6. Bölüm

BÖLÜM 1

Ceren Oktay
yazarcerenoktay

Canlarım, ilk bölüm an itibari ile yayında. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya not bırakmayı ihmal etmeyiniz.

Yorumlarınızı da bekliyorum.

Doğduğunuz andan beri eziyet gördüğünüz ve köle olduğunuz bir diyarda yaşadığınızı düşünün. Bu diyarda kurallar kesin ve dışına çıkmak yasak. Eğer kuralların dışına çıkılırsa alınan cezalar çok ağır. Bu yüzden ben ve ailem, hatta bu diyarda yaşayanlar kurallara uymak için çabalıyor, sesini kesinlikle çıkarmıyor. Eğer ki sesimizi çıkarırsak daha önce gördüğümüz şeylerin bizim başımıza gelebileceği düşüncesi, tüylerimizi diken diken ediyor.

Bu diyarda doğup öğrenmeye başladığım andan itibaren bana neyin doğru, neyin yanlış olduğu söylendi ve kabul etmek zorunda olduğum sıkça dile getirildi. Olanlar sadece bununla sınırlı kalmadı. Ne düşüneceğimi, ne giyeceğimi, ne zaman susmam gerektiğini onlar belirlediler. Geçmişte özgürlük adı verilen şey, kitaplarda varlığını sürdürüyordu. O kitaplar ise bizleri etkilememesi için yakılıp yok edildi. Buna isyan eden ve tepki gösterenler elbette oldu. Kitapların önemli olduğunu ve geçmişlerini temsil ettiğini söylüyorlardı. Bu yaptıkları intiharla eş değer olduğu için sonları ölüm oldu. Kesinlikle acıma yoktu. Acımak diye bir kelimeyi bu diyarda göremezdiniz ve böyle bir eylemle kesinlikle karşılaşamazdınız.

Düşünmeye devam ederken ellerimi yumruk yaptığımı yeni fark etmiştim. Kaşlarımı çatıp sakin kalmaya çalıştım. Bu diyardan, kurallardan, bizi köle olarak görmelerinden ve diledikleri gibi yönetmelerinden nefret ediyordum. Nitekim bunu hiçbir zaman dile getirememiştim. Ne annem ne babam ne de kardeşim beni anlamıyordu.

Odamdaki camdan dışarı bakmaya devam ederken işe giden insanları görüyor, daha da kahroluyordum. Bu doğru değildi.

“Vakit geldi.”

Annemin sesini duymanın ardından camdan dışarı bakmayı bıraktım ve odadaki aynada kendime baktım. Derin bir nefes aldıktan sonra her günün aynı olmasından sıkıldığımı fark ettim. Başımı iki yana salladığımda annemin tekrar sesini duydum. “Hadi! Acele et!”

Üzerimdeki kıyafetin kusursuzca ütülenmiş olduğundan emin olduktan sonra yavaşça sandalyeden kalktım. Her günün aynı olduğu, her sabahın tekdüze sessizliğiyle başlayan bu rutine adımımı atarken, içimde bastıramadığım o sıkışma hissi yine baş gösterdi.

Koridora çıktığımda annem sessizce elini uzattı. Avucunda bir elma vardı. Sessizliği bozan ilk şey, yine aynı cümleydi: Sakın ola ki sesini kullanma. Sana zarar vermelerini istemezsin.

Bu cümleyi sayısız kez duymuştum ama her seferinde içimi aynı şekilde burkuyordu. Bir hap gibi boğazıma takılıyor, yutkunmaya çalıştıkça içimde bir şeyler daha da bastırılıyordu.

Biliyorum, biliyorum, dedim, bıkkın bir ifadeyle. Elmayı ısırdım. Tadını bile hissetmiyordum artık. Botlarımı giymeye yönelirken sözlerim döküldü: “Yapacağım en ufak bir hatanın yalnızca beni değil, sizi de etkileyeceğinin farkındayım.”

Bulunduğumuz diyar, Nileg adı verilen bir İmparatorluk tarafından yönetiliyordu. Bu imparatorluk, yaklaşık beş yüz yıl kadar hüküm sürmekteydi ve tüm yönetimi başarılı bir şekilde ele almıştı. Ben, ailem, arkadaşlarım ve diğer insanlar bu imparatorluğun malıydık. Onlar ne derse yapmak zorunda olup onlara karşı asla isyan edemezdik. Daha önce isyan edenlerin yaşadıkları, bizzat Nileg tarafından gözlerimize sokulmuş ve bizleri fazlasıyla korkutmuştu.

Gördüğüm o dehşet verici sahneler, zihnimin bir köşesine kazınmıştı. Her hatırladığımda boğazım düğümleniyor, ciğerlerim daralıyordu. Bu yüzden dikkatli olmalıydım. Sakin… Sessiz… Görünmez…

Annem boşuna uyarıda bulunmuyordu.

Çünkü ben önemliydim. Ve biz... belki de bir gün her şeyi değiştirebilecek olan tek umuttuk.

Kimliğimi yokladım, hâlâ yerindeydi. Annemin açtığı kapıdan dışarı adım atarken bir kez daha ona baktım. “Geç kalmayın,” dedim. “Çünkü onların gözünde geç kalmak bile isyana eş sayılıyor.”

“Haklısın kızım… Ama babanın durumu daha da ağırlaştı,” dedi annem, sesi çatallıydı; gözlerindeki hüzün saklanamayacak kadar belirgindi.

İçimde bastıramadığım bir istekle düşündüm: Keşke onu iyileştirmenin bir yolu olsaydı. Aslında onu iyileştirebilecek olan bir yol vardı. Vardı ama... öyle pahalı, öyle ulaşılmazdı ki, ne biz ne de tüm Toprak Halkı bir araya gelse bile bu tedavinin masraflarını karşılayamazdı. Bu yüzden çaresizce elimizden geleni yapıyor, imkanımız dahilindeki tedavilerle onu hayatta tutmaya, yaşamını olabildiğince uzatmaya çalışıyorduk. Pek başarılı olduğumuz söylenemezdi. Sanki onun için çabalamayıp ölmesini yani ötenazi görmesini sağlasak onun için daha iyi olacaktı ama ötenazi bile karşılayamayacağımız lüks sayılan şeyler arasında yer alıyordu.

“Onun için çok ama çok üzgünüm,” diye düşündüğümde annem “Neyse,” dedi. “Sen bunu kafana takma. Abin ile birazdan çıkacağız.”

Başımı salladıktan sonra yürümeye başladım. Çevremde bizim gibi imparatorluğa bağlı olan ve çalışmak için evlerinden dışarı çıkan pek çok insan vardı. Onların kıyafetleri tıpkı benimki gibiydi. Ne de olsa biz Toprak Halkı’ydık. Gıdalarla ilgili her şey bize bakıyordu.

“Yorgun görünüyorsun,” diyen Nikke’nin yıpranmış sesi kulağıma ulaştı. Onun ailesinin de durumu bizden farklı değildi.

“Bu duruma şaşırmaman gerekiyor,” diyerek yanıt verdiğimde buruk bir şekilde gülümsedi.

“Tabii ki şaşırmıyorum,” dedi. “Keşke senin baban, benim de annem sağlıklı olsaydı. Bize neden hiç acımadıklarını anlamıyorum.”

“Onlar acımazlar. Sadece kendilerini düşünürler,” dediğimde gözlerim az ileride dikilmekte olan güvenlik robotuna kaydı. Robot elindeki silahı sıkıca tutuyordu ve olası bir tehlike anında duruma müdahale etmeye hazırdı. Kıpkırmızı parlayan gözleri, ürkütücülüğünü daha da belli ediyor, kalp atışımızı hızlandırıyordu. Titremeden yapamadım.

“Sanırım konuşmaya ara vermemiz gerek,” dediğimde ne dediğimi hemen anladı. Bu robotlar öyle sıradan robotlar değillerdi. Gelişmiş yapay zeka teknolojisi sayesinde konuşmaları da kayda alıyor, tıpkı görüntüleri kayda aldıklarında ve gerektiğinde kullandıkları gibi bu konuşmaları da kullanıyorlardı. Olay çıkartma planı olan, isyan peşinde olan ve daha pek çok konuda sorun çıkaran kişiler bu şekilde bastırılmış, olan biten ispatlanmıştı. Kesinlikle ama kesinlikle bu robotlara karşı dikkatli olmamız gerekiyordu.

Bizleri gözetlemekte olan bu robotların kafası geometrik olarak kusursuz bir kareydi; soğuk metal yüzeyinin ortasında kıpkırmızı parlayan gözleri, adeta çevresini lazer gibi tarıyordu. Bu gözler, askeri teknoloji ürünü lazer görüş sistemlerinden evrilmişti ama çok daha hassas ve ölümcüldü.

Gövdesi aerodinamikti; fazla yer kaplamayan ama her kası sanki çelikle örülmüş gibi gerili duran bir savaşçıyı andırıyordu. Kolları uzun ve inceden ziyade, kaslı bir insanın ön kolu kalınlığındaydı — ama dış yüzeyi mat titanyum alaşımdan, her hareketi sarsılmaz bir dengeyle yapıyordu. Kavrama gücü, bir insanı tek hamlede yere serecek kadar kuvvetliydi. Bacakları ise, hız ve çeviklik için tasarlanmıştı. Koşucularınkine benzer yapısıyla dar ama sağlamdı; hareket halindeyken, iç mekanizmasından yayılan hafif vızıltı dışında neredeyse ses çıkarmıyordu. Ayakları, topuk yerine çok noktalı destekle dengede duruyor, gerektiğinde sıçrayıp metrelerce ileri atılabiliyordu. Güçlü ama hantal olmayan, ince ama çeliksi bir formdaydı.

“Haklısın,” dedikten sonra Nikke ile yürümeye devam ettik. Yüzeye çıkan mekanizmaya ayak bastığımızda vücudumuz hafifçe havalandı ve bizi boşlukta sürükleyerek üst kata, yüzeye doğru taşımak için harekete geçti. Bu durum başlarda korkutucuydu benim için. İlk zamanlar korkudan kustuğumu çok net hatırlıyorum. Tabii zaman geçtikçe ve bu mekanizma aracılığı ile yüzeye sürekli taşındıkça duruma alışmış, artık bu durumu yaşamaz hale gelmiştim.

Yüzeye çıktığımızda karşımıza çıkan robotlar tarama yaptı. Bu robotlar, havada asılıymış gibi görünüyordu ve görünüşleri bir daireyi andırmaktaydı. Dairenin çevresindeki şekiller imparatorluğu temsil etmekteydi. Bu robotların kontrol yaparken çıkardıkları renkli ışıklar aramızda yasadışı eşya ve madde taşıyan olup olmadığını kontrol edildiğini belli ediyordu. Ne ben ne de Nikke, böyle bir şeye cesaret edemeyeceğimiz için asla yanımızda bu şeylerden taşımazdık.

Kontrol başarılı bir şekilde geçtikten sonra yüzümüze maskemizi taktık. İlerimizde, gözle görünmeyen ama her nefeste ciğerleri çürüten bir gaz tabakası vardı ve bu sağlığımız için çok zararlıydı. Bu maskeleri her defasında takar, görev yerimize varana kadar ilerler, görev yerine varınca çıkarırdık. Peki, taktığımız bu maskeler evde mevcut muydu? Tabii ki hayır. Bu maskeleri her zaman maaşımızdan kesilerek alırdık ki bu imparatorluğun lanet ettiğim özelliklerinden sadece bir tanesiydi. Bu imparatorluktan gerçekten nefret ediyordum. Keşke birisi çıksa da isyan edip bu sistemi çökertse. Nitekim ben böyle şeylerin sadece film ve dizilerde olduğuna inanıyorum. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, beş yüz yıl kadar hüküm süremezlerdi.

Bulunduğumuz alan, baştan sona kavurucu bir çöldü. Ufuk çizgisine kadar uzanan bu sarı cehennemde, en ufak bir ot parçası bile yoktu. Göz alabildiğine kuru toprak, çatlamış yüzeylerle doluydu. Bu ölüm sessizliğinin ortasında yükselen yapılar, imparatorluğun üretim ve deney üsleriydi.

Biz Toprak Halkı, bu yapılarda farklı görevlere ayrılmıştık. Benim görevim, genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin bu düşmanca ortamda hayatta kalmasını sağlamaktı. Kolay mıydı? Hayır. Ama başka seçeneğim yoktu. Eğer bir kez bile başarısız olursam beni gözünü kırpmadan öldürürlerdi. Ve burada, ölüm sessizdi. Çığlık atsan bile duyan olmazdı.

Birlikte ilerlemeyi sürdürdük. Daha sonra Nikke ile yolumuz ayrıldı. O kendi binasına, ben de kendi binama doğru yol almaya başladım. Birkaç adım sonra zehirli olarak bildiğimiz bölüme giriş yaptım. Korkuyordum ama korkumu belli edemezdim. Korkuyu sezerlerdi ve bu hiç hoşlarına gitmezdi. Geçmişteki yaşantımı ve şimdiki yaşantımı düşündükçe gerçekten bu kadar baskıda hayatta kalmamızın mucize olduğunu düşünmeden yapamadım. Neyse ki düşünceleri okuyamıyor oluşları, biraz olsun beni rahatlatıyor bu sayede istediğim şeyleri düşünebiliyordum.

Üzerimizdeki kıyafetler, neyse ki tenimizin zarar görmesini engelliyordu. Eldivenlerimiz de tıpkı maskelerimiz gibi zehre karşı bir koruma sağlıyordu. Tanrı’ya şükürler olsun ki, en azından bunu akıl edebilmişlerdi. Onca zalimliklerine rağmen, bu bir iyilik gibi görünüyordu — ama elbette, biz yaşarsak onlar kazanıyordu. Sağ kalmamız, sadece sistemin devamı içindi. Bu da kendi çıkarlarına hizmet eden bir başka lütuf'tan ibaretti.

Zehirli alana ayak bastığımda karşıma her zamanki manzara çıktı: renkleri neredeyse fosforlu denecek kadar parlak olan birkaç mantar, zehrin içinde yaşamayı başarabilen otuz santimlik solucanlar ve havada süzülen, evrim geçirmiş garip böcekler... Bu yaratıklar artık bana yabancı değildi. İlk başta dehşet vericiydiler, evet. Ama zamanla alışmıştım. Artık hiçbirine şaşırmıyordum.

Tesisin devasa metal kapısı, kartımı okutunca tok bir sesle açıldı. İçeriden yükselen steril kimyasalların keskin kokusu, maskenin ardına kadar sızıyordu. İlk adımımı attığımda, beni durduracak olan tarama çizgisine gelmeden önce birkaç saniye boyunca sabit durmam gerekti.

Tavandan inen otomatik tarayıcılar harekete geçti. İnce mavi ışıklar, vücudumun her köşesini yukarıdan aşağıya taradı. Maskemin camı bu ışıkla kısa süreliğine donuklaştı. Ardından hava nozulları devreye girdi — yüksek basınçlı, arındırıcı gaz püskürttüler. Giysimin üzerine çarpan bu gaz, minik titreşimlerle tenime kadar işledi.

Sessizlik, yalnızca işlem tamamlanana kadar sürdü. Kapalı bir bölmeden çıkan mekanik bir ses, adım atmamı söyledi: “Temizleme tamamlandı. Giriş izni verildi.”

Nefesimi tutarak ilerledim. Maskemi yalnızca iç güvenli bölmeye geçtiğimde çıkarabileceğimi biliyordum. Tünel benzeri bir geçitten sonra ikinci kapı açıldı ve içeri adım attım. Maskemi çıkardığımda temiz oksijenin kokusunu almak çok iyi gelmişti. Belimdeki kancalı kısma astıktan sonra “Günaydın Elissa,” dedi birkaç kişi ile selamlaştım.

Görev yapacağım odaya adım attığımda, beni her zamanki gibi makinelerin mekanik uğultusu karşıladı. Bu alanda yalnızca makineler değil, üzerinde çalıştığım genetik olarak değiştirilmiş bitkiler de yer alıyordu. Her biri, bu düşmanca ortamda yaşam mücadelesi veren birer canlı gibiydi. Onlara göz ucuyla bakarak bilgisayarıma yöneldim. Kullanıcı bilgilerimi girerken parmaklarım kısa bir tereddütle klavyeye bastı — her gün aynı ekran, aynı şifre, aynı yaşam…

İşimi yapabilmek için kullanacağım gerekli dosyaları açmadan önce bir an için duraksadım. İçimde hafif bir tedirginlik vardı ve bu tedirginliğin neden olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Kaşlarımı çattıktan sonra “Sakin ol,” dedim kendi kendime. “Her zamanki gibi sıradan bir gün.”

Sözlerimin ardından mail kutumu kontrol etme kararı aldım. Üstlerimden gelen herhangi bir uyarı, bildiri ya da görev değişikliğini kaçırmak istemiyordum. Bu tür detaylar, hayatla ölüm arasındaki farkı belirleyebiliyordu. Bu yüzden çok dikkatli olmalıydım.

Sıradan mailler dışında önemli bir mail olmadığını fark edince ekranı kapatıp bitkilerin durumunu kontrol edeceğim programları açtım. Tek tek bitkileri kontrol ederken genetiği değiştirilmiş olan bitkilerin herhangi bir sorunu olmadığını fark ettim. Daha önceleri olduğu gibiydi durum.

Çalışmaya devam ederken ekranda beklenmedik bir dosya belirdi. Bu dosyayı daha önce hiç görmemiştim ve nereden çıktığını anlamamıştım. Merak içinde dosyaya bakındıktan sonra açmak ile açmamak arasında büyük bir tereddüt yaşadım. Belki de bu dosya, yanlışlıkla bana gönderilmişti ve açtığım vakit başım belaya girebilirdi.

Tam dosyayı açmama kararı almışken ekranda beliren yazı, nefesimi kesti.

“Bu dosyayı açman şart. Sana ihtiyacımız var.”

Bana mı ihtiyaç vardı? Tanrım! Neler oluyordu? Bana bu mesajı kim göndermişti? Mesajı gönderen her kimse mesajı gönderdiği gibi yok etmişti. Ortada sadece dosya vardı. O kişi her kimse onun bahsettiği dosya işte. Bu dosyaya tıklasam bela alır mıydım? Kafayı yemek üzere olduğumu hissettim, nefesim kesilir gibi oldu ve midem bulandı.

“Hadi! Kaybedecek vakit yok!”

Tekrar bir mesaj daha göründüğünde ekranda mide bulantım daha da arttı. Neler olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Mesaj daha öncesinde olduğu gibi yok olduktan sonra avuç içlerimin terlediğini, başımdan aşağı soğuk sular döküldüğünü hissettim. Kalbim hızla atıyordu. Daha önce hiç böyle attığını görmemiştim. Sanki dakikada yüz yirmi üzerine çıkmıştı ki bu değer benim için oldukça yüksekti.

Bu kişi kimse ona güvenemez ve risk alamazdım. Dosyayı açmama kararı aldığım vakit dosya kendiliğinden açıldı ve karşıma iki tane video çıktı. Videolardan ilki otomatik oynamaya başladığında gördüklerim dehşete düşmeme sebep oldu. Bu kadar ileri gitmiş olamazlardı.

 

BÖLÜM SONU SORULARI

1 : İmparatorluk hakkında ne düşündünüz?

2: Böyle bir yerde yaşıyor olsaydınız kendinizi nasıl hissederdiniz?

3: Böyle bir diyarda hayatta kalma şansınız yüzda kaç olurdu?

4: Sizce Elissa'nın babası kurtulabilecek mi?

5: Bir sonraki bölümde neler olacak?

6: Sizce kız karakterimiz olan Elissa, ne gördü de dehşete kapıldı?

Bölüm : 25.09.2024 15:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...