
Canlarım, üçüncü bölüm kısım iki ile an itibari ile yayında. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya not bırakmayı ihmal etmeyiniz.
Yorumlarınızı da bekliyorum. Bölüm sonundaki soruları cevaplamayı unutmayınız.
“Burası Metal Halkı’nın bölgesine çok benziyor,” dedi Tarık. Sözleri üzerine kaşlarımı çattım. “İnanamıyorum… Gerçekten burada mıyız?” Sesinden heyecan akıyordu.
“Metal Halkı mı?” diye fısıldadım. İçime buz gibi bir şey çökmüştü.
“Evet,” dedi Tarık. “Şu mimarinin mükemmelliğine bakar mısınız?” Elleriyle çevredeki metalden yapılma yapıları işaret etti. Tarık’ın gözleri büyümüş, neredeyse parlıyordu. Parmak uçları heyecandan titriyordu. Onu bu kadar heyecanlandıran şeyin ne olduğunu anlamamış-tım. Burası tehlikeli bir yerse heyecanlanmak mantıksız olmaz mıydı? Kesinlikle olurdu.
“Metal Halkı da kim? Onları nereden tanıyorsun?”
Çevrede metalden yapılma evler vardı. Evlerin çoğu ayakta dursa da paramparça olmuş, içleri görünür hale gelmişti. Bir zamanlar hayatla dolup taştığı belli olan yapılar, şimdi iç organları dışarı fırlamış metal cesetlere benziyordu.
Bundan yıllar önce annem, kıyametin koptuğunu duyduğunu söylemişti. “Nileg İmparatorluğu, bu kıyamet sonrasında ortaya çıktı,” demişti. Demek ki bu evler o zamandan kalmıştı. Yani dünya dışında yaşam vardı bir zamanlar. Bizim şu andaki zamanımız gibi değildi. Vay canına. Buna inanmak güçtü. Annemin ve büyükannemin bu kadar çok şeyi nasıl bildiğini çok merak ediyordum ama hiçbir zaman sormaya cesaret edememiştim. Sürekli gözetleniyor ve izleniyor olmak buna engel oluyordu.
Bu izlenmelere rağmen annemin ve büyükannemin bu kadar bilgiyi bana nasıl ve ne zaman anlattığını bir türlü hatırlayamıyordum. Aklımdaki anılar parça parçaydı. Çoğu silikti. Sanki bir şeyler tam anlamıyla hatırlamama engel oluyordu ama ne olduğunu bilemiyordum.
Az ilerimizde bulunan binalardan birine doğru ilerlemeye başladım. Tarık, Toana ve Voelina pek sessizleşmişti. Hiç konuşmuyorlar. Benim gibi bulunduğumuz bölgeyi anlamaya çalışıyorlardı.
Sağ tarafımızda bulunan binanın önünde bir ton taş yığını vardı. Bu taş yığınlarının bazıları küçüktü, bazıları da büyüktü. Bina o kadar çok yıpranmıştı ki sıvaları dökülmüş, renk değiştirmişti. Sarı ve gri tonlarında pek çok renge bürünmüştü.
Duvarda incecik kolları olan, uzun vücutlu, bacakları kollarından kalın olsa da ince olan bir figür vardı. Figürün tam ortasında bir daire bulunuyordu. Bu daire ya o insanların temsil ettiği bir şeydi ya da sıvalar döküldüğü için oluşmuştu. Gölge gibi duran bu figür içimi ürpertiyor, beni korkutuyordu. Geçmişteki insanlar böyle miydi? Hiç bu şekilde olduklarını düşlememiştim.
Binalardan bazılarının önünde parçalanmış devasa eşyalar vardı. Binalardan bazıları da bizim tapınak olarak adlandırdığımız, geçmişte insanların tanrılarına tapınmak için kullandığı yere benziyordu. Bunu nereden biliyordum? Tabii ki annemin gizlediği resimlerden. Annemde anlattığı hikayeler haricinde pek çok da resim vardı. Bu resimleri karanlıkta görmüştüm. Nasıl gösterdiğini tam olarak hatırlamasam da aydınlıkta göstermesi mümkün değildi.
Bazı direkler vardı. Bu direklerin ne işe yaradığını bilmiyordum. Üzerinde bulunan kablolar birbirlerine bağlı olarak uzanıyordu.
Toana’nın “Onlar elektrik direği. Geçmişte insanlar elektriği bu şekilde evlerine getiriyorlarmış,” dediğini duydum. O da mı benim gibi dış dünya hakkında bilgi sahibiydi? Buna şaşırmıştım. Daha sonra düşünmeden yapamadım. Şaşırmam mantıksızdı. Toana, dış dünyaya dair benden daha fazla şey biliyor olmalıydı.
“Yani ışığı bu direklerle mi sağlıyorlardı? Bizim sistem ondan daha gelişmiş ama ücretli,” dedim burun kıvırarak. Bu durumdan hep rahatsız olmuştum. Kullandığımız elektrik sistemi için para ödüyorduk.
“Onlar da ödüyorlardı,” diyerek konuşmaya devam etti Toana. “Bu halk, bizden daha şanslıydı sadece. Ama aç gözlülüklerine o kadar kapılmışlardı ki, dünyalarının kıymetini bilemediler.”
“Yani diyorsun ki dünya ellerindeydi ama hiçbir şeyleri kalmadı. Doğru mu anlıyorum seni?”
“Evet,” dedi Toana ifadesiz bir yüzle çevresine bakmaya devam ederken. Onun bu kadar ruhsuz olmasını anlayamıyordum. Nasıl böylesine sakin ve ifadesiz kalmayı başarabiliyordu ki?
“Susadım,” diyen Voelina’nın sesini duyunca yumuşak bakışlarımı ondan yana çevirdim. Çocuklara karşı hep merhametli olmuştum. Onların suçsuz ve bu dünyadaki en günahsız varlıklar olduğuna inanıyordum. Nitekim sistem öyle demiyordu. Belirli bir yaştan sonra onları eğitmeye başlayıp daha sonra çalışmaya zorluyordu. Kısacası sağlık problemleri olanlar dışında herkes çalışmak zorundaydı. İmparatorluk kurallarına karşı gelmek mümkün değildi.
Yanımızda su yoktu ama çevrede belki temiz su kaynağı bulabilirdik. Bu yüzden onlara su aramayı önerecekken Tarık “Boşuna çaba,” dedi umutsuz bir şekilde. “Burada su bulmak imkansız. Baksana, dünyanın hali ortada. Bu dünyada sence su bulabilir miyiz? Özellikle de temiz? Bu hayal olarak güzel ama yapılamayacak bir şey.”
“Annemin anlattığına göre…” dedim birkaç saniye düşündükten sonra. “Bu tarz binaların içlerinde su arıtma sistemleri olurmuş. Eğer ki bu su arıtma sistemlerinden birini bile bulabilirsek suyun sağlıklı olup olmadığını kontrol etme imkanı elde ederiz.”
“İşte bunu bilmiyordum,” diyerek konuştu Tarık. “O halde aramaya başlayalım.”
Hep birlikte yürümeye başladık ve bize en yakın olan binaya girip su arıtma sistemi olup olmadığını kontrol etmeye başladık.
“Bana kalırsa su denen şeyi bulmak imkansız ya neyse,” dedi Tarık tek kaşını kaldırıp. “Öyle bir deponun varlığından bile şüpheliyim.”
“O halde neden bizimle geliyorsun?” diye sordum merak içinde.
“Neden olacak? Sizi olası tehlikelerden korumak için,” diyerek kibirli bir ses tonuyla yanıt verdi. Elleri belindeydi ve yüzünde alaycı bir sırıtış vardı.
“Tehlikeler mi? Hem de olası?” diye sordum gözlerim şaşkınlığımdan dolayı iyice açılırken. “Burada ne olabilir ki? Tamamen terk edilmiş görünüyor.”
“Senin haberin yok ama bu bölgede yaşayanlar var. Onlara Mehayabö deniliyor.”
“Meha… Ne diyorsun sen öyle?” diye sordum şaşkınlık bedenimi iyice sarmalayıp beni şok içinde bırakırken. Burada adını bilmediğim bir halk yaşıyordu demek ki. Adlarını da söylemek oldukça zordu.
“Mehayabö. Yani Metal Halkı Yaşam Bölgesi’nin kısaltması. Kendilerine böyle diyorlar,” diyerek tekrar söyledi anlamadığım ismi. Mehayabö. Ne kadar garip isimdi böyle. Bölge adını kısaltarak kendilerine uyarlamaları da ayrı bir olaydı. Hem etkileyici hem de şaşırtıcı olduğunu itiraf etmek zorunda hissediyordum kendimi. Öyle de yaptım.
“Zamanla bu dünya hakkında daha fazlasını öğreneceksin. Biz de bir zamanlar senin gibiydik. Ama sonra isyan ettik. Ve isyanla birlikte gerçekler açığa çıktı. Atalarımız, hayatta kalanlar öğrendiklerini bize aktardılar,” diyerek konuştu epeydir sessiz kalan Voelina.
BÖLÜM SONU SORULARI
1: Üçüncü kısımda sizce neler olacak?
2 : Evrenin haritasını görmek istiyor musunuz?
3: Karakterlerden en çok hangisini sevdiniz?
4: Karakter görsellerini paylaşacağım sizinle. Biraz daha ilerlemesi lazım bölümlerin tabii. Karakter görselleri olan kitapları seviyor musunuz?
5 : Bölümü beğendiniz mi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |