
İyi okumalar dilerimm ✨️
Önceki bölümden hatırlatma
Yaman, sinirden kıpkırmızı olmuştu. Yumruklarını sıkıp sıkıp açıyordu.
“Helikopter nerede kaldı?! Böyle bekleyemeyiz!”
Ayağa kalktı, tekrar yere çömeldi.
“Allah kahretsin… yetişemezse…”
Cümlenin sonu boğazına düğümlendi.
Her birinin umudu, korkusu, öfkesi birbirine karışmıştı. Fakat Atalay… başka bir yerde gibiydi. Dünyası sadece Devrim’in yüzü, nefesinin olup olmadığı, elinin sıcaklığıydı.
Hafifçe eğilip onun saçlarının yakınında konuştu:
“Şimdi gidemezsin.”
Sesi o kadar kısılmıştı ki rüzgâr bile duyamazdı.
“Daha hiç bir şey söylemedim sana… hiçbir şey.”
Tam o sırada, önce hafif bir uğultu… sonra yaklaşan rotor sesi duyuldu.
Aybars başını kaldırdı:
“Helikopter geliyor!”
Bu cümlede bir nebze umut vardı, ama acıyla karışık bir umut.
Helikopter yavaşça alçaldı. Timi öne atıldı. İlk iş olarak Devrim dikkatle, titizlikle sedyeye alındı. Atalay elini son ana kadar bırakmadı, bırakmak zorunda kalana kadar.
Herkes helikoptere bindikten sonra lapılar kapandı. Helikopter, göğün karanlığına doğru yükselirken içlerinden biri —belki de hepsi aynı anda— tek bir şey düşündü:
“Ne olur yetişelim…”
🇹🇷Bekleyiş🇹🇷
Helikopter hastanenin çatısına doğru alçalıp kapıları açıldığında hazırda bekleyen sedye, doktorlar ve hemşireler hızla helikoptere doğru koştu. Devrim sedyeye yatırılıp aceleyle götürülürken, arkasından yalnızca bir ses yetişebildi — çatlamış, titrek bir ses:
“Komutanım… dayan.”
Söz kimden çıktı, kim duydu belli değildi; ama o iki kelime herkesin göğsüne bir taş gibi oturdu.
Koridorlar bağırışlarla dolarken sağlık personeli Devrim’i ameliyathaneye götürdü. Kapılar kapandığında Deli Timi’nin ayaklarının bağı çözülmüş gibiydi. Herkes kendini farklı bir köşeye bıraktı.
Aybars, duvara yaslanmıştı; başını kaldırıp tavana bakıyor ama bir şey görmüyordu. Altay, kanlı eldivenlerini çıkarmaya çalışırken elleri titriyordu. Giray, parmaklarının arasındaki yara bandını gere gere çekiyor, sinirini kontrol etmek için kendini zorluyordu. Can ise yere çökmüş, kafasını kollarının arasına sıkıştırmıştı; dudağı titriyor ama ağlamamak için çenesini kilitliyordu.
Kurtuluş Timi de oradaydı; normalde dimdik duran Atalay bile ameliyathane yazısına dalmış bakıyordu. Yaman, Miran’ın omzuna elini koymuştu; Miran ilk kez şaka yapmayı unutan hâliyle sessizce bekliyordu. Gökhan’ın çenesi sıkılı, dudaklarının kenarı kasılıydı—bir asker değil, bir dost kaybediyormuş gibi.
İki tim bir koridorda birleşmişti ama kimse konuşacak kelime bulamıyordu. Sanki biri “Dağılmayın” dese herkes birbirine daha sıkı sarılacak; ama o cümleyi söyleyecek kişi ameliyathanenin arkasında canıyla savaşıyordu.
Deli Timi kimsizliği iyi bilirdi. Hayatta birbirlerinden başka dayanakları yoktu. Hepsi aynı yerden, aynı karanlıktan çıkmış, aynı sofraya oturmuş çocuklardı. Onları hayatta tutan, dağıldıklarında tekrar bir araya getiren, nefesleri kesildiğinde bile yollarını bulduran kişi hep Devrim olmuştu.
Aile dedikleri tek insan… şimdi yaşamla ölümün arasında asılıydı.
Koridordaki sessizlik çöktükçe içlerindeki ağırlık büyüyordu. Her birinin yüzünde ortak bir şey vardı: çaresizlik. Yıllarca mermi yağmurunun içinden geçmişlerdi ama ilk kez böylesine savunmasız hissediyorlardı. Ellerinden hiçbir şey gelmiyordu… sadece beklemek.
Herkes kendi hâlindeyken, kimse Fatih Albay’ın geldiğini fark etmedi. Ta ki endişeyle seslendiğinde:
“Devrim’in durumu nasıl?”
O anda herkes Albay’ın koridora geldiğini fark etti.
Fatih Albay, yıllardır tanıyordu Devrim’i. Bazen sinir bozucu, bazen inatçıydı; ama içten içe çok seviyordu. Gözleri, endişe ve umut arasında gidip geliyordu.
Barlas, oturduğu yerden başını hafifçe kaldırıp Fatih Albaya baktı:
“Bilmiyoruz, Komutanım… çıkan yok.”
Bu söz, ameliyathane önündeki sessizliğe bir kez daha gölge düşürdü. Herkesin içi parçalanmış gibiydi; timin üyeleri, çaresizlik ve korkunun ağırlığını hissediyordu.
Devrim’in durumunu hâlâ öğrenememenin çaresizliğiyle Fatih Albay gözlerini önce Deli Timi’ne çevirdi.
Onların sessizliği, bağlarının ne kadar derin olduğunu kelimesiz anlatıyordu.
Sonra bakışlarını Kurtuluş Timi’ne çevirdi. Onlar da sessiz ve saygılıydı; bazıları Deli Timi’nin yanına gidip omuzlarına sessizce dokunuyor, bazıları Atalay’a güç vermeye çalışıyordu. Atalay ise yerde, dizlerini kendine çekmiş hâlde, gözlerini bir noktaya sabitlemişti.
Albay bir an durdu, iki timi de süzdü. Aynı kaygının iki farklı yüzüydü onlar. Aynı kapının önünde, aynı belirsizliğin içinde...
Derin bir nefes aldı. İçinde bir yer, yaşının ve gördüğü onca şeyin ağırlığıyla sızladı. Kısa, soluk bir gülümseme belirdi yüzünde—kimseye değil, sadece kendi içine.
Birkaç saat sonra
Ameliyathane kapısı yavaşça açıldı ve doktor ağır adımlarla koridora çıktı. Deli Timi ve Kurtuluş Timi’nden herkes anında ayağa kalktı. Fatih Albay hafifçe öne eğildi; hemen ardından Devrim’in babası da endişeyle doktora yaklaştı.
“Kızım iyi mi?” diye sordu babası, sesi titrek.
Doktor derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an ekipten kaçırdı ve ciddi bir tonla cevap verdi:
“Hastamız beyin kanaması geçiriyordu buraya getirildiğinde, başarılı bir şekilde kanamayı kontrol altına alabildik ama hâlâ hayati risk devam ediyor. Yoğun bakıma alacağız.”
Doktor konuşmayı bitirir bitirmez, herkes yoğun bakımın olduğu yere yöneldi. Cam pencere önüne geldiklerinde nefesleri kesilmişti; içeriyi merak ve korkuyla izliyorlardı.
Tam o sırada hemşireler sedyeyi sürerek Devrim’i yoğun bakıma getirdi.Bir hemşire Devrim'e doğru yaklaşıp hızlı ama dikkatli hareketlerle monitörü bağladı, damar yolunu kontrol etti ve gerekli cihazları taktı. Her bağlantı sesi, dışardakilerin içini daha da sıkıyordu; makinelerin sesleri, koridorun sessizliğiyle birleşince her saniye ayrı bir gerilim yaratıyordu.
Atalay, Devrim’in hâline dayanamayarak pencerenin önünden çekilmiş ve hızla hastanenin bahçesine doğru gitmişti gördüğü ilk bankta oturup başını ellerinin arasına gömdü. Can da atalay ın peşinden çıkmıştı yanına gidip sessizce oturdu ve fısıldadı:
“Onu o şekilde görmek canını yakıyor değil mi?”
Atalay, Can’a bakmadan hafifçe omuz silkerek sessiz kaldı. Can, Atalay’ın sessizliğini görünce hafifçe eğildi ve sessizce bir öneride bulundu:
“Deli Komutanım uyanır uyanmaz acele edin. Sizi seven bir kadını kaçırmak istemezsiniz.”
Atalay bu sözler üzerine başını kaldırdı. Gözlerinde karmaşık bir duygu belirdi; öfke, korku, çaresizlik ve derin bir koruma içgüdüsü birbirine karışmıştı ki Can oturduğu yerden kalkıp çoktan hastaneye yönelmiş Atalay ı yaşadığı duygu karmaşasıyla başbaşa bırakmıştı.
2 Hafta Sonra…
Zaman ağır ağır akıyordu. İki hafta boyunca Atalay, Deli Timi ve Devrim’in ailesi, yoğun bakımda adeta nöbet tutmuş, her anını onun yanında geçirmiş, her an uyanmasını beklemişti. Atalay ise uzun süre boyunca yerinden kalkmamış, gerekmedikçe hareket etmemişti. Sanki durduğu yerde bekleyerek, zamanı durdurup Devrim’in uyanmasını hızlandırabileceğine inanıyordu.
Kapı açıldı ve Fatih Albay kararlı adımlarla içeri girdi. Her zamanki sert ve soğukkanlı duruşuyla Deli Timi’ne baktı:
“Devrim uyandığında, kendiniz bu kadar saldığınızı görünce size kök söktürecek, haberiniz olsun.”
Sözler havada yankılandı. Deli Timi, neredeyse düşünmeden, arkalarına bile bakmadan hastaneden çıktı. Fatih Albay, Deli Timi gidince gözünü Atalay’dan ayırmadı; onu da eve gitmeye ikna etmeye çalıştı. Fakat Atalay yılmamıştı.
Devrim’in ailesinin durumu ise içler acısıydı. Babası yılların verdiği soğukkanlılıkla ayakta durmaya çalışıyor, ama gözlerindeki yorgunluk her şeyi ele veriyordu. Büyük abisi Bora, sakin görünmeye çalışıyor, ama her nefesi sanki bir yük gibi ağır geliyordu. Küçük abisi Emre ise herkesten farklıydı; Devrim’in uyanacağına olan inancı en yüksek kişilerden biriydi. Sessizce koridorda bir sağa bir sola dönerken kendi kendine mırıldandı:
“Benim biriciğim çok güçlüdür. Ne yaşarsa yaşasın, arkasında kimseyi bırakmaz. Bora’yı bilmem ama beni kesin bırakmaz.”
Sözleri havada asılı kaldı. Konuşurken bile, her zamanki gibi Bora’ya hafifçe çatmayı ihmal etmedi.
Yoğun bakımın soğuk ışıkları altında, herkesin kalbi aynı ritimde atıyor gibiydi. Her saniye bir umut, her saniye bir korku demekti. Atalay hâlâ olduğu yerde dimdik duruyor, gözlerini Devrim’in yatakta yatan bedeninden ayırmıyordu. Herkesin içindeki sessiz dua, o odanın duvarlarına kadar işliyordu.
İki hafta önce, Devrim’in yaşadığı olayın şokunu atlatmaya çalışırken babası Kemal Amir, kendini hastanenin bahçesine zorla attığı sırada Atalay ve Can’ın konuşmalarına istemeden kulak misafiri olmuştu. Çoğu babanın yapacağı gibi, kızını kıskanmıştı ama en büyük önceliği, Devrim’in bu hastaneden sağlıklı bir şekilde çıkmasıydı. Geri kalan her şey, sonrasında gelirdi.
Geçen on dört gün boyunca, Kemal Amir’in Atalay’a olan bakış açısı tamamen değişmişti. Başta şüpheyle yaklaşsa da, zamanla güveni yerine oturmuştu.
Neşe Hanım ve Halit Bey ise hastanede fazla kalamamıştı; Boran’a baktıkları için. Yine de her gün ya hastaneyi arıyorlar ya da Atalay’dan Devrim’in son durumunu öğreniyorlardı.
Boran’da ise durumlar pek farklı değildi. Devrim’in hastaneye kaldırıldığı an, sanki önceden hissetmiş gibi uzun uzun ağlamıştı. Gözyaşları, yorgun düşene kadar hiç durmamış, sonunda bitkin bir hâlde uykuya dalmıştı. Ama o günden sonra, Boran’ın ruh hâli bir anda değişmişti. Eskisi gibi sakin ve neşeli değildi; küçük şeylere sinirleniyor, huysuz ve asabi bir hâle bürünüyordu.
Kurtuluş Timi’nin üyeleri ise oldukça mutsuz ve huzursuzdu. Barlas ve Yaman sessiz sessiz kendi içlerine kapanmış, gözlerindeki endişe ve üzüntüyü gizlemeye çalışıyorlardı. Miran ise çaresizlik içinde sürekli etrafa bakıyor, ne yapabileceklerini düşünüp duruyordu.
Her biri, Devrim’in başına gelenlerden dolayı derin bir üzüntü içerisindeydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |