
Canlarım, dördüncü bölüm an itibari ile yayında. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya not bırakmayı ihmal etmeyiniz.
Yorumlarınızı da bekliyorum. Bölüm sonundaki soruları cevaplamayı unutmayınız.
Işığın gösterdiği yere doğru ilerlemeye başladığımızda tarafımıza atılan oklar yüzünden olduğumuz yerde çakılı kaldık. Oklar dört bir yanımızı sarmış durumdaydı.
Neyse ki kolyemin koruma kalkanı aktif hale gelmişti de bu sayede rahatça korunabiliyorduk.
“Size onların burada olduğunu söylemiştim,” diyerek konuştu Tarık. Burada yaşıyorlar. Bölgelerini korumak için ellerinden geleni yapacaklar. Sonuçta burası onlar için çok değerli ve kutsal bir bölge.”
Kolyenin korumasının ardından ortaya çıkan ve ellerinde oklarını tutmaya devam eden halka dikkatlice baktım. Bu halkın kadınlarının örgülü saçları vardı. Erkekleri ise sakallarını örmüştü. Tamamı olmasa da bir kısmı örülüydü. Boyları çok uzun değildi. En fazla bizim yarımız kadardılar.
“Siz de nesiniz böyle?” diye sorduğumda daha da hiddetli baktılar. İçlerinden bir tanesi kalabalığı yarıp ön plana çıktıktan sonra “Do nöre tu fönus,” dedi.
Bu ne demekti hiçbir fikrim yoktu. Bakışlarım endişe içinde onlara kaydı. Tarık, Toana ve Voelina’ya. Nedense kendimi ve onları büyük bir tehlikenin içinde hissediyordum. Sanki büyük bir kazık çukuruna düşmüştük de debelenecek ama bir türlü buradan çıkamayacaktık.
“Bu kolye…” dedi adam eliyle kolyemi işaret edip. “Bu kolye yasaklı. O burada olmamalı.”
“Biz de zaten gidiyorduk. Bize müsade edin,” diye fısıldadım. Ellerim korkudan havadaydı. Teslim olmuş gibi hissediyordum kendimi ama bu tamamen korkudandı.
“Gidemezsiniz. Kolye bize ait,” diyerek yanıt verdi adam. “Kolyeyi bana ver.”
Geri çekildim. Kolyeyi asla onlara geri veremezdim. Gerekirse kanımın son damlasına kadar savaşacaktım. Bu kolye ailemden, annemden bana kalan bir yadigardı. Eğer yaşamıyorsa –ki hala yaşayıp yaşamadığı konusunda onlara güvenemiyordum- kolyeden başka hiçbir şeyim kalmış olmayacaktı.
Attığım adımın ardından kalbim hızla atmaya başladı ama bunu görmezden gelmek için çabaladım. Elimle kolyemi sıkıca tuttuktan sonra yeniden ısındığını hissettim. Ellerimi kolyeden çektiğimde kolyenin ışıldadığını gördüm. Bunun üzerine bize saldırıp çevremizi saran ırk geri çekilmeye başladı.
“Geri çekilin. Kutsal ışık parlıyor.”
Parıltı artmasına rağmen ne bize ne de onlara herhangi bir zarar vermedi. Onlar korkudan geri çekilirken bize ilerlememiz için alan kalmıştı biraz olsun.
“Bu kolyenin sahibi olmak istiyorsanız ona layık olmalısınız,” diyerek yanıt verdi öne çıkan adam. “Bense sizin layık olduğunuzu düşünmüyorum.”
“Bu kolye bana ailemden, annemden yadigar. Onu ne size veririm ne de bir başkasının ele geçirmesine izin veririm. Benden uzak durum!” diye bağırdım.
Bağırışımın ardından bir şeyler tetiklendi. Ne olduğunu anlamadım ama daha da korktukları gözlerinden belliydi.
“Ya bizimle gelir ve neden burada olduğunuzu açıklarsın ya da kolyeyi bırakır, ancak öyle gidebilirsiniz. Seçim senin.”
“Asla. Bunu yapmayacağımı biliyorsunuz,” dedim hırçın bir sesle. “Ne sizinle geleceğim ne de kolyeyi size bırakacağım.”
Bunun üzerine korkan ve geri çekilen adamlarla kadınlar üzerimize oklarını yağdırmaya başladılar. Kolye, daha öncesinde olduğu gibi tekrardan bizi korumak için gücünü ortaya çıkardı.
Liderleri olduğunu düşündüğüm öne çıkan ve bizim dilimizde konuşmayı bilen kişi “Yüce Meha adına!” dedi. “Kolye onları koruyor. O kesinlikle seçilmiş kişi. Buna eminim. Onları mahzene götürün.”
Bize yaklaşmaya çalıştıkları vakit çevremizde tekrardan görünmez bir kalkan oluştuğunu fark ettim. Elimi uzatıp kalkana dokunduğumda hafifçe titredi. Kolyem hala ışıldıyordu ve sıcaklığını korumaktaydı. Nasıl bu kadar güçlü olduğunu anlayamıyordum. Bütün bu yaşananlar olmasa kolyemi sıradan sanacaktım ama sıradan değildi işte. Bütün yaşadıklarımız bunu belli etmişti.
“Seçilmiş kişi mi? Ben mi? Ben sıradan birisiyim. Seçilmiş birisi değilim. Sadece ailemi korumak için onlara ulaşmaya çalışıyorum. Lütfen bizi bırakın da gidelim,” diye yalvarmaya başladığımda yeniden anlamadığım dilde kendi aralarında konuşmaya başladılar. Onlar bu şekilde konuşurken hepimiz onlara alık alık bakıyorduk.
“Mahzen dedikleri yer neresi acaba?” diye sordu Voelina. “Bu sözcük bana pek iyi gelmedi. Kötü bir şeyleri çağrıştırıyor gibi.”
“Bana da öyle geldi,” diyerek onu destekledi Toana. “Bu mahzen neredeyse oraya gitmeden sıvışsak çok iyi olur.”
Onlar kendi aralarında tartışmaya devam ederken biz yavaşça hareket ettik. Nitekim dört bir yanımızı sardıkları için kaçmak imkansızdı. Bizim hareket etmemizle gözü üzerimizde olanlardan ok atanlar oluyor, bizi adeta kıvışlamamamız için uyarıyorlardı.
“Siktir,” dedi Voelina. “Ne yapacağız şimdi?”
“Koruma kalkanına güvenerek gidemez miyiz?” diye sordum. Kalbim tekleyecekmiş gibi hissediyordum. Çok ama çok korkuyordum.
“Ya kalkan devre dışı kalır da oklar bize isabet ederse? O zaman ne yapacağız?” diyerek mantıklı bir düşünce dile getirdi Toana.
“O zaman gerçekten ayvayı yedik,” dedim. “Bu bizim battığımızın resmi işareti.”
“Hemen umutsuzluğa kapılmayın,” dedi Tarık. “Sakin kalmamız ve umutsuz davranmamamız çok önemli. Biz ne zorluklar atlattık hatırlayın lütfen.”
Bunu bana değil de daha çok Toana ve Voelina’ya söylemiş gibiydi. Çünkü benle geçirdiği zaman çok azdı.
“Elbette hepsini hatırlıyorum,” dedi Voelina. “Nitekim burası çok başka. Dış dünyaya çok nadir çıkmıştık. Hatta benim çıkışım çok azdı.”
“Bunlar bana neden ‘seçilmiş kişi’ deyip duruyorlar?” diye bağırdım. Sesim yorgundu ama öfkeliydi de. “Ben seçilmiş kişi falan değilim. Sıradan biriyim. Ailemi bile koruyamayan biri…”
Sessizlik oldu. Bir süre kimse konuşmadı. Sonra Toana hafifçe iç çekti. “Aslını istersen,” dedi. “Biz de en başta öyle düşünüyorduk.”
Tarık, bir adım yaklaştı. Gözleri ciddiydi. “Ama artık biliyoruz. Sen bilmiyorsun belki, ama çok güçlüsün Elissa.”
“Güçlü mü?” dedim acı acı gülümseyerek. “Ne gücü?”
“O kadar güçlüsün ki,” dedi Tarık, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. “İmparatorluğu yalnızca sen durdurabilir ve yok edebilirsin.”
“Ben…” Boğazımda düğümlenen kelimeyi yutkundum. “Ben sadece ailemi istiyorum.”
“Ve tam da bu yüzden seçilmiş kişisin,” dedi Toana. “Çünkü senin gücün nefretle değil, sevgiyle çalışıyor.”
“Sevgi… İmparatorlukta olmayan bir şey.”
“Tam olarak öyle. Ve bu sevgi sende mevcut. Sevgi çok başka bir duygu. Onlar bunu anlayamazlar,” dediğinde Tarık “Doğru söylüyor,” diyerek liderleri araya girdi. “Siz çok güçlüsünüz. Güçlü olduğunuzu size ispatlayacağım. Benimle gelin.”
Şaka yapıyordu herhalde? Onlara güvenip peşlerinden gitmemi nasıl beklerdi? Bu tam bir saçmalıktı. Başımı iki yana sallarken “Sizinle gelmeyeceğim,” dedim hırçın bir şekilde. “Size güvenmiyorum.”
“Peki ya aile yadigarına güveniyor musun?” diye sordu lider yarım yamalak diliyle. Konuşurken sesi bizden farklı olduğunu, farklı bir diyarda yaşadığını açıkça belli ediyordu.
Geçmişte, imparatorluk kurulmadan önce dünyada çok dil varmış ama bu diller kıyamet sonrasında silinmiş. İmparatorluk tek bir dil oluşturmuş ve herkesi bu dili kullanmak mecburiyetinde bırakmış. Farklı dil kullanan kişileri öldürüyor veya esir alıyor, türlü eziyetlere maruz bırakıyorlarmış.
Mehayabö’de yaşayan bu cüce benzeri varlıkların da böylesine garip konuşması anlaşılır bir şey olarak geliyordu bana. Sonuçta varlıklarını gizliyorlardı ve herkes onları öldü sanıyordu. İmparatorluk dahil.
Benim tam sözümün üstüne imparatorluk askerlerinin bindiği gelişmiş gemi ortaya çıktı. Onlar diledikleri zaman diledikleri yerde olabilme hakkına sahiplerdi ama biz değildik. Bu yüzden onların burada olması, üstelik aranırken bizi bulmaları hiç ama hiç iyi değildi.
“Lanet olsun. Bizi buldular!” diye haykırdı liderleri. Ellerinde bulunan oklarla saldırdılar gemiye ama işe yaramadı.
Oklar yere cansızmışçasına düşerken gemi iyice yere doğru yaklaştı ve kapı açıldı. O sırada içeriden birkaç tane imparatorluk robotu çıktı. Peşi sıra ortaya çıkan imparatorluk askerleri de oldukça korkutucu görünüyorlardı. Oldum olası onlardan korkardım ama nefret de ederdim. Açıkçası imparatorluğa hizmet eden herkesten, mecburi hizmet yapan kendimden de nefret ediyordum.
Metal Halkı, atış yapmayı bırakıp kaçışmaya başladığında robotlar ve imparatorluk askerleri ateş etmeye başladı. O sırada ölüm çevremizde kol gezerken donup kalmıştım. Ben, bunu istemiyordum. Onların ölüme daha fazla sebep olmaları bana acımasızca geliyordu. Bütün bunlar keşke rüya olsa diye düşünmeden yapamadım.
Işığı sönmeye yüz tutan kolyem yeniden parlamaya başladığında çevremizde yeniden kalkan oluşmuştu. Bu kalkan sayesinde ne bize ne de hayatta kalan Mehayabö’lere saldırılarda kullanılan mermiler isabet etmiyordu.
“Yeter artık! Durun!” diye bağırdığımda hiç beklenmedik bir şey oldu. İmparatorluk askerleri ve robotlar donup kaldılar. Ateş etmeyi kesmişlerdi. Sanki sözlerim onlar için bir emir gibiydi.
“Bu… bunu nasıl yaptın?” diye sordu liderleri. Yanıt vermedim. Yanıt verirsem sırrım açığa çıkardı. Açığa çıkmasını istemiyordum.
“Ben bir şey yapmadım,” dedikten sonra Mehayabö’ler ile birlikte koşmaya başladık. İmparatorluk askerleriyle robotlar her an kendilerine gelip bize saldırabilirlerdi.
Onların peşinden koşarken mahzen denilen yere doğru ilerlediğimizden kesinlikle emindim. Neden derseniz çevredeki ışıksızlık ve küf kokusu bana bunu düşündürmüştü.
Mahzene girişi sağlayan ağır kapılar gürültülü bir şekilde kapatıldıktan sonra merdivenlerden inmeyi sürdürdük. Toana’nın ışığı ilerlerken bize çok yardımcı oluyordu. Ne kadar indiğimizi bilmiyorum ama birkaç dakikalık süren bir inişti bizimkisi. Mahzen, belli ki yerin çok derinindeydi. Üstelik bazı merdivenler kırılıp dökülmüştü. Bu da ilerleyişimizde çok dikkatli olmamız gerektiği anlamına geliyordu. En ufak bir hata yuvarlanmamıza, hatta boşluğa düşmemize sebep olurdu ki bunu hiçbirimiz istemezdik.
Kimse konuşmamıştı bu süre boyunca. Sadece hızla hareket ederken dikkatli olmaya çalışıyor, ayaklarımızın bastığı merdivenlerde çıkan seslerini, nefes alış verişimizi ve Toana’nın ışığından çıkan hafif gürültüyü duyuyorduk. Eğer klostrofobik birisi olsaydı kesinlikle burada daralırdı. Nitekim aramızda böyle birinin olmadığı nihayet merdivenlerden inişimizin son bulmasıyla belli olmuştu.
Loş ışıkta ilerlemeye devam ederken pas kokusunu, küf kokusunu hala almaya devam ediyordum. Çevreme dikkatli gözlerle baktığımda birbiri yanına sıralanmış demir kapılar ve kapıların ardında yer alan canlılar dikkatimi çekti. Hiçbiri insan değildi. Mehayabö’lere de benzemiyorlardı.
Içlerinden bir tanesi çok dikkatimi çekti. Yaratığa temkinli bir şekilde yaklaştıktan sonra “Bu da neyin nesi?” diye sordum. “İmparatorluğun deneylerinden biri,” yanıtını verdi liderleri. “Bu arada ben Jimy. Tanışma fırsatı elde edemedik.”
“Şu anda bunun sırası değil,” diyen Voelina’nın sesini duyduk. “İmparatorluk askerleri ve robotlar her an gelebilir.”
Baktığım yerdeki yaratık balığa benzeyen bir vücuda sahipti. Kafasının olması gereken yerde dişlerden oluşan bir ağız mı desem yoksa başka bir şey mi olarak adlandırsam bilemediğim bir şey vardı. Bu şeyin hemen ortasında bir boşluk vardı. Dişlerin tam arasındaki, ortadaki boşlukta. Derisi pürüzsüz görünüyordu. Sanki böyle bir hayvanın derisini tıraş edersiniz de hayvanın derisi çırılçıplakmış gibi görünür ya, aynı öyleydi. Biraz da balıkların o mide bulandırıcı görünen derisi gibi hafif parlaklığı vardı. Derisinin o balık gibi görünen kısmında üç tane iç içe geçmiş kıvrım hakimdi. Bu kıvrımlar, galiba onun nefes almasını sağlıyordu. Kuyruğu olduğunu düşündüğüm bir şey uzunlamasına uzanıyordu ve ucunda parlayan bir lamba vardı. Şahsen ona lamba demek doğru olur muydu bilmiyorum ama en doğru tasvir sanırım bu şekildeydi. Yaratık üzerimde hem merak hem de tiksinti duygusunun belirmesine sebep olmuştu.
Toana adımı söylediğinde sıçramadan yapamadım. Korkmuştum. Bakışlarımı yaratıktan çekip ona baktıktan sonra “Ne var?” dedim. “Gitmemiz gerek,” diyerek eliyle yolu işaret etti.
Haklıydı. Duracak zamanımız yoktu. İlerlememiz gerekiyordu.
“O yaratık da neyin nesiydi?” diye sorduğumda Jimy, “Onkalipos,” diyerek yanıt verdi. “Bu bölgenin en tehlikeli yaratıklarından bir tanesi. Genelde yer altında yaşar ve beklenmedik bir anda saldırıp avını yakalar. Çok sinsi ve sessiz bir şekilde hareket eder.”
“Ya o kuyruğunda parlayan ışık da neyin nesi?” diye sormadan yapamadım.
“O da avını yakalarken uyuşturabilmesini sağlıyor. İçinden çıkan sıvıyı püskürtüyor.”
“Vay! Ucuz yırttım desenize.”
“Biraz öyle oldu,” dedi hızla ilerlemeyi sürdürürken. Birkaç saniye sonra kahkaha attı. “Şaka şaka. O yaratık zaten bizim tarafımızdan uyuşturuldu. Dolayısı ile sana bir şey yapamazdı.”
Korku içinde kollarımı kendime çektim. “Ama ya yapsaydı? Ya elimi, kolumu yakalayıp yemeye çalışsaydı, ya yeseydi? Ya uyuştursaydı? Düşündükçe dehşete kapılmadan yapamıyorum,” dedim. Ürpertim tüm vücudumu sarmıştı.
“Bunu yapamayacak halde olduğu için sorun yok. Onu uyuşturduk.”
“Uyuşturdunuz mu? Yani ona eziyet mi ettiniz?” diye sordum dehşete kapılmış bir halde.
“Yok canım,” dedi hemen. “Sadece zehrini alabilmek için ve ondan zarar görmememiz için bunu yapmamız şarttı.”
“Yaratıkların zehrini mi alıyorsunuz?” diye sordum şaşkınlık içinde. “Peki o zehirler ile ne yapıyorsunuz?”
“Gerektiği vakitlerde kullanıyoruz,” diyerek yanıt verdi. “Hızlanmamız gerek. Konuşacak vakit yok.”
Bir süre daha ilerledik. Geçtiğimiz kapıdan sonra “Artık rahatız,” dedi içlerinden bir tanesi. “Buradan sonrası bize ulaşamazlar.”
“Nasıl ulaşamazlar? Ya bu kapıyı görür ve kırarlarsa?” diye sordu Tarık.
“Kapıyı görüyor olsaydı yaparlardı ama kapıyı görmüyorlar,” diyerek yanıt veren birisinin sesini duydum. Bakışlarım sesin sahibine döndüğünde onlardan daha yaşlı birini görmek şaşırmama sebep olmuştu.
“Hoşgeldiniz. Ben Usta Merte. Onların en yaşlıları olmakla birlikte en bilginleriyim. Sen…” demesinin ardından beni uzun uzadıya süzdü. “Vay canına. Seçilmiş kişi aramızda. Üstelik kolyesi ile birlikte.”
“Ben seçilmiş kişi değilim,” diyerek söyleneni inkar ettim.
“Seçilmiş kişisin. Sen efsanevi ses sanatçısısın,” diyerek konuşmayı sürdürdü. “Sesinle neler yapabileceğine dair bilgin var mı?”
Bunu elbette biliyordum ama açık edemezdim. Sesimle neler yapabildiğim gizli kalmak zorundaydı.
Bölüm sonu soruları
1) Yaratık hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha fazla yaratık görmek ister misiniz?
2) Bölüm hakkında düşünceleriniz neler?
3) Elissa'nın gücü hakkında ne düşünüyorsunuz?
4) Karakterler hakkında düşünceleriniz neler? Mehayabö'ler hakkında ne düşünüyorsunuz?
5) Sizce sonraki bölümde neler olacak?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |