. Emre hafif gülerek Devrim’e baktı, ardından başını sallayarak konuşmaya devam etti.

 

“Tamam tamam getiriyoruz, söz. Hem seni tanısın diyorsun yani peki, tamam baba, geliyoruz.”

 

Telefonu kapatırken gözlerini devirdi ve başını iki yana salladı.

 

“Babam yine tam formunda,” dedi. “Madem arkadaşıyla tanışıyorsun, getir tanıştır da biz de bilelim kimdir nedir, dedi.”

 

Devrim hafifçe kaşlarını kaldırdı, yarı ciddi yarı şaşkın bir ifadeyle mırıldandı. “Yok artık...”

 

Atalay, hafifçe gülümseyerek araya girdi. “Ben bu ailede hayatta kaçamam artık.”

 

Emre kahkahayı bastı. “Kaçarsın kaçarsın, ama önce babamı atlatsan iyi olur.”

 

Devrim başını iki yana salladı ama gülümsemesini de gizlemedi. “Yandık vallahi. Hadi gidelim.”

 

Üçü birlikte yürümeye başladılar. Sabahın serinliği yavaş yavaş güneşin sıcaklığına karışırken, yüzlerinde içten bir tebessüm, adımlarında ise tuhaf ama güzel bir yakınlık vardı.

 

Devrim, Emre ve Atalay, bahçeli müstakil bir evin önüne arabayı park etmişlerdi bile.

Kısa bir duraksamayla kapıya yöneldiler. Emre yanaşıp hafifçe seslendi.

 

“Hazır mısınız bakalım ev denetimine?”

 

Atalay gülümsedi. “Sanki baskına gidiyoruz.”

 

Devrim başını iki yana sallayıp zile bastı. İçeriden ayak sesleri yaklaştı.

Kapı açıldığında Kemal Amir, karşılarında duruyordu.

 

Gözleri ilk anda Devrim’e kilitlendi. Yüzündeki o ciddi çizgiler hafifçe yumuşadı.

 

“Hoş geldiniz,” dedi, gözlerini kırpmadan. Sonra bir anlık duraksamayla, sesi alçaldı.

“Gel buraya bakalım.”

 

Devrim hiçbir şey demeden ileri adım attı. Kemal onu bir koluyla kucaklayıp kokusunu içine çekti.

 

“Ne zamandır ev sessizdi...”

 

Devrim de sarıldı, kısa ama yerini bulan bir sessizlik oldu. Ardından Kemal amir hafifçe sırtına vurdu Devrim'i bırakmadan önce.

 

“İyi ki geldin.”

 

Sonra Emre’ye döndü. “Sen yine laf yapmaya mı geldin, yoksa kahvaltıya mı?”

 

Emre kaşlarını kaldırdı. “Ben olmasam bu ev susar, farkındasın değil mi?”

 

Kemal hafifçe güldü. Sonra Atalay’a yöneldi.

 

“Sen de hoş geldin oğlum. Gelin, masa hazır.”

 

“Teşekkür ederim efendim,” dedi Atalay, biraz çekinerek.

 

“Efendim ne oğlum amca diyebilirsin hadi geçin.”

 

Üçü birlikte içeriye geçerken Emre alttan alta mırıldandı.

 

“Bak, Devrim’e nasıl sarıldı. Bize olsa ‘ayakkabılarını düzgün bırak’ diye başlardı.”

 

Devrim gülümsedi. “Sen ayakkabını düzgün bıraksan belki o da olurdu.”

 

Kemal, çayından bir yudum alırken gözlerini Atalay’a çevirdi.

“Tam adın neydi oğlum?” diye sordu, sesinde dikkatli bir ton vardı.

 

Atalay kısa bir bakışla cevapladı.

“Atalay Özdemir.”

 

Kemal durdu. Bu isim bir anda hafızasında yankılandı.

“Özdemir mi?.. Sen Halit Özdemir’in oğlu musun?” dedi, şaşkın ama sevecen bir ifadeyle.

 

Atalay, çatalını tabağa bırakırken başını hafifçe salladı.

“Evet.”

 

Kemal bir an gülümsedi, gözlerinde eski günlerden kalma bir tanıdıklık vardı.

“Tanırım babanı. Eskiden birlikte çalışmıştık. Sağlam adamdır.”

 

Atalay gözlerini kısa süreliğine yere indirdi, sonra tekrar Kemal’e baktı.

“Genelde anlatmaz geçmişi ama sizden duyunca garip hissettirdi.”

 

Kemal başını salladı.

“Önceden de öyleydi ama karakollarda adı hep saygıyla geçerdi.”

 

Atalay dudak kenarını belli belirsiz kıpırdattı, bir gülümsemeye niyetlenmiş gibi ama kelime dökmedi.

 

Kemal da gülümsedi.

“Baban olduğu belli oluyor zaten. Bakışın bile benziyor Halit’e. Aynı ciddiyet, aynı tavır.”

 

Tam o sırada, yukarıdan ayak sesleri geldi. Merdivenlerden yavaş yavaş Bora inmeye başlamıştı. Gözleri hâlâ kısık, tişörtü yana kaymış, saçları darmadağındı.

 

Salona geldiğinde gözleri doğrudan Devrim’i buldu. Sessizce yaklaştı, başını eğip yanağına kısacık bir öpücük kondurdu, sonra yanına oturdu.

 

Emre, Bora’nın Devrim’e yanağından bir öpücük kondurmasını izledi. Suratını buruşturup çatala zeytini batırarak söylendi.

 

“Beni hiç böyle öpmedin Bora kalbim kırıldı. Ciddi söylüyorum bak.”

 

Bora, gözlerini kısarak baktı. “Sana sarılırsam, öpsem sen başlık parası istersin. Riskli iş.”

 

Devrim hafifçe güldü. “Ona sarılan da suçlu, sarılmayan da.”

 

Masadaki tabaklar yavaş yavaş boşaldı. Emre sandalyeye yayılırken söylendi.

 

“Ben yine hiçbir şey yememişim gibi hissediyorum.”

 

Bora. “Bir kere doydum desen oturup şükredicem”

 

Kahkahalar eşliğinde herkes masayı toparlamaya başladı. Sohbet devam ederken Atalay Devrim’in yanına mutfağa doğru ilerledi.

 

Atalay hafifçe saatine göz attı, sonra Devrim’e döndü.

“Karargâhta birkaç işim var,” dedi. “Onları halletmem gerekiyor. Ben gideyim artık.”

 

Devrim başını salladı.

“Benim de imzalamam gereken dosyalar var,” diye karşılık verdi. “Fatih Albay’a da bir şey sormam lazım zaten. Bizimkilere haber vereyim, birlikte gidelim.”

 

Atalay karşı çıkacak gibi oldu ama Devrim bakışını netleştirince sustu.

 

İkisi birlikte salona döndüler. Devrim, babasının yanına gidip kısa bir dokunuşla koluna değdi.

 

“Biz çıkıyoruz baba.”

 

Kemal başını salladı. “Tamam dikkatli olun.”

 

Bora, ayakta bekleyen Devrim’in yanına gelip sarıldı.

“Dikkatli ol bir şey olursa ara.”

 

Emre gülerek Atalay'a Bora’yı gösterdi. “Bu çok sıkıcı. En azından senin bir giderin var. Sen hep gel bizim eve.”

 

Kemal kapıya yöneldi. “Oğlum, kapımız her zaman sana açık, unutma.”

 

Atalay hafifçe gülümsedi, başını sallayarak.

“Müsait olduğumda mutlaka gelirim tabii.”

 

Konuşma bitince Atalay ve Devrim bahçeden arabaya doğru yöneldi.

 

 

 

Umarım beğenmişsinizdirr🤍

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 11.07.2025 22:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...