20. Bölüm

Kırık duygular

Vedat Türker
yazarcizer_trk

Yazarın anlatımıyla

“Necat Bey, gözlerini topraklardan ayırmadan derin bir nefes aldı. Toprağın zenginliği, bulunduğu konumu tam istediği gibiydi. Elleriyle sakallarını sıvasladı, düşündüklerini saklamaya çalışıyordu; ama sesindeki alttan alttan sızan güven, her şeyin çoktan hesaplandığını belli ediyordu.

“Abdullah Bey, tabii toprağın güzeldir, fakat benim kızım bunun çok daha fazlasını eder. Sana bu kez fırsat tanırım ama unutma, bu sadece senin hatırın içindir. Akşam gelip sözleşelim” dedi, gözlerini toprağa dikip.

Sözlerinin ardında bir çağrı değil, bir uyarı vardı. Aklında sadece mal mülk vardı, şan şöhret onun için her şeydi.

Kızının duyguları, Necat Bey için sadece birer detaydan ibaretti. Onun kararları, anlaşmaları ve değer biçilen her şeyin arkasında, sadece çıkar ve güç vardı. Gülnaz’ın iç dünyası ise, ona tamamen yabancıydı. Anlaşma yapılmış, değer biçilmişti. Gece, artık sözlerin yerine getirileceği bir zamandı.

Abdullah Bey’le birlikte konağa doğru ilerlerken köyde büyük bir telaş vardı. Telaş, topraktan evlerinin damlarına doğru doluşan insanlarla birlikte yayıldı. Köy meydanından geçerken, insanlar hayranlıkla bakıyor, imrenerek fısıldıyordu. Kim istemezdi ki Bey kızı olmayı, Bey karısı olmayı...

İçlerinden biri, “Gülnaz yaşadı valla, hem Bey kızı hem de Bey karısı olacak,” diye düşündü. Ama kimse, Gülnaz’ın bu hayranlıkla bakılan dünyada ne aradığını bilmiyordu. Oysa şan, şöhret ve prestij hiç ilgisini çekmiyordu.

Onun tek istediği, içindeki huzuru bulabilmekti. Dış dünyadaki tüm bu parıltılar, ona ne kadar uzaksa, içerideki gerçeklik de o kadar yakındı. Kimse onun ruhundaki boşluğu göremezdi; insanlar sadece dışarıdan görüneni, sahip olduğu statüyü ve gücü izliyorlardı. Oysa Gülnaz, bu dünya ile barışmak değil, kendini bulmak istiyordu.

Kalbinin sesini duymak istiyordu. Onun fısıltısıyla uyumayı onun sesiyle uyanmayı istiyordu...

Necat Bey konağa vardı. Salonda Abdullah Beylerle kahve keyfi yaparken hizmetçilerden birisine döndü.

“Tez Gülnaz’ı çağırın gelsin buraya el öpsün” dedi.

Hizmetçi korku içinde nar gibi kızardı.

“Beyim Gülnaz Hanım konakta değiller” dedi titreyen sesiyle.

Necat Bey hışımla ayağa kalktı. Sinirden ellerini yumruk yaptı.

“ Ne demek konakta değil. Yasak demedim mi ben?”

Hizmetçi korkudan bir adım geri attı.

Beyim sabah siz çıktıktan sonra peşinizden o da çık...”

Daha sözünü tamamlayamadan yüzüne bir tokat indi.

“Hemen bana Sakine’yi çağır!” dedi, sinirden burnundan soluyordu.

Hizmetçi elini yüzüne koyup ovuştururken hızla odadan çıktı.

Tam odadan çıkarken odaya Halis ve bir köylü girdi. Halis iki elini önünde birleştirerek Necat Beyin karşısında başını eğdi.

“Beyim mühim bir şey var, köylüler Gülnaz Hanımı bir adamla birlikte at sırtında köyden çıkarken görmüşler”

Necat Bey’in birden nevri döndü. Yumruk yaptığı elleriyle Halis’in yüzüne bir yumruk indirdi. Halis yumruğun etkisiyle yere savruldu.

“ Sen ne dersin Hayvan herif. Ne demek bir adamla köyden çıktı” diye bağırırken sesi odanın içinde yankılandı.

Abdullah Bey ağır ağır yüzünde bir öfkeyle yerinden doğruldu.

“Neler oluyor Necat Bey! Kızın kaçtı mı?” diye yüksek bir sesle konuştu.

Necat Bey mahcup gözlerle Abdullah Bey’e baktı ama utancından bir şey diyemedi. Hışımla yerdeki Halis’e döndü.

“ Kim ulan kim buna cesaret edebilir?” diye bağırdı.

Halis’in yanındaki köylü titreyen sesiyle ellerini önünde birleştirerek başını öne eğdi.

“Beyim doğrudur. Kilisede yaşayan, Ebe hatunun sürülerine bakan genç bir çobanla kaçarken gördüm” dedi.

Necat Bey sinirle adamın da yüzüne bir yumruk indirdi. Halis’in yakasına yapışıp yerden kaldırdı.

“Derhal adamları topla. Dağ taş dolaşın bulduğunuz yerde ikisini de öldürün...!” dedi...

Güneş, ufukta kaybolurken gece, karanlık gövdesini üzerimize yavaşça serdi. Ay, sessizce gökyüzüne yükselirken, hem ben hem de o, yorgunluktan tükenmiş bir şekildeydik. Konakta yokluğum çoktan fark edilmişti, belki de beni aramaya başlamışlardı. Gözlerimde, tıpkı geceyi andıran bir karanlık vardı; korku ve yorgunluk, bir arada ve iç içe...

“Mirali’m bir yerde durup dinlenmemiz lazım. Yorgunuz hepimiz” dedim.

Sesimi duyunca atının dizginlerini çekip durdu. Bana doğru dönerken atını şaha kaldırdı.

“Haklısın güzelim. Bir yer biliyorum az kaldı, az daha dayan” dedi. Sesinden belliydi, o da tedirgindi.

İkimiz de sonunu bilmediğimiz bir yoldaydık. Yol bizi nereye götürürse oraya gidecektik.

İkimizin de adımlarında bir belirsizlik vardı, ama o an, o yolun sonu hakkında hiçbir şey düşünmeye gücümüz kalmamıştı. Hangi yönü seçsek, hangi adımı atsak da, sadece birbirimize güvenerek ilerliyorduk. Gecenin karanlığı, bizi sarhoş ediyordu; korkularımız, bilinmezlik içinde kayboluyordu. Her adımda biraz daha kayboluyor, biraz daha bir araya geliyorduk. Fakat ne kadar ilerlersek ilerleyelim, ardımızda bıraktığımız her şeyin, her karanlık köşenin bizi takip ettiğini hissediyordum. Biliyordum , her ne kadar düşünmek istemesem de karanlığın içinde bizi arayan bir çift göz vardı.

Biraz daha ilerledikten sonra sarp bir kayalığa geldik. Kayalığa oyulmuş birden fazla oyuk vardı. Her oyuk bir mağara kadar geniş ve derindi.

Mirali atının dizginlerini çekip durdu eliyle oyukları gösterdi .

“İşte geldik kırk oyuklu haneye . Geceyi burada geçireceğiz” dedi, sanki sesinde bir özlem vardı.

Atlarımızı gür meşe ağaçlarının arasına sakladık. Oyuklardan birisine girdik. Mirali topladığı çalı çırpılardan bir ateş yaktı. Beraber ateşin başına geçtik . Başımı omzuna yasladım. Her şeyin üst üste geldiği bir zamanda böylesine huzur bulduğum bir omuzda dinlenmek benim için bulunmaz bir nimetti. Bir elini boynuma atarken diğer eliyle de yüzüme düşen bir tutam saçımı geriye doğru attı.

“Bu oyukların hikayesini biliyor musun?” dedi.

Merakla kaşlarımı çattım .

“Hayır anlatmadın ki , neymiş merak ettim” dedim. Bir müddet yüzüme baktı sonra yüzünü ileriye doğru döndürdü, derin bir nefes alarak başladı.

“zamanın birinde bu oyuklarda yaşayan bir aile varmış. Yedi çocuklu bir aile...

Bu aile geçimini dağda ,bayırda; topladıklarıyla, avladıklarıyla sağlarmış.

Günün birinde bu ailede bir hastalık peyda olmuş her biri tek tek, susuz kalmış bir çiçek gibi solmuş . Herkes yorgun ve halsiz kalmış. Ama kader bu ya onlara sert yüzünü göstermiş. Her gün biri kopmuş bu hayattan. Ama aralarından biri sağ kalmış. Annesi son nefesini vermeden almış evladını dişi bir ayının yuvasına atmış. Evladını kardan kıştan kurtarmanın yolunun bu olduğunu düşünmüş. Dişi ayı, Allah’ın hikmeti yavruyu kendi yavrusu gibi benimsemiş kış boyu sıcak kürkünde uyutmuş beslemiş yavruyu. Bahar olunca ağaçlar yeniden yeşerince dişi ayı artık iyice büyüyen çocuğu. Dışarı salmış . Çocuk yalın ayak evine geri dönmüş. Dönünce görmüş ki ailesinden hiç kimse kalmamış. Hatta ölü bedenleri bile vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış. Çocuk günlerce bu kayalıklarda kalmış. Ta ki manastırda çalışan bir hizmetçi ormana mantar toplamaya çıkana kadar. Görmüş ki bu oyuklarda yaşayan bir çocuk var . Almış kucağına manastıra götürmüş. Büyük keşişin karşısına çıkarmışlar. Keşiş, çocuğun boynundaki cevşenden çocuğun Müslüman olduğunu anlamış.

E tabi merhametli keşiş onu dininden koparmamış, tam bir Müslüman gibi büyütmüş, adını Rasim koymuş . Rasim Manastırda keçi çobanlığı yapmaya başlamış yıllarca. Tam bir genç olunca Manastırda keşişlerden birisinin kızı olan Mehruhi’ye gönlünü kaptırmış .

Mehruhi de Rasim’e aşık olmuş ikili birbirlerini çok sevmişler. Aralarında dillere destan bir aşk filizlenmiş ama tabi civar Müslüman köylerden birinde itibarlı bir Bey, Ermeniler apar topar köyü terk etmek zorunda kalınca Mehruhi’yi zorla onlardan koparıp kaçırmış . Yerinden yurdundan koparılan Mehruhi aynı zamanda sevdasından da koparılmıştı. Rasim de Bey’e karşı gelememiş . Gidip Bey’in konağında hizmetçi olmuş. Öylece uzaktan izler dururmuş Mehruhi’yi. Zamanla sevdalarına yenik düşmüşler gizli gizli Mehruhi ile burada buluşurlarmış . Ta ki Bey fark edene kadar...

Onları, çıktığı bir av gezisinde yakalamış. Rasim’in gözleri önünde Mehruhi’yi öldürmüş. Rasim’i ise ibreti alem olsun diye atına bağlayıp köy meydanında dolaştırmış. Aylarca işkence etmiş ama Rasim tabi kaçmayı başarmış . Bir anda şan şöhret ün yakalamış o da itibarlı bir Bey olmuş ama içinde sevdasını hiç öldürmemiş. Günün birinde ona bu zulmü yapan Bey’i bulmuş ve hiç acımadan öldürmüş. İki Bey arasında karşı konulamaz bir kan davası çıkmış.

Öldürülen Bey’in ailesi Rasim’i ve ailesini yok edeceğiz diye yemin etmişler. Nitekim öyle de olmuş. Rasim’in oğlunu ve gelinini öldürmüşler. Rasim bey de bir gece köyden kaçmış bir daha onu gören de olmamış” dedi.

Anlattığı o kadar derin bir hikayeydi ki gözlerimden yaşların akmasına engel olamadım. Başımı hafifçe omzundan kaldırıp yüzüne baktım.

“Fısıldadım, sesim neredeyse duyulmaz bir titreyişle havada kayboldu. ‘Beni bir daha asla bırakma olur mu?’

Ellerinin sıcaklığı, beni yakalayıp sımsıkı sardı. Beni anladığını biliyordum, her kelime, her bakış, bir yemin gibiydi. Gözleri, hiçbir sözcüğün ifade edemeyeceği bir kararlılıkla parladı.

‘Seni asla bırakmayacağım. Ölüm bizi ayırana dek…’

O an, dünyadaki her şeyin anlamı yokmuş gibi hissettim. Başımı, huzuru bulduğum omuzlarına dayadım. Sanki zaman durmuştu, tek bir an, sonsuza dek sürecek gibiydi.

Gözlerim, titrek ateşin ışığında kayboldu, kıvılcımlar gibi savrulan her bir düşünceyi ardımda bırakıyordum. Ateşin sıcaklığı, bir yelken gibi içimi sardı, kalbimi ısıttı.

Anlık bir huzur… Gözlerimi kapadım, bedenim yavaşça gevşedi. Belki de, hayatımda ilk kez, derin bir uykuda kaybolacak kadar huzurlu olabilirdim…”

Evet canlar nasıldı beğendiniz mi😊😊 buraya yorumlarınızı bırakın ❤️❤️❤️3

Hepinizi çok seviyorum.2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.02.2025 22:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...