
Canlarım, yedinci bölüm birinci kısım an itibari ile yayında. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya not bırakmayı ihmal etmeyiniz.
Yorumlarınızı da bekliyorum.
Gözlerimi açtığımda kendimi yemyeşil, çiçeklerle dolu bir alanda buldum. Rengârenk çiçekler güneşin altında parıl parıl parlıyor, gökyüzündeki gökkuşağı tüm renkleriyle göz kamaştırıyordu. Her şey cıvıl cıvıl ve mükemmel hissettiriyordu. Üzerimde, daha önce hiç giymeye fırsat bulamadığım, peri masallarından çıkmış gibi görünen yeşil bir elbise vardı. Saçlarım omuzlarımdan ve sırtımdan aşağıya dalga dalga dökülüyor, gözlerim gördüklerimden büyülenmişçesine ışıldıyordu.
Bütün bunlar gerçek miydi? Ben neredeydim? Merak içinde çevrede yürümeye başlamıştım ki çok tanıdık bir ses kulaklarımı doldurdu:
“Sakın pes etme, Elissa. Sakın ama sakın kazanmalarına, sana zarar vermelerine izin verme.”
Bu sözlerin ardından, bulunduğum alandaki güneş solmaya, gökkuşağı yavaş yavaş silinmeye, çiçeklerse birer birer ölmeye başladı. Biraz önce cenneti andıran bu yer, bir anda nasıl böyle karanlık bir hâle bürünmüştü? Anlam veremiyordum.
Üzerimdeki kıyafetime baktığımda, dört bir yanında kan lekeleri olduğunu gördüm. Bu korkunçtu. Bu kan kimindi? Neden elbisem kanla kaplanmıştı? Dahası, burada neler oluyordu? Kafam karmakarışıktı ve içimi giderek artan bir korku kaplıyordu.
Dört bir yanımda dönerek neler olduğunu anlamaya çalışıyordum ki bir ses kulaklarımı delip geçti. “Uyan, Elissa!” Ardından aynı ses bir kez daha, bu kez daha da sert bir şekilde yankılandı. “Uyan, Elissa! Kendine gel!”
Gözlerim bir anda korkuyla açıldı. Derin derin soluk alırken terin suyun içinde buldum kendimi. Tanrım! Az önce gördüklerim de neyin nesiydi? Beni uyaran kimdi? Kim beni seslendirip uyandırmıştı? Hiçbir şey bilmiyordum.
Gözlerimle etrafı taradım. Bir tuvalet, küçük bir lavabo ve köşede daracık bir duş vardı. Bulunduğum alan öylesine sıkışık ve havasızdı ki nefes almakta zorlandım. Yine de, garip bir şekilde, bu küçücük yere bir yatak bile sığdırılmıştı.
Kaşlarımı çattım; nerede olduğumu ve buraya nasıl geldiğimi düşünüyordum. Anılar zihnimden bir film şeridi gibi akıp geçerken gerçeği fark ettim. İmparatorluk, ailemi öldürdükten sonra beni esir almıştı. Toana, Tarık, Voelina ve diğerlerinin akıbetinden ise hiç haberim yoktu.
Ayağa kalktım; üzerimdeki örtüyü kenara çekerken karanlıkta temkinli hareket ettim. Odanın içindekileri ancak içeri süzülen ay ışığı sayesinde seçebiliyordum. Daracık bir yerdeydim ve nefes alamayacak kadar sıkışmış hissediyordum. Hızla ilerleyip ihtiyacımı giderdim, ardından sifona bastım. Ellerimi lavaboda sabunlarken buradaki konforu anlamlandırmaya çalışıyordum.
İmparatorluk hani acımasızdı? O hâlde neden burada böyle gelişmiş imkânlar vardı? Biz yeraltında alaturka tuvaleti bile lüks sayarken, bırak sabunu, saçlarımızı doğru dürüst yıkayamazdık. Şampuan kullanmak için 750 wandor kazanmamız gerekiyordu ki, bu kazanca ancak üç gün gibi bir sürede erişebiliyorduk. Nitekim İmparatorluğun yaptığı kesintiler yüzünden bu süre daha da uzuyordu. İmparatorluk o kadar çok şeye erişimi kısıtlamıştı ki, burada olmak ve bu imkânlara sahip olmak kesinlikle bir şanstı.
Hızla hareket ettim; üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp vücudumu iyice yıkadım. Saçlarımı özenle şampuanladıktan sonra tam kıyafetlerimi geri giymek üzere adım atmıştım ki kapı birden, gürültüyle açıldı. Çırılçıplaktım. Böyle yakalanmak ve gelen her kimse onun karşısına bu hâlde çıkmak son derece utanç vericiydi.
Açılan kapıdan süzülen ışık sayesinde, biraz olsun gün yüzü görmüş gibi hissettim. Kaşlarımı endişeyle çattım ve hemen mahram bölgelerimi ellerimle kapattım. Kapının önüne dikilen kişiyi görmek için gözlerimi açtığımda, karşımdaki kişinin Marcus olduğunu fark ettim. Siktir! Siktir! Beni böyle bir hâlde görmesini kesinlikle istemezdim.
Hızla hareket edip yatağımın üzerine oturdum; vücudumu kıyafetle kapatmaya çalışırken Marcus bir adım attı. Bedenim istemsizce ayağa kalktı. Kıyafetim elimden kayıp yere düştü ve karşısında çırılçıplak kaldım.
“Etkileyici,” dedi, beğeni dolu bir sesle. “Fiziğinin böylesine kusursuz olduğunu düşünmemiştim doğrusu.”
“Seni var ya!” dedim, dişlerimi sıkarak. Kahkaha attı sözlerimin ardından.
“Seni sinirlendirmek bana inanılmaz keyif veriyor,” dedi, şen şakrak bir sesle. “Her neyse…” Konuşmasını sürdürürken eğlenceli ifadesi yavaşça yerini ciddiyete bıraktı. “Yemek vakti geldi. Giyin ve peşimden gel.”
“Ben bir şey yemeyeceğim!” dedim hırçın bir sesle. “Düşmanımla aynı masada oturmam kesinlikle!”
Marcus’un çenesini sıvazlaması bir uyarı gibiydi. “Çok inatçısın,” dedi. “Neden bir kere olsun kendine söyleneni kabul etmiyorsun?”
“Çünkü köle değilim!” dedim, sesim istemsizce titreşti. O anda içimde bir şey kıpırdadı; kelimelerim odanın duvarlarında yankılanırken Marcus’un yüzünde kısa bir şaşkınlık belirdi. Sesim ona değmiş gibiydi, onu bir anlık duraksatmıştı.
O anlarda fark etmemiştim ama Marcus’un yanındaki askerin elinde temiz kıyafetler vardı. Marcus, kıyafetleri aldıktan sonra “Kölesin,” dedi. “Hepiniz, hatta buna ben de dahil hepimiz imparatorluğun kölesiyiz.”
“Bu durumun farkında olmana rağmen neden boyun eğiyorsun? Köle olmak hoşuna mı gidiyor?” diye sordum şok içinde.
Marcus, odaya ayak bastıktan sonra elindeki kıyafetleri bana uzattı. İfadesiz bir ses tonuyla “Bunları giy,” dedi. Daha sonra hareketlenip kokuşmuş olan kıyafetlerimi aldı. “Bunları atın. Artık giymeyecek.”
“Neden boyun eğiyorsun?” diye sordum tekrar. “Neden onların her dediğini yapıyorsun?”
Marcus, kısa bir an bakışlarını kaçırdı. “Çünkü…” dedi boğuk bir sesle. “Çünkü başka bir yol yok. Direnmek sadece seni daha çabuk öldürür.”
O an anlamıştım ki Marcus da bu sistemde söylediği gibi bir köleydi. Sistem, yani İmparatorluk, ne yapmasını söylüyorsa onu yapmak zorunda kalmıştı. Marcus gibi güçlü, gururlu bir adamın bile zincire vurulmuş olması içimi burktu; bir an için ona sadece gardiyanım olarak değil, aynı çarkın dişlisine sıkışmış bir insan olarak baktım.
“Giyin,” dedi. Bakışlarını kaçırdı daha sonra. “Seni dışarıda bekliyorum.”
Burada işler hiç de tahmin ettiğim gibi ilerlemiyordu. Marcus’un karakterinin vicdansızlık üzerine kurulu olduğunu düşünürken burada gördüğüm karakteri çok ama çok başkaydı. Şaşırmıştım. Ne düşüneceğimi hiç bilmiyordum.
Söylediğini zarar görmemek için ikiletmedim. İmparatorluğu yok etmek için benim hayatta bulunmam şarttı. Başka bir yol göremiyordum.
Hızlıca iç çamaşırlarımı ve diğer kıyafetleri giydim. Üzerime giydiğim kıyafetler beklediğimden çok daha rahattı; yumuşak, temiz ve benim bulunduğum yeraltı dünyasında asla sahip olamayacağım kadar kaliteli kumaşlardan yapılmıştı. Bir an için parmak uçlarımı kumaşın üzerinde gezdirdim; dokusu bana evimi değil, bambaşka bir hayatı hatırlatıyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |