
Uzaklarda uluyan kurtların acı çığlıkları, esen sert rüzgârı delerek kulaklarıma kadar ulaşıyordu. Kara sis gibi dolunayın önünü kapatan kızgın bulutlar birbirlerine çarparak çatırdıyor, gökyüzünü kısa bir anlığına gün gibi aydınlatıyorlardı. Asla kırpmadığım ve iri iri açık tuttuğum gözlerim karanlığı delmek istercesine iki yana açılmış gösterişli kanatların üzerindeydi.
Tanrım, bacaklarım titriyordu ve bu soğuktan dolayı değildi.
Gece alt ettiği kurdu ardında bırakıp koşarak Adrian'ın yanına gitti ve onu gördüğüne sevinmiş gibi bacaklarına sürtündü. Köpeğin buradan asla sağlam çıkamayacağından o kadar emindim ki sanki az önce kurtlarla boğuşmamış gibi sahibine nazlanmasını şokla izliyordum. Onun alışageldiğim köpekler kadar sıradan olmadığını unutmamalıydım. Buranın alışageldiğim dünya gibi olmadığını unutmamalıydım. Ve Adrian'ın... onun buradaki tehlikeli varlıklardan biri olduğunu asla unutmamalıydım.
İç sesim, en tehlikeli olanlarından, diye düzeltti. Gürültüyle yutkundum, çıkan ses beni bile rahatsız etti. Aklımı asillerle ilgili sürekli kötü senaryolarla doldurduktan sonra onun da asillerden biri olduğunu öğrenmek kolayca etkisinden kurtulabileceğim bir şey değildi. Hatta şu an o kadar korkuyordum ki ne yapacağımı şaşırmış hâldeydim. Kesik kesik nefes alıyordum ve beynimde bir ses sürekli çığlık atıp aynı şeyi söylüyordu.
“Kaç!”
Sağ ayağım bir adım geri gitti. Adrian bendeki hareketliliği hemen fark ederek, “Kiara,” dedi uyarırcasına, irkildim. Bana ismimle hitap ettiği anlar bir elin parmaklarını geçmezdi, emindim. Bu bile şu anda tehlikede olduğumu belirtir cinstendi. O ses kafamın içerisinde bir kez daha çığlık attı.
“KAÇ!”
Üzerinde hiç düşünmeden arkamı dönüp koşmaya başladım. Gök yarılacakmış gibi gürledi ve aniden yağmur bastırdı. Nereye gittiğimi bilmiyordum, önümü doğru dürüst göremiyordum. Rüzgârın şiddetlenip bacaklarıma dolandığını, saçlarımı havalandırdığını hissediyordum. Gece'nin hırıltıları ve vahşi havlamaları beni daha çok koşmaya sevk ettiğinde artık durmak istesem bile duramayacak seviyeye ulaşmıştım.
Kalbim deli gibi atıyordu. Tepemden gelen kanat seslerini duyduğumda çığlık attım ve mümkünmüş gibi biraz daha hızlandım. Bir şeylere takılıp tökezliyordum, yuvarlanma tehlikeleri atlatıyordum ve ağaçlara çarpmaktan son anda, gökyüzünü aydınlatan kızgın şimşekler sayesinde kurtuluyordum. İki adım ötemde uçurum olduğunu bilsem bile kendimi durduramayacağım hızdaydım; çünkü peşimdeki adam, düşeceğim uçurumdan daha tehlikeliydi.
Sonra birden, hiç anlamadığım ve hiç beklemediğim bir anda sırtıma çarpan rüzgârı hissedip belime dolanan ellerle havalandım. Adrian beni sıkı sıkı tutuyordu ve göğe doğru yükseliyordu. Siktir! Bu çok ürkütücüydü. Kurtulmak istercesine çığlık atıp var gücümle debelendim, etkilenmedi. Karnıma sarılan elleri biraz daha sıklaştı, sırtımı iyice göğsüne bastırdı. Sert nefesini ıslak saçlarımda hissediyordum.
Gerginlik, korku, endişe ve uçmanın verdiği aptal heyecan yüzünden karnıma ağrılar saplanıyordu. Adrian’ın melek olduğunu öğrendiğim andan beri uçmanın nasıl olacağını merak etmiş, böyle bir anın hayallerini kurmuştum, inkâr edemezdim. Ama asla bu şekilde olacağını düşünmemiştim. Korkacağımı, daha doğrusu Adrian'dan korkacağımı hiç ama hiç düşünmemiştim. Kurtulma içgüdüsüyle yeniden çığlık atıp çırpındım, beni daha sıkı kavradı. Düşmemem için bunu yaptığını biliyordum ama artık canım yanmaya başlamıştı.
“İstediğin kadar çığlık at, kim seni benim elimden alabilir?” dedi kulağıma doğru. Saç köklerimden parmak uçlarıma kadar titredim, kanın kokusu burnuma doluştu. Kızıl saçlarıma Adrian'ın çenesinde kalan kurdun kanı bulaştı. Karnıma bastırdığı ellerini çözmek için uğraşan ellerim kanla ıslandı. Dehşet tüm vücudumu kuşandığında yeniden çığlık atmaktan kendimi alamadım. Bu elimde olmadan yaptığım bir şeydi.
“Küçük kalbin adeta çırpınıyor,” dedi hâlâ aynı tehlikeli tınıyla. Sanki hiç tanımadığım bir yabancıydı. “Korkuyor musun Rheana?”
Kollarının arasında tir tir titrememden belli değil miydi? Dudaklarım aralanırken söyleyebilecek tek kelime bile bulamadım. Onu nasıl görürsem göreyim artık beni korkutmayacağını düşünüyordum, fena hâlde yanıldığımı şu anda çok iyi anlamıştım. Oysa Adrian kartlarını hep açık oynamıştı. Aptal ben, onu sürekli iyi görmekle hata etmiştim.
Öfkesinin yansıması olarak fırtınaya dönüşen bulut yığınının içerisinden çıktığımızda duman benzeri kara bulutların ağır ağır peşimizden geldiğini görerek soluğumu tuttum. Nereye gitse fırtınayı ardından götürüyordu. Bu şu anda bana heyecan vermiyordu, aksine daha çok korkmama neden oluyordu.
Tepesinde tek bir meşalenin yandığı dağa doğru yaklaştığını fark ettiğimde çarpacağımızı düşünerek tüm bedenimi kastım, ancak Adrian beklediğimin aksine taş avluya yumuşak bir iniş yaptı. Büyük kanatlarının savurduğu rüzgâr mağara benzeri girişin yanında bulunan meşaleyi sağa sola savurdu. Ayaklarım yere değer değmez beni bıraktığında kaçabildiğim kadar uzağa, yani mağaranın sivri duvarlarına kadar sokularak aramıza mesafe sokmaya çalıştım. Küçük avlu ancak iki metrelik bir alandı ve bu yüzden pek de ondan uzaklaşabildiğim söylenemezdi.
Adrian öylece durmayı tercih etti. Suratındaki ifadesi kaskatıydı. Yağmur yüzündeki ve çıplak göğsündeki kanı bir miktar temizlese de izler hâlâ oradaydı. Açık görkemli kanatları ve ardından gelen kara sis bulutlarıyla birlikte nefes kesici olduğu kadar kan dondurucuydu.
“Sen... sen...” Kafamı inanamıyormuş gibi iki yana salladım. Gözlerimden hayal kırıklığı taştığına yemin edebilirdim. “Bana yalan söyledin,” dedim sonunda konuşabildiğimde. “Beni ayakta uyuttun seni vahşi ucube!”
Güldü. Tanrıya yemin ederim ki bugüne kadar gördüğüm en kan dondurucu gülümsemeydi. “Sana hiçbir zaman yalan söylemedim. Gerçek hep ortadaydı. Sen gözlerini kapatmayı seçtin.”
O kadar farklı duruyordu ki bunu yadırgadım. Bana yardım eden, aç kalmamam için yemek hazırlayan Adrian'la alakası bile yoktu. Cam mavisi gözleri ölüm kadar soğuk ve donuktu.
“Tanrım... sen onlardansın...hep onlardandın,” dedim sanki kastettiğim grubu çok iyi tanıyormuşum gibi. Oysaki elimdeki bilgiler yine ondan duyduklarımdan ibaretti. “Gördüğüm zaman kaçmam gerektiğini söylediğin kişilerdensin.”
“İlk kez bir aptal gibi davranmak yerine doğru olanı yaptın,” dediğinde kalbimden yükselen kırılma sesini duydum, kaburgalarımın arasına giren cam parçasının varlığı nefes almamı kesti.
“Ama benden asla kaçamazsın, Rheana. Herkesten kaçabilirsin ama benden asla.”
“Bana öyle seslenme!” diye bağırdım boğazım patlayacakmış gibi. “Bana Adrian gibi seslenme! Sen Adrian değilsin!”
Donuk bakan cam mavisi gözlerindeki duvarların sarsıldığına tanık olduğum saniyede Saque peşinde Marcellius'la birlikte telaşla dışarıya çıktı. “Adrian? Ne oluyor? Bu hâlin ne?” diye peş peşe sorularını sıraladıktan sonra ancak beni fark edebildi. Pelerinle örtmediği yaralı yüzü daha büyük şaşkınlıkla gerilirken, “Kiara! Yüce Kahlk, sana ne oldu?” diye sordu.
Şöyle bir kendime baktığımda ellerimin üzerindeki yarıklar ve kanlar dikkatimi çekti. Şu anda yaşadığım adrenalinden dolayı pek hissetmesem de vücudumun çoğu yeri bu hâldeydi, emindim. Sızlamalar ufaktan ufaktan kendilerini belli etmeye başlamışlardı. Ayrıca sol ayağımın üzerine yük verdiğimde canım yanıyordu.
“Saque, yaralarını sar,” dedi Adrian emreder gibi. Ardından gözleri bana değdiğinde, “Sakın kaçmaya kalkışma. Nereye gitsen seni bulurum,” diye uyardı.
Tırnaklarımı avuçlarıma geçirecek şekilde ellerimi sıktım. Adrian ise bana son kez yabancısı olduğum soğuk bakışlarını değdirerek omuzlarını gerdi ve yavaşça havalandı. Her şeye rağmen içimde inanılmaz dokunma isteği oluşturan, uçları altın suyuna batırılmış beyaz tüyler salındı, kanatlarının rüzgârı yüzüme çarpıp ıslak saçlarımı uçuşturdu. Adrian birkaç uzun saniye boyunca tepemizde kalarak kaçıp gitmeyeceğimden emin olmak istercesine beni taradı, kırgın ve korku dolu gözlerimden aldığı cevap her neyse bu yüzünün daha da kaskatı kesilmesine neden oldu. Hemen sonra ise kendisini uçurumdan bırakır gibi boşluğa bırakıp süzülerek dağdan aşağıya indi.
“Kiara? Ne oldu?” dedi Saque hiç azalmayan telaşıyla yanıma yaklaşarak, ondan kaçtım. Ona tıpkı Adrian’a baktığım gibi buzdan farksız bakışlarımı yönlendirdim.
“Sen de benden gerçeği sakladın! Onun ne olduğunu biliyordun ama söylemedin!”
Afalladı. “Ne? Ben...sana yalan söylemedim,” dedi onu anlamamı istercesine çaresizce gözlerimin içine bakarak. “Bazı gerçekleri söylemek sadece sahibine aittir. Lütfen beni suçlama.”
“Git başımdan,” dedim ondan iyice uzaklaşıp avlunun en köşesine giderek sırtımı girintili çıkıntılı duvara dayarken. Bedenimi yavaşça aşağıya doğru kaydırdığımda sırtımdaki hançer yarası sızlayarak dişlerimi sıkmama neden oldu. Yüzümü ekşitsem de oraya çömeldim ve ayaklarımı karnıma çekerek oturdum. Soğuktu. Hava gerçekten soğuktu. Üstelik üst başım ıslaktı.
“Kanıyorsun,” dedi Marcellius ilk kez konuşmaya dâhil olurken. “Seni iyileştirebilirim.”
Genç çehresine ters bir bakış atarken, “İstemiyorum,” dedim tüm sivriliğimle.
“Ama-”
“İstemiyorum! Gidin başımdan!”
Karnıma çektiğim ayaklarımın üzerine kollarımı yerleştirip alnımı da kollarımın üzerine gömdüm. Şu anda görüş alanım giydiğim kazaktı. Mağaraya doğru ilerleyip sonra da kaybolan ayak seslerini duyduğumda beni yalnız bırakmış olmalarına daha çok kızdım ve yüzümü iyice kucağıma bastırdım. Karmakarışık hissediyordum. Daha da doğrusu berbat hissediyordum. Kim bilir bilmediğim daha neler vardı ve beni resmen aptal yerine koymuştu. Belki de benimle oynamıştı. Onun için eğlenceden ibaret olduğumu düşünmek gözlerimin yanmasına neden olurken dişlerimi sıktım.
Bilmediğim bir dünyada bilmediğim bir adamla birlikte olmanın bedeli aptallıklarımla yüzleşmek olarak bana geri dönüyordu. Ona hiç güvenmemeliydim, bunu hiç hak etmemişti. Ben onun oyuncağıydım, beni istediği gibi şekillendirmişti ve sonunda da avuçlarında ikiye ayrılmıştım.
Yan tarafımdan gelen ayak seslerini ancak dibime kadar ulaştıklarında fark edebildim. Tepemdeki her kimse ona def olmasını söylemek için dudaklarımı aralamışken omuzlarıma bırakılan battaniyeyle duraksadım. Sert tüyleri tenime temas ettikçe değdiği yerlere rahatsız edici bir his yayıyordu, ancak soğuğu geçirmeyecek kadar kalın olduğunu görmezden gelemezdim. Yine de onu istemediğimi belli edercesine omuzlarımı silktim.
“Hiç değilse bunu kabul et, iyiliğin için,” dedi Saque, battaniyeyi yeniden düzeltip, kafam hariç tüm vücudumu onunla örterken. Sesi her zamanki gibi kulağa hoş geliyordu. Öyle tatlı konuşuyordu ki onu reddetmek neredeyse imkânsızdı.
Tıpkı benim gibi yere çökerek yanıma oturduğunu hissettim. Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Ağlıyor musun?” diye sorduğunda dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi kastım.
“Hayır.”
“Bu iyi. Ağladığını görmek beni üzerdi.”
“Ama ağlamak istiyorum,” dedim sanki her an hıçkırıklara boğulacakmışım gibi boğuk bir sesle.
“Ah, seni o kadar çok mu üzdü?”
“Melekleri ve asilleri sürekli kötüleyip onlardan korkmam, uzak durmam gerektiğini söyleyip duruyordu ama şuna da bakın! Kendisi hem melek hem de asillerdenmiş!”
“Çünkü ait olduğu topluluğu ve dünyayı sevmiyor. Adrian kendini sevmiyor. Kötülemesi bu yüzden.”
“Beni aptal yerine koydu,” dedim söylediklerinin önemi olmadığını belirterek. “Şimdi fark ediyorum da aslında hepiniz bunu yaptınız. Onun beni kukla gibi oynatmasına izin verdiniz. Hepiniz benimle dalga geçtiniz.”
“Böyle düşünme-"
“Leo, meleklerden ve özellikle de asil olanlardan nefret ettiğini söyleyip duruyordu ama Adrian'ın dibinden ayrılmıyor da. Bana sürekli birilerini kötülediler ama şimdi görüyorum ki kötüledikleri kişiler aslında zaten onlarmış.”
“Leo'yu Adrian kurtardı, sadakati bu yüzden,” dedi Saque. Sözleri tatlı bir esinti gibi kulaklarıma ulaştı, bir an için nefesimi tutarak bunun üzerinde düşündüm. “O, bir köleydi,” dedi hemen sonra. Konuşacağımı ve ne soracağımı hissederek devam etti. “Evet, vampir olması önemsizdi. Onu bu hâle getirenler zaten asil meleklerdi. Her varlığın muhtaç olduğu yemek, uyku ve benzeri ihtiyaçları olmayan, asla yorulmayan ve kolayca ölmeyen kölelere ihtiyaçları vardı. Onlar da Leo gibilerini yarattı, vampirleri.”
Kafamı yavaşça kaldırarak söylediklerinin doğru olduğundan emin olmak için Saque'ya baktım. Sanırım beni rahatsız hissettirmemek adına pelerinini giymiş ve şapkasını da yüzünün yaralı tarafını örtecek kadar önüne çekmişti. Görünen yarım çehresindeyse yalan söylediğine dair hiçbir iz yoktu. Daha çok bir şeyleri anlamam için uğraşıyor gibiydi.
“Adrian Altın Saray'dayken Leo'nun efendilerinden biriydi, tüm asil melekler gibi. Sonra olaylar değiştiğinde Leo korkusuzca Adrian'ın yanında durmayı tercih etti ve bu cesurluğu karşısında Adrian onu özgür kıldı.”
Efendi Adrian...
Hudson’ın titrek sesi kulaklarımda çalınınca tepeden tırnağa ürpermekten kendimi alamazken, “Bu kez de kendi isteğiyle Adrian'ın yanında kalmaya devam etti, öyle mi?” dedim yavaşça. “Onların iki iyi dost olduğunu düşünmüştüm. Aralarındaki geçmişin efendi-köle ilişkisine dayandığını tahmin etmeme imkân yoktu.”
Saque hafifçe gülümsedi. “Onlar artık iki iyi dost. Adrian sıradan biri olmak için çabalıyor.”
İçime sert bir soluk çektim. Saque’nin Altın Saray olarak bahsettiği yeri aklımda canlandırdığımda kraliyet ailesinin yaşayabileceği düzeyde bir yer hayal ediyordum. Ama Adrian'ın şu anki evi kesinlikle hiçbir esprisi olmayan bir yerdi. Hatta kötü olduğunu bile söyleyebilirdim.
Kendimi bir nebze daha yatışmış hissederken, “Sen de onlardan biri misin?” diye sordum. Sesimdeki çekince kendisini açıkça belli ediyordu.
Saque gözlerini uzaklara dikti. “Bir zamanlar öyleydim,” dedi bana çok uzun gelen sessizlikten sonra. Dudakları yaralı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Altın Saray'dan olacak kadar birincil olmasam da o çevredendim. Eğitimimi orada görüyordum.”
“Kanatların,” dedim ama devamını getirmeden önce duraksadım. Sanki bunu hatırlatınca Saque'nin yüzü özlem ve acıyla gerilmişti. Yutkunup sorumu daha kısık bir sesle tamamladım. “...hangi renkti?”
“Kurşuni,” diye mırıldandı. “Annem ailemizde uzun zamandır bu renkte birinin doğmadığını söylerdi. Uçları altına batırılmış kurşuni kanatlar... Bu yüzden kendimi özel hissederdim.”
“Şimdi de özel birisin.”
“Şimdi sadece bir zavallıyım,” derken sesi hüzünden hızla arınmış, biraz sertleşmişti. “Dışlandım, ait olduğum yerden çok uzakta yaşamaya mahkum edildim. Bunu anlayabilir misin?”
Kederle tebessüm ederken kafamı salladım. “Çok iyi anlarım hem de.” Ne dediğini yeni fark etmiş gibi bana özür dilercesine baktı, önemli olmadığını belli edercesine omuz silktim.
“Adrian geri dönmene yardım edecek. Endişe etme.”
“Geri döneceğime dair umutlarım kalmadı,” diye fısıldadım. “Ayrıca artık ondan yardım falan istemiyorum. Aşığını benden uzak tutsun yeter.”
Kızgın homurdanmam Saque'nin kaşlarını çatarken, “Sharon mu?” diye sorması beni nedensizce daha çok kızdırdı.
“Evet, o! Ondan başkası olmadı sanırım, kimi kast ettiğimi hemen anladığına göre.”
“Elbette ondan başkası olmadı,” dedi Saque sanki aksi mümkün değilmiş gibi biraz şaşırarak. Kollarımı öfkeyle göğsümde bağladım. Bunları duymak bile istemiyordum. Ne zaman o kadının adı geçse sinirlerim zirveye tırmanmaya başlamıştı.
“Onlar doğdukları andan beri birbirlerinin eşleriydi,” diye devam etti. “Adrian Altın Saray'ı terk etmemiş olsaydı şu anda düğün merasimleri yapılmış olurdu. Birbirlerine-"
“Yeter, Saque!” dedim elimde olmadan öfkeyle. “Artık ikisi de umurumda değil.” Saque sessiz kalmayı tercih etti. Bu var olan öfkemi nedensizce arttırdığında, “Neden beni belalı aşığı olduğuna dair uyarmadın?” diye çıkıştım. “Çatlak kadın şimdi beni öldürme planları kuruyormuş bunu biliyor muydun?”
“Sen ciddi misin?” dedi Saque büyük bir şok ve saklayamadığı korkuyla. “Sharon peşindeyse senin için iyi şeyler olmayacak demektir.”
Gözlerimi devirdim. “İçimi rahatlattın gerçekten.”
“Dinle Kiara geri dönmek için elinden ne geliyorsa yapmalısın. Burada kalman artık senin için çok tehlikeli. Her adımında peşinde olacaktır ve ne zaman saldıracağını asla bilemezsin.”
“Neden ondan bu kadar korkuyorsun?” dedim kendimi tutamadan. “Ne zaman ondan bahsetsen geriliyorsun, korkunu hissedebiliyorum. Sana ne yaptı Saque?”
Bir kısmı yaralı dudaklarının titrediğine şahit oldum. “Kanatlarımı kopardı,” diye fısıldadı hiç beklemediğim bir anda. Uzaklara dalmış gibi görünüyordu ve yüzünden okuduğum şey acı dolu kederdi.
“Onunla arkadaştık ama o... kanatlarımı kopartırken bunu hiç umursamadı. Altın Saray'dan ve Atlantis'ten sürgün edilmemi sağladı. Tüm bunlar olurken hamileydim Kiara, hatta bunu ilk ona söylemiştim. Bebeğim daha çok küçüktü. O acılara dayanamayacak kadar küçüktü.”
Acı beni hızla kuşattı. Bir meleğin kanatları nasıl kopartılırdı bilmiyordum ama kulağa hoş bir şeymiş gibi gelmiyordu. Üstelik sizi siz yapan en değerli parçayı kaybetmek ağır bir olay olmalıydı. Hepsinden ayrı ortada hayata tutunamayan bir bebek vardı. Saque'nin sesinden bile kaybettiği bebeğine olan özlemini hissedebiliyordum.
“Sevdiğim adamsa anında beni terk etti. Bana ilk sırtını dönen o oldu, biliyor musun? Belki korktuğu için belki tehdit edildiği için...”
“Bunlar seni yalnız bırakması için geçerli sebepler değil Saque,” dedim kısık sesle. Kendini böyle avutmasını asla istemezdim, çünkü o adam her kimse bunu hak etmiyordu. Neyse ki Saque sözümü desteklercesine kafasını salladı.
“Sharon'un merhametsizliğinin ölçüsü yok, bunu biliyordum ama günün birinde bana bile merhametsiz davranacağını hiç düşünmemiştim.”
Öylesine ağır ağır kafamı sallarken, “Peki... yüzünü de... o mu yaptı?” diye mırıldandım.
“Hayır, sürgün edildiğimde sudan çıkmış balık gibiydim. Nereye gideceğimi ya da ne yapacağımı bilmeden öylece dolanıyordum. Karşıma kurtlardan biri çıktı, dolunay geceleri avlanırlar ve çok saldırgan olurlar. Bunu biliyordum ama olabildiğince hızlı koşsam da ondan kaçamayacağımı da biliyordum. Artık kanatlarım yoktu. Ben de teslim oldum, öylece. Gelip beni öldürmesini bekledim.” Sertçe yutkundu. Anılar zihninin perdesine yeniden yansıyor gibiydi, yüzü kireç kesmişti. “Çok canımın yandığını hatırlıyorum. Gerçekten acı vericiydi. Kanatlarım kopartılırken bile bu kadar canım yanmamıştı. Bu... canlı canlı etinin kopartılması...” Kafasını iki yana sallayarak o anlardan kurtulmaya çalıştı. Ne kadar zor olduğunu iliklerime kadar hissetmek beni elektrik teli gibi germişti.
“Bilincimi kaybettiğim sırada başka bir melek çığlıklarımı duymuş, yardımıma gelmiş. Beni kurdun elinden kurtarıp şifacı meleklerden birine götürmüş. Uyandığımda şifacı melek başımdaydı, çok yaşlıydı. O kadar yaşlıydı ki yüzümü yeterince iyileştirmeye gücü yetmeyince dağlamak zorunda kalmıştı. Ancak bu kadar düzeltebildiği için ona hiç kızmadım. En azından yaşıyorum, değil mi? Bu daha önemli sanırım.”
Bu kez sertçe yutkunma sırası bendeydi. Eğer Adrian gelmeseydi kurtların bana ne yapacağını hayal etmeme gerek yoktu, Saque’ya bakmam yeterliydi. Ellerim istemsizce yüzümü yoklayıp aynı şekilde durduğundan emin oldu. Ten rengimin iyice attığını hissedebiliyordum. Bir daha asla ama asla dolunayda dışarıya adımımı atmazdım.
“Buraya gelmeden önce bana da kurtlar saldırdı,” diye mırıldandım kaybolmuş bir sesle.
Saque dönüp bana baktı ve ayrıntıları görmek istercesine yüzümü, bedenimi kontrol etti. Yaralar ve çizikler dışında her şeyin yerli yerinde olması onu hafifçe, çok ama çok hafifçe güldürdü. “Şanslıymışsın. Adrian mı seni kurtardı?” Kafamı sallayarak onayladım. Bunun üzerine, “Neden dışarıdaydın Kiara?” diye sordu.
“Kaçıyordum.”
“Neden?”
“Bilmiyorum. Öfkeliydim.”
“Peki... Kimden kaçıyordun?”
“Adrian'dan,” dedim ona bakmadan. Yorgun gözlerim avlunun düzensiz yerleştirilmiş taşlarında gezindi.
“Adrian'dan kaçıyordun ve Adrian seni kurtardı, öyle mi?”
Yüzümü buruşturdum. “Böyle söyleyince kulağa biraz garip geldiği doğru,” diye mırıldandım. “Benden sakladıkları yüzünden ona kızgınım. Kim bilir daha neleri sakladığını düşündükçe beynim karıncalanıyor.”
Saque iç geçirdi. “Bazen Adrian'ın anlamak imkânsız olabiliyor.”
“Sen ona hiç mi kızmıyorsun? Yani, demek istediğim... Ona yardım ettiğin için sürüldüğünü biliyorum.”
“Evet, öyle. Adrian gittiği için Sharon'un resmen çıldırdığı günlerden biriydi. Önüne gelene öfke kusuyordu. Aslında tek yaptığım Adrian giderken Altın Saray'a haber verecek muhafız meleği oyalamaktı. Bunu kendi isteğimle yapmıştım, Adrian'ın ricası üzerine değil. Sorun yaşamadan şehirden ayrılmasına yardım etmek istemiştim. Olaya dâhil olmasaydım bile gidecekti, onu durdurmaya kimsenin gücü yetmezdi.”
“Yine de onun yüzünden başına bunların geldiğini düşünebilirdin. Onu suçlayabilirdin ama bunu yapmak yerine onunla hâlâ görüşüyorsun,” dedim biraz şaşkınlıkla. Saque ciddi anlamda karakter olarak olgun bir kadındı. Yerinde ben olsaydım yaşadıklarımı sindirene kadar sürekli Adrian'ı suçlardım, bundan emindim.
“Adrian benim dostum. Ben nasıl onun iyiliğini istersem o da benim iyiliğimi ister, eminim. Olanları öğrendiğinde zaten kendisini suçlayıp durdu, bir de ben üzerine gidemezdim Kiara. Şu an Sharon aileme dokunmamışsa bu Adrian sayesinde.”
Parmaklarımı ıslak saçlarıma daldırarak önüme gelen tutamları kulağımın ardına ittim. Sarıldığım battaniye dışarıdaki soğuğu engellese de ıslak kıyafetlerim yüzünden bir türlü ısınamıyordum. Gittikçe yükselen titreyişimi bastırmaya çalışırken Adrian'la aramda geçen konuşmaları hatırladım. “Haklısın, kendisini suçluyor,” dedim yavaşça ve devamını sadece ben duydum. “Hâlâ daha.”
“Bu kadar çene çalmak yeter. Hadi, içeri gel. Seni iyileştirelim. Eminim şu anda canın yanıyordur.”
Omuzlarımdaki örtünün altına iyice sokularak, “İstemiyorum,” diye direttim. “Güzel konuşmaydı ama burada kalacağım. Madem gitmeme izin vermiyor ben de dediklerini yapmayı düşünmüyorum.”
“Ama bu düpedüz kendine zarar vermek olacak. İnat etmeyi bırak lütfen.”
Omuz silktim. “Önemi yok,” derken aniden bastıran esnememe engel olamadım. Hızla kaşlarım çatıldığında kızgın gözlerim Saque'yu buldu. “Sakın beni uyutmaya kalkma!”
Ellerini suçsuz olduğunu belli edercesine havaya kaldırdı. “Hiçbir şey yapmadım. Sanırım düşündüğünden daha çok yorgunsun ve bedenin bunu artık kaldıramıyor.”
Homurdandım. Nedense ona inanmıyordum, çünkü etrafımı sis bulutu gibi saran bu tatlı uykuyla daha önce de karşılaşmıştım. Kafam sağ omzuma doğru düşerken buna direnemedim. “Beni kukla gibi oynatmaktan, istediğiniz şekle sokmaktan vazgeçin artık,” dedim sayıklarcasına. “Bana kendimi önemsizmişim gibi hissettiriyorsunuz.”
Saque'nun ellerini saçlarımda hissettim. Göz kapaklarımın üzerinde tonlarca yük varmış gibi kapanmalarını önleyemedim. Uyku hızla zihnime sızıp saldırdığında ona karşı savunmasızdım ve bedenimde karşı koyacak güç de yoktu.
“Önemsiz değilsin, aksine önemlisin. Adrian önemsiz gördüğü biriyle bu kadar ilgilenmezdi,” dedi Saque. Sesi çok uzaktan geliyormuş gibi hissediyordum. Son bir gayretle, “Bunu sen yapıyorsun,” diye sızlandım. Çatık olan kaşlarım bile gevşemeye başladı. Bedenim iyice kendini bırakmak üzereydi.
“İyiliğin için,” dedi Saque saçlarımı okşarken. Sanki o da dalgın gibiydi. “İyiliğin için, kalbine söz geçirmeyi başaramayan genç cadı, iyiliğin için.”
×××
Çıplak boynuma çarpan sıcak nefes tüm duyularımı harekete geçirdiğinde göz kapaklarım titreyerek açıldı. Birkaç mumun aydınlattığı odada üzerime düşen gölgenin sahibi tanıdıktı. Rahat, yumuşacık bir yatakta yatıyordum ve Adrian da bacaklarımın arasındaydı. Sert baskısını hissedebiliyordum. Cam mavisi gözlerindeki tutku boğazımı kurutacak kadar netti. Bana yaklaşmasını ve dudaklarını boynuma değdirmesini kafamı geriye atarak kabul ederken zihnim bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti. Adrian omuzlarıma düşen gecelik benzeri elbisemin askılarını iyice aşağıya çekiyor ve açığa çıkan tenime sayısız öpücük konduruyordu. Nefes nefese kalmama neden olsa da bir terslik olduğunu hissettiğim için huzursuzluğum giderek katlanıyordu.
“Adrian, dur, lütfen,” diye sayıkladım. Pek de beni dinleme yanlısı olmadığı hâlâ işine devam etmesinden belliydi. Elbisenin altındaki çıplak göğüslerimi neredeyse gün yüzüne çıkartacağı sırada düştüğüm arzu çukurundan sıyrılmaya çalışarak onu ittim. Sorunun ne olduğunu anlamak istercesine hafifçe geri çekilerek çatık kaşlarını bana dikti.
“Bu gerçek değil,” diye fısıldadım şokla. “Sen gerçek değilsin.”
Adrian'ın yüzü birden silinmeye başladı. Üzerimdeki sıcak varlığı yavaşça kaybolup bir sis yumağına dönerek benden uzaklaştığı esnada gözlerim birden açıldı. Nefes nefese kalmış bir şekilde ciğerlerimi doyurmaya çalışırken ellerimi yattığım yatağın iki yanına bastırarak hafifçe doğruldum. Saç diplerim ter içerisindeydi. Hâlâ şiddetle nefes alıp verirken, “Rüyaydı,” dedim kendi kendime. Kafamı yastığa gömer gibi bırakarak yüzümü sıvazladım. “Tanrım, rüyaydı.”
Saque'nun yaşadığı mağaradaki yatak odasındaydım. Burayı Marcellius ile birlikte kullanıyordu, ancak birkaç gündür ben kullanıyordum. Pencere bulunmadığı için içeride daima mumlardan birkaçı yanar hâldeydi. Bu yüzden saat tahmininde bulunamasam da etraftaki sessizlik bana gecenin çöktüğünü açıklar nitelikteydi.
Burada kaç gün geçirdiğimi hesaplamamıştım, bunu umursamamıştım bile. Gece sabaha eriyordu ve sabah geceye ulaşıyordu ama ben burada unutulmuş gibi bırakılmıştım. Adrian hiç gelmemişti. Kaçıp gitmek için birçok fırsatım olmuştu ama buna hiç yeltenmemiştim, çünkü kaçamayacağımı biliyordum. Lanet olası adam bunu zihnime kazımıştı.
Üstümdeki ağır yorganı tekmeleyerek attığımda bacaklarıma dolanan elbiseye sessizce homurdandım. Kalın askılı ve uzun etekli gecelik benzeri bir elbiseydi, Saque giymem için ödünç vermişti. Bana biraz bol geliyor olsa da başka seçeneğim olmadığı için onun elbiselerini kullanmaya mecburdum. Tüm yaralarım bir şekilde iyileşirken incittiğim sol ayağımdaki sargı hâlâ yerindeydi ve sıkılığı kesinlikle rahatsız hissettiriyordu. Ayaklarımı birbirine sürterek yeniden belirsiz homurtular çıkardığım sırada kulaklarıma minik bir inilti ulaştı. Olduğum yerde birden hareket etmeyi keserek dinledim. Sessiz geceyi delen ve benim soluklarıma karışan başka bir soluk vardı. Düzenli ve yavaş, ah, bazen hızlı ve bir minik inilti daha...
Burada yalnız değildim.
Kafam tıpkı bir baykuşun kafası gibi yavaşça sol omzumun üzerine, sesin geldiği tarafa döndü. Tanrım, Adrian buradaydı! O köşedeki döşekte yatıyordu. Daha doğrusu otururken uyuyakalmış gibi bir hâli vardı. Onu gördüğümde kaçak elektrik akımına değmişçesine birden yataktan fırladım. Şimdi iki yatağın arasında, ortada dikiliyordum ve niyetim kesinlikle kaçıp gitmek değildi ya da hissettiğim ilk his korku da değildi.
Yine bir rüyanın içerisine hapsolmadığımdan emin olmaya çalıştım, ne yapacağımı bildiğim de söylenemezdi. Kendimi çimdikledim, yanaklarımı hafifçe tokatladım ve gözlerimi yumup bir süre öylece bekledikten sonra geri açtım; Adrian hâlâ oradaydı. Sertçe yutkunup ona doğru bir iki adım attım. Bunu neden yaptım bilmiyordum, ayaklarım ona doğru gitmeye programlanmış gibiydi.
Yaklaştığımda ancak ter içerisinde kalan vücudunu fark edebildim. Üzerinde gömlek olsa da düğmeleri açıktı ve görünen biçimli tenini ince bir ter tabakası sarmıştı. Yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade asılıydı. Dolgun dudakları hafif aralıktı ve kaşları bir çatılıyor bir gevşiyordu. Sanırım kötü bir rüya görüyor olmalıydı.
Ya da benim uyandığım ama onun uyanamadığı bir rüyadaydı.
Bu düşünce nefesimi kesti ve onu daha iyi inceledim. Suratının acıdan değil zevkten şekillendiğini çok geçmeden anladığımda içimde patlayan istek volkanlarıyla sarsıldım. Rüyada değildim, bundan emindim. O rüyadan uyanmıştım ama sanki etkisi hâlâ üzerimdeydi. Beynim işlevini kaybetmiş gibi Adrian'a doğru çekildim, bu sırada bir kez daha inledi. Karnıma minik sancılar saplanırken giydiğim uzun geceliğin eteğini baldırlarıma kadar toplayarak dizlerimin birini Adrian'ın rahatsız bir şekilde uyuya kaldığı yatağa bastırdım. Bir elim topladığım elbisenin ucunu tutmaya devam ederken diğer elim havada süzülerek uzanıp koluna dokundu. Bu çok hafif bir dokunuştu, niyetim sanki gerçekten de onun burada olduğundan emin olmaktı.
Fakat hesaba katmadığım Adrian'ın birden gözlerini açmasıydı. Gözlerimizin bağı kurulduğu saniyede o kadar hızlı davranıp beni kolumdan yakalayarak kendine çekti ki hareketlendiğini göremedim bile. Artık yüzü bir nefes uzağımdaydı. Neredeyse üzerine çıkmış vaziyetteydim ve göğsüne dayadığım ellerim bizi birbirimizden uzak tutan tek engeldi.
Cam mavisi gözleri uyku mahmurluğunu kısa sürede üzerinden attığında geriye sadece arzu kalmıştı. Göğsü şiddetle inip kalkıyordu, göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. Gözleri dudaklarıma indi, gözlerim dudaklarına indi. Birden, ikimiz de aynı anda, olan biten hiçbir şeyi sorgulamadan ve yanlış olduğunu düşünmeden birbirimize saldırdık. Dudakları hoyratça dudaklarımı ele geçirip istilaya başladı. Dişlerimiz birbirine çarptı, çıkan ses ikimizi de aynı anda inletti. İlkel bir arzuyla karnının üzerine oturdum ve ellerim açık bıraktığı gri beyaz saçlarına daldı. Onun elleriyse çoktan elbisemin altına sızmış, belimden sırtıma doğru kayıyordu.
Gürültülü nefeslerimiz birbirine karışırken gözlerim kapalıydı, kendimi anın getirdiği zevke bırakmıştım. Tanrım, bu kesinlikle rüya değildi, aradaki farkı artık daha iyi anlayabiliyordum. Bu gerçek tutku ve gerçek arzuydu. Dudaklarının arasında kıstırdığı alt dudağımı ısırdığında gerçekten canım yanmıştı ve hatta iniltim bu kez zevkten değil acıdan kaynaklıydı. Tırnaklarımı ensesine geçirip tenini kanatabileceğimi umursamadan batırdım, hırladı ve sanki görünmez tuşuna basmışım gibi birden hareketlenip beni yatakta devirdi. Elbisem belime kadar sıyrılmıştı ve iç çamaşırımla gözlerinin önündeydim. Tanrım, kesinlikle seksi bir iç çamaşırı değildi, burada seksi olanını bulabileceğimi de pek sanmıyordum.
Adrian bunu zerre kadar umursamazken, beğenmediğim iç çamaşırımı gizleme içgüdüsüyle kapattığım bacaklarımı sertçe ayırdı ve açtığı boşluğu kendiyle doldurdu. Bana öyle şiddetli çarptı ki bedenim yukarıya doğru kaydı. Gözü dönmüş gibiydi, hırs doluydu. Bu yüzden hareketlerinde yumuşaklık yoktu, hatta bazen canımı yakıyordu.
Tenlerimizin arasında sıkışmış kıyafetlerimiz onun sert varlığını hissetmeme engel olamıyordu. Hatta sanki onu daha iyi hissetmemi ister gibi kendisini bana bastırmaya devam ediyordu. Tıpkı rüyamdaki gibi elleri elbisemin askılarına gittiğinde nefesimi tuttum. Rüyamdakine tezat hoyrat bir hamleyle yakama asıldığında elbise ikiye ayrılıp omuzlarımdan kaydı. Yırtılma sesi kulaklarımı uğuldatırken tenim kesilmiş gibi sızladı. Biraz şiddetli nefes alsam göğüslerim ortaya çıkacaktı, emindim. Bu yüzden ve yaşadığım hızlı saniyelerden dolayı kesik kesik nefes alırken yeniden dudaklarıma saldırma niyetinde olan Adrian'ın nemli göğsüne ellerimi bastırdım, bana dişlerini sıkarak baktı.
“Dur, lütfen,” diye sayıklarken bu andan sıyrılmaya çalışıyordum. Ellerimi bileklerimden kavrayarak yatağa bastırdığında yüzümü buruşturdum.
“Durmamı istemediğini biliyorum,” dedi karanlık bir tınıyla. “Durmamı istemediğini söyle.”
Tanrım, buyurucu hâli ciddi anlamda kanımı kaynatıyordu ve bunun önüne geçemiyordum. “Adrian,” dediğimde sesimin inler gibi çıkmasına engel olamamıştım.
“Altımda kıvranan bedenine sahip olmak istiyorum,” dedi açıkça, aldığım nefes yarıda kaldı. “Benim için sonuna kadar açtığın bacaklarının arasını doldurmak istiyorum, bu lanet bez parçaları olmadan,” derken kendisini bir kez daha bana bastırdı, istemsizce dudağımı ısırdım.
“Bana durmamı istemediğini söyle, Rheana. Söyle hadi!”
Vahşi hırlama gibi dudaklarından dökülen sözlerden sonra gürültüyle yutkundum. “Durmanı istemiyorum,” dediğimde cam mavisi gözlerinin kara bulutlar tarafından esir alınmasına şahit oldum, bu bir kez daha gürültüyle yutkunmama sebep oldu.
“Ama durmalısın, Adrian, lütfen, durmalısın.”
Bunu duymayı istemiyormuş gibi gözlerini sıkıca yumdu. Bir süre öylece kalarak bekledi ve yeniden gözlerini açtığında hızla üzerimden kalkarak yatağın en ucuna kaydı. Elbisemin yırtılan yakalarını birleştirip doğrulurken özgürce nefes alarak ciğerlerimi doyurmaya çalıştım. Adrian'ın da benden farkı yoktu, omuzları şiddetle inip kalkıyordu ve elleri yumruk şeklindeydi, parmak uçlarının bembeyaz kesilmesinden kendisini kastığını anlayabiliyordum.
“Sınırlarımı zorluyorsun,” dedi beklemediğim bir anda öfkeyle. “En son benden kaçıyordun, şimdiyse altımda kıvranıyorsun. Niyetin beni çıldırtmaksa bu konuda başarılısın!”
“Hiçbir niyetim yok. Engel olamıyorum sadece tamam mı? Sana karşı olan bu aptal isteğe engel olamıyorum hepsi bu,” dedim elimde olmadan bağırarak. Birden tepemi attırmıştı, ki zaten ona öfkeliydim. “Senin de durumun benimle aynı. Yoksa neden beni öpesin, beni isteyesin ki? Engel olamıyorsun!”
Omzunun üzerinden dönüp bana yan bir bakış attı. Hırsla araladığı dudaklarından her ne dökülecekse bunu yutmayı seçerek, “Aynen öyle,” dedi sertçe. “Engel olamadığım bir istekten ibaretsin.”
Bu cümle ok gibi göğsüme saplandı, sarsıldım. Yine de bunu yüzüme yansıtmamaya çalışıp, “Aynen öyle,” dedim hırsla. Ayrılan yakalarımı bir arada tutan elim elbiseyi parçalamak istercesine sıktı. Sonra bir anda elim gevşeyerek aşağıya düştü ve elbisenin yırtılan parçaları iki yana açıldı. Göğüslerimin sadece uçları görünmüyordu ki azıcık eğilsem onlar da ortaya çıkacaktı, umursamadım. Dağılmış saçlarımı omzumun üzerinden geriye atarken yavaşça ayaklandım. Adrian hareketlendiğimi fark ederek dönüp bana baktı ve tanrım, yemin edebilirdim ki nefes almayı keserek öylece kalakaldı. Yutkunduğunda ademelmasının aşağı yukarı oynayışını izledim, bu kesinlikle cezbediciydi. Ancak sanki o burada yokmuş gibi davranmayı seçerek odanın içerisinde ilerledim, cam mavisi gözleri attığım her adımda beni takip etti.
“Böyle hissetmemize neden olan bir şey olmalı,” dedim umursamazca. Yattığım yatağın ucundaki gömme dolaba ulaşıp eskimiş ahşap kapaklarını açtım, kapaklar yağlanma ihtiyacıyla gıcırdadı. “Bunu çözsek iyi olacak, çünkü bu durum gittikçe can sıkıcı olmaya başladı,” diye devam ederken beni izlediğini bilmek boğazımın kurumasına neden oluyordu. O burada değilmiş gibi düşünmeye çalışarak derin bir solukla omuzlarımı kaldırdım. Sanırım artık geldiğine göre buradan gitme vaktim gelmişti. Saque'nun kıyafetlerini giymeyi bırakabilirdim. Yıkayıp dolaba yerleştirdiği kazağa uzandığımda aslında bunun Adrian'a ait olduğunu hatırlamak yutkunmama neden oldu. Sanki başından beri bana aitmiş gibi onu sahiplenmiştim.
“Bu şey her neyse ondan kurtulduğumuzda yolumuza bakabiliriz,” dedim, o hâlâ sessiz kalmaya devam ediyordu. Bir kez daha derin bir soluk alarak cesaretimi topladıktan sonra ellerim elbisenin düşmüş askılarına gitti. Kalan parçaları omuzlarımdan kurtararak onları özgür kıldım. Elbise tenimden yağ gibi kayarak yere düştü. Sırtıma saplanan cam mavisi bakışlarının sıcaklığını artık doğrudan hissedebiliyordum. Kazağı giymeden önce önüme düşen gür kızıl saçlarımı geriye doğru savurdum. Saçlar bel çizgime kadar uzansa da giydiğim aptal iç çamaşırı tamamen ortadaydı.
Çıplak göğsüm şiddetle inip kalkarken, “Sen peşindeki aşığına geri dönmekte zorlanmazsın ben de... hmm... istediğimle olurum,” dedim beni yeniden ele geçiren hırsa teslim olarak. Uzanıp kazağı aldım ve daha fazla o şekilde kalmamak adına giymek için hareketlendim. Değil tenimdeki tüyler, göğüs uçlarım bile diklenmişti. Tanrım, engel olamadığım aptal bir heyecan ve bolca gerginlik yüzünden her an bayılabilirdim.
Kazağı başımdan geçirerek aşağıya indirdim ve kalçalarımı kapatmasına izin verdim. Üst başımı düzeltirken elim ona çarptı ve hemen arkamda olduğunu bilmek çivi yutmuşum gibi öylece kalmama neden oldu. Adrian ise kazağın içinde kalan saçlarımı yavaşça çıkartırken bana biraz daha sokuldu. Tam da şu an önümde bir ayna olmasını ve yüzünü görebilmeyi dilediğimi fark ettim.
“Beni kışkırtmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu özgürlüğüne kavuşturduğu saçlarımda parmaklarını gezdirdiği esnada. Tanrım, dişlerini sıktığı o kadar belliydi ki bunu sesinden bile anlayabiliyordum. Burnunu saçlarıma yaklaştırıp kokumu soluduğunu hissederken, “En son kaçmaya çalıştığın adamı kışkırtmaya mı çalışıyorsun, Rheana?” dedi daha kısık, daha yakıcı bir tonla. “Söylesene, ne değişti? Aradan geçen birkaç gün bana olan korkunu unutmanı mı sağladı?”
Sertçe yutkundum. Gözlerimin önüne çenesinden akan kanların göğsüne damladığı, ellerinin kan içerisinde olduğu ve öldürdüğü kurdun parçalara ayrılmış bedeni belirdi. Üzerinden geçen birkaç gün bir şeyi netçe anlamamı sağlamıştı; ben, Adrian'ın o vahşi hâlinden korkmamıştım. Beni korkutan gözümde büyüttüğü ve kalbimin en soğuk yerine yerleştirdiği o topluluğa ait olmasıyla yüzleşmemdi.
“Senden kaçtığım için beni suçlayamazsın,” dedim kaşlarımı çatarken. Adrian ellerinden birini sırtımdan kaydırıp belime ve oradan da karnıma doğru uzattı. Geçtiği yerlerin sızladığını hissediyordum. Karnımın üzerine yerleştirdiği elini oraya iyice bastırarak sanki beni uyarmak istedi.
“Sana hiçbir şey yapmadığım hâlde benden kaçtın,” derken kafasını boyun girintimden kaydırarak yanağını yanağıma yasladı. Bu dışarıdan sevimli bir sarılma gibi görüyor olsa da beni peş peşe sertçe yutkunduran bir andı, çünkü öfkesini hissedebiliyordum.
“Oraya seni kurtarmaya geldiğimi biliyordun. Bunu bildiğin hâlde benden kaçtın, Rheana.”
Bana taktığı isme yaptığı vurgu aldığım soluğu yarıda keserken, “Kaçacağımı biliyordun,” diye mırıldandım. “En başından beri konu asiller olduğunda beni kaçmaya sevk ettin. Şimdi neden kaçtığım için öfkelisin? Beni bu duruma sen ittin. Yalancı!”
Karnımdaki elinin parmakları tenime geçti, yine de canımı yakmayı istemez gibi orantılıydı. “Sana yalan söylemedim, daima gerçeği gösterdim.”
“Kendini saklayarak!” diye homurdandım. “Beni kandırdın. Aptal yerine koydun. Bu dünyadan habersiz olmamı kullanıp benimle dalga geçtin.”
“Seni kandırdım mı? Seni kandırmış olsaydım şu anda yatağımda çırılçıplak yatıyor olurdun, her şeyden habersizce. Seni kandırmak isteseydim bu tuhaf istekle, aptal rüyalarla savaşmaz benim için açtığın bacaklarının arasına yerleşirdim.”
Titrek bir soluk verdim. “Senin için bacaklarımı falan açmadım.”
“Öyle mi? Hatırlatmamı ister misin?”
Ona omuz atarak kendimden uzaklaştırırken geri çekilip ellerini ceplerine tıktı. Ben de ondan birkaç adım uzaklaşarak aramızda sinen arzu geriliminden kurtulmaya çalıştım. Cam mavisi gözleri fırtınalarla bezeliydi. Öfkeli görünüyordu; bunun kaynağı belki yarım kalan zevkiydi belki de ondan kaçtığım içindi, emin olamıyordum.
“Bana açıklama borçlusun,” dedim omuzlarımı dikleştirerek. “Sharon'u bilmek istiyorum.”
“Demek aşığımı merak ediyorsun,” dediğinde cam mavisi gözlerindeki hoyratlığa rağmen dudaklarında alaycı bir kıvrım oluşmuştu.
Dişlerimi sıktım. “Aslına bakarsan umurumda değil ama sanırım benimle derdi var.”
Bunları duymaya katlanamıyormuş gibi yüzü sertleşti. Sharon'dan nefret ettiği için mi böyleydi yoksa ona çok kırgın olduğu için mi böyleydi bu sorulara verecek cevabı bulamıyordum. Tek bildiğim durumun beni gittikçe daha çok rahatsız ettiğiydi.
“Sorularını biraz daha kendine saklaman gerekecek. Halletmemiz gereken daha önemli bir sorun var,” dedi kapıya doğru yöneldiği sırada. Peşinden ilerledim.
“Hey! Kaçıyorsun öyle mi?”
“Hayır, sadece erteliyorum.”
“Daha önemli ne olabilir?”
Durdu. Hemen ardından onu takip ettiğim için sırtına çarpmaktan son anda kurtuldum. Omzunun üzerinden dönüp bana baktığında tenimde tepeden tırnağa dolaşan bakışları karşısında hızla boğazım kurudu. Adrian tüm bedenini bana doğru döndürüp aramızdaki mesafeyi kapattı. Nefesimin hızlanmasına engel olamazken neyi amaçladığını görmek istercesine yüzünü taradım. O ise yavaşça sağ elini uzatarak çenemi kavradı ve beni parmak uçlarıma kaldıracak şekilde kendisine çekti. Ellerim sert göğsüne tutunurken onun da hızlı hızlı soluk aldığını fark etmek yutkunmama neden oldu. Sonra Adrian kafasını eğerek bana yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı... Dudaklarımızın arasında minicik bir mesafe kaldığında durdu ve gözlerimin içine baktı.
“Bana kızgınsın değil mi?” Ağır ağır kafamı salladım, devam etti. “Ama yine de şu an seni öpmemi istiyorsun?” dediğinde irkildim, bu benim için uyanış anı oldu. Onu itmek için hareketlenecektim ki ellerimi yakalayarak beni kıstırdı.
“İşte aramızdaki bu çekimin kaynağını bulmak benim için en öncelikli olay,” dedi dudaklarımdan uzaklaşırken. “Bacaklarını benim için aralamaya bu kadar istekli olman işimi zorlaştırıyor. Bu yüzden önce bunu halledeceğiz.”
Tanrım, dudaklarındaki hain kıvrıma tırnaklarımı geçirmek istiyordum. Yüzümün öfkeden kızarması karşısında sadece daha çok gülerek beni serbest bıraktığında yeniden ellerini ceplerine tıkıp kapıya ilerledi.
“Umarım ayağın iyi hâldedir, çünkü uzun bir yol olacak.”
Onu cidden tekmeleyecektim!
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |