Ebe hatunun gözleri, önündeki küçük çocuğun üzerinde kilitli kalmıştı. Küçücük bedeniyle kaderin omuzlarına bindirdiği yükten habersiz üşüyen ellerini ovuşturuyor , meraklı gözlerle etrafına bakınıyordu. Ebe hatun çocuğa bakarken İçinde hem korku hem de endişe vardı.
Hemen yanı başında duran yaşlı adama döndü.
“Rasim sen ne yaptığının farkında mısın? Onu buradan götürmen lazım seni görürlerse öldürürler!” diye fısıldadı.
Rasim ayaklarını ve ellerini üşümekten olacak ki sobanın yanına iyice sokulup hem ayaklarını hem de ellerini sobaya dayadı.
“Elimde başka bir yol kalmadı, Hatun,” dedi, sesi donmuş toprağı yarar gibi derin ve sertti. “Onu burada saklaman lazım. Yoksa bulup öldürecekler.”
Ebe Hatun, bir an gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı.
Dışarıda rüzgâr uğulduyor, tipi pencereleri dövüyordu. Gece, geçmişin gölgelerini ve unutulmuş bir sırrı yeniden uyandırmıştı.
Gözlerini açtığında, yaşlı adamın yüzünde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. Onun bu halde olmasına alışık değildi. Eskiden daha güçlü, daha dik dururdu. Ama şimdi…
“Burada mı? Sen kafayı yedin galiba ihtiyar bir etrafına bak. Sence burası ne kadar güvenli olabilir?” dedi elleriyle derme çatma evini gösterirken.
Rasim yavaşça ayağa kalktı. Üzerindeki tipiden dolayı ıslanmış kabanın iç cebinden bir mektup çıkardı. Titreyen elleriyle Ebe hatuna uzattı.
“ Bu mektupta her şey yazılı, zamanı gelince bunu ona ver hem benim yarım bıraktığım işi tamamlasın hem de annesinin babasının intikamını alsın” dedi.
Ebe hatun büyük bir korkuyla bir adım geri attı. Yüzündeki ifade korktuğunu açıkça gösteriyordu.
“Beni çok büyük bir vebalin içine sokuyorsun, ihtiyar,” diye tekrarladı Ebe Hatun, bu sefer sesi daha sertti.
Adam başını kaldırdı, gözlerindeki yaşlarla ona baktı. Ama bu yaşlar çaresizlikten değildi; bir karar vermiş, bedelini ödemeye hazır bir adamın sessiz yakarışıydı.
“Ben zaten o vebalin altında eziliyorum, Hatun,” dedi kısık bir sesle.
Tahta kapıyı ve pencereleri yalayan rüzgarın uğultusu bir an olsun durduğunda uzaklardan bir at nalı sesi duyulmaya başladı ve sonra bir tane daha ... Bir tane daha...
Ebe Hatun aniden irkildi, gözleri kocaman açıldı.
Adam da duydu. Bir anlığına, titreyen elleriyle sobaya tutundu. Yüzü kireç gibi olmuştu.
“Beni takip etmişler,” diye fısıldadı, sesi boğazında düğümlendi.
Ebe Hatun hızla kapıya yöneldi, gözünü deliğe yaklaştırdı. Karanlığın içinden belli belirsiz gölgeler seçiliyordu. Ellerinde kandiller, omuzlarında tüfekler…
Adam titrek bir nefes aldı. “Hatun…” dedi, sesi şimdi yalvaran bir fısıltıya dönüşmüştü.
Ebe Hatun, yutkunarak arkasını döndü. Çocuğa bir kez daha baktı. Sonra derin bir nefes alarak yaşlı adamın kolundan tuttu.
“Çabuk,” dedi, sesi fısıltıdan daha sertti. “Arka tarafta eski bir mahzen var. Çocuğu al ve oraya gir. Sakın sesini çıkarma.”
Adam bir an tereddüt etti. Ebe Hatun’un yüzüne baktı. O yüz, yıllar önce aynı şekilde onu hiç yalnız bırakmayan tek dostunun yüzüydü.
Ama şimdi düşünme vakti değildi.
Adam hızla yerinden kalktı, çocuğu usulca kollarına aldı. Bedenine sıkı sıkıya sararak arka kapıya yöneldi. Ayak seslerini duyulmayacak kadar hafif tutarak ilerledi.
Ebe Hatun ise derin bir nefes alarak kapıya döndü. Elini göğsüne koydu, dudaklarından belli belirsiz bir dua süzüldü. Sonra kapının sürgüsünü yavaşça çekti.
Dışarıda, soğuk gecenin ortasında, kandil ışığının aydınlattığı, yüzü sert, gözleri karanlık adamlar duruyordu.
Ve biri, öne çıkıp sert bir sesle sordu:
“Buralarda saklanan biri var mı, Ebe Hatun?”
Ebe Hatunun kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Sonra adamların ne dediğini anlamamış gibi yaparak başını iki yana salladı.
“Bu karda kıyamette kim geçsin buralardan be adam!” diye çıkışmaya başladı.
Adamlar Ebe hatunun omzu üzerinden evin içine baktı. İçerde loş bir ortam ve yerde bir kaç minderden başka hiç bir şey yoktu.
“Hatun en son buralardan geçen birileri olmuş öyle işittik biz” diye bağırarak üste çıkmaya çalışıyordu.
Ebe hatun yüzündeki öfkeyle kaşlarını çattı ellerini havada sallayarak bir adım öne çıktı.
“Bana bak sen, sence ben bu karda kıyamette dışarda sizin nöbetinizi tutup an be an size rapor mu vereceğim. Nereden bileyim ben kim geçmiş buradan?”
Diye adamlara sert bir dille çıkıştı.
Adamlar Ebe hatunu duyunca elindeki tüfeklerini beline atıp tekrar atlarına bindiler.
“ Tamam Hatun dikkat et mecbur olmadıkça dışarı çıkma” dedi biri . Kadını sıkıca tembihledikten sonra oradan uzaklaştılar.
Ebe Hatun, adamlar gözden kaybolana kadar onları gözetledikten sonra kapıyı sertçe kapatıp derin bir nefes aldı.
Kapıyı sırtıyla kapatarak birkaç saniye olduğu yerde durdu. Kalbinin hızla çarpmasını bastırmaya çalışırken, içini huzursuz eden bir his göğsüne oturdu.
Aceleyle ocaktaki bakır çaydanlığı aldı, içindeki suyu bir tasın içine boşaltarak ellerini ve yüzünü yıkadı. Parmakları titriyordu. Birkaç adım atıp kapıya kulağını dayadı, dışarıdan gelen at nalı sesleri yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Yine de içi rahat değildi.
Hemen iç odaya geçti. Bir şey yapmalıydı. Tahta karyolanın kenarına ilişti,
Yavaşça doğrulup mahzenin kapısını altına gizlediği kilimi kaldırdı. Kilimin altındaki dar kapak hafifçe aralandı. Küçük bir inilti duydu. Bir çocuk sesiydi.
Eğilip alçak sesle fısıldadı: “Gitti gidenler, çıkabilirsiniz artık.” Dedi.
Ancak aşağıdan çocuk sesinden başka bir ses duyulmuyordu.
Panikle aşağı indi. Gördükleri karşılığında anlık bir şok geçirdi.
Çünkü mahzenin bir köşesinde çocuk tek başına oturuyordu. Korkudan ağlıyor, ellerini ağzına götürmüştü.
Rasim yoktu. Panikle etrafına bakındı. Arkadan gelen bir esintiyle içini bir titreme aldı. Mahzenin arkasından dışarı açılan bir pencereden kaçmıştı.
Korkuyla çocuğu kucağına alıp mahzenden çıktı, ona sobanın yanında bir döşek serdi. Çocuk tüm yorgunluğuyla kendini uykuya teslim etti.
titreyen parmaklarıyla çocuğun yanağını okşadı. Küçücük bedeni soğuktan taş kesilmişti, ama nefes alıyordu. Gözkapakları titriyor, belli belirsiz bir iniltiyle kıpırdanıyordu. İçindeki merhamet mi, yoksa yılların yorgunluğu mu bilmiyordu ama kalbinin sıkıştığını hissetti. Kalbinden diline bir fısıltı ilişti.
“Yüzün Ay gibi parlıyor adın Mirali olsun” dedi...
Gözlerimi araladığımda, sabahın ilk ışıkları oyuğun dar açıklığından süzülerek onun yüzünde parlıyordu.
Yüzünde o kadar masum bir bakış vardı ki bir an olsun gözlerimi ondan ayıramıyordum. Yüzüne her baktığımda içime tarif edilemez bir sıcaklık yayılıyordu. Göz kapakları hafifçe kıpırdanıyor, Nefes alış verişleri ritmik bir şekilde devam ediyordu. Dudaklarındaki hafif tebessüm, sanki çok huzurlu bir rüyanın içinde uyanmak ile uyanmamak arasında gidip geliyor gibiydi. İçimde anlam veremediğim bir huzurla onu izledim. Sanki zaman durmuş gibiydi. Ne geçmişin ağır yükleri ne de geleceğin belirsizliği vardı üzerimde. Sadece onun yüzündeki dinginlik vardı.
Gözlerini hafifçe aralayıp yüzüne gelen güneş ışıklarını eliyle kapattı.
Yerinden ağır bir şekilde doğrularak yüzündeki uyku mahmurluğuyla bana baktı.
“ Sen uyumadın mı güzelim?” dedi
Yine Gözümü ondan alamayarak yanına biraz daha yaklaştım.
“Uyudum ama biraz erken kalktım” dedim hafifçe gülümseyerek.
Ellerini boynuma atıp başımı omzuna dayadı.
“ Hayatımda ilk defa böylesi iyi bir uyku çektim. Hem senin kokun hem de gecenin huzuru beni hiç yalnız bırakmadı” dedi.
Başımı yukarı kaldırıp yüzüne baktım.
Her ne kadar içinde bulunduğumuz an huzurlu bir an olsa da maalesef peşimizde birilerinin olduğu gerçeğini göz ardı edemezdim. Bu sessizliğin ardında, ne zaman ve nereden çıkacağını bilmediğimiz bir tehlike gizleniyordu. İçimdeki huzur yerini yavaş yavaş tetikte olmaya bırakırken, etrafı dikkatlice dinlemeye başladım. Rüzgârın kayaların arasında süzülen sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu ama bu, güvende olduğumuz anlamına gelmiyordu.
Onun gözleri yavaşça aralandığında, içinde hâlâ uykunun izleri vardı. Bir an için şaşkınca bana baktı, sonra yüzüme düşen gölgenin farkına varıp hafifçe doğruldu. “Ne kadar zamanımız var?” diye sordu, sesi hâlâ uykulu ama tedirgindi.
Derin bir nefes aldım. “Bilmiyorum,” dedim dürüstçe. “Ama fazla oyalanamayız. Buradan çıkmalıyız.”
O da bunu biliyordu. Huzurun sadece geçici bir an olduğunu, fırtınanın hâlâ peşimizde olduğunu…
Sesimi duyar duymaz hemen yerinden doğruldu. Ellerini bana doğru uzattı.
Elini tutup ayağa kalkmak için yerden destek aldım.
“ Nereye?” dedim merakla yüzüne bakarak. Sorduğum soruyu duyunca kısa bir an tereddüt etti, sanki cevabını kendi içinde tartıyormuş gibi. Gözleri hızla etrafı süzdü, ardından kararlılıkla bana döndü.
“Buradan uzaklaşmalıyız. Bizi bulmalarına izin veremeyiz,” dedi, sesi alçak ama sertti.
İçimde beliren huzursuzluğu bastırarak elini sıktım ve onunla birlikte adım attım. Oyuktan çıkarken güneş gözlerimi kamaştırdı, bir an durup etrafı dinledim. Kuşların cılız ötüşleri ve hafif bir rüzgâr dışında her şey fazlasıyla sakindi. Ama bu sakinlik yanıltıcı olabilirdi.
“Peki ya sonra?” diye sordum, attığımız her adım bizi bilinmez bir geleceğe sürüklerken. “Kaçmak sonsuza kadar çözüm değil.”
O, bir an durdu. Yüzüme baktı, gözlerinde bir şeyler saklıydı ama ne olduğunu anlayamıyordum.
“Hayır,” dedi usulca, “bildiğim bir tanıdığım var, bizi bir müddet saklar” dedi.
Söyledikleri kulağa her ne kadar mantıklı gelse de bu kişi kimdi?
Ama şuan bunları düşünmeye vakit yoktu. Zamanla yarışıyorduk ve her an yakalanabilirdik
Atlarımızı sakladığımız ağaçların arasından alıp zaman kaybetmeden yola çıktık. Gece kaçmak kolaydı. Ama gündüz ulu orta yerde kaçmak biraz zordu.
Olabildiğince gür ağaçların olduğu patika yollardan geçiyorduk. Babamlardan hâlâ bir iz yoktu ama peşimizde olduklarını garip bir şekilde hissedebiliyordum.
Biraz daha ilerlediğimizde, önümüzde uzanan dar patikanın sonunda, belli belirsiz evlerin çatıları görünmeye başladı. Sis perdesi arkasında siluet gibi beliren bu yapılar, burada küçük bir köy olduğunu hissettiriyordu. Yolun iki yanını saran yabani otlar ve yılların izini taşıyan çamurlu toprak, buraya pek sık insan uğramadığını düşündürtüyordu. Rüzgâr, uzaktan gelen belli belirsiz hayvan seslerini taşıyor, havadaki toprak ve yanık odun kokusu buranın hala yaşayan bir yer olduğunu kanıtlıyordu. Köye yaklaştıkça, eski taş duvarlarla çevrili birkaç bahçe ve kimi yerlerde çatıları çökmüş harabe evler de seçilmeye başlandı. Ortamda kasvetli bir hava vardı. Havanın etkisinden olacak ki yağız huysuzlanmaya başladı elimle sakinleşmesi için yelesini sıvazlarken merakla yanımdan gelen Mirali’ye döndüm.
Neresi burası? Daha önce hiç gelmemiştim,” dedim büyük bir merakla, gözlerim çevremizi saran yıpranmış evleri, taş duvarlı bahçeleri tararken. Burası, tanıdık olmayan ama bir şekilde içimde garip bir his uyandıran bir yerdi.
Atının üstünde, hafifçe dizginleri gevşetti ve yüzünde belli belirsiz bir tebessümle bana döndü. “Sana oyukta anlattığım hikayeyi hatırlıyor musun?” diye sordu, sesi yumuşak ve sakindi.
Kaşlarımı çattım. Oyuktaki hikâye… Bir an için hafızamı taradım, sonra yavaşça başımı salladım. “Evet… Ama bununla ne ilgisi var?” dedim.
Gözleri bir an için uzaklara daldı, sanki zamanın ötesine bakıyormuş gibi. “İşte burası… Rasim Bey’in zalim Bey’den kaçarken yanına aldığı yoldaşlarıyla kurduğu köy” dedi.
İçimi bir ürperti kapladı. Tekrar etrafıma bakındım. Biraz önce sadece eski bir köy gibi görünen bu yer, şimdi bambaşka bir anlam kazanmıştı.
Köy meydanında dolaşan bir kaç çocuk vardı, hatta bazıları yalın ayaktı.
O minik gözleriyle pürdikkat bize bakıyorlardı. Yüzlerindeki mutluluk gözlerinden okunuyordu. Mutluluk bu olmalı diye düşündüm bir an . Çünkü burada her hangi bir sınıf ayrımı yoktu. Herkes istediği gibi bir hayat sürebilirdi.
Bir yandan Rasim Bey’in hiç ailesinin kalmamış olmasının belki de bu insanların en büyük nimeti olduğunu düşünürken, öte yandan haksızca yitip giden onca masum canın acısı içimi sızlatıyordu. Kaderin bu kadar sert ve adaletsiz olabileceğini bilmek, içimde tarifi zor bir öfke ve çaresizlik hissi uyandırıyordu.
Gözlerim, köyün harap olmuş evlerine takıldı. Zamanın ve yaşananların izlerini taşıyan bu sessiz yapıların duvarları, belki de geçmişin fısıltılarını saklıyordu. Kaç hayal burada son bulmuştu? Kaç insan, geride hiçbir iz bırakmadan silinip gitmişti?
İçindeki karmaşaya rağmen Rasim Bey’in geçmişiyle yüzleşmek zorunda kaldığı bu yerde, benim de bilmediğim gerçekler vardı. Belki de bu köy, anlatılmamış bir hikâyenin sessiz şahidiydi. Ve ben, o hikâyeyi öğrenmeye hazır mıydım, emin değildim.
Az daha ileride Mirali atının dizginlerini çekip durdurdu. Sessizce atından indi. Yanıma yaklaşıp benim de inmeme yardımcı oldu.
Bir yandan atımdan inmeye çalışırken bir yandan da “ geldik mi?” diye sordum.
Eliyle ellerimi sıkıca kavrayarak kendine doğru destekledi. Yağız’ın yularlarını elime aldım.
“Eee, nerede kalacağız?” diye sordum, atımın yularını sıkarken. Yol yorgunluğu artık kendini hissettirmeye başlamıştı ve nereye sığınacağımızı bilmek istiyordum.
Daha soruma cevap alamadan ilerden tok ve coşkulu bir ses duyuldu.
Başımı çevirip sesin geldiği yöne baktığımda, ellerini iki yana açmış bir adamın hızla Mirali’ye doğru ilerlediğini gördüm. Orta yaşlarını geçmiş, güçlü yapılı biriydi. gözleri sevinçle parlıyordu.
Mirali daha ağzını açamadan adam kollarını açıp ona sımsıkı sarıldı. “Can dostum! Geleceğini biliyordum,” dedi, sesi heyecanla titriyordu. “Gel, gel! Eve geçelim. Mecburee! Sofra ser, misafir var!”
Tam o sırada gözleri bana takıldı. Önce yüzündeki sevinç dondu, sonra bakışlarında açık bir merak belirdi. Bir anlık sessizlik oldu, sanki beni süzüp kim olduğumu anlamaya çalışıyordu. Gözlerinde sorgulayan bir ifade vardı, ama içinde dostça bir sıcaklık da taşıyordu.
“Bu genç hanım da…?” diye sordu, kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Mirali kısa bir duraksamadan sonra hafifçe gülümsedi. “Yoldaşım,” dedi basitçe ama anlam yüklü bir sesle. “Yolumuz uzun ve zorlu, bir müddet burada kalmamız gerek İhsan abi” dedi
Adam, başını yavaşça salladı, gözleri hâlâ beni inceliyordu. Sonra birden kahkaha attı, “Öyleyse hoş geldiniz! Buyurun, içeri geçelim. Yorgunluk anca dost sofrasında dağılır.”
Bir şey söylemeden Mirali’ye baktım. O ise atının dizginlerini gevşetmiş, adama doğru bir adım atmıştı bile. Kafamın içinde bir sürü soru vardı, ama şu an yapabileceğim tek şey onları bir süreliğine bir kenara bırakıp adamın dediği gibi içeri geçmekti. Çünkü dünden beri ağzımdan bir lokma yemek girmemişti.
İçeri girince içerde güler yüzlü çok güzel bir kadın karşıladı.
“ Geç geç hele sofra hazır oturun” diye güler yüzüyle sofrayı gösteren bir kadındı.
Ev, yer yer sıvası dökülmüş, tavan ise kışın biriken rutubetten dolayı epeyce sararmış eski bir evdi ama evin ayrı bir havası vardı.
İçerde samimiyetin, huzurun ve mutluluğun olduğu bir evdi.
Bana çok uzak olan bu kavramların burada hepsinin bir arada olması sıcak bir ortam oluşturuyordu.
Yemek yerken hâlâ yabancı gözlerin beni süzdüğünü fark edebiliyordum.
Adam yavaşça Mirali’ ye döndü.
“Eee sizi hangi rüzgar attı buraya aslanım?” diye sordu, bir yandan da meraklı gözlerle beni süzüyordu.
Mirali ağzındaki lokmayı bitirdikten sonra elini yerdeki bezle sildi.
“Anlatacağım ama çok yorgunuz İhsan abi. Müsaade et bu gece uyuyalım. Sabah ilk işim sana her şeyi anlatmak olacak” dedi...
Sabahın ilk ışıkları, dün gece uyuduğumuz odanın içinde hafifçe gezindi, yüzüme vuran sıcaklıkla gözlerimi araladım. Uykunun mahmurluğunu üzerimden atmaya çalışırken etrafıma göz gezdirdim, ama içeride benden başka kimse yoktu.
Yavaşça doğrulup ayaklarımı yere bastım. Dışarıdan belli belirsiz sesler geliyordu. Uzakta konuşan birkaç kişi, belki de bir hayvanın hışırtısı… İçimde tarif edemediğim bir huzursuzluk belirdi. merakla pencereye doğru yöneldim, perdeyi hafifçe aralayarak dışarıya bakmaya hazırlanıyordum ki…
Ansızın bir el ağzımı sıkıca kapattı ve sert bir çekişle beni geriye doğru savurdu. Gözlerim korkuyla büyüdü, kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Başımı hızla çevirip kimin olduğunu görmek istedim ve o an yüzüme tanıdık bir gölge düştü.
Elini hâlâ ağzımda tutuyordu, gözleri karanlık ve temkinliydi. Nefesini zorla bastırıyor gibiydi. Sonra yavaşça başını pencereye doğru çevirdi, ardından bana döndü ve neredeyse hiç duyulmayacak bir fısıltıyla,
Sesindeki gerginlik damarlarıma soğuk bir ürperti gibi yayıldı...
Evet sevgili okurlarım bölüm nasıldı hadi bana bildirin seviliyorsunuz😊😊😊
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.93k Okunma |
1.99k Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |