
İyi okumalar dilerimm ✨️
Önceki bölümden hatırlatma
İki hafta önce, Devrim'in yaşadığı olayın şokunu atlatmaya çalışırken babası Kemal Amir, kendini hastanenin bahçesine zorla attığı sırada Atalay ve Can'ın konuşmalarına istemeden kulak misafiri olmuştu. Çoğu babanın yapacağı gibi, kızını kıskanmıştı ama en büyük önceliği, Devrim'in bu hastaneden sağlıklı bir şekilde çıkmasıydı. Geri kalan her şey, sonrasında gelirdi.
Geçen on dört gün boyunca, Kemal Amir'in Atalay'a olan bakış açısı tamamen değişmişti. Başta şüpheyle yaklaşsa da, zamanla güveni yerine oturmuştu. Neşe Hanım ve Halit Bey ise hastanede fazla kalamamıştı; Boran'a baktıkları için. Yine de her gün ya hastaneyi arıyorlar ya da Atalay'dan Devrim'in son durumunu öğreniyorlardı.
Boran'da ise durumlar pek farklı değildi. Devrim'in hastaneye kaldırıldığı an, sanki önceden hissetmiş gibi uzun uzun ağlamıştı. Gözyaşları, yorgun düşene kadar hiç durmamış, sonunda bitkin bir hâlde uykuya dalmıştı. Ama o günden sonra, Boran'ın ruh hâli bir anda değişmişti. Eskisi gibi sakin ve neşeli değildi; küçük şeylere sinirleniyor, huysuz ve asabi bir hâle bürünüyordu.
Kurtuluş Timi'nin üyeleri ise oldukça mutsuz ve huzursuzdu. Barlas ve Yaman sessiz sessiz kendi içlerine kapanmış, gözlerindeki endişe ve üzüntüyü gizlemeye çalışıyorlardı. Miran ise çaresizlik içinde sürekli etrafa bakıyor, ne yapabileceklerini düşünüp duruyordu.
Her biri, Devrim'in başına gelenlerden dolayı derin bir üzüntü içerisindeydi.
🇹🇷Kaderin Eli🇹🇷
Devrim'den
Karanlığın içinden bir ses yükseldi... Soğuk, titreyen bir ağlama.
O sesi duyar duymaz gözlerimi açtım ve kendimi tanımadığım, eski bir sokağın başında buldum. Sokak... dar, karanlık, yağmurla çamur olmuş. Her nefeste ıslak asfaltın kokusu burnuma doluyor. Ama buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Daha doğrusu... hissetmiyorum bile.
Sonra o ses tekrar geldi.
İncecik... yeni doğmuş bir bebeğin sesi.
O an içimde bir şey sıkıştı. Tanımlayamadığım bir acı.
Kaşlarımı çatıp sese doğru yürüdüm.
Ayaklarım suya bata çıka ilerlerken bir silüet gördüm. Konteynırın yanında duruyordu. Kadın mı, erkek mi... söyleyemiyorum. Yüzü hep gölgede. Ama kollarında bir bebek var. Çok küçük... birkaç saatlik bile değil belki.
"Kim bu?..." diye fısıldadım kendi kendime. İçimde bir yer sızladı; anlam veremediğim bir tanıdıklık vurdu yüzüme.
Silüetin eli titriyordu. Bebeğin yüzüne bakarken sanki vazgeçecek gibiydi. Sanki biri "yapma" dese hemen duracaktı.
Adım attım.
Durmak istemedim.
"Dur!" diye bağırdım.
Sanki yıllardır boğazımda biriken bir çığlık o an çıktı benden.
"Yapma... ne olursun. O bu havaya dayanamaz, ölür."
Ama beni duymadı. Ya da duyamadı.
Sesim, sanki bu karanlıkta yankı bile bulmadı.
Silüetin eli, ağır ağır... o küçücük bedeni çöpün kenarına bıraktı.
Öfkem göğsüme bir yumruk gibi oturdu. Koştum. Omzuna dokunmak, onu durdurmak istedim.
"Gitme!"
Elimi uzattığım an... avuçlarım boşluğa çarptı.
Silüet dönüp uzaklaşmaya başladı.
Ben de çaresizlikle görünmeyen o cama vuruyordum.
"Dur! Geri gel! Geri gel diyorum sana!"
Sesim çatladı. Dizlerim titredi.
Ama adımlar karanlığın içine karışıp gitti.
Sonra bebek... o bebek... yüksek bir çığlık attı.
Bedenim istemsizce sese döndü. Koştum.
Yağmur, çamur, hiçbir şey umurumda değildi.
"Korkma..." dedim nefes nefese.
"Geliyorum. Tamam..."
Neredeyse ulaşmıştım. Bir adım... sadece bir adım kalmıştı.
Ama görünmeyen bir güç beni durdurdu.
Ellerim... o küçücük bebeğin yanına uzanamıyordu.
"Hayır..." dedim fısıltıyla.
"Sakın... ne olur..."
Arkamdan ayak sesleri duydum. İnsanlar. Mahalleli.
"Bir bebek sesi duydum!"
"Burada, çöpün yanında!"
Biri bebeği kucakladı.
"Üşümüş bu!"
"Ambulans çağırın!"
Ben dizlerimin üzerine çökmüş, nefesimi bile duymadan onlara bakıyordum.
Kalbim... sanki içimden sökülüp alınmış gibiydi.
Sonra sahne değişti.
Hastane odası.
Bebek bir sedyede... bir görevli yanağına dokundu.
"Adı var mı?" dedi biri.
Ve başka biri... hafif acı dolu bir sesle gülümsedi.
"Bu karanlık geceye rağmen hâlâ ağlayabiliyorsan, hayatta kalmak için bu kadar savaşabiliyorsan... Sen sıradan biri olamazsın. Sen bu düzene başkaldıran bir nefessin... Senin adın Devrim olsun."
O anda bebeğin yüzünü gördüm.
Net... keskin... inkâr edilemez.
Benim yüzümdü.
Ben... o çöpün kenarına bırakılan çocuktum.
Dünya karardı.
Hem bebeğin ağlama sesi hem kendi nefesim birbirine karıştı.
Karanlık bir anda dalgalandı... ve içinden bir ışık sızdı.
Önce küçücük bir noktaydı.
Sonra büyüdü... büyüdü... karanlığı silip süpüren bir beyaz ışığa dönüştü.
Gözlerimi kısmak zorunda kaldım ama geri çekilmedim.
Sanki o ışık beni çağırıyordu.
Sanki o karanlıktan çıkmazsam nefes alamayacakmışım gibi hissediyordum.
Ayaklarım kendi kendine hareket etti.
Yavaş, ağır ama kararlı adımlarla o ışığa doğru yürüdüm.
Her adımda... bebeğin çığlığı azaldı.
Yağmurun sesi uzaklaştı.
Çamurun soğuğu ayaklarımdan çekildi.
Işık artık yüzüme vuruyordu.
Sanki içimdeki boşluğa dokunuyordu.
Ve ben... yürümeye devam ettim.
Ta ki ışığın içi tamamen beni sarana kadar.
Bir anda... sesler sustu.
Ne yağmur, ne adımlar, ne çığlık... hiçbir şey yoktu.
Sadece beyazlık.
Sonra o beyazlık... bir tavan şekline girmeye başladı.
Gözlerimi kırptım.
Birkaç kez daha.
Bir an nerede olduğumu çıkaramadım.
Göğsüm hızla inip kalkıyordu.
Zaman sanki yeniden çalışmaya yeni başlamış bir makine gibi titriyor, mönitör sesleri beynimde yankılanıyordu.
Nefesimi tuttum.
Sonra yavaşça bıraktım.
Az önce gördüğüm her şey...
O karanlık sokak, o bebek, o çığlık, o isim...
Hepsi gerçek gibi ağırdı üzerimde.
Elimi güçlükle kaldırıp hemşireleri çağırmak için olan düğmenin üzerine koydum.
Nefesim kesilmişti, kalbim deli gibi atıyordu.
Bir an duraksadım, parmağım düğmenin üzerinde havada asılı kaldı.
Sonra derin bir nefes aldım ve bastım.
Kısa ses yankılandı odanın içinde.
Ve birkaç saniye içinde odanın kapısından adımların yaklaşmasıyla, sağlık çalışanlarının telaşlı sesleri gelmeye başladı.
Gece...
Gece ilerlemişti. Hastanede bekleyen herkes yorgunluk ve sessizlik içinde uykunun kıyısındaydı; göz kapakları ağırlaşıyor, sessiz nefesler koridorda yankılanıyordu. Ta ki koşarak gelen doktorlar ve hemşireler yoğun bakıma girene kadar.
Bir anda herkes irkilip gözlerini açtı ve koridordaki hava aniden gerildi. Ne olduğunu anlamaya çalışan insanlar korku ve endişeyle birbirine bakıyordu.
Birkaç dakika sonra doktor, yüzündeki gülümsemeyle yoğun bakımdan çıktı:
"Devrim Hanım uyandı!"
Sanki herkesin üzerinden koca bir yük kalkmış gibiydi. Herkes derin bir nefes aldı; gözlerde rahatlama ve sevinç karışımı bir ifade belirdi.
Altay, doktora doğru eğilip durumu sordu:
"Şimdi görebilir miyiz peki, nasıl acaba?"
Doktor gülerek yanıt verdi:
"Uyandığı gibi ilk cümlesi 'Yine mi şehit olamadım?' oldu. Yani durumu siz düşünün artık ama benim düşündüğümden çok daha iyi. Birazdan odaya alacağız; çok yormamak şartıyla görebilirsiniz."
Söylediklerini bitirir bitirmez doktor yanlarından ayrıldı. Arkada kalan sessizlik, mutluluk ve şaşkınlıkla karışmış bir bekleyişe dönüştü. Herkes göz göze gelmiş, hafif bir gülümseme ile o anın tadını çıkarıyordu.
Emre herkese bakıp gür bir kahkaha attı:
"Demedim mi size, o deli eninde sonunda uyanacak!"
Boran da hemen ardından gülerek:
"Bir de 'şehit olamadım' diye yakınıyormuş, manyak!"
O an, hastane koridorunda bir anlığına tüm yorgunluk, endişe ve üzüntü yok olmuş, yerini tarifsiz bir sevinç ve rahatlama almıştı.
Kemal Amir, biricik kızının uyanışının sevinciyle oğullarını izliyordu. O sırada gözü kalabalığın içinde birini aradı - Atalay'ı. Ama yoktu.
"Belki dışarıdadır," diye düşündü.
Hastanenin bahçesine çıktığında, karanlığın içinde tek başına bir bankta oturan Atalay'ı gördü. Sessizce yanına oturdu. Atalay hâlâ farkında değil gibiydi; elindeki yanan sigaraya dalmış, düşüncelere gömülmüştü.
Kemal Amir yumuşak bir sesle seslendi:
"Atalay."
Atalay, ancak o zaman başını kaldırıp baktı.
"İyi misin oğlum? Biraz dalgın gibisin," dedi Kemal Amir, gözleriyle onu süzerken.
Atalay hafifçe başını salladı.
"İyiyim ben... Siz neden buradasınız? Yoksa Devrim'in durumunda bir değişiklik mi oldu?" diye sordu, telaşla.
Kemal Amir, onun endişeli haline gülümsedi.
"Önce bir sakin ol," dedi. "Devrim uyandı. Normal odaya alacaklardı..." Saatine baktı. "Hatta biz konuşurken hazırlıklar başlamıştır bile."
Devrim'in uyandığını öğrenen Atalay'ın yüzü istemsizce aydınlandı. Kemal Amir, Atalay'ın yüzündeki ifadeyi görünce hafifçe eğlenerek takıldı:
"Böyle 32 diş sırıtmaya devam edersen, herkes anlar Atalay."
Atalay anlık olarak şaşırdı:
"Neyi, amirim?"
Kemal Amir'in gözlerinde eğlenceli bir parıltı vardı:
"Kızımı sevdiğini."
Atalay bir an şok olmuş gibi ona bakıp, kelimeleri toparlamaya çalıştı:
"Siz..."
Ama devamını getiremeden Gökhan belirdi, aceleyle:
"Komutanım, Devrim Komutanım Boran'ı görmek istiyor."
Atalay hızlıca doğruldu:
"Tamam koçum, ararım, hemen getirirler."
O sırada Kemal Amir de ayağa kalktı, Atalay'ın omzuna hafifçe vurup:
"Ben de bir bakayım kızıma," dedi ve gülümseyerek yanlarından ayrıldı.
Atalay, bir an bahçede yalnız kalmış gibi durdu, ama yüzünde hâlâ beliren o hafif gülümseme, kalbinin derinliklerindeki mutluluğu ele veriyordu.
Yarım Saat Sonra...
Atalay, Devrim’in yanına Boran ile girmek istediği için onun gelmesini beklemişti; bu sırada neredeyse herkes teker teker Devrim’i görmek için odaya girmişti.
Atalay'ın anne ve babası Boran'ı getirip Atalay'a verdikten sonra Neşe Hanım, Devrim'in durumunu doktorlarla konuşurken, Atalay da Boran'la birlikte Devrim'in odasına girmek için kapıyı tıklattı.
Kapıyı açan Kemal Amir, Boran'ın yanaklarıyla hafifçe oynadıktan sonra dışarı çıktı ve odada yalnızca Devrim, Atalay ve Boran üçlüsünü bırakmıştır.
Atalay ve Devrim'in gözleri buluştu. Atalay, endişeyle hemen sordu:
"İyi misin?"
Devrim hafifçe gülümsedi:
"Sizi gördüm, daha iyi oldum."
Atalay da rahatlayarak gülümsedi ve Boran'ı Devrim'e yaklaştırdı.
Devrim, heyecanla Boran'ı kucağına almak için yeltendiğinde, Atalay hızlıca uyardı:
"Deli misin kızım, daha yeni uyandın!"
Devrim bu söz üzerine dudaklarından kaçan kahkahayı engelleyemedi. O an, odadaki üç kişi arasında oluşan sıcaklık ve neşe, uzun süren endişe ve yorgunluğun yerini almıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |