
Adrian'ın geçenlerde yonttuğu ahşap kupa avuçlarımın arasındaydı. Çatırdayan şöminenin önünde oturuyordum ve bitki çayımdan yudumluyordum. Dışarıda gece karanlığı hâkimdi, perdeleri örtülmemiş pencerelerden içeriye ay ışığı yansıyordu. Günler üzerine havanın açık olduğunu görmek huzurlu bir soluk almamı sağlıyordu. Sonunda Adrian durulabilmişti.
Neden öfkeliydi anlayamıyordum. Toparlanıp ayağa kalkana kadar tepemde dolaşan kara bulutlardan kurtulamamıştım. Ne zaman dışarıya baksam puslu bir hava ya da yağmur beni karşılıyordu. Toprak o kadar suya doymuştu ki üzerinde yürüyeni içine çekmeyi bekleyen bataklık gibiydi.
Şöminedeki odunları yutan ateşe dalıp gitmiş olan gözlerim artık alıştığım ve benimsediğim odanın içerisinde kayıp karşımdaki sandalyede öne doğru kaykılarak oturmuş Adrian'ı buldu. Elinde ansiklopediye benzer bir kitap tutuyordu ve cildi çok eski görünüyordu. Yanına çektiği kütük sehpanın üzerinde benimkinin aynısı olan kupası vardı, ara sıra ondan içmeyi ihmal etmiyordu. Ayrıca her zamanki gibi üstü çıplaktı. Artık tişört ve benzeri şeyler giymemesine alışmıştım. Hatta o kadar çok alışmıştım ki giydiğinde şaşırıyordum.
Okuduğu sayfada kayan gözlerini takip ederken bir an gözlük taktığını, siyah tişört ve dar kot pantolon giydiğini hayal etmekten kendimi alamadım. Onu ait olduğum yaşamın kılıfına sokmak nedense hoşuma gitmemişti. Adrian böyle çok daha iyiydi. Genellikle açık tuttuğu beyaza çalan gri saçları, çıplak ve bana üçgen peynirleri andıran göğsü, ayrıca belinden her an düşecekmiş gibi duran kot benzeri pantolonuyla mükemmeldi. Onu başka türlü hayal etmek haksızlık olurdu.
“Yine beni izliyorsun,” dedi hiç beklemediğim bir anda. Hâlâ pürdikkat elindeki kitaba odaklı olduğundan o kadar emindim ki onu izlediğimi fark etmesi beni şaşırtmıştı. Üstelik konuştuktan hemen sonra sayfayı çevirerek okumaya devam etmişti.
“Kitap okumayı sevdiğini bilmiyordum.”
“Aradığımı bulduğum anlarda daha çok severim.”
“Ne arıyorsun ki?” diye sordum merakla. Duraksadı. Cam mavisi gözleri kitabın üzerinden kayarak beni buldu.
“Seni.”
“Beni mi?”
Kafasını sallayıp yeniden önüne döndü. “Ne tür bir varlıksın öğrenmeye çalışıyorum.”
“Benden tuhaf, iğrenç bir şeymişim gibi bahsediyorsun,” dedim homurdanarak. “Sıradan biriyim, benden korkmana gerek yok.” Sesimdeki soğuk alay ve ima karşısında hiç de rahatsız olmuşa benzemiyordu.
“Üçlüleri öldüren cadıdan kim korkmaz ki?”
“Ne yani benden korkuyorsun öyle mi? Ve bunu kabul ediyorsun?” diye sorduğumda şok yüzümden okunuyordu. Adrian yine kitabın üzerinden bana bir bakış attı ve öyle bir baktı ki benimle açıkça dalga geçtiğini işte o an anladım.
“Alçak,” dedim dişlerimin arasından, o yeniden kaldığı sayfayı okumaya dönerken. “Ayrıca üçlüleri ben öldürmedim. Sadece birini,” derken sona doğru sesim içime kaçmıştı. Bunu kabullenmek zordu ve üzerinden geçen bir haftada fark etmiştim ki kaybolduğunu sandığım vicdanım hâlâ hayattaydı ve fırsatını bulduğu her an yakama yapışmaya başlamıştı.
“Sen bir anda güç patlaması yaşamasaydın onları alt etmemiz imkânsızdı,” diyerek bana hatırlatma yaptı.
“Ne yani şimdi de beni onları öldürmekle mi suçlayacaksın?”
“Bunu yaptığın için seni ödüllendirebilirim bile,” dedi hiç beklemediğim bir anda. “Ama önce ölümcül gücünün kaynağını bulmalıyız.”
“Ödüllendirmek mi? Bu nasıl bir ödül olacak?” derken cevabını deli gibi beklediğimi fark ettim. Adrian birden kitabı kapattı ve gözlerini bana dikti. Etrafımızda yanan ve dans eder gibi dalgalanıp duran mum ışıklarının altındaki kusursuz yüzüne bakmak bile nefes kesiciydi.
“Nasıl bir ödül olmasını isterdin?”
Tanrım ses tonu karnımın heyecandan kasılmasına neden oluyordu. Cam mavisi gözlerine mürekkebin kâğıda damlaması gibi hızla yayılan koyuluğu fark ettiğimde güçlükle yutkundum, boğazım kupkuruydu. Etkisine kapılmam işte bu kadar kolaydı. Kafamı hızlı hızlı iki yana sallayarak bundan kurtulmaya çalışırken, “Birini öldürmek iyi bir şey değil, korkunç bir şey. Bu ödüllendirilmez, cezalandırılır,” dedim ezberlediğim metinden okuyormuş gibi çabucak.
Keyfinin hiç bozulmadığını belli edercesine aynı rahatlıkla kütük sehpanın üzerine bıraktığı kupaya uzandı. Dudaklarına yaklaştırıp bitki çayından yudumlamadan önce, “Ödüllendirmede de cezalandırmada da ne kadar iyi olduğumu tahmin edemezsin,” dedi ve sonra bana bakmaya devam ederek çayından yudumladı. Tanrım, birden ateş basmış gibi terlemeye başlamıştım. Benimle uğraşıyordu, bunu biliyordum ama konuşurken ses tonunu öyle etkileyici kullanıyordu ki dudaklarından dökülen her kelime içimi gıdıklıyordu.
“Bazen seni pataklamak istiyorum,” diye homurdandım, güldü. Dudaklarının girdiği şekle bakmamak ve dalıp gitmemek için kafamı çevirmek zorunda kaldım.
İç çekip, “Ben de bazen öyle şeyler yapmak istiyorum ki...” dediğinde cümlenin ucunu bilerek açık bırakmıştı. Onu ciddi anlamda pataklamak istiyordum. Her yöne çekilebilecek sözleri ve bunu destekleyen imalı konuşmaları içimde heyecan volkanlarının patlamasına neden oluyordu, ancak cam mavisi gözlerindeki sinsi sırıtış beni durduruyor ve hatta sinirlerimi bozuyordu. Çünkü açıkça benimle oynadığını oradan anlıyordum.
“Kürksüz ayı,” dedim onun duymayacağı şekilde sessizce. Sadece dudaklarım oynamıştı, ona bakmıyordum bile, ancak Adrian'ın birden, “Ne dedin sen?” diye homurdanmasını işittiğimde sinsice sırıttım.
“Hiçbir şey.”
Gözlerini kıstı. “Şimdi de beni geçiştiriyor musun?”
“Hayır, hiçbir şey söylemedim,” diye ısrar ettim.
“Biliyor musun dudak okumada iyiyimdir.”
“Tanrı aşkına iyi olmadığın bir şey var mı?” derken gözlerimi devirmekten kendimi alamadım.
“Bana hakaret edildiğinde sakin kalmayı başaramam, işte iyi olmadığım bir şey,” dediğinde yüzündeki sinsi sırıtış yutkunmama neden oldu. Kupasını aldığı yere bırakırken ellerini oturduğu sandalyenin koçaklarına koyup oradan destek alarak bedenini yavaşça ayağa kaldırdı. Tanrım, bana saldıracak gibiydi!
“Sana hakaret etmedim, yanılıyorsun,” dedim telaşla.
“Ah, yoksa özür mü dileyeceksin?”
“Ne?” dedim alayına karşılık kaşlarımı çatarken. “Üzgünüm, bunu yapmayacağım, çünkü sen gerçekten de kürksüz ayısın!”
Sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi birden bana doğru atıldığında hızla yerimden fırladım. Kapının olduğu tarafa kaçarken, “Yavaş, henüz tamamen iyileşmedin,” diye uyardı ve hemen sonra benimle alay etmeye kaldığı yerden devam etti. “Nereye kaçabilirsin ki sanki?” Heyecanla kapının kilidini çevirdiğim sırada, “Gece, yakala kızım, kaçmasına izin verme,” dediğini duydum.
Köpeğin yattığı yerden fırladığını gördüğümde, “Hain!” diye çığlık atmaktan kendimi alamadım. Lanet kapı açılmamak için resmen direniyordu, ancak neyse ki sonunda şans benden yanaydı. Kapıyı açıp kendimi dışarıya atmayı başardığımda çok yol kat edemeden Gece beni yakaladı. Önüme geçerek gitmeme engel oldu ve bunu yaparken hırlamayı da ihmal etmedi.
“Seninle yemeğimi bölüştüm, şimdi bana bunu mu yapıyorsun?” dedim kınarcasına köpeğe bakarken, ağlar gibi ses çıkartıp havladı ancak yine de önümden çekilmedi.
“O, sadece bana sadıktır,” dedi Adrian. Tanrım, hemen arkamdaydı ve bana çok yakındı. Nefesinin saçlarıma vurduğunu hissedebiliyordum. Gece'nin önümden çekilmesi ve rahat yatağına geri dönmesi için eliyle işaret verdi ve hayvan hızla ortalıktan kayboldu. Kimsenin olmadığı bu yerde, göğü aydınlatan ayın altında onunla baş başa kaldım. Bunun düşüncesi bile heyecandan kalbimin hızlanmasına neden oluyordu.
Şimdilerde sızlayarak varlığını bana hatırlatıp durmayan yaramın üzerine dikkatlice parmaklarını dokundurdu, ciğerlerime kesik bir soluk çektim. “Artık iyi mi?” diye sorduğunda hızlı hızlı kafamı salladım. “Acımıyor değil mi?” Yeniden kafamı salladım. “Rahat uyuyabiliyorsun?” Kafamı salladım. “İstediğin gibi hareket edebiliyorsun?” Kafamı salladım. “Koşarken de sorun çıkmadı öyle mi?” Yine kafamı sallarken omuzlarımın düşmesine izin verdim. “Artık gitme vaktimin geldiğini mi söylemek istiyorsun?” dedim sertçe yutkunarak. Tanrım, gelmesini korktuğum o anın içerisindeydim.
Duraksadı. “Bu da nereden çıktı? İyi olduğundan emin olmak istemiştim.”
“İyiyim. İyi olmam için her şeyi yaptın,” dedim birlikte geçirdiğimiz son bir haftayı düşünerek. Saque'nun evinden buraya nasıl getirildiğimi hatırlamıyordum, muhtemelen ben uyurken ya da Saque tarafından uyutulurken beni kucaklamış ve evine taşımıştı. Sürekli benimle ilgilenmiş, yaramın pansumanını bir gün bile aksatmamıştı. İçmem için garip garip çorbalar yapmıştı ve bazıları gerçekten kötü olsa da yeryüzündeki en mükemmel yemekmiş gibi yemiştim. Şu anda iyiydim, toparlanmıştım. Kendi başıma yaşamıma devam edebilirdim, kısacası gitmemin vakti gelmişti.
“Haddinden fazla başını ağrıttım Adrian,” diye fısıldadım. “Artık gitmem gerektiğinin farkındayım. Benim için yeterince şey yaptın.”
Omuzlarımdan dökülen gür saçlarımda parmaklarını gezdirmeye başladığında nefesimi tuttum. Eli yüzüme düşen tutamları kavrayarak boynumun sol tarafını açığa çıkartacak şekilde saçlarımı geriye çekti. Bana biraz daha yaklaştığında artık göğsü sırtıma değiyordu ve ona yaslanmamak için kendimi tutmak zorunda kalmıştım.
“Nereye gideceksin?” diye sorarken yanağını kafama yaslamıştı. Elleriyse belimin iki yanındaydı. Tuhaf bir sarılma gibiydi ve bunun veda sarılması olmasından korkuyordum.
“Başımın çaresine bakarım.”
“Bilmediğin bir dünyada olduğunu unutuyorsun. Henüz buranın karanlık yüzüyle tanışmadın.”
Ürperti tenimden kayarak ilerledi, düşünmemeye çalıştım. “Olsun. Daha fazla başına bela olmak istemiyorum.”
Güler gibi bir ses çıkarttı. “Bazen başıma bela olduğun doğru,” derken yüzünü saçlarımın arasından kaydırdı. Yavaş yavaş boynuma doğru indiğini hissettiğimde nefesimi tuttum.
“Ama henüz gitmeni istemiyorum.”
Yutkunamadım. “Yani... bir gün isteyeceksin?”
“Kal, Rheana,” dedi söylediğimi duymazdan gelerek. “Gizemini merak ediyorum, bunu birlikte çözelim ve günün sonunda evine dönmene yardımcı olurum.”
“Evime dönme biletimi kendi ellerimle yaktım. Üçlüler artık yok. Bana kim yardım edebilir?”
“Konsey hazırlıkları yapılıyor, yerlerine yenileri seçilecek. Cadılar o konumu asla boş bırakmazlar. Ayrıca her zaman başka seçenekler vardır.”
İç geçirdim. “Ne zaman cadılardan bahsetsen sesinden iğrenme ve nefret akıyor.”
Burnunu boynuma sürterek tenimi karıncalandırdı. Ardından da yönünü yeniden yukarıya çevirip dudaklarını tam kulağımın üzerine getirdi. “Çünkü bunlar onlara karşı hissettiğim en net duygular.”
“Ben de bir cadıyım,” dedim mırıldanır gibi. Resmen sesim içime kaçmıştı. Benden nefret etmesini asla istemiyordum. Aslına bakarsak bana karşı tam olarak ne hissetmesini istediğimi bile bilmiyordum.
“Sen onlardan farklısın,” derken yeniden hareketlendi. Boynumu öpecekmiş gibi eğildiğinde ona daha fazla yer açmak için kafamı iyice sağ omzuma doğru yatırdım. Belimdeki elleri kayarak karnıma dolandı. Tanrım, biz çok yakındık ve yine karşı koyamadığım bir andaydım.
“Sen benim avuçlarıma bırakıldın. Serpilişini, kendini geliştirmeni görmek güzel olacak,” dedikten hemen sonra dudaklarını hafifçe boynuma sürttü.
“Adrian,” dedim çaresizce. “Bu doğru değil.”
“O zaman beni it.”
Kıpırdayamadım bile. Kendimi onun kollarına bırakma isteğiyle doluydum. Ne kadar karşı koymaya çalışsam da içimi kıpır kıpır eden arzuya yenilerek sırtımı göğsüne yasladım. Boynumdaki dudaklarının gerilmesinden sırıttığını anlamam zor değildi.
“Yapamıyorsun değil mi? Karşı koyamadığın bir istekle dolusun,” dedi çok hafifçe geriye çekildiği sırada. “Bu aramızdaki her neyse neyden kaynaklı olduğunu öğrenmeden buna teslim olmayacağım.”
Tanrım, işte büyü bozulmuştu. Hızla ondan uzaklaşmak için hareketleneceğim esnada, “Ups, üzgünüm, yine yiyişmenizi bölmek zorunda kalıyorum,” dedi Leo. Görünürde olmasa da sesi yakından geliyordu. Çabucak kendimi toparlayarak Adrian'dan uzaklaştığımda darmaduman olmuş hâldeydim. Adrian ise ellerini ceplerine tıkıp ıslık çalacak kadar rahattı.
Leo'yu sonunda seçebildiğimde evin arka tarafından çıktığını fark etmiştim ve elinde bir şey taşıyordu. Ay ışığı altında, henüz tamamen yakınlaşmadığı için yüzünü çok net göremesem de kulaklarına kadar sırıttığına bahse girebilirdim.
“Görüyorum ki görüşmeyeli her yerde yiyişmeye başlamışsınız.”
“Bu pis koku da neyin nesi?” dedim çabucak konuyu değiştirmek adına.
“Ah, sanırım kaynağı bu,” dedi Leo elinde tuttuğu ve havada taşıdığı şeyi önümüze bırakırken. Tanrım, bu şey ufak tefek yaşlı bir adamdı!
“Bunu evi gözetlerken yakaladım Adrian.”
“Efendi Adrian,” diye yakındı yaşlı adam, sesi pürüzlü ve çatallıydı. Yaşlılığın getirdiği çizgilerle bezeli olan çehresinde en çok dikkatimi çeken şey fener gibi parıldayan kehribar tonlarındaki gözleriydi. Ve gözleri görüntüsüne kıyasla bir yaşlıya ait olamayacak kadar canlı ve diriydi.
“Yemin ederim ki sizi gözetlemiyordum. Affınıza sığınıyorum,” diyerek Adrian'ın ayaklarına kapandı. “Sadece yanınıza gelmek için gündoğumu beklemenin daha uygun olduğunu düşünmüştüm.”
Gözlerim Adrian ve yabancı adam arasında gidip geldi. Adrian merhametsiz, acımasız ve gaddar duruyordu. Yaşlı adamsa biçare, ölmemek için her şeyi yapacak kadar kendine saygısını kaybetmişe benziyordu. İzlediğim manzara beni rahatsız etmişti. Adrian, yaşlı bir adama neden onu bir saniye sonra öldürecekmiş gibi bakıyordu?
“Hudson,” dedi buzdan farksız sesiyle.
Adam kafasını kaldırmadan konuştu. “Efendi Adrian.”
“Adrian,” diyerek onu düzeltti. “Sadece Adrian.”
“Bağışlayın efendim, size haberler getirdim.”
“Sana ne oldu Hudson? Bu hâlin ne?” diye sordu Adrian, adamın son söylediğine önem vermeyerek. “Ayağa kalk.”
Yaşlı adam toparlandı. Sağı solu yırtık cübbesinin eteklerini topladığı sırada ellerinin üzerindeki derin yaralar dikkatimi çekti. “Cezalandırıldım,” dedi acıyla. “Ölümle lanetlendim.”
Leo, “Ah, zavallıcık. Hâlinden bunu pekâlâ anladık. Cesetten farksız kokuyorsun. Kimin canını sıktın da bu hâldesin merak ediyorum,” diyerek alay eder gibi konuştu. Neden böyle davranıyordu anlayamıyordum. Kamburu yüzünden dik bile duramayan ve sürekli af dilenir gibi konuşan bu zavallı adamla ne dertleri vardı?
Yaşlı adam geldiğinden beridir ilk kez kafasını kaldırıp doğrudan Adrian'a bakarken, “Sahibe Sharon,” diye yumurtladı. Duyduğum isim benim bile kaşlarımı çatmama neden olmuştu. Adrian ise donmuş heykelden farksızdı, yaşam belirtisi göstermeden, sadece gittikçe kararan gözlerle Hudson'a bakıyordu.
“Sahibe Sharon beni lanetledi.”
“Neden?” dedi Adrian, yabancısı olduğum, ondan asla duymadığım garip bir tonla. Sesi soğuktu, nefret barındırıyordu. Sesinin içimde yankılandırdığı tek şey ölümdü.
Hudson ellerinin üzerindeki yaraları kaşırken cevap verdi. “Sizi izlemeyi reddettiğim için efendim.”
“Siktir, zamanı daralıyor diye iyice çıldırdı,” dedi Leo. Geldiğinden beridir ilk kez ciddiydi. Sanki Aissa ölmemiş ve o korkunç gece yaşanmamış gibi davranması dikkatimden kaçmamıştı. Her zamanki güleçliği üzerindeydi ama bunun maske olduğundan emindim.
Adrian, “Şimdi neden buradasın? Onu reddettiğin için sana yardım edeceğimi mi umuyorsun?” diye sorduğunda duruşundan bile Hudson'a asla yardım etmeyeceği açıkça okunuyordu. Yaşlı adam şuracıkta ölecek olsa sadece izlemekle yetinirdi.
“Hayır, efendim, hayır. Benim için çok geç. Sadece size diyeceklerim var,” dedikten sonra ilk kez bana doğru döndü. “Cadıyla ilgili.”
Adrian birden uzandı ve Hudson'ın boğazına elini geçirip onu havaya kaldırdı. O kadar hızlı hareket etmişti ki gözlerimi kapatıp açtığımda Hudson'ı bir yudum nefes alabilmek için ayaklarını çırparken yakalamıştım. Dehşetle Adrian’a atılıp adamı havada tutan koluna sarılırken, “Ne yapıyorsun? Onu öldüreceksin!” diye telaşla bağırdım.
“Bırak öldürsün,” dedi Leo sırıtarak bu anı izlerken.
“Delirdin mi? Onu kışkırtmayı kes,” diye homurdandım. Leo ise umarsızca omuz silkti.
“Nasıl bir pislik olduğunu bilseydin onu Adrian'a bırakmaz sen öldürürdün.”
Elimde olmadan kendimi bunu düşünürken buldum. Haklı olabilir miydi? Konu bu dünya olunca kötülüğün sınırsız olduğunu artık anlamıştım. Bu yüzden Adrian'ın koluna sarılı olan parmaklarım yavaşça çözülerek sıkılığını kaybetti, yine de tam olarak ondan kopamadım.
“Bırak Adrian, ne diyecekse önemli olmalı yoksa buraya kadar gelmezdi.”
Adrian birden onu bıraktı ve kolundaki parmaklarımdan da kurtuldu. Öylece kenara itilmek can yakıcıydı ama şu anda bunu görmezden gelmeyi seçmek zorundaydım, çünkü ortada benimle ilgili olan bir mesele var gibi görünüyordu.
Hudson yere yığıldı ve kendine gelebilmek adına onlarca kez öksürdü. Boyu oldukça kısaydı, ayrıca kamburu yüzünden iyice küçük görünüyordu. Yere düşerken cüppesinin şapkası açıldığında ortaya çıkan birkaç uzun beyaz tüy ay ışığı altında parlamıştı. Teni bir ölü kadar beyaz ve solgun, dişlerinin çoğu kırışmış ve çürümüş olan bu adam nedense bana Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’u hatırlatmıştı. Tanrım, eğer Leo bunu biliyor olsaydı zavallı Hudson'ı kesinlikle Gollum adıyla çağırırdı.
Gözlerimin önünden gitmeyen Gollum'un suratını savuşturmak adına kafamı iki yana sallarken Hudson hâlâ kendine gelememişti. Sonu gelmeyen öksürüklerinin arasında belindeki ipten kemere bağlı hayvan derisinden dikilmiş matarasına uzandı ve içinde her ne varsa kana kana ondan içti. Ağzının kenarından kayan sıvıyı elinin tersiyle sildikten sonra bir nebze daha iyi görünüyordu.
“Efendi Adrian-"
Adrian, “Ayağa kalk,” diye buyurdu. Kızgındı ve neye bu kadar kızdığını bile anlayamamıştım. Zar zor nefes alan yaşlı bir adamla bu denli zıtlaşması beni germeye başlamıştı. “Benimle konuşurken benimle eşit seviyede duracaksın ve bana adımla sesleneceksin,” dedi hemen sonra. Sertçe yutkundum. Sanırım Hudson'la aynı statüde olduklarını belli etmek istiyordu, ancak öylesine emrediciydi ki asla onunla denk olamazdı.
Leo, Hudson'un ayağa kalkmak için çırpınmasına sabredemeyerek onu bir çöp torbasını tutar gibi ensesinden tutarak kaldırdı. Tanrım, gerçekten de kötü kokuyordu ve tüm bu gerilim yaşanıyor olmasa bir köşede kusabilirdim bile.
“E-efendim... ben...” Hudson nasıl hitap edeceğini bilemediği için bocalıyordu. Sanırım önüne gelen herkesi kendinden büyük görmeye ve saygı sözcükleri sıralamaya alışmıştı. “O cadı,” derken yeniden beni hedefine aldığında Adrian sanki onun benden bahsetmesine katlanamıyormuş gibi bir adım öne çıktı. Bu tehditkâr hareketin Hudson'ı korkuttuğunu anlamak zor değildi. Adamın alnından dökülen terlerin sonu gelmiyordu.
“O tehlikede,” dedi en sonunda. Adrian'dan tepki göreceğini düşünerek olduğu yerde sinmişti ve kaçamak bakışlarla ona bakıyordu. “Bana hep iyi davrandınız, bu yüzden huzura ermeden önce sizin için son bir şey yapmak istedim ve o yüzden buraya geldim. Sahibe Sharon onun peşinde.”
“Benden ne istiyor? Onu tanımıyorum bile,” dedim homurdanır gibi. İçimi korku sarsa da bunu belli edecek değildim.
“İstediği şey ölmeniz-"
“Onu içeriye götür Leo,” dedi Adrian birden. Doğrudan Hudson'a bakarak konuştuğu için onu kastettiğini düşünsem de Leo, “Kiara, tatlım, bu gecelik bu kadar macera yeterli bence,” diyerek koluma girdi ve beni eve doğru sürüklemeye başladı.
“Ama-"
“Şu anda oldukça öfkeli. Konu Sharon olunca Adrian'ın öfkesinden kaçmalısın,” dedi kısık sesle. Yine de eve girmemek için ayak diretiyordum. Sıkça omzumun üzerinden dönüp ardıma baksam da ne konuştuklarını duyamıyordum. Ancak yüzüme çarpan sert rüzgârla birlikte gözlerimi göğe diktiğimde parlak dolunayın etrafına doluşmaya başlayan kara bulutlar dikkatimi çekmişti. Tanrım, hissettiklerinin havaya yansıması hem nefes kesici hem de ürkütücüydü.
“Ups bu gece fırtına çıkacağa benziyor. Umarım içeride yeterince odun vardır.”
Leo'nun yorumu tüylerimi diken diken etti. Havanın birden kötüleşmesi iyiye alâmet değildi. İçeriye girerken yeniden dönüp arkama baktım ama Adrian ben yokmuşum gibi davranıyordu. Leo evin kapısını üstüne vurana kadar baksam da bir kez olsun olduğum tarafa doğru dönmemişti.
“Ne konuştuklarını duyabiliyor musun?”
“Sana bunun mümkün olmadığını söylemiştim. Ama Hudson'ın çılgınca atan kalbini duyabiliyorum. Neyse ki onun pis kanını arzulayacak kadar çaylak değilim.”
Omuz silkerek ve ıslık çalarak Adrian'ın tuhaf içki koleksiyonuna doğru ilerledi. Parmaklarını amber tonlarındaki şişelerin üzerinde kaydırırken tek derdinin en iyi içkiyi bulmak olduğuna yemin edebilirdim ama bu sadece görüntüden ibaretti.
“Nasıl böyle davranabiliyorsun?” diye sorarken kollarımı göğsümün altında bağlamıştım. Bana soruyla karşılık verdi.
“Nasıl davranıyormuşum?”
“Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi. Hiçbir şey olmamış gibi.”
Sonunda seçebildiği şişenin ucundaki mantardan kurtulmak üzereyken duraksadı. Ancak hemen sonra işine kaldığı yerden devam edip şişeyi açtı ve dakikalar öncesinde benim oturduğum koltuğa doğru ilerledi. Bu sırada, “Ne, neden umurumda olsun ki?” diye sordu. Ellerimi sıktım, onu kendine getirmek için tokatlayabilirdim.
“Aissa öldü, Leo,” dedim tıslar gibi. “Bunun umurunda olmadığına inanacak değilim. O senin arkadaşındı. Ve tanrım, o benim yüzümden öldü! Bana tıpkı eskisi gibi davranmaktan vazgeç, bu yalan!”
“Seni suçlamamı mı isterdin?” dedi şişeden ilk yudumunu alırken. Hâlâ aynı umursamazlık üzerindeydi. Mavi gözlerindeki ağırlığı görmesem onun gerçek bir kalpsiz olduğuna inanabilirdim.
“Sence de suçlu değil miyim? Tüm bunlara ben sebep oldum.”
“O gece ben de oradaydım ve oraya isteyerek geldim, tıpkı Aissa gibi. Ben de ölebilirdim, hatta sen de ölebilirdin. Bu yüzden kendini suçlamayı bırak. Kaderini kendin belirlersin. Oraya gelmek isteyen ve tüm ikazlara rağmen ısrar eden Aissa'ydı, sen değil.”
“Hiç acı duymuyormuş gibi konuşuyorsun-"
“Bin yıldan fazladır hayattayım,” diye bana hatırlattı. “Ne kadar kişinin ölümünü gördüğümü tahmin bile edemezsin. Kesinlikle alışamıyorsun ama kabulleniyorsun ve bu daha iyi hissettiriyor.”
Kendimi kafamı sallarken buldum. Tenimi yalayıp geçen soğukluktan kurtulmak istercesine kollarımı sıvazlarken kapının yanındaki pencereden dışarısını kontrol ettim. Artık ay tümüyle kapandığı için etraf zifiri karanlıktı ve ne Adrian'dan ne de Hudson'dan iz yoktu. Sıkıntıyla soluyarak yeniden Leo'ya doğru döndüm ve ayaklarımı yerde sürte sürte karşısındaki koltuğa, Adrian'ın oturduğu yere oturdum.
“Bana eşlik etmek ister misin?”
Kafamı iki yana sallayarak cevap verdim. “En son içtiğimde bana göre olmadıklarını anladım, teşekkür ederim.”
“Söylesene Kiara, geldiğin taraf buradan çok mu farklı?”
“Bunu burayı biraz daha keşfettiğimde konuşmalıyız bence. Ama şunu söyleyebilirim ki siz şu anda ilkel çağlardan kalma yaşıyorsunuz. Elektrik yok, araba yok, yaşam standartlarınızı yükseltecek hiçbir kolaylık burada yok.”
“Çünkü dediklerine pek ihtiyaç duymuyoruz. Yoksa Uzak Diyar'daki insan topluluğun son zamanlarda bahsettiklerinden kullanmaya başladıklarını duymuştum.”
“Bence siz de kullanmalısınız. Yıkanmak için su ısıtmak yerine musluğu çevirmenin rahatlığını tatmanızı isterdim,” dedim iç çekerek. Ardından birden kaşlarım çatıldı. “Sen beni oyalıyor musun? Asıl konudan uzaklaşmaya falan mı çalışıyorsun?”
Leo sırıttı. “Zeki kızıl.”
“Çok adisin,” diye homurdandım. “Bilmek istiyorum Leo. Sharon kim ve benimle derdi ne? Aslına bakarsan... Adrian'la derdi ne?”
“Bu o kadar uzun bir konu ki...” İçine çektiği sıkkın solukla omuzlarını kaldırıp indirdi. Üzerinde gömlek benzeri keten bir kıyafet vardı ve beline bağladığı rengi kaçmış kırmızı kuşakla onu sıkıştırmış, zayıf vücudunu ortaya çıkarmıştı.
“Ayrıca bu konu Adrian'ı ilgilendiriyor. O, sana anlatmamışken benim anlatmam doğru olmaz. Ve bunu yaptığımı duyarsa beni bu kez kesin öldürür.”
“Eski sevgilisi falan mıydı?” diye sordum çabucak. Hâliyle bu yönde düşünmem çok normaldi.
“Eh, onun gibi bir şey.”
“O da melek mi?”
“Evet.”
“Uzun zamandır birlikte miydiler?”
“Eh, işte... evet... doğdukları andan beri.”
Omuzlarım düştü. “Demek öyle... Adrian onu... onu seviyor muydu?”
Leo buna cevap vermek yerine şişeyi dudaklarına götürüp uzun uzun yudumladı. Ben de hemen yeni soruma geçtim, çünkü duymasam bile cevap zaten ortadaydı.
“Neden ayrıldılar?”
“Pas! Bunu Ad'e sor.”
“Ayrılalı ne kadar zaman oldu?”
“Bir yıl sanırım, emin değilim. Ad'e sor.”
“Bir yıl mı?” dedim sanki olay dün gerçekleşmiş gibi sesimin şaşkın ve kabullenemez çıkmasına engel olamayarak. Leo ne düşündüğümü anlamışçasına sırıttı.
“Burada zaman kavramı farklıdır. Buradaki bir yıl senin tarafındaki yüz yıla denk gelir.”
“Ne yani yüz yıldır hâlâ peşinde mi?” dedim öğrendiğim bilgiyi zerre kadar önemsemeden. Leo daha çok sırıttığında yüzümün asılmasının önüne geçemedim. Şu anda bir çocuk gibi davrandığımı düşündüğünden emindim.
“Hâlâ peşinde ve istediğini alana kadar da asla peşini bırakmayacak.”
“Adrian'dan ne istiyor ki?”
“Adrian'dan bir şey istemiyor, Adrian'ı istiyor,” dedi ilk kez ciddileşerek. “Bak, Kiara, seni sevdim. Bir dostun olarak mutlu olmanı isterim, bunun Adrian'la olmasını her şeyden çok isterdim ama ben sadece takılıyorum. Adrian'ın üzerine lanet gibi çökmüş sikik kurallar ve boktan gelenekler var. Sınırlarını ne kadar esnetse de günün birinde geri dönmek zorunda kalacağını biliyorum. Bu yüzden şurada atan ve bazı anlarda can çekişiyormuş gibi çırpınan kalbine söz geçirmelisin. Dinle, Adrian'la istediğini yap, onu istediğin gibi kullan tamam mı?” derken beni neşelendirmek istercesine gülümsedi. “Ama damarlarına kan pompalayan şu küçük organı asla işin içerisine katma. Bırak o sadece kan pompalamakla kalsın, anlatabiliyor muyum?”
“Onca imadan sonra böyle konuşman çok alçakça,” dedim canlılığını kaybetmiş sesimle. “Aramızda bir şey olsun diye türlü imalarda bulunduğun anları unutmadım.”
“Ben sadece takılıyordum. Yoksa ciddiye mi aldın?”
“Hayır, o kadar aptal değilim.” Aptaldım. “Sharon, Adrian'la istediğini yapabilir, umurumda değil.” Tanrım, peki bu içimde filizlenen kıskançlık da neyin nesiydi? “Ama benimle hiçbir ilgisi olamaz tamam mı? Nasıl beni hiç tanımadan düşmanıymışım gibi davranabilir? Hah!”
“Sharon'un seni tanımasına gerek yok. Adrian'ın yanında olman bile seni hedef tahtasına koyması için yeterli,” dedi Leo. Havadan sudan konuşuyormuşuz gibi rahattı. Belki de hedefte kendisi olmadığı için kadının beni öldürme planlarını sıradan karşılıyordu, emin olamıyordum.
“Bak, Adrian ondan ayrıldıktan sonra hayatına birkaç kadın dışında pek de kimseyi sokmadı. Bunun nedenini hiçbir zaman anlayamadım,” derken omuz silkti. “Keyfini sürebilirdi, onunla birlikte olmak isteyen o kadar çok kadın var ki kapının önünde kuyruk oluşturacaklarına bahse girerdim.”
Leo'ya yüzümü ekşiterek cevap verdim. “Belki de sandığının aksine kadınlar onu kapısında kuyruk olmaya gerek görmüyordur.”
“Eğer Sharon'u bilmeselerdi ve ondan da önemlisi eğer Adrian şu kapıyı onlar için aralamış olsaydı emin ol burası hiç boş kalmazdı. Adrian’ın cazibesini inkâr edemezsin.”
“Ondan bu kadar hoşlanıyorsan bir de kapısını sen çalmalısın bence. Belki de tercihleri farklıdır, kim bilebilir?” dedim elimde olmadan kızgınlıkla. Öfkemin kime ve neye olduğunu bile bilmemem işin trajikomik yanıydı.
“Ah, haklısın, bunu denemeliyim,” dedi aklına yeni gelmiş gibi. Ardından kahkaha attı. “Ama sorun şu ki benim tercihim belli; dolgun memeler!”
Gözlerimi devirdim. Ana konuya dönecek olursam demek ben Sharon'u bilmediğim için ve Adrian, Leo'nun ima ettiği şekilde olmasa da bana kapısını araladığı için Sharon'un gözüne batmıştım. Tanrım, eğer kavga istiyorsa onunla kavga ederdim ama bunun ana nedeni Adrian olmazdı. Hakkımda hiçbir şey bilmeden ve beni biraz bile tanımadan kendince düşmanlık beslemesi sinirlerimi bozmuştu.
“Onun başıma bela olacağından haberin var mıydı? Beni bile bile tehlikeye attığını düşünmeye başladım,” dedim suçlayıcı bakışlarımla. Tanrım, Leo, Esta, Tyler ve hatta Aissa bile durumun böyle olacağını biliyorlar mıydı? Belki de Aissa bu yüzden geri dönebilmem için yardım etmek istemişti.
“Aslına bakarsan bu işin, yani bu dünyada kalmanın bu kadar uzayacağını düşünmemiştim. Gitmekte oldukça hevesliydin. Ayrıca hesap soracağın kişi ben değilim-”
“Evet, Adrian!” dedim dişlerimin arasından. Bir de bana kalmamı söylemişti. Takıntılı eski sevgilisinin peşime düşeceğini hiç mi düşünmemişti? Ya da ne olacağı umurunda bile değil miydi? Alnımı ovuşturarak başıma saplanan ağrıları dindirmeye çalıştım. Dışarıda yağmur başlamıştı ve gök gürüldüyordu. Öfkelenmesi gereken bendim ama Adrian’dan sıra bulmak imkânsızdı.
“Pekâlâ, artık gerçekten de buradan gitsem iyi olacak,” dedim kendi kendime. Kalkıp hazırlanmak için hareketlensem de duraksadım. Burada bana ait hiçbir şey yoktu, üzerimdeki giysiler bile Adrian'ındı. Eğer gitmek istiyorsam kapıyı açıp çıkmam yeterli olacaktı.
“Siktir, Adrian döndüğünde konuşun ve ne yapacağınıza karar verin olur mu? Cevapların hepsi onda,” dedi Leo hızlı hızlı. Telaşlı görünüyordu. Sanırım gitmemi istememesinin nedeni Adrian'a durumu nasıl açıklayacak olmasıydı.
“Nereye gittiğinden ve ne zaman döneceğinden haberin var mı?” Leo kafasını iki yana salladığında, “Ben de öyle düşünmüştüm,” diyerek ayaklandım. O da hızla ayağa fırladı. Hatta Gece bile dışarıda kopan fırtına sanki ninniymiş gibi yatarken ayağa kalkmamla birlikte kafasını kaldırarak kulaklarını havaya dikti.
“Bu havada öylece çıkıp gidemezsin Kiara,” dedi beni ikna etmek istercesine. “Ayrıca cevaplar istediğini sanıyordum ve dediğim gibi cevaplar Adrian'da. Biraz daha beklemek sana hiçbir şey kaybettirmez.”
“O bana açıklama zahmeti göstermemişken ben neden bekleme zahmeti göstereyim? Cevapları istemiyorum, artık hiçbir şey bilmek istemiyorum,” diyerek çıkışa doğru yöneldim. Birden neden bu denli öfkelenmiştim ben bile anlayamamıştım. Adrian'ın benden bunları saklamış olmasına mı, yoksa peşindeki aşığından bahsetmemiş olmasına mı, yoksa tanrım, ona karşı boş olmamasına mı bu kadar kızmıştım? Hangisi kalbimin bu kadar ağrımasına neden oluyordu? İçimin kaynar kazan gibi fokurdamasının kaynağında Adrian olsa da asıl öfkem yine kendimeydi.
Ben ne ara bu kadar kendimi kaptırmıştım?
Kapıyı açmak için uzandığım sırada Leo omzumun üzerinden uzattığı elini kapıya bastırıp açmama engel oldu. Gece ise artık yatağından çıkmış hemen yanımdaydı ve gitmek istememden hoşnut olmamış gibi hırlıyordu.
“Çekip gitsen bile artık Sharon peşini bırakmaz,” dedi Leo son bir ikna çabasıyla. Güldüm. Yalan attığı o kadar belliydi ki bunu beş yaşındaki çocuk bile anlayabilirdi.
“Sharon umurumda değil. Ben gidiyorum, o ise Adrian’ın peşinden birkaç yüzyıl daha koşabilir.”
“Kiara, gitmene izin veremem-"
Hızla ona doğru döndüğümde öfkem tavan yapmıştı. “Senden izin alacak değilim! Kimseden izin alacak değilim tamam mı? Kapıdan çıktığım anda öleceğimi bilsem de gideceğim Leo. Sakın bana engel olmaya kalkma,” diye tısladığımda Leo'nun mavi gözlerindeki yansımam dikkatimi çekti. Gözlerimde yanan minik alevleri görebiliyordum, bu çok garip ve bir o kadar da içime heyecan yayan bir durumdu. Gücü hissediyordum, içimdeki gücün artık çok daha net farkındaydım. Nasıl kullanacağımı bilmesem de sadece varlığı bile özgüvenle dolup taşmama neden oluyordu.
Leo, “Tamam, sakin ol, tamam, karışmıyorum,” diyerek ellerini teslim oluyormuşçasına havaya kaldırdı. “Sadece izin ver en azından seninle geleyim.”
“Başımın çaresine bakarım. Sen dostunun yanında kal ve onu başkalarına değil doğrudan Sharon'a yönlendirmeye çalış.”
Leo'nun yüzünden gelip geçen pişmanlığı umursamadan kapıyı açıp kendimi dışarıya attım. Esen rüzgâr saçlarımı savuşturdu. Acımasızca üzerime vuran yağmur damlaları mermi kadar sertti, hem üşüyordum hem de canım yanıyordu. Nereye gittiğimi bilmeden ve bir kez olsun ardıma bakmadan ilerliyordum. Rüzgâr kulaklarımı uğuldatıyordu, hiçbir şey duyamıyordum. Kollarımı kendime sarıp ve kafamı öne doğru eğip rüzgâr yüzünden doğrudan yüzüme çarpan yağmur damlalarından korunmaya çalıştım. Ayağımdaki deri ciltli ayakkabılar şimdilik sudan etkilenmiyordu, ancak uzun çoraplarımın ve giydiğim kazağın örtmeye yetmediği baldırlarım buz tutmaya doğru gidiyordu.
Dakikalarca sert rüzgâra ve yağmura karşı savaş vererek yürüdüm. Seyrek ağaçların bulunduğu bir alanda ilerlediğimi tahmin ediyordum, bunu ağaçların rüzgâra karşı savruluşlarından anlamıştım. Yolun beni nereye çıkaracağından bihaberdim ya da yol boyunca nelerle karşılaşabileceğimi düşünmüyordum. Gözlerim karanlığa alışmış olsa da bir adım önümü görebildiğim söylenemezdi. Gökyüzündeki kara bulutlar ayı kapattığı için karanlıkta ilerlemeye çalışıyordum.
Kesintisiz devam eden uğultudan dolayı başka hiçbir şeyi duyamaz hâldeydim. Vızıltı şeklinde gelen sesleri sanki seçer gibiydim ama emin olamıyordum. Umarım Leo beni takip etmiyordur, çünkü açıkça görmüştüm ki ben gözünde öylesine biriydim, gelip geçici. Adrian'la olmamı istiyordu ama tamamen onunla olamayacağımı başından beri biliyordu.
“Ahmak,” dedim kendi kendime. “Seni düşünen ya da seven kimse yok. Misafirsin. Sadece misafirsin ve şimdi de gidiyorsun.”
Yaşlar gözlerime hücum edip görüşümü etkilediğinde aldırmadım ama bu bana pahalıya patladı. Ayağımı attığım yerdeki çukura basıp dengemi kaybettim ve yuvarlanmaya başladım. Tanrım, kendimi korumak için bir şeyler yapsam da başarılı olduğum söylenemezdi. Düştüm, bir şeylere çarptım, yuvarlanmaya devam ettim ve en sonunda yere çakılır gibi sırtımın üzerine düşüp öylece kalakaldım. Tüm bedenim tepeden tırnağa sarsılmıştı ve aklımı başıma toplamam zor olmuştu. Açık tutmaya çalıştığım gözlerim her şeyi çift görüyordu. Ayrıca kulaklarıma ulaşan havlama sesleri çok uzaktanmış gibi geliyordu. Pes ederek en azından başımdaki dönmenin son bulmasını bekledim. Yeniden gözlerimi açmam dibimde havladığını duyduğum köpek sayesinde oldu.
“Tanrım... Gece?” dedim inler gibi. Yeniden gözlerim kapandı. “Senin burada ne işin var? Geri dön.”
Bana bir şey anlatmak istercesine sesler çıkarsa da ona kafa yoracak hâlde değildim. Kemiklerim ağrıyordu, tenimin yırtıldığını, kanadığını hissediyordum. Muhtemelen yara bere içerisinde kalmıştım ama en azından kırık çıkığım yoktu. Tek endişem şu anda deli gibi sızlayan sırtımdaki yaraydı. İyileştiğinden, tamamen kapandığından emindim, sonuçta işin içinde şifacı bir melek vardı. Ancak yine de günler sonra ilk kez böylesine sızladığı için endişelenmiştim.
Alnımdaki ağrının kaynağına elimi götürdüğümde parmaklarıma değen ıslaklığın yağmurdan kaynaklı olmadığını biliyordum. Zaten gariptir ki bulunduğum noktada yağmur yağmıyordu, sadece rüzgâr esiyordu. Yüzümü yalayarak beni kendime getirmeye çalışan Gece'yi iterken, “Evine dön!” diye bir anda bağırdım, Gece benden birkaç adım uzaklaştı. “Bana önem veriyormuş gibi davranmayı kes. Kimsenin bana önem verdiği yok. Hiçbirinizin...” derken hıçkırdım. “Hiç kimsenin beni önemsediği yok.”
Sessiz kalmayı tercih eden Gece'ye güçbela ardımı dönüp hıçkırıklarımı bastırmadan özgürce ağladım, buna ihtiyacım vardı. “Anne baba sizi çok özledim. Her anını benimle uğraşmakla geçiren Lucas'ı bile çok özledim. Evime dönmek istiyorum. Tanrım, lütfen, artık evime dönmek istiyorum,” dedim yakarırcasına. Biri yakarışlarımı duymalı ve bana yardım etmeliydi, ancak tabii ki kimse bunu yapmamıştı. Hayallerde olan bir âlemin içerisine düşmüştüm ve işin ironik yanı birinin bana yardım edeceğini ummak hayalden başka bir şey değildi.
Orada öylece durarak ne kadar süre geçirdim habersizdim. Gece, içimi boşaltmamdan sıkılmış olacak ki paçama asılarak beni çekiştirmeye başladığında tuhaf sesler de çıkartıyordu. Onu tekmeledim.
“Beni rahat bırak. Sahibinin yanına git, hadi. Defol.”
Gitmedi. Onun yerine biraz daha güçlü hırlamaya başladı. Sürekli sağa sola bakıyordu ve benimle göz göze geldiğinde vahşi yüz ifadesi yakarışa dönüyordu. Onu umursamayarak yavaşça doğruldum. Tanrım, kolum kırılmamıştı ama feci hâlde darbe yemiş olmalıydı. Bunu şimdi daha iyi anlayabilmiştim. Sağ kolumu diğer kolumla destekleyerek güçlükle ayağa kalkabildim. Üzerimden geçen yağmurdan dolayı tepeden tırnağa ıslaktım ve dakikalarca hareketsiz yattığım için olduğum yerde titreyecek kadar buz tutmuştum.
Artık etrafı daha iyi görebiliyordum, çünkü düştüğüm noktada gökyüzüne baktığımda dolunayı görebiliyordum. Geldiğim yönde hâlâ kara bulutlar dolanıyor olsa da ilerlediğim taraf açıktı. Adrian'dan uzaklaşıyordum ve uzaklaştıkça etkisi kayboluyordu. Şu anda hissedebildiğim tek şey ara sıra sert eserek yüzüme çarpan rüzgârıydı.
Biraz daha uzaklaşmak için harekete geçeceğim sırada Gece hızla önüme atlayarak bana engel oldu. Gözyaşlarım yanaklarımda kurumaya yüz tutmuşken kaşlarımı çattım. “Sana defol dedim. Git, istemiyorum seni,” diye çıkıştım. Koca cüssesini ve kapkara vücudunu kolayca ayırt etmeme olanak sağlayan fener gibi parlayan gözlerinden çaresizlik geçtiğine yemin edebilirdim, aldırmadım.
“Sanki sen beni istiyorsun. Hep gitmemi bekledin şimdi ne değişti?” Ciddi ciddi bir köpekten cevap vermesini beklediğimi fark ettiğimde kafamı iki yana sallayarak homurdandım.
“Aptalsın Kiara. Hâlâ peşinden geleceklerini umuyorsun. Köpek de seni sevmiyor, sahibine bağlılığından bunu yapıyor. Kendini saçma sapan şeylere inandırmayı kes.”
Kendi kendime konuşurken yeniden dolan gözlerimi sertçe kuruladım. Bıraksam saatlerce ağlayabilirdim ama yoluma devam etmem, kendime kalacak yer ve yemek bulmam, ayrıca bir de evime geri dönmenin yollarını aramam gerekiyordu. Tabii hepsinden önce ilerlememem için resmen çırpınan köpekten kurtulmalıydım.
“Gece!” diye uyarırcasına bağırdım. “Git başımdan!”
Beni umursamayarak çaresizlikle ağladı ve hemen sonra hırlayarak sağa sola bakındı. Sanki etrafımda birileri olduğunu hissetmeme neden olduğunda daha çok kızdım. “Beni korkutmaya mı çalışıyorsun? Geri dönmeyeceğim, çekil önümden,” derken bir kurdun uluduğunu duydum. Gece havlayarak karşılık verdi. Sesin oldukça yakınımdan gelmesi beni dehşete düşürürken köpek sağa sola dönerek hırlamaya devam etti. Sanırım bir çember gibi etrafım sarılıydı. Bu düşüncenin verdiği korku kalbimi tekletti. Rüzgâr sanki bir nebze şiddetlendi ve ben ancak dikkatli dinleyince yaklaşmakta olan ayak seslerini duydum.
“Pekâlâ Gece, şimdi buradan gidiyorsun ve arkana bile bakmıyorsun,” diye fısıldadım. Kabul etmediğini belli edercesine hırlayıp havladı. Sonunda karanlığa saklanan iri gölgeleri seçebildiğimde yutkundum. “Gurur yapmanın sırası değil seni ahmak! Kaç! İstedikleri benim.”
Gece söylediklerimi umursamayarak tam önüme geçti ve beni arkasına aldı. Yine bir şeyler söyleyeceğim sırada artık tam karşıma kadar sokulan kurtlarla yüz yüze gelince, “Tanrım,” diye inledim. Sanırım peşimdeki kurt ve çetesi olmalıydılar. Bu kadar ısrarcı olması karşısında içimden homurdanırken gökyüzündeki dolunaya gözlerim takıldı. O, kaçırdığı avını geri almakta ısrarcıydı ve ben de fazlasıyla aptaldım.
“Ben düşmanınız değilim lütfen gitmeme izin verin,” dedim yakarırcasına. Önde olan ve bana takmış olan gri kurt dişlerini göstererek hırladı ve birkaç adım daha yaklaştı. Sağımda solumda ve arkamda başka kurtlar da vardı, etrafım sarılıydı. Bana kaçma payı bırakmamışlardı ki, onlar kadar hızlı koşabileceğimi de sanmıyordum.
Kurdun yaklaşmasını önlemek isteyen Gece de bir adım öne çıkarak hırladı. Tanrım Gece alışageldiğim köpeklerden çok daha büyüktü ancak kurtların karşısında ufacık görünüyordu. Kurt hırladı, Gece aynı şekilde karşılık verdi. Birazdan boynuz savaşına tutuşacak boğalar gibi kafalarını öne eğmiş birbirlerine sivri dişlerini gösteriyorlardı.
“Gece-" diye başlamıştım ki sanki zil sesini duymuşlar gibi birden saldırıya geçtiler. Çığlık attım. Gece'nin pek şansı yoktu, çünkü iki kurt aynı anda ona saldırıyordu. Rüzgâr biraz daha sertleşerek yüzüme çarptı. Gri kurt doğrudan Gece'nin boğazına saldırdığında ve onu havaya fırlattığında yeniden çığlık attım. Köpek havada savrulup birkaç metre ileriye uçtu. Aldığı darbeyle sersemlemiş ilk önce düştüğü yerden kalkamamıştı ama kendini toparladığı sırada kurtlar yeniden saldırıya geçmişti.
Tanrım, bir şey yapmalıydım, buna engel olmam gerekiyordu. İçimde fokurdayan gücün sesini duyduğumda hızla ona yoğunlaştım. Elim benden bağımsız havaya kalktı ve Gece'nin üzerine çullanmış kurtlardan birinin geriye doğru uçup, sırtını ağacın gövdesine çarparak yere yığıldığını gördüm. Kurt düştüğü yerden kalkamadı. Ben elime şokla bakarken kurtlardan biri hâlâ Gece'yle boğuşmaya devam etti, diğerleriyse üzerime üzerime gelmeye başladı. Ellerimi yeniden öne doğru uzattım ama bu kez hiçbir şey olmadı. Korkum odaklanmamın önünde geçti. Gri kurt sanki bunu bilirmiş gibi uludu ve diğerlerinden öne çıkarak bana iyice sokuldu. Bu sahne tıpkı onunla ilk karşılaştığım andaki sahneye benziyordu.
Ve tıpkı onunla ilk karşılaştığım andaki kanat seslerini duyar gibi oldum.
Ancak ne olduğunu bile anlayamadım. Tek görebildiğim karartıydı ve Gece'nin üzerindeki kurdun ortalıktan kaybolmasıydı. Çok uzaklardan gelen uluma sesi acı inleyişle kesildikten hemen sonra yere bir şeyin düştüğünü fark ettim. Huzursuzlanan kurtlar benimle ilgilenmeyi bırakarak arkalarına dönüp baktılar. Böylelikle yere düşenin Gece'yle boğuşan kurt olduğunu gördüm, hareketsiz yatıyordu. Gece yaralı olmasını umursamadan kaçmak için hazırlanan kurtlardan birine saldırdı. Gri kurt diğerlerinin peşinden giderek kaçmayı seçmeden önce dönüp bana hırlayarak baktı. Bunun onunla yeniden karşılaşacağımı ifade ettiğini biliyordum. Koşmaya başladığında onu izlemek dışında hiçbir şey yapamıyordum, donmuş gibiydim. Beni sarsan tek şey artık çığırından çıktığını belli edercesine kuvvetle yüzümü tokatlayan rüzgârdı. Kafamı kaldırıp göğe baktığımda dolunayın etrafını sarmaya başlayan kara bulutları fark ettim. Sertçe yutkunurken hâlâ görüş alanımdan çıkmamış olan gri kurda döndüm ve aynı karartının onu yakaladığını görünce ellerim ağzıma kapandı.
Kurt gökyüzüne doğru havalandı.
Gece boğuştuğu kurdun son nefesini vermesini bekleyerek boğazını ısırmaya devam etti.
Ve yere, sadece iki metre kadar öteme bir şey düştü. Bu gri kurdun bedeniydi. Kafası yoktu. Tanrım, kafası yoktu! Ve biraz sonra bir şey daha düştü. Kurdun kopmuş kafası yerde yuvarlandı, yuvarlandı ve yüzü bana dönük kalacak şekilde sabitlendi. Az öncesinde bana yeniden geri döneceğini belli edercesine bakan gözlerinde artık sadece dehşet vardı.
Korkuyla birkaç adım geriye çekildiğim sırada gökyüzünden süzülen beyazlığa gözlerim takıldı. Kanat sesleri rüzgârın uğultusuna rağmen kulaklarıma ulaştı. Adrian'ı yere inerken gördüm. Ayakları çimlerle kaplı zemine yavaşça bastı. Büyük kanatlarının rüzgârı saçlarımı uçuşturdu. Tıpkı gri kurdun gözlerinde asılı kalan ölümcül dehşetle ona baktım. Ay ışığı sanki yerini belli etmek istercesine, önünü iyiden iyiye kapatan bulutların arasından doğrudan ona vuruyordu. Açık bıraktığı ıslanmış saçları yüzünün etrafında uçuşuyordu. Cam mavisi gözlerindeki vahşilik kanımı donduracak kadar netti. Çenesinden akan ve göğsünden kayarak ilerleyen kan damlaları ona ait değildi, biliyordum. Gri kurdun kanıydı ve ellerinin her ikisi de bileklerine kadar kana bulanmıştı. İstemsizce bir adım daha geri çekildim, gözlerim mümkünmüş gibi biraz daha büyüdü. Korku kalbimi yokladı.
Tek bir kusuru bile barındırmayan beyaz kanatları nefes kesiciydi ve ayrıca üzerine serpiştirilmiş olan altın tozları ona olan gizli hayranlığımı arttırdı. Sonraysa zihnim hızlı hızlı sayfaları çevirerek onunla olan anılarımızı karıştırdı ve aramızda geçen konuşmayı kelimesi kelimesine bana hatırlattı.
“Bir meleğin asil olduğunu nasıl anlayabilirim?”
“Eğer gördüğün meleğin kanatlarına serpiştirilmiş altın rengi varsa senin için geç olmadan oradan uzaklaşmalısın.”
Hayranlığım dehşete dönüştü.
Kanım damarlarımın içinde dondu.
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |