Sabahın ilk ışıkları, ufuk çizgisinden usulca sızarak yarı sararmış ekin tarlalarını altın rengine boyuyordu. Gecenin serinliğinden arta kalan çiy damlaları, ekin başaklarının ucunda titrek birer yıldız gibi parlıyordu. Uzun ve dar toprak yolda, dinginliği bozan tek ses eski bir at arabasından geliyordu; tekerleklerin taşlara çarpan gıcırtısı, sabah sessizliğinde yankılanıyordu. Hafif bir rüzgâr esiyor, ekinleri usulca dalgalandırıyor; tanelerden kopan polenler gökyüzüne savrularak sarımtırak bir sis gibi etrafa yayılıyordu. Güneş biraz daha yükseldikçe gölgeler kısalıyor, günün ilk sıcaklığı toprağın kokusunu havaya karıştırıyordu.
Uzaktan gelen kuş sesleri güneşi selamlarken gün yavaşça öğlene doğru yaklaşıyor, geceye ait tüm izler yavaşça kayboluyordu.
At arabasını süren seyis alnında biriken terlere aldırış etmeden sabahtan beri sürdüğü atlarından bir an olsun gözlerini ayırmıyordu.
Taş yolda köyün girişine yaklaşırken uzakta görünen evler sıcaklığın etkisiyle hafifçe dalgalanıyor gibi bir görüntü bırakıyordu.
Yolun kenarındaki çalılıkların arasından bir keçinin yola atlamasıyla atlar ürkerek şaha kalkmaya yeltendi. Zor bir duruma giren seyis neye uğradığını şaşırdı.
Atların aniden yön değiştirmesiyle birlikte araba yalpaladı, tekerleklerden biri büyük bir gürültüyle çukura saplandı. Seyis dizginlere asılsa da nafileydi; tahtadan yapılmış tekerlek bu ani baskıya dayanamayarak çatırdayıp ortadan ikiye ayrıldı. Arabanın arka kısmı yana devrilirken içeriden bir kadın çığlığı duyulmaya başladı.
Seyis hemen hızlı bir hareketle yerinden kalkıp ahşaptan yapılmış kapıyı sertçe kendisine doğru çekti. Kapı büyük bir gıcırtıyla açılınca panikle gözleri içeride birilerini aradı.
“Melike Hanım iyi misiniz efendim?” Diye sordu büyük bir panikle.
Kadın yerinden yavaşça doğrularak elini başına götürdü. Yanındaki hizmetçiden destek alarak arabadan çıktı. Büyük bir sinirle bakışlarını Seyise doğru çevirdi.
“ Neler oluyor Seyis Efendi?” bir eliyle üstünü temizlerken diğeriyle başındaki örtüsünü düzeltti. Gözü birden arabanın tekerleğine takıldı “ Salak yaa kaldık yolda iyi mi!” diye söylenmeye başladı.
Seyis eliyle tekerleği gösterdi.
“Hanımım sanırım bilyesi dağılmış değiştirmek gerek.”
At arabasının arka kısmındaki küçük bölmeden bir kaç alet edevat çıkardı. Kadın ellerini arkasında birleştirip dudağından ne dediği belirsiz bir şekilde söylenmeye başlarken yol kenarındaki gölgelikli bir alana geçti. Aradan iki saat geçmesine rağmen tekerlek hâlâ tamamlanmamıştı. Sıcak bastırmış güneş tam tepede dikilmişti. Kadın artık dayanacak gibi değildi. Yerinden hışımla doğrularak adama doğru yöneldi.
“ İki saattir bir tekerleği takamadın be adam!” diyerek hiddetlendi.
Seyis bir gözü işindeyken diğeriyle kadına bakmaya çalışıyordu.
Kadın tiksinir bir şekilde Seyisin yüzüne bakmaya çalışırken eliyle atlardan birisinin yularını tuttu.
“ Senin beceriksiz olduğun anlaşıldı. Çöz bu atı, atla gideceğim!” dedi sinirli bir şekilde.
Seyis elindekileri yavaşça yere bırakıp yerinden doğruldu. Bakışlarıyla kadına baktıktan sonra başını öne eğip derin bir nefes aldı.
Daha sözünü tamamlayamadan kadın araya girdi.
“ Aması maması yok! Sana atı hazırla dedim.” Dedi hiddetle.
Seyis el mahkûm atlardan birisini çözüp eyerledi. Kadın büyük bir sinirle ata binerken tekrardan söylenmeye başladı.
“ Şu başımıza gelene bak hele!”
Diyerek atın dizginlerini çekiştirdi.
Seyis kadının öfkesine alışkın gibiydi. Başını öne eğip geri çekildi.
Kadın atın yanlarını topuklarıyla döverken at irkilerek hareketlenmeye başladı.
Atın sırtındayken uzaktan sesi Seyisin kulağında yankılanmaya başladı.
“ Belli bugün uğursuz bir gün olacak” diyerek uzaklaştı.
Kadın Seyisten uzaklaştıktan bir kaç dakika sonra yolda uzaktan gelen bir atlıyı fark etti. Gereğinden fazla süratli at sürüyordu. Uzaktakinin kim olduğunu anlamak için gözlerini iyice kıstı.
Gelen kişinin bir erkek olduğunu anlaması için ilk bakış yetti.
Atın üzerinde sinirden boynundaki damarlar kabarmış, nar gibi kızarmıştı. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Uzaktan bile belli oluyordu.2
Hızla kadının yanından geçen atlı, etrafa savurduğu toz ve toprakla kadının atını ürküttü. Şaha kalkan hayvan, bir anda kontrolünü yitirerek binicisini sertçe yere savurdu.
Çıkan gürültüyle irkilen adam, atının dizginlerini çekerek durmaya çalıştı. Ardına döndüğünde yerde birinin kıvrandığını fark etti. Hemen atını çevirip hızla geriye dönerek kadına yaklaştı.
Kadının yanına vardığında atından inip kadının yanında diz çöktü.
Kadın yerde acıyla kıvranırken göz ucuyla adama baktı. Yüzündeki ufak tefek çiziklerin verdiği acıyla gözlerini iyice kısarak adamı seçmeye çalıştı.
Hafif kızıla çalan saçları alnında dağılmış, terle karışmış birkaç tutamı alnına yapışmıştı. Seyrek ama belirgin sakalları, sabah güneşinin altında altın sarısı gibi parlarken doğrudan yeşil gözlere baktı. Sanki birden tüm acıları geçmiş gibi yerinden doğruldu.
“ iyiyim, iyiyim de sen pek iyi değilsin gibi delikanlı.” Diye sırıtamaya başladı.
Adam kadının yerinden doğrulduğunu gördüğünde hızlı bir şekilde bakışlarını yana devirdi.
“Çok şükür bir şeyiniz yok.” Diyerek atına bindi. Atının dizginlerini eline alırken kadının sesiyle bakışlarını kadına çevirdi.
“ Adın ne senin delikanlı?” diye sordu.
Adam bir müddet duraksadı. Sonra topuklarıyla atının sırtını hafifçe dövmeye başladı.
“ Mirali” diyerek oradan hızla uzaklaştı.3
Kimdi? Bana şantaj yapacak kim vardı. Ya da odama girip eşyalarımı karıştıracak kadar yüzsüz kim olabilirdi?
Kafamda dönen soruların yarattığı karmaşayla ayakta, büyük bir tedirginlik içindeydim. Aklıma ise tek bir isim takılıp kalmıştı: Sakine.
Daha önce defalarca odamı karıştırmıştı zaten. Bana kin besleyen , sürekli benim arkamdan iş çevirebilen tek kişi oydu. Ama eğer oysa şu ana kadar çoktan ötmüş olması gerekiyordu. Ya aklı sıra bana oyun oynuyor ya da...
İşte bu ihtimal daha da korkunçtu. Ya da başka biriydi. Aklımdaki sorular bir cevap ararken dizlerim istemsizce titriyordu. Saatler geçtikçe içimdeki tedirginlik daha da artarak zihnimde bir karmaşa yaratıyordu.
Her gölgede bir siluet görmeye başlamıştım artık. Rüzgâr pencereyi hafifçe araladığında çıkan gıcırtı bile kalbimi yerinden çıkaracak gibi oluyordu. İçimde büyüyen bu bilinmezlik, sanki karanlık bir el gibi boğazıma sarılmış, nefes almamı güçleştiriyordu.
İşin ucunda Mirali’ nin hayatı söz konusuyken burada elim kolum bağlı duramazdım. Bir şeyler yapmalıydım. Önce bohçayı getiren yabancıyı bulup konuşmam gerekiyordu ama nasıl?
Odamda büyük bir endişeyle dolanırken zihnimdeki karmaşa git gide daha karmaşık bir hâl alırken zaman gittikçe daralıyordu.
Herkesin beklediği an gelip çatmıştı. Yüreğim kan ağlarken yerimden güçlükle doğruldum.
Bana getirilen elbiselere baktım.
Her biri ihtişamlı parçalardı; sanki bir masaldan fırlamış gibiydiler. Altın işlemeler geceyle yarışan siyah kumaşa zarifçe işlenmişti. Omuzlarıma dökülen kadife pelerinin ağırlığı sadece kumaştan değil, taşıyacağım sorumluluğun da yükünden kaynaklanıyordu.
Titreyen ellerimle elbiseyi giyerken aynada kendime baktım.
Gözlerimin içindeki hüzün, korku ve belirsizlik, parlak süslerin ardında gizlenmeye çalışsa da başarılı olamıyordu.
Dışım gösterişliydi belki, ama içim paramparça. Belirsizlikler, kırık kalpler...
En önemlisi içimde hâlâ öldüremediğim o aşk beni daha da üzüyordu. Üzerimdeki tüm ihtişama bakınca tiksinmekten başka hiç bir şey gelmiyordu içimden. Ona olan sevgim, sadakatim bu noktada ihanete dönüşüyordu. İçimdeki tüm kırıklıkla başımı öne eğip kan kussam bile kızılcık şerbeti içtim diyecektim ama onun için kendimden vazgeçerken bu sır benimle mezara gelecek demiştim.
Başaramadım... Onu kurtarayım derken daha da zifiri karanlığa çekiyordum. İçimde kalan son takatle kapıya yönelirken derin bir nefes aldım.
“Hazır mısınız?” diye sordu bir ses.
Hiçbir zaman olamayacaktım. Ama bu, gitmem gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu.
Son bir kez derin bir nefes aldım.
Ve ardından adımlarımı sessizce, ama kararlılıkla kapıya doğru yönelttim.
Çünkü artık geri dönüş yoktu. Kapıda beni bekleyen iki hizmetçi kollarıma girerken uzun ve dar koridorda attığım her bir adımım bir diğerini boğuyordu. Boğazıma oturan düğüm nefesimi gittikçe kesiyordu. Gözlerimden akan bir damla yaş aşağıya doğru süzülürken bakışlarım gittikçe donuklaşıyordu.
Sonunda uzun ve dar koridorun sonundaki büyük salonun kapısında durduk. Ciğerim yangın yeriyken hizmetçilerden birinin kapıyı tıklatmasıyla kulaklarıma gelen ses doğrudan beynime işliyordu.
Kapı büyük bir gıcırtıyla açılınca ilk gördüğüm Tahir oldu. Hemen karşımda ağzı açık bir şekilde beni süzüyordu. Gözlerimi hemen yana devirdim.
Abdullah Bey, her zamanki gibi dik duruyordu; yüzündeki çizgiler daha da derinleşmiş, bakışlarına ağır bir hiddet sinmişti.
Onun hemen yanında Münevver Hanım oturuyordu; ellerini kucağında kenetlemiş, dudakları ince bir çizgi gibi sımsıkıydı.
Yanlarında, daha önce hiç görmediğim, baştan ayağa süslere bürünmüş, yüzünde yabancılık kadar kibir de taşıyan bir kadın vardı. Bakışları üzerime değdiği anda yargı dağıtır gibiydi.
Gözlerim babamı buldu. Necat Bey, oturduğu koltukta tüm heybetiyle duruyordu. Sert yüz hatları ifadesizdi ama alnındaki damar, içindeki öfkenin çoktan kabardığını belli ediyordu.
Sakine, onun hemen arkasında ayakta bekliyordu. Başını öne eğmişti ama göz ucuyla beni izliyordu. Umarsızca sırıtmaya devam ediyor, babamın yanında aklınca bana göz dağı veriyordu.
Dikkatle yüzünü inceleyince odadakilerin hiç birinin bir önemi kalmadı. Yüzünde bana karşı kullanacağı en ufak bir sinsilik olsa hemen sezebilirdim ama görünürde hiç bir şey yoktu.
Usulca başımı öne eğdim. İçimde verdiğim savaş bedenime bir ağırlık çöktürmüştü. hizmetçilerin yönlendirmesiyle Tahir’in yanına zoraki adımlarla yanaştım. Herkes ayaktayken tüm bakışlar benim üzerimdeydi.
İçimde bastırdığım korku ve utanç, her bakışta biraz daha büyüyordu. Sanki bir mahkeme salonuna çıkmış, herkesin huzurunda en büyük günahımı itiraf etmeye zorlanıyordum. Tahir’e yaklaştıkça yutkunduğumu fark ettim; boğazıma düğümlenen kelimeler daha söylenmeden boğulmuştu bile. Yüzümü kaldıracak cesareti bulamıyor, gözlerimin içine dolan yaşları bastırmak için dişlerimi sıkarak kendimi ayakta tutmaya çalışıyordum. O an, kalabalığın ortasında bir başıma kaldığımı anladım.
Babamın işaretiyle herkes oturunca babamın otoriter sesi salonda önce yavaş sonra hızlanarak yükselmeye başladı.
“ Bu işi daha da uzatmadan halledelim gitsin!” diyerek bacaklarından birini diğerinin dizine koydu . “ Abdullah Bey benim kızım tezcanlıdır. Daha kendine bir zarar vermeden şu sözü keselim.” Dedi.
Onun için o kadar basitti ki her şey. Benim duygularım, hayallerim, hatta korkularım bile… Bir cümlesine sığdırıvermişti hepsini. “Tezcanlıdır,” dedi. Oysa ben sadece kaçmak istiyordum. Kendi hayatımı, kendi seçimlerimi yaşamak istiyordum. Ama babam için bu bir eksiklikti, bir kusurdu; düzeltilmesi gereken bir arızaydı.
Abdullah Bey hafifçe öksürerek yerine doğruldu. Gözlerini bana değil, doğrudan babama dikti.
“Necat Bey aramızda pek çok şey geçti. Hepsini görmezden gelmek Beyliğin şanındandır. Şu düğünle aramızdaki tatsızlıklar bitecektir evelAllah”
Babam ağır bir şekilde sakallarını sıvazladı.
“ doğru dersin Abdullah Bey amma benim kızım başına bir şey etmeden düğün yapılsa her iki taraf için de çok iyi olur” diyerek sırtını hafifçe koltuğa yasladı. Ben yüreğim kan ağlarken benim pazarlığımı yapanları izlerken aklımda tek bir soru dönüyordu. Ben bu kadar basit biri miyim?
Abdullah Bey babamın cevabından sonra başıyla yanındakilere onay verdi Münevver Hanımın yanındaki yabancı kadın yavaşça yerinden doğruldu.
Hizmetçinin getirdiği gümüş tepsideki yüzükleriyle bize doğru yanaşınca Tahir’in yüzündeki umarsız sırıtmalar giderek arttı. Bakışları üzerimdeyken tıslamaya başladı.
İğrenç sesi kulaklarımda çınladığında, içimdeki mide bulantısı boğazıma kadar yükseldi. O an, elinde tepsiyle yanımıza yaklaşan yabancı kadının varlığını fark ettim. Tepsiye değil, bana bakıyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, sinsi bir gülümsemeyle yaklaştı. Adımlarında garip bir özgüven vardı.
Kadının yüzü tanıdık değildi. Onu daha önce ne köyde ne de konağın çevresinde görmüştüm. Kılık kıyafeti gösterişli ama zevksizdi. Ellerindeki yüzükler, boynundaki altın zincir abartılıydı. Ama en dikkat çekici olan, o bakışlardı kendinden emin, küçümseyiciydi.
Tam ağzımı açacakken Tahir sessizce yanıma eğildi.
“Şaşırdın değil mi?” dedi alçak bir sesle. “Ablam… Melike.”
Gözlerim kocaman açıldı. Gözlerimi Melike’nin yüzüne, sonra Tahir’e çevirdim. Aynı kavisli burun… Aynı dik duruş. Ama aralarında uçurum kadar fark vardı.
Bu bölüm biraz kısa oldu 😊. Gelecek bölüm telafisini yapacağım 😊
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.92k Okunma |
1.99k Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |