
İyi okumalar dilerimm ✨️
Önceki bölümden hatırlatma
Fatih Albay’ın gözleri Deli Timi’ne ve Kurtuluş Timi’ne tek tek kaydı. “Bu görev sıradan bir operasyon değil. Yük ağır, risk büyük.”
Albay dosyayı masanın üzerine koydu, haritayı açtı. “İstihbarata göre düşman unsurlar bu gece büyük bir silah sevkiyatı yapacak. Konvoy şu an sınırın öte tarafında toplandı; sabaha karşı yola çıkacaklar. Hedefleri sınırı geçip iç bölgedeki hücreye silah ulaştırmak.”
Atalay yüzünü buruşturdu: “Bu miktarda silahı geçirmelerine izin verirsek, bölgede dengeler değişir.”
Albay başını salladı: “Doğru. Bu yüzden iki timi birden görevlendirdi. Göreviniz konvoyu sınır hattına varmadan durdurmak. Arazi engebeli, yollar mayınlı olabilir. Dikkatli olun.”
Devrim dosyaya eğilip haritaya baktı: “Konvoy kaç araçtan oluşuyor?”
Albay net bir sesle cevapladı: “Üç kamyon, iki zırhlı pikap. Ağır silahlarla donatılmışlar. Koruma sayısının yirmi ila otuz arasında değiştiği hakkında bilgi aldık.”
Devrim haritaya eğilip, “Operasyon alanı dağlık. Konvoyun yolunu sınıra varmadan kesmemiz şart,” dedi.
Albay onayladı: “Doğru. Tek bir timin altından kalkabileceği bir görev değil. ”
Can araya girip gülümseyerek, “İyi ya, Kurtuluş bizim yedek kuvvet olur. Biz önden hallederiz,” dedi.
Miran gözlerini kısmıştı: “Yedek kuvvet mi? O zaman bakarız, kim kime yetişiyor.”
Albay masaya yumruğunu vurdu: “Yeter! Burası çocuk bahçesi değil. Silahlar bu ülkenin damarına saplanacak zehir demek. O konvoy sınıra yaklaşmayacak. Anladınız mı?”
İki tim aynı anda cevap verdi: “Emredersiniz, komutanım!”
🇹🇷Görev🇹🇷
Deli Timi ve Kurtuluş Timi, dağın sessizliğinde kamyonları uzaktan izliyordu. Herkesin gözleri, kamyonların hareketini takip eden titiz bir dikkatle kamaşmıştı. Rüzgarın uğultusu ve ağaçların hışırtısı dışında her şey sessizdi.
Aniden telsizden albayın telaşlı sesi yankılandı:
“Çabuk geri çekilin! Tuzak var!”
Sözler havada asılı kalmadan, kulaklıktan Barlas’ın bağırışı geldi:
“Bomba!”
Zaman adeta yavaşlamış gibiydi. Herkes refleksleriyle anında hareket etti. Patlamanın sesi gelmeden önce, taşlar, ağaçlar ve eğimli yamaçlar onların sığınağı olmuştu.
Bir anlık sessizlik… ardından dağda yankılanan metalik bir patlama sesiyle toz ve duman havaya karıştı.
Atalay, patlamanın etkisi azalınca yarı oturur halde toprağa çöktü, gözlerini zorla açmaya çalışıyordu. Ellerini ile yüzünü silerken sesi kalınlaşmıştı:
“Herkes iyi mi, ses verin!”
Birer birer, kesik kesik cevaplar geldi:
“İyiyim!” — Aybars’ın sesi, biraz buruktu ama duyuluyordu.
“Bir şeyim yok!” — Giray, nefesini ayarlamaya çalışarak.
“Ayaktayım!” — Altay’ın sesi titrek ama canlıydı.
“Mükemmelim”— Can‘ın sesi ise zor çıkıyor gibiydi.
Kurtuluş Timi de cevap verdi:
“Barlas, sağlam!” — Yüzbaşı Barlas’ın sesi net duyuluyordu.
“Ben de iyiyim,” — Miran’ın sesi hafif endişeli ama güven vericiydi.
“Yaman, sorunsuz!” — Üsteğmen Yaman’ın sesi sakin ama keskin.
“Gökhan burada,!” — Kıdemli Yüzbaşı Gökhan’ın sesi güven verici ama biraz tedirgindi.
Ama Devrim’den bir ses gelmiyordu. Sessizlik, cevapların arasına sinmiş bir boşluk gibi göze çarpıyordu. Deli Timi üyeleri birbirine baktı; gözlerinde endişe hemen belirmişti. Gelen sesler arasında bir tek Devrim’in sesi eksikti.“Devrim!” Aybars hızlıca kalktı, gözleri etrafı taradı. “Devrim, ses ver!”
Can, kulaklığına eğildi ve telsiz frekanslarını hızlıca taradı. “Devrim, cevap ver,” dedi, sesi gergindi. Telsiz uğuldadı ama Devrim’in sesi çıkmadı. Bir an için herkesin kalbi aynı yerde durdu; sessizlik öyle ağırdı ki, dağın uğultusu bile yok olmuş gibiydi.
Giray, öfke ve endişeyi aynı anda taşıyan yüz ifadesiyle, Devrim’i en son gördüğü yöne doğru atıldı. Küçük bir taşın üzerinden zıplarken dişlerini sıktı, “Komutanım… cevap ver!” diye tekrar etti, sesi titriyordu ama durmak niyetinde değildi.
Atalay’ın ağzından:
“Etrafı kolaçan edin. Tozdan dumandan hiçbir şey görünmüyor, yakınlarımızda olabilirler. Ben Devrim’e bakacağım. Sakin olun.”
Komutu veriyordum ama ellerimdeki titreme her şeyi ele veriyordu. Adımlarımı yavaş ve sessiz tutmaya çalışarak ilerledim. Taşların, çalıların arkalarını yoklarken kulaklığımdan yalnızca timin nefeslerini duyuyordum. O nefesler bile kesik kesikti… Sessizlik ise tehdit gibi, üstüme çöken bir ağırlık gibiydi.
Tozun içine diz çöktüğüm o an… dünyam sessizce çatladı.
Devrim’i yerde yatarken gördüğüm an nefesim boğazıma düğümlendi. Omuzlarım bir anda ağırlaştı; göğsümün içi yanıyordu. Ben bir askerdim… yıllarca ölümün içine yürümüş, defalarca çatışmanın ortasında ayakta kalmış bir adamdım ama…
Onun yerde yatışı beni paramparça etti.
Elimi uzattım ama dokunmaya cesaret edemedim.
Korktum.
Kırık bir kemik hissetmekten değil…
Onu kaybettiğimi doğrulamaktan korktum.
“Hayır…” diye fısıldadım, dudaklarım titrerken. “Sakın…”
Meslek hayatım boyunca gurur duyduğum o soğukkanlılık… o an tamamen çöktü. Kendimi tanıyamadım. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki göğsümden dışarı fırlayacak gibiydi.
Solgun yüzü… gözlerindeki kapanmışlık…
Her şey beni içten içe yakıyordu.
Bunca zamandır ona söyleyemediğim şeyler vardı.
Mesleğimiz… görevler… sorumluluklar… hepsi beni susturmuştu.
Ama şimdi, o an… onun arkasından baktığım her an zihnimde bir film gibi aktı:
Gülüşü…
İnadı…
O ciddi tavrının ardındaki sıcaklık…
Ve şimdi… o önümde boylu boyunca yatıyordu.
Nabzını kontrol etmek için parmaklarımı yerleştirdim.
Zayıftı… sanki küçücük bir ışık gibi… sönmeye hazırdı.
Boğazım düğümlendi.
Bir damla yaş, bütün irademi yırtıp yanağımdan süzüldü.
“Ne olur…” dedim nefesim titreyerek, “Ne olur dayan güzelim. Gitme sakın…”
Sesimdeki kırılmayı duyunca içimde bir şey daha çöktü.
Eğildim, nefesini yüzümde hissetmeye çalışarak fısıldadım:
“Ben… sensiz yapamam Devrim. Bunu bilmesen de olur ama gitme.”
Helikopter çağrısını yaparken parmaklarım titriyordu.
Sesim sert çıkmıştı ama altındaki acı… bağırsa bile duyuluyordu:
“Devrim’i buldum! Acil tıbbi müdahale istiyorum! Hemen!”
Telsizden cevap geldi ama ben duymuyordum.
Bütün dünyam, onun güçsüz nefes alışverişine kilitlenmişti.
Başımı eğdim, alnımı hafifçe yanına yasladım.
Kimse duymadı… belki sadece o duyabilirdi, belki hiç kimse:
“Sana hiçbir şey söyleyemedim… Allah beni kahretsin ki söyleyemedim. Ama… lütfen hayatta kal. Yeter ki kal.”
Bu söz…
Bir adamın gizlediği aşkının,
mesleğine gömdüğü duyguların,
içinde yıllarca sakladığı korkunun
ilk kez dışarı sızmasıydı
Dağ sessizdi… ama bu sessizlik, insanın üstüne çöken bir ağırlıktı. Toz hâlâ havada dönüyor, patlamanın yankısı hâlâ kulaklarda çınlıyordu. Deli Timi ve Kurtuluş Timi, Devrim’in etrafında dağılmış hâlde duruyordu. Kimse konuşamıyor, kimse ne diyeceğini bilmiyordu.
Atalay ise Devrim’in yanı başında diz çökmüş, bir elini onun soğuyan ellerinin üzerine koymuştu. Tutarken parmakları titriyor ama bırakmaya gönlü hiç elvermiyordu. İçine çöken korkudan mı, yoksa tutunabildiği tek şeyin o el olması yüzünden mi… kendisi bile bilmiyordu.
Dudakları zor hareket etti.
“Beni duyuyorsan… pes etme,” diye fısıldadı.
“Bak ben buradayım. Seni bırakmıyorum… sen de beni, bizi bırakma.”
Sesi boğuk ve kırıktı. Kimse duymadı… duysa bile kimsenin konuşacak gücü yoktu.
Aybars, biraz ileride bir kayanın dibine oturmuştu. Sırtı kayaya yaslanmış ama bacakları tutmuyor gibiydi. Başını hafifçe geriye yasladı, gözleri boşluğa dalmıştı. Devrim’e bakamıyordu bile.
Altay, eline bulaşmış kana bakıyordu. O kan, bütün tıbbi müdahaleye rağmen bir türlü durmamıştı. Elleri titredi.
“Yapabileceğim… başka bir şey olması lazım…” diye fısıldadı kendi kendine.
Giray, Devrim’in yanına çökmüştü. Dizlerinin üzerinde, başını öne eğerek konuştu:
“Komutanım… gözünü aç. Ne olur aç. Biz… sensiz ne yapacağız?”
Sesi titredi, nefesi kesildi.
“Ben daha sana bir sürü şey anlatacaktım… Sen bize kızacaktın, biz yine gülecektik… lütfen aç gözünü…”
Gözyaşlarını tutmaya çalıştı ama başaramadı.
Can, ayakta ileri geri yürüyordu. Adımları kontrolden çıkmıştı. Bir elinde telsiz, bir elinde öfkesi.
“Albayım! Helikopter nerede? Ne kadar kaldı?!”
Cevap gelmedi.
Bu kez Miran arkadan bağırdı:
“Albayım, şu pilota söyleyin! Daha hızlı uçsun! Bu hızla yetişemezler!”
Sesi hıçkırıkla karıştı.
Ama yine cevap yoktu.
Gökhan omuzlarını düşürmüş bir hâlde Can’ın yanına geldi. Kuru bir nefes verdi.
“Adamın konuşacak hâli kalmadı belli ki… cevap bile veremiyor artık.”
Sözleri, herkesin içine bir taş gibi oturdu.
Yaman, sinirden kıpkırmızı olmuştu. Yumruklarını sıkıp sıkıp açıyordu.
“Helikopter nerede kaldı?! Böyle bekleyemeyiz!”
Ayağa kalktı, tekrar yere çömeldi.
“Allah kahretsin… yetişemezse…”
Cümlenin sonu boğazına düğümlendi.
Her birinin umudu, korkusu, öfkesi birbirine karışmıştı. Fakat Atalay… başka bir yerde gibiydi. Dünyası sadece Devrim’in yüzü, nefesinin olup olmadığı, elinin sıcaklığıydı.
Hafifçe eğilip onun saçlarının yakınında konuştu:
“Şimdi gidemezsin.”
Sesi o kadar kısılmıştı ki rüzgâr bile duyamazdı.
“Daha hiç bir şey söylemedim sana… hiçbir şey.”
Tam o sırada, önce hafif bir uğultu… sonra yaklaşan rotor sesi duyuldu.
Aybars başını kaldırdı:
“Helikopter geliyor!”
Bu cümlede bir nebze umut vardı, ama acıyla karışık bir umut.
Helikopter yavaşça alçaldı. Timi öne atıldı. İlk iş olarak Devrim dikkatle, titizlikle sedyeye alındı. Atalay elini son ana kadar bırakmadı, bırakmak zorunda kalana kadar.
Herkes helikoptere bindikten sonra lapılar kapandı. Helikopter, göğün karanlığına doğru yükselirken içlerinden biri —belki de hepsi aynı anda— tek bir şey düşündü:
“Ne olur yetişelim…”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |