Şehrin yoksul bir mahallesinde sokak lambaları titrek yanıyor, çöplerin arasında sessizlik hüküm sürüyordu. O sessizliği yırtan bir bebek ağlaması yankılandı aniden. Önce kimse fark etmedi. Sonra biri durdu. Sonra bir diğeri.
Oradan geçen bir kadın, yavaşça çöp kutusuna yaklaştı, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu.
Yıpranmış bir battaniyeye sarılı, titreyen bir kız bebek.
Henüz birkaç saatlikti belki de. Dünyaya gözlerini açmış ama dünyadan ilk gördüğü şey bir çöp konteyneriydi.
Kadın gözyaşlarını tutamadı. Hemen insanlara seslendi. Biri ambulansı, biri polisi aradı.
Polis geldi, not aradı, iz aradı. Ama hiçbir şey yoktu.
Sadece terk edilmiş bir hayat…
“Bir bebek bunu nasıl yapabilir bir insan...”
“Yeni doğmuş. Göbek bağı bile tam kesilmemiş.”
Küçük bedenini saran battaniyede ne bir isim, ne bir not vardı. Ama hayattaydı. Ve bu dünya ona zorla da olsa bir başlangıç sunmuştu.
O gece, minik bebek bir hastaneye götürüldü. Sağlığı yerindeydi.
Ve bir kadın çalışan, beşiğe doğru eğilerek yavaşça mırıldandı.
“Bu karanlık geceye rağmen hâlâ ağlayabiliyorsan, hayatta kalmak için bu kadar savaşabiliyorsan... Sen sıradan biri olamazsın. Sen bu düzene başkaldıran bir nefessin… Senin adın Devrim olsun.”
O an kimse fark etmedi ama bir isim, bir kader yazdı.
Çöpe atılmış bir kız çocuğu, bir gün karanlıkla savaşacak, adını her yere kazıyacaktı.
Çünkü o artık sadece bir çocuk değildi.
Devrim, bugün tam bir yaşına girmişti.
Yetimhanede sıradan bir gündü belki ama onun dosyasında yazan o tarih, birkaç görevli dışında kimsenin umurunda değildi. Oysa o tarih, kimsenin bilmediği bir mucizenin yıl dönümüydü.
Devrim bir yaşına girmişti. Sessizliğiyle, dingin bakışlarıyla ve bir türlü çözülemeyen gizemiyle.
Onu buldukları gün dışında, bir daha kimse Devrim’in ağladığını duymamıştı.
Sanki o gece sadece yaşamak için ağlamış, sonra bu dünyaya hiçbir ses borcu kalmamış gibi.
Hiç ağlamıyordu. Hiç mızmızlanmıyordu. Diğer bebekler gibi geceleri uyanmıyor, sabahları çığlık atmıyordu.
Sadece bakıyordu. Sessizce. Derin derin.
Yetimhane çalışanları şaşkındı.
“Bir bebek bu kadar sessiz olur mu?”
“Ne zaman ağlayacak diye bekliyorum ama olmuyor.”
Küçük Devrim, o sabah bahçeye çıkarılmıştı. Ayağında eski ama temiz ayakkabılar, üstünde başkasından kalma kıyafetler. Yeni yeni yürüyordu. Minik adımlarla taşlı yolda dengede durmaya çalışıyor, arada düşüp kalkıyor ama hiç şikayet etmiyordu.
Parmak uçlarında ilerliyor, koca dünyaya inat, sanki her adımıyla varlığını ilan ediyordu.
Sabah erkenden, yetimhanenin görevlisi saçlarını sıkıca toplamıştı Devrim’in. Üzerine bir okul forması, sırtına da minik bir çanta geçirdiler. Diğer çocuklar gibi ürkek bakışlar atması bekleniyordu ama Devrim, merakla dışarıyı izliyordu. Kocaman bir dünya vardı orada. Ve onun için o gün, o dünyayla ilk yüzleşme günüydü.
Sınıfa ilk adımını attığında bazı çocuklar çekinerek annelerinin bacaklarına sarılıyordu. Devrim’in ise sarılacak bir “anne”si yoktu.
“Adın ne tatlım?” diye sordu öğretmen gülümseyerek.
Devrim, öğretmenine tebessüm ederek.
“Ne güzel bir isim. Kim koydu?”
“Bir kadın koymuş diye biliyorum.”
Öğretmeni gülümsedi, ama şaşırmıştı da.
Herkes, o ismin bir gün ne kadar büyük bir anlam taşıyacağını, ne kadar yankı uyandıracağını bilmeden, sadece bir çocuk olarak onunla tanıştı.
Yetimhanenin bahçesinde, çocuklar futbol maçı yapıyordu. Can, Giray, Altay ve Aybars, topu hızlıca ileriye gönderiyor, arada birbirlerine paslar vererek hızlı bir oyun sergiliyordu. Devrim ise köşede sessizce maçı izliyordu. Gözleri, oyunun her hareketini dikkatle takip ediyordu.
"Ben de oynayabilir miyim?" dedi, sesi kendinden emin, hiç çekinmeden.
Karşı takımın kaptanı, biraz alaycı bir şekilde gülümsedi: "Sen mi? Kızsın, ne anlarsın futbol oynamaktan?"
Can, Giray, Altay ve Aybars hemen araya girdi, hep bir ağızdan: "Kız diye futbol oynayamaz diye bir kural mı var? Bizim takımda oynayabilir. Hem o, sizden daha iyi oynar, merak etmeyin!"
Maç başlamıştı Devrim, Aybars, Giray, Can ve Altay bir takım olarak sahada yerlerini almışlardı.
Karşı takımın bir oyuncusu, hızla topu sürerek kaleye doğru yaklaşmaya başladı. Devrim gözlerini dikti, hızla hareket etti ve çocuğun topunu aldı. Bir anda topu Giray’a pasladı.
Giray topu kontrol etti, hızla birkaç rakip oyuncu üzerine geldi. Ancak Giray soğukkanlıydı, hemen topu Altay’a attı. Altay, topu hemen sağa kaydırarak hızla topu sürmeye başladı, o sırada Devrim, hızla rakip kaleye doğru ilerliyordu.
Altay, gözleriyle Can’a Devrim’i işaret etti ve topu ona doğru pasladı. Can, topu aldığı an hızla vurdu, tam zamanında Devrim'e doğru.
Devrim, topu mükemmel bir şekilde kontrol etti ve hızla kaleye doğru koştu.
Bir saniye içinde, Devrim topu kaleye doğru gönderdi. Rakip takım kalecisi çaresizdi. Top ağlara çarptı!
Devrim’in yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Evet, rakip takım onu küçümsemişti ama, kız diye futbol oynamaz demekle hata yapmışlardı. Devrim, sadece futbolu değil, cesaretini de onlara göstermek istemişti.
Giray, Altay, Aybars ve Can hemen yanına koştu. "İyi iş, Devrim!" dediler. Hepsi gülümsüyordu.
Rakip takım, ilk başta Devrim’i küçümsemişti, ama o, her şeyin altından kalkarak en güzel cevabı sahada vermişti.
Yetimhanenin bahçesinde yıldızlara bakıyordu Devrim. Yanında Aybars, Altay, Can ve Giray vardı. Hepsi yere uzanmıştı. Herkes sessizdi. Herkes düşünüyordu.
Birden Devrim konuştu, sesi alçaktı ama netti.
“Ben büyüyünce asker olacağım.”
Can hemen döndü, şaşırmıştı. “Asker mi? Niye?”
Devrim, gözünü yıldızlardan ayırmadı.
“Çünkü benim arkamdan ağlayacak kimsem yok.
Bu dünyaya gelişimi kimse kutlamadı.
O yüzden, başkalarının çocukları yaşasın diye ben öleyim istiyorum.”
“Ben, kimsenin gelmediği bir çocuk olarak büyüdüm. Ama bir gün biri kaybolduğunda, biri ağladığında, biri yardım istediğinde orada ilk ben olacağım.
Bu vatanın bütün çocuklarına göz kulak olacağım.
Kimse beni beklemese de ben herkes için bekleyen biri olacağım.”
“Kimse arkamızdan ağlamayacak diye gitmeyeceğiz ama biz, birbirimiz için de yaşayacağız. Sen yalnız gitmeyeceksin Devrim.”
Devrim ve arkadaşları, 18 yaşına bastıkları o sabah, yetimhaneden ayrılacaklarının farkındaydılar. Yıllardır birlikte büyüdükleri bu yer, artık onlara daha fazla ait değildi. Zorlu bir hayattan, bir başlangıca adım atıyorlardı. Hepsi, o ilk günden beri aynı yolda yürümüş, aynı zorluklarla başa çıkmışlardı. Şimdi ise yolculukları yeni bir aşamaya gelmişti: Kara Harp Okulu.
Kara Harp Okulu sınavları, hayatlarının dönüm noktalarından biriydi. Her biri o kadar sıkı çalışmıştı ki, birbirlerine olan güvenleri tamdı. Devrim, Aybars, Giray, Altay ve Can… Birbirlerinin eksiklerini tamamlayan, hep destek olan bir gruptu. Hepsi sınavda başarılı olmak için elinden geleni yapmıştı.
Sonuçların açıklanması, bütün heyecanlarını zirveye taşımıştı. Hepsi, yıllardır hayalini kurdukları bu okul için ter dökmüş, zorlu süreçlerden geçmişti. 18 yaşına geldiklerinde, şimdiye kadar sahip oldukları tek güvence birbirleriydi. Birbirlerinin cesaret kaynağıydılar.
Saatler geçti, ve nihayet sonuçlar duyuruldu. Bütün Deli Timi, Harp Okulu’nu kazandıkları haberini aldığında, birbirlerine sarıldılar. Gözlerinde gurur vardı. Bu, sadece kendi zaferleri değil, bir ailenin, bir yolun, bir mücadelenin zaferiydi.
İçimizdeki cesaret her şeyin önündeydi,” dedi Devrim. “Ve birlikte kazandık. Bu sadece bir başlangıç.”
Can, yüzünde tipik esprili ifadesiyle, “Birlikte düşer, birlikte kalkarız,” dedi.
Aybars, sakin ama kararlı bir şekilde ekledi, “Bu sadece başlangıç evet ama birlikte çok daha fazlasını başaracağız.”
Artık hayatlarına yeni bir yön verecekleri, daha zor bir yola çıkacaklardı. Ama her zaman birbirlerinin yanlarında olacaklardı. Hayat, ne kadar sert olsa da, onlar birlikte her engeli aşacaktı.
Tuğgeneralin odasının büyük camından günbatımı vuruyordu. Duvarda Atatürk portresi, masada dağınık bir mezuniyet listesi. Tuğgeneral Mehmet Aydın, elindeki dosyayı masaya bıraktı, gözlüğünü çıkarıp alnını ovuşturdu.
"Bu çocuklar başka..." dedi iç çekerek.
Yanındaki albay, listede birkaç ismin altını çizmişti: Devrim Balkan, Aybars Türkoğlu, Altay Öztürk, Can Şentürk, Giray Karaca.
"Kimsesiz büyüyüp bu kadar dik durabilen beş çocuk… Hepsi de farklı ama bir o kadar da kenetlenmişler. Özellikle Devrim… Her detayı fark ediyor. Henüz mezun ama bakışları bizden farksız."
"Bu beşli… Onlara düzgün bir çatı kurmazsak, dağılırlar. Ama eğer birlikte kalırlarsa, Türk Silahlı Kuvvetleri yıllar sonra bile bu timin adını anacak o kesin."
"Onlara ayrı ayrı görev versek isyan çıkarırlar. Devrim kabul etmez. Aybars ve Altay sessiz ama gözleri Devrim’i izliyor sürekli. Can’ın içindeki çılgın zeka ve Giray’ın saf gücü. Hepsi birbirini tamamlıyor."
"Ne yapmayı düşünüyorsunuz tuğgeneralim?"
"Kara Kuvvetleri Komutanlığı’yla görüşeceğim. Ama bu beşli, aynı timde olacak. Hatta…"
"Bu timin adı bile belli aslında. Onlara şimdiden 'Deli Timi' diyorlar aralarında. Özellikle Devrim’e… 'Deli Komutan.'"
"Deliyse bizim için delilik, aklın yeni tanımıdır komutanım."
İki subay sustu. Camdan bakan tuğgeneral, o beş çocuğun mezuniyet alanında birlikte yürüdüğünü gördü.
"Bazen ordunun kaderini değiştirenler bir kurşun değil, bir tim olur."
Devrim dışarıdan geliyordu. Yüzünde yorgun bir ifade vardı gözleri puslu gökyüzüne, adımları eve odaklıydı. Karargâhta yine zihin yoran raporlar sayesinde kafası kazan gibiydi. Tek istediği şey eve girip ayaklarını uzatıp sessizce oturmaktı.
Kapıya geldi, anahtarı cebinden çıkarırken bir tuhaflık hissetti. Şüpheci bir bakış attı, ama anahtarı çevirdi ve kapıyı açtı. İçeriden patlayan balonlar ve yüksek seste gelen müzik yankılandı. Rap tarzı bir şarkı.
“Komutanım deli, yaşı oldu otuz,
Tetiği bırakmaz, güzellik sonsuz!”
“Ben yazdım ama Aybars beğenmedi.”
“Yemekler soğudu. Beş dakikada masaya oturulmazsa mutfağa bomba atarım.”
Devrim içeri adım attı, gözleri hala gülüyordu.
“Madem delirdiniz, ben de katılıyorum. Nerede pastam?”
Sonra gözleri loş ışıktaki o pastaya kaydı. Üzerinde küçük bir yazı vardı:
“Sadece sayılar değişir, sen hep bizim komutanımızsın.”
“Bu pastadan sonra sıradaki görev sizi akıl hastanesine sevk etmek olacak!”
“Sen de bizimle gelirsin, komutanım!”
Ve gece boyunca kahkaha, oyunlar, saçma yarışmalar ve tabii ki dev bir “sessizlik oyunu” yaşandı ki en fazla 14 saniye sürdü, çünkü Can konuşmadan duramadı.
Gece sessizdi. Evde herkes çoktan uyumuştu ama bende uykunun esamesi yoktu. Günün ağırlığı hâlâ omuzlarımdaydı. Bir sigara içmeden dinmeyecekti.
Sessizce mutfağa gittim, paketimi kaptığım gibi balkona çıktım.
Çakmağı çaktım, sigaranın ucunu yaktım ve derin bir nefes çektim. O anda gözüm yan balkona kaydı. Devrim oradaydı. Elinde sigarası, gözleri boşluğa asılı gibi duruyordu.
Sessizliğine dokunmadan seslendim.
“İyi geceler,” dedi, yumuşak bir sesle.
Birkaç saniye sustuk. Aslında söylenecek çok şey vardı da ikimiz de kelime seçmekte temkinliydik. Sonra ben aramızdaki boşluğu kırmaya karar verdim.
Yüzüme baktı, hafif bir şaşkınlıkla.
“Evet. Sen nereden biliyorsun?”
“Sesiniz bizim evde yankılanıyordu. Özellikle o rap hâlâ kulağımda.”
Güldü. Ama hafif. Başını eğdi.
“Rahatsız ettiysek kusura bakma.”
“Ne kusuru, Devrim,” dedim. “İyi ki doğmuşsun.”
Bir şey demedi. Sadece başını eğdi. O baş eğişte bin kelimelik bir teşekkür vardı.
Sustu, ben de sustum. Aynı geceye baktık bir süre.
Savaş başka yerdeydi o an. İçimizdeydi.
Ama iyi ki bazı sessizlikler, konuşmaktan daha çok şey anlatıyor.1
...
Umarım bu bölüm sizi de içine alıp götürebilmiştir!
Bugün Deli Timi'nin biriciği, devrim komutanımızın doğum günü! 🎉
Kutlamak isteyenler, yorumlarda bekliyorum! Gelin hep birlikte kutlayalım! 🎂
Okur Yorumları | Yorum Ekle |