14. Bölüm

13. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Şakaklarımdan kayan terleri silemeyecek kadar burnumdan soluyordum. Tanrım, son iki saattir kızgın boğa gibiydim ve beni rahatsız edip deliye çeviren kırmızı bayrak değildi, önümde elleri ceplerinde yürüyen Adrian'dı. “Umarım yuvarlandığını görürüm,” diye elimde olmadan homurdandığımda, “Seni duyabiliyorum,” diye karşılık verdi. Ağzına kuru otlardan birini sigara gibi tutturduğu için konuşurken kelimelerin bir kısmını yutmuştu.1

Sinirle onu taklit ettim. Ağzımı yüzümü eğerken elbette sesimi çıkarmamaya özen göstermiştim, çünkü bunu fark ederse sonuçlarının hoş olmayacağını tahmin etmem zor değildi.

“Ne kadar daha var?”

“Biraz daha.”

“Saatlerdir aynı şeyi söylüyorsun,” diye homurdandım. Cevap vermek yerine ıslık çalmaya başladı. Sinirden gözümün seğirdiğine yemin edebilirdim. Sanki beni deli etmek için bilerek bunu yapıyordu. Saque'nun evinden ayrılalı sanırım dört saati geçmişti. Sadece Saque'nun evine tırmanan dağdan inmem bile yarım saat sürmüştü. Burktuğum ayağım bu kadar uzun yürüyüşe hazır değildi, çoktan sızlamaya başlamıştı ama sesimi çıkartmamak için kendimi kasıyordum ve sızıyı yok sayıyordum. Nasıl Adrian kanatlarını açıp gideceğimiz yere beni uçurma zahmetinde bulunmuyorsa ben de işi inada bindirmiştim; mızmızlanıp ona ihtiyaç duyduğumu düşünmesine neden olmayacaktım.

Yola çıkmak için günün aydınlanmasını beklediğimizden, etrafı bulutlarla kuşatılmış olsa da kendisini göstermekten geri kalmayan güneş tepeye ulaşmak üzereydi. Adımladığım patika yol minik çimenlerle ve irili ufaklı taşlarla doluydu. Çok eskiden kalma, artık unutulmuş bir yoldan ilerlediğimizi düşünmekten kendimi alamıyordum. Beni ikiye katlayacak kadar devasa boydaki çam yeşili tonlarındaki garip bitkilerle dolu bir yerdeydik. Yola uzanan devetabanı gibi koca yapraklarından kaçmak için sürekli eğilip duruyordum.

“Nereye gittiğimizi artık söyleyecek misin?”

“Ait olduğun yerlerden birine,” dedi sonunda, bininci kez sormamın üzerine.

Önümden giden Adrian'ın göğsüne sürtünerek yoluma düşen ince dalı ucundan dikkatlice tutarak kaldırdım ve altından geçtim. “Ait olduğum yerlerden biri mi? Bu da ne demek şimdi?” dedim kaşlarımı çatarak.

Adrian birkaç adım daha ilerledikten sonra ulaştığı açıklıkta durdu ve etrafta göz gezdirirken, “Arshala'ya hoş geldin,” dediğinde yanından geçerek ben de o açıklığa ulaştım. “Burası kadim bir şehir,” dedi, ses tonu garipti. Sanki hem hayranlık hem de nefret taşıyordu.

“Ben ortada şehir falan göremiyorum,” diyerek homurdanmaktan kendimi alamazken sert bakışlarımı Adrian'ın yüzüne diktim, bana bakmıyordu, cam mavisi gözleri hâlâ çevrede geziniyordu. Artık ciddi anlamda benimle dalga geçtiğini düşünmeye başlamıştım. Saatlerdir yürümemizin sonucunda ulaştığımız yer ot yumağından başka bir şey değildi.

Dudaklarının arasına kıstırdığı kuru ot dalını sağ tarafına doğru tükürdü. Pürüzsüz teninde tek bir ter damlası dahi yoktu, bense leş gibi koktuğuma emindim. Açık bıraktığı gri-beyaz saçları esen tatlı rüzgârla salınıyordu. Cam mavisi gözleri beni bulurken derin bir solukla omuzlarını şişirip, “Dikkatli bakarsan şehri görebilirsin,” dedi açıklamak zorunda kaldığı için hafif bıkkınlıkla.

Gözlerimi kıstım. “Umarım benimle oynamıyorsundur, çünkü bu kadar yolu sırf bana eziyet olsun diye yürüttüğünü düşünüyorum-" diye konuştuğum sırada Adrian'ın çaprazında kalan uzun sütun dikkatimi çektiğinde duraksadım ve daha dikkatli baktım. Sarmaşıkların neredeyse tamamını yuttuğu parçalanmış taş yapının, antikçağ tapınaklarındakilere benzer sütunlardan olduğunu fark etmem uzun sürmedi.

“Siktir, gerçekten de burası bir şehir miydi?” diye mırıldandığımda etrafımda dönerek çevremde göz gezdirdim. Artık daha bilinçli baktığım için ayrıntıları yakalamam kolay oldu. Ot yumağı olarak gördüğüm alan tamamen sarmaşıkla kaplıydı ama dikkatli bakan biri altında gizlenen sütunları, duvarları ve hatta alana çıkan yolları bile ayırt edebilirdi.

“Senin soyun buradan doğma,” dedi Adrian, ben alanın ortasına doğru ilerlemeye başlarken. “Bastığın bu topraklar bir zamanlar cadılara aitti.”

Kırık dal parçalarının, toz olmuş kayaların, canlılarının yanında kurumuş bitki köklerinin kapladığı zemin bir yerden sonra tamamen taştan oluşuyordu. Kırık merdivenlerin uzandığı yerde bina olmalıydı, ancak artık üst üstte kalmış birkaç taştan başka bir şey yoktu. Tam ortada durup etrafa baktığımda gördüğüm şey yıkılmış bir şehrin yaralarını sarmak ister gibi üzerine örtülen sarmaşıklardı.

İçime nedensiz bir hüznün yayıldığını hissettiğim sırada, “Peki şimdi neredeler?” diye sordum dudaklarımı yalarken. Tatlı kuş cıvıltılarına karışan su sesi yakınlarda bir yerde şelale benzeri bir yerin olabileceğini düşünmeme neden olmuştu.

Adrian, Saque'nin verdiği, içinde benim için atıştırmalıkların bulunduğu bez çantanın askısına elini atarak ilerlemeye devam ederken konuştu. “Belki sağında, belki solunda... belki de arkada. Her yerde olabilirler.”

“Ama burası ölü bir şehre benziyor?”

“Zaten onlar da ölü, Rheana,” dediğinde nerden geldiğini bilmediğim sert bir rüzgâr yüzüme çarptı ve hemen sonra sivri sineğin kulağımın yanından hızla uçup gitmesi gibi anlamsız fısıltılar duydum. İrkilerek sağımı solumu kontrol ettiğimde tüylerim diken dikendi. Kaybolmuş şehri arayan gözlerim artık ölü cadılardan kalma kemikleri aramaya başlarken koşar adımlarla Adrian'a yetişmeye çalıştım. Ayağım artık ciddi anlamda ağrımaya başlamıştı.

“Burada savaş mı oldu?”

“Şehir yerle bir edildi, kaçabilenler kurtuldu ama çoğu burada öldü.”

“Bunu kim yaptı?”

“Melekler,” dedi doğrudan karşıya bakarken. İleride çardağa benzettiğim kırık dökük bir alan vardı. Adrian oraya doğru adımlarken sözlerinin devamını getirdi. “Burada yaşananlar iki soy arasındaki ilk büyük savaştı.”

Yutkundum. “Sen o zamanlar... kaç yaşındaydın?”

Güldüğünü duydum, keyifsizdi. “Ben o zamanlar henüz doğmamıştım. Yani buraya zarar verenler arasında değildim ama o soya aitim, Rheana, işte bunu unutmamalısın.”

“Bazen senden nefret etmemi istiyormuş gibi konuşuyorsun.”

“Soyun benden nefret ederken sen beni sevebilir misin?”

Aniden tarafıma fırlattığı bu soru bir kaya gibi yüzüme çarptığında afalladım. Sessizliğimin üzerine sanki son konuşma hiç yaşanmamış gibi davranmayı seçerek, “Aşağıya ineceğiz. Gideceğimiz yer şurası,” dediğinde eliyle bir yeri gösteriyordu. Ağır adımlarla yanına ulaşıp gösterdiği yere baktığımda ağlama isteğiyle doldum. Tıpkı burası gibi sarmaşıklarla kaplı aşağıdaki vadinin en uzak noktasını gösteriyordu. Oraya kadar dayanabileceğimi sanmıyordum, gücüm tükenmek üzereydi.

“Kaç saat daha yürümemiz gerekiyor?”

“Bir saat.” Dönüp bana baktı ve düzeltme gereği duydu. “İki saatten fazla sürer.”

İnler gibi bir ses çıkartarak biraz ilerideki yıkılmış çardağa doğru adımladım ve parçalanıp yere düşmüş sütunlarından birinin üzerine oturdum. “Biraz dinlenmeye ihtiyacım var,” derken ayaklarımı öne uzatarak sızlayan tabanlarımın yerle temasını kesmeye çalıştım.

Adrian itiraz etmeden kafasını salladığı sırada, “Su ister misin?” diye sordu. Aşağıdaki vadide dolanan gözlerim yavaşça onu bulduğunda kafamı salladım. “Lütfen.”

Saque'nun hazırladığı çantanın içerisini karıştırarak bulduğu matarayı gün yüzüne çıkartıp önceliği bana verme inceliğinde bulundu. Uzandığım matarayı elime aldığımda içerisinde iki litreden fazla su olduğunu tahmin etmekte zorlanmazken o kadar yolu sanki boş çanta taşıyormuş kadar rahat gelmesi karşısında kendi zayıflığımla yüzleşmek canımı sıkmıştı.

Matarayı kafama dikip kana kana içmeye başladığımda ne denli susuz kaldığımı ancak anlayabilmiştim. Bir an için o kadar aç gözlü davranmıştım ki dolan ağzıma tıkıştırmaya çalıştığım su çenemden aşağıya kaymış, yakama dökülmüştü. Adrian'ın beni izlediğini hatırlamak kendime gelmemi sağlarken daha fazla içmek istesem de matarayı ağzımdan uzaklaştırdım, çok dikkatli bakıyordu. Mavi gözleri dudaklarımda, çenemde ve çenemden kayan su damlalarında bir süre gezindikten sonra başını hızlı hızlı iki yana sallayarak bakışlarını aşağıdaki vadiye çevirdi.

“İçmek istersen,” dedim matarayı ona uzatırken. Kafasını iki yana salladığında iç geçirdim.

“Yemek yemeye pek ihtiyacın yok gibi.”

“Senin kadar değil.”

Mataranın kapağını kapattığım esnada, “Buraya uyum sağlamak sandığımdan daha zor,” diye mırıldandım. Matarayı yere bırakıp sızlayan ayaklarıma nefes aldırmak istercesine uzun bağcıklı deri çizmelerimi çıkarmaya koyuldum. “Arabalar varken her şey daha kolaydı,” dedim kendi kendime konuşuyormuş gibi. “İstediğin yere istediğin anda gidebiliyorsun ve hiç yorulmuyorsun, tekerler bunu senin için hallediyor.”

Kalın çorapları ayaklarımdan sıyırırken terlediğim için neredeyse derime yapıştıklarını fark etmek yüzümün ekşi bir ifadeyle şekillenmesine neden olmuştu. Sağ ayağımda sorun olmasa da burktuğum sol ayağımdan çorabı sıyırırken biraz canım yanmıştı ve bu yüzümün her karesine sinmişti.

“Evimi özledim,” dedim sesimin acılı çıkmasına engel olamayarak. Ayağıma hafif hafif masaj yaparken şiştiğini fark etmek kabul etmeliydim ki beni biraz korkutmuştu.

Sanki beni duymuyormuş gibi sessizliğini korumaya devam eden Adrian'a gözlerimi çevirdiğimde onun uzaklara daldığını yakaladım. Cam mavisi gözleri vadinin etrafını çevreleyen sıradağların üzerinde sanki arkasında saklananları görmek ister gibi dolanıyordu.

“Bazen evini özlediğin oluyor mu?”

Sorumla birlikte onu yakalamışım gibi gözlerini çabucak baktığı noktadan ayırdı ve omzunun üzerinden bana doğru döndü. Bir şey söylemek için aralanan dudakları öylece kaldı, bakışları sertleşti. Ben ne olduğunu düşünürken Adrian hızla bana doğru atılıp tek dizini yere bastırarak önümde eğildi. Göz kapaklarım kapanıp açıldığında şişkin ayağım onun zarif parmaklarının arasındaydı.

“Bu kadar kötü olduğunu neden bana söylemedin?”

Tanrım, nasıl kendinde öfkelenme hakkını görebiliyordu? Kaşlarım neredeyse birleşecek kadar çatıldığında, “Umurunda olsaydı buraya kadar yürümeme izin vermezdin,” diye homurdanırken ayağımı ellerinden kurtarmak için çekiştirdim, bırakmadı.

“Rahat dur,” diye söylendi. Ardından parmaklarını nazikçe tenimde gezdirerek ayağıma masaj yapmaya başladı. “Saque bunca zamanda bunu nasıl düzeltemedi?” dediğinde düşünceliydi.

“Belki de sandığından daha berbat hâldeydi?”

Tahminimi umursamadan sanki tenimi görebilecekmiş gibi tepeden tırnağa beni kontrol etti. “Sırtın nasıl?”

“İyi.”

“Başka herhangi bir sorun var mı? Başka bir yerin ağrıyor mu?”

Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Beni bu kadar düşünüyormuş gibi davranman komik oluyor,” dedim elimde olmadan alıngan bir tavırla. “Saatlerdir beni yürüttün, hem de ayağımın iyileşmediğini bile bile.”

Parmakları tenimin üzerindeki dansını yarıda kestiğinde gözlerini kaldırıp bana baktı. Tamam, önümde bu şekilde diz çökmüşken garip hissetmeme neden oluyordu, inkâr etmeyecektim. “Arshala dünyanın kuruluşundan beri yaşamın var olduğu kadim şehirlerden biriydi. Soyum burayı yerle bir ettikten sonra şehrin semalarında öylece uçamazdım,” dediğinde içimi gıdıklayan garip his yerini boşluğa bıraktı, sertçe yutkundum. “Burada istenmeyenim, Rheana. Varlığım onları rahatsız ediyor, iki tarafı da; yaşayanları ve ölüleri. Yine de yardım edeceklerini umarak geldim, sıradan biri gibi. Beni tehdit olarak algılamamaları gerekiyor. Bu yüzden yürüdük.”

Anlamsız fısıltılar bir kez daha şiddetlendi, irkildim. Değişik bir dildi, söylenenleri anlamıyordum. Adrian tavrımdaki farklılığı hemen yakalarken, “Ne oldu?” diye sormakta gecikmedi. Kafam baykuş misali bir sağa bir sola dönüp etrafı kolaçan ederken cevap verdim.

“Bunu duydun mu?”

“Neyi? Su sesini mi? Vadinin aşağısında şelale var-"

“Hayır, birileri konuşuyordu, fısıltı gibi. Aynı anda birden çok ses vardı.”

“Onları duyuyorsun,” dedi, kalp atışlarım hızlandı. “Onlardan birisin, Rheana, korkmana gerek yok. Sana zarar vermezler.”

“Peki sana?”

“Ayağın için yapabileceğim bir şey biliyorum,” diyerek sorumu duymazdan geldi. İşaret parmağı ayağımın şişkin kısmında hafifçe gezinip şekiller çizdi, bir şey yazdığını anlamakta zorlanmadım. “Bu seni iyileştirmeyebilir ama hiç değilse ağrını hafifletir. Eski Haalbashi dilinde bir şifa büyüsü.”

“Ama sen şifacı değilsin?”

“Değilim.”

“Cadı da değilsin? Nasıl büyü yapabilirsin?”

Dudakları hafifçe kıvrıldı. “Sana cadıların meleklerin soyundan türediğini söylemiştim. Yeteneklerini bizden aldılar ve geliştirdiler.”

“Anlayamıyorum, bu nasıl olabilir?”

Parmakları masaj yapmaya kaldığı yerden devam ederken, “Bir zamanlar melekler insanlarla sıklıkla birlikte oluyorlardı. Doğan çocuklar melek değildi ama insan da değillerdi. Zamanla normal olmadıkları ortaya çıkmaya başladı ve işler değişti, ilk çatırdamalar o zamanlar başladı. Sorun çıkarttılar, kargaşaya neden oldular. Sayıları çok fazlaydı. Melekler durumu fark edene kadar yüzyıllar geçtiği için ortaya çıkan melez ırk güçlenmiş ve yayılmıştı,” dedi bu hikâyeden hoşlanmıyormuş gibi. “Kendilerini bağlı oldukları meleklerden daha üstün görmeye başladılar, çünkü bizler belirli özelliklerimizle ön plana çıkıyorduk, benim havaya hükmetmem, Saque'nun şifacı olması gibi. Ama onlarsa kanlarından gelen gücü her alanda kullanabiliyorlardı.”

“Bu garip,” diye mırıldandım. “Sizin daha güçlü olmanız gerekmez miydi?”

“Üzerinden bin yıllar geçti, Rheana. Yeryüzündeki herkes evrilmeye mahkumdur, onlar da evrildi ve gittikçe daha çok güçlendiler. Asil melekler durumun önüne geçebilmek için tüm ırkları lanetlemekten çekinmedi. Bir daha kimse kendi soyundan olmayan birinden çocuk sahibi olamadı.”

“Yani... bu şey mi demek...” Dudaklarımı yaladım. “Sen ve ben... asla çocuğumuz olmaz, öyle mi?”

Bakışlarının derinleştiğini hissetmek boğazımın kurumasına neden oldu. Yavaşça kafasını salladığı sırada, “Yeni melezlerin doğmasına engel olmak için,” diye mırıldandı.

“Ama bu çok saçma. Zaten kendi aralarında doğum yapabileceklerse buna ne gerek vardı?”

“Bu aslında melekleri cadılardan ayırmak, soy bağını kopartmak içindi. Artık ortada birbirinden türeyen ama bunu reddeden iki düşman topluluk var.”

Ağır ağır kafamı sallarken kendimi buldum. “Yani tüm bunlardan anladığım eğer istersen büyü yapabileceğin?”

“Bu öylece yapabileceğim bir şey değil. Haalbashi dilini biliyorum ama tüm inceliklerini öğrenmek ve kalıpları ezberlemek gerekiyor. Sözcükler olmadan bir şey yapamam. Ayağın nasıl?”

“Daha iyi,” dedim çabucak, önemsizmiş gibi. “Bildiklerini bana da öğretir misin?”

Güldü. “Bildiklerim basit şeylerden ibaret ve sen bunları şimdi bile yapabilirsin. Üzerine basabilecek misin?”

Ayağımdan bahsettiğini anlamam birkaç saniye sürdüğünde hızlı hızlı kafamı salladım. “Teşekkür ederim, iyi hissediyorum,” dedim ayağımı sağa sola çevirip hasar kontrolü yaptığım sırada. Tam olarak geçtiğini söyleyemesem de en azından gideceğimiz noktaya kadar dayanabilirdim.

“Burada kimi arıyoruz?”

“Marcos adında bir cadı var, herkes ondan Yaşamın Gözü olarak bahseder. Aramızdaki bu çekimin nedenini anlayabileceğini umuyorum.”

“Ya bize yardım etmek istemezse?”

Omuz silkti. “Başka birini bulurum.”

“Cadılardan nefret ediyorsun ama onların kapısını çalmaktan da geri kalmıyorsun,” dedim durumu sorgularcasına kaşlarımı kaldırarak.

“Meleklerden daha çok nefret ediyorum,” diyerek ayaklandı. Bu sırada yere bıraktığım matara sanki biri dokunmuş gibi yuvarlanmaya başladı. Çardağın yıkık dökük parçalarının arasından geçerek vadiye inen dik yamaca doğru kaydığı sırada, “Adrian!” diye bağırdım. Matarayı yakalamak için hızla atıldı ve tam da yamaçtan kaymak üzereyken onu tutmayı başardı.

Doğrulup ayağa kalktığı sırada o garip fısıltıları bir kez daha duydum ve hemen ardından yer sallandı, Adrian'ın bastığı toprak birden parçalandı ve aşağıya doğru kaydı. O kadar ani ve hızlıydı ki Adrian bile hiçbir şey yapamadı, bacaklarına sarılıp onu aşağıya çeker gibi düşen toprak parçalarıyla birlikte yamaçtan yuvarlanmaya başladı. Tüm gücümle çığlık attım, sesim vadi boyunca yankılandı. Hışımla yerimden fırlarken ayağım artık umurumda bile değildi. Adrian neredeyse on metrelik yamaçtan çuval gibi yuvarlandıktan sonra aşağıdaki ağaçların arasında kaybolmuştu, artık onu göremiyordum.

Korku kalbime dokunduğunda kendimi ayakkabılarımı bile giymeden peşinden koşarken buldum. Aklımı kaybetmiş gibi çığlık atarak ve adını seslenerek engebeli yolu düşmeyi umursamadan neredeyse uçar gibi iniyordum. Ancak elbette ki işler istediğim kadar yolunda gitmedi ve zaten hasarlı olan ayağım bir kez daha burkuldu. Acı çığlığım dudaklarımın arasından ezilerek çıkarken yarısına kadar indiğim yamacın devamını yuvarlanarak tamamladım. Yine de düştüğüm yerde acıyla kıvranma hakkını kendime vermeyerek doğruldum ve biraz ilerimde duran Adrian’a doğru ellerimin üzerinde sürünerek ulaştım.

“Adrian? Tanrım, Adrian, lütfen bir şey söyle,” diye sayıkladığım sırada yerde yüzüstü sere serpe yatan adamı omzundan kavrayarak çevirdim. Gömleğinin önü komple açık olduğu için göğsünü çizen taşların bıraktığı izlerden kan akıyordu. Yüzünü avuçlarımın arasına alırken, “Adrian, aç gözlerini, Adrian,” dedim onlarca kez, beni duymadı. Sağ yanağında bıçakla kesilmiş gibi üç santimlik çizikten akan kan hayli fazlaydı. Kazağımla yüzünü silerken çaresizlikten ağlamak üzereydim.

“Tanrım, ne yapacağım? Doktor yok, hastane yok, siktiğimin ambulansı bile yok! Ne yapacağım?”

Kaybetme korkusunu ilk kez bu kadar net hissetmek beni daha çok korkuttu. Kurtların beni parçalayacağını düşündüğüm gün bile bu kadar korkmamıştım. Kendime sunmadığım bu lüksün tamamını Adrian'a sunmak şu anlık beni düşündürmüyordu. Fark etmiştim ki onun yokluğu benim yok olmamdı. Beni buraya bağlayan, ayakta tutan tek şey Adrian’ın varlığıydı. Ölü gibi yerde öylece yatarken kendimi hiç olmadığım kadar yalnız ve çaresiz hissetmiştim. Önüme baktığımda yapabileceğim hiçbir şey göremiyordum. Onun için yapabileceğim hiçbir şeyin olmaması boğazımı düğümlüyordu.

“Yardım edin!” diye tüm gücümle çığlık attım. Acı sesim ölü şehrin yıkık duvarlarında yankılanıp yeniden beni buldu. “Lütfen biri yardım etsin! Lütfen biri sesimi duysun!”

Aynı fısıltıları işittim, kıyıya vurup geri çekilen dalgalar gibi yavaşça yükselip sonra da kayboldular. Adrian'ın yanağından akan kanı kurutmak istercesine kazağımı oraya bastırırken aniden sertleşen rüzgâr yüzüme çarptı. Başımı havaya kaldırdığımda artık güneşi göremiyordum, siyah bulutlar toplanmaya başlamıştı. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğundan emin değildim. Islanacak olmak ve fırtınada kalmak şu anda en son isteyeceğim şeydi, ancak Adrian’ın hâlâ havayı kontrol edebilmesi sanırım iyiye işaretti.

Hâlâ nefes aldığını biliyordum ve gözle görülür büyük yara almadığından da emindim; yine de kalbinin attığını duyma ihtiyacıyla kafamı çıplak göğsüne yasladığımda, “Lütfen uyan,” diyerek ona sarıldım. “Ben beceriksizin tekiyim, ne yapacağımı bile bilmiyorum. Bana daha fazla çaresiz hissettirme Adrian, lütfen.”

Akmayı kollayan yaşlardan biri yanağımdan süzülüp onun çıplak göğsüne düşerken bir ses duydum. Bu kuru dalın çıkardığı çatırdamalara benziyordu. Kafamı Adrian'ın göğsünden kaldırmadan gözlerimi sesin geldiği yöne çevirdiğimde yarısı devrilmiş sütunlardan birinin arkasından çıkan kadınla göz göze geldim. Siyah saçları aklarla doluydu ve hemen önünde, omuzlarından tuttuğu oğlan çocuğu vardı. Ondan yardım istemek için dudaklarım aralansa da tek kelime edemedim, çünkü pek de yardım edecekmiş gibi bakmıyordu. Daha çok düşmanına bakar gibiydi.

Birkaç çatırtı daha duyduğumda hızla doğruldum ve etrafımda göz gezdirdim. Her yerde ama her yerde birileri vardı. Kadınlı erkekli, çocuklu yaşlılı birçok kişi bizi oluşturdukları etten çemberin ortasına almışlardı. Gözlerindeki nefret yutkunmama engel olurken onlara çaktırmadan Adrian'ı dürttüm, artık uyanmak zorundaydı.

“Sen cadısın,” dedi aralarından biri, yaşlı bir adamdı.

“Ama melek için ağlıyor,” dedi bir başkası, daha gençti. Sesindeki kınamayla ürpermekten kendimi alamadım.

“Melek onu efsunlamış olmalı.”

“Bu sıradan bir melek değil!” diye bağırdı biri. “Onu tanıyorum, bu soyunu reddeden asil melek!”

“Şeytan!”

Kafam sesin nerden geldiğini çözmek için sürekli sağa sola dönüp duruyordu. Ancak sonunda, “O, şeytan değil,” diyebildim, sesim zayıftı. Boğazımı temizleyip daha güçlü durmaya çalıştım. “O, şeytan değil! Adrian iyi biri.”

Kalabalığın arasından sıyrılan genç bir adam, “İyi biri mi?” dedi buzdan farksız alayla. Benden sadece birkaç yaş büyük olmalıydı. Esmer teni eski kıyafetlerin altındaydı. Koyu renk gözleri iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi tiksinmeyle doluydu ve eli tehditkâr bir şekilde belindeki hançerin sapındaydı.

“Şehrimizi ne hâle getirdiklerini görmüyor musun? Nasıl hâlâ onu koruyabilirsin?”

“Bana yardım ediyor. Dinleyin, onun tek niyeti bana yardım etmek,” dedim aceleyle. “Ben diğer taraftan gönderildim ve onun yanına düştüm. Kötü biri olsa bana zarar verirdi, değil mi? Adrian ise beni kollamak dışında hiçbir şey yapmadı, yemin ederim.”

“Diğer taraftan gönderilenler ait oldukları soyun yanına düşer,” dedi arkalardan bir ses. Bunun üzerine bize diğerlerinden daha çok yaklaşmış olan genç adam belindeki hançere asılıp onu gün yüzüne çıkarttı. Hançerin pürüzsüz yüzeyinde kırılan günışığını izlerken yutkundum.

“Onun yanına düştüysen sen de ondansın demektir,” dedi üzerimize doğru attığı sert adımla. “Onun için ağlıyorsan onunla öleceksin.”

Hâlâ Adrian'ın yanında dizlerimin üzerindeydim ve esmer adam tepemizde dikiliyordu. Hançerini Adrian'ın ortaya serili olan göğsüne geçirmek için can attığını saklamıyordu. Gözlerindeki heyecan ve zevk ortadaydı. Hançeri havaya kaldırdığında, “Bu topraklara girmenin bedeli ölümdür,” diyerek hareketlendi. Çığlık atarak engel olmak için kendimi Adrian’ın üzerine atıp ellerimle hançeri durdurmak istedim. Gelecek acıyı gözlerimi sımsıkı yumup beklerken duyduğum gürültüyle kirpiklerim aralandığında hançerini bize savurmak üzere olan adamı arkasındaki kalabalığın kucağına fırlatılmış hâlde buldum. Şok dolu çehresinden anladığım kadarıyla bunu ben yapmıştım. Düştüğü yerden hırsla kalkan genç ve ellerim arasında gidip gelen bakışlarım şaşkındı. Kabul etmeliydim ki içimde saklı olan gücün varlığını ayırt etmek ve onu kullanabilmek güzel hissettiriyordu.

“Şimdi seni gerçekten öldüreceğim,” dediğinde yine bize doğru atılmıştı. Gücün damarlarıma yayıldığını fark ederken sağ elimi öne doğru uzattım ve genç adam birden olduğu yerde kalakaldı. Yavaşça dizlerimin üzerinden doğrulurken elim hâlâ aynı şekilde duruyordu. Kanımın kaynadığını hissediyordum, fokurdama sesleri kalbimden geliyordu. Sanki bedenimi bir başkası ele geçirmişti, bu saf güçtü. Asıl benliğim köşesine çekilmiş olanı biteni izlerken elimi sanki onun boğazını sıkıyormuşum gibi şekillendirdim, adam boştaki elini dehşetle boğazına götürüp görünmez baskıdan kurtulmaya çalıştı.

Dudaklarımda yer edinen kıvrılma kanımı dondurdu, zihnimin içerisinde kendi sesim çığlık attı. “Bu ben değilim!” Yine de beni ele geçiren güç baskın olduğu için komutayı devralamadım. Elim yavaşça havaya kalktığında genç adam da yavaşça havalandı. Ayaklarının yerle teması kesilince can çekişir gibi çırpınmaya ve bacaklarını çırpmaya başladı. Elindeki hançer toprağa çakılırken gözleri dehşetle aralanmıştı ve bir yudum nefes için çırpınıyordu.

Gaipten gelen sert rüzgâr saçlarımı uçuşturuyor, yere döşenmiş eski taşların üzerinde biriken tozları yer değiştirmeye zorluyordu. Elimi hafifçe çevirsem onun boynunu kırabilirdim. Yerden iki karış havada can çekişen adamı kafamı sol omzumun üzerine yatırarak izlemeye devam ettim. Kalabalıktan uğultular yükseliyordu, bir başkasının saldıracağını anlamakta zorlanmadım. Diğer elim birden havaya kalktı ve saldırmaya niyetlenen her kimse onu arkadaki ağacın gövdesine fırlattım. Kim olduğunu bilmiyordum, onu görmemiştim bile. Gerçek benliğim sıkıştığı köşesinde şok içerisindeydi. Güç ilk kez o zaman gözümü korkutmuştu.

Kalabalığı yararak çıkan bir adam karşıma kadar geldiğinde gözlerim kayarak onu buldu. Nefes nefese kalmış yabancının saldırma niyetinde olmadığını kalbimin buz tutmuş derinliklerinde hissetmek beni ürpertirken onu inceledim. Uzun siyah saçlarının bir kısmını üsten bağlayıp topuz yapmış, bir kısmını da açık bırakmıştı. Birkaç ak telin düştüğü sakalları hafif uzundu. Solgun beyaz gömleğinin üzerine giydiği, vücudunu sımsıkı saran deri zırh onu olduğundan daha kaba ve kuvvetli göstermişti. Tahminen orta yaşlarda olmalıydı. Yeşil gözlerinin etrafına çektiği yoğun sürme gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı ve o gözlerde saf şok vardı.

“Neare,” diye fısıldadığında onu duydum ve söylediği kelime irkilmeme neden oldu. Adamın hâlâ şokla bana bakan gözlerine odaklıyken havadaki elim yavaşça aşağıya indi ve saldırgan genç yere yığılarak artık özgürce nefes alabilmenin tadını çıkardı. Bu sırada yabancı adam bana bir adım yaklaştı, tepeden tırnağa yüzümü taradı. Bana tanıdık birine bakıyormuş gibi bakıyordu ama onu tanımadığıma ve hayatımda hiç görmediğime yemin edebilirdim.

“Neare,” dedi yeniden, tenime incecik kıymıklar batmış gibi rahatsız hissettim. “Ne demek istiyorsun?” diye sorduğumda güç bedenimi terk etmek üzereydi. Kabuğuna çekildiğini hissetmek garipti. İçimde saklı olduğunu biliyordum ama her istediğimde ona erişemiyordum. Gün yüzüne çıktığındaysa beni tamamen köşeye iterek kendisine yer açıyordu. Asla yıkılmayacak, zarar görmeyecekmiş gibi hissetmekten kendimi alamıyordum, ancak güç kabuğuna geri çekildiğinde bedenimdeki her bir sıyrık anında kendisini bana hatırlatıyordu.

Yabancı adam girdiği transtan çıkmak istercesine kafasını çok hafifçe iki yana salladıktan sonra, “Adım Hann,” diyerek elini öne doğru uzatıp bir çeşit reveransta bulundu. Boyu 1.90’dan fazla olmalıydı, karşımda dev gibi duruyordu.

“Kiara,” diye mırıldandıktan sonra etrafımdaki kalabalığın üzerinde gözlerimi gezdirdim, hâlâ nefret dolu bakışların odağındaydık ama ayrıca o bakışlarda soru işaretleri ve merak da saklıydı. Yığıldığı yerden birilerinin yardımıyla ayağa kalkan genç adam ise hâlâ nefes nefeseydi, ancak saldırganlığından hiçbir şey kaybetmemişti.

“Niyetim zarar vermek değil,” dedim anlamasını istercesine. Yeniden Hann'a döndüm, çünkü önde gelen biri olduğu duruşundan bile belliydi. “Onun da zarar vermeye niyeti yok, yemin ederim.”

Kafamla Adrian'ı işaret etmem genç adamı daha çok saldırganlaştırdı. “Hah, buna inanacak kadar aptal mıyız?” diyerek bir kez daha öne çıkmak istediğinde Hann elini onun önüne uzatarak adım atmasına engel oldu.

“Sakin ol Ousla.”

“Ama Hann!”

Hann, Ousla'ya yandan bir bakış attığında yeşil gözlerinden geçen sert uyarıyı anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Nitekim Ousla her ne kadar durumdan hoşlanmasa bile dişlerini birbirine geçirerek sessiz kalmayı seçmiş ve hemen sonra da yere çakılan hançerini alıp kalabalığa karışarak orayı terk etmişti.

“O meleği buraya getiren ne?”

Adrian'ın bahsettiği cadının ismini bir an için hatırlayamayınca, “Yaşamın... Yaşamın Gözü,” diye mırıldandım. Hann hemen anlayarak beni tamamladı.

“Marcos.”

Hızlı hızlı kafamı salladım. “Onunla görüşmeye geldik.” Etraftakilerden homurtular yükseldi.

“Bunlar çıldırmış olmalı Hann.”

“O meleğe güvenemeyiz, Marcos bizim için önemli.”

“Onun asillerden olduğunu anladın, değil mi?”

“Onu burada istemiyoruz Hann, gerekeni yap.”

“Melek buraya gelmeyi göze almışsa niyeti saldırmak değildir,” dedi Hann sesini yükselterek. “Hiçbir melek buraya tek başına saldırmaya cesaret edemez, asil bile olsa. Bu yüzden endişelerinizi bir kenara bırakın dostlarım.”

Onaylamak istercesine kafamı sallarken gözlerim hâlâ yerde hareketsiz yatan Adrian'ı bulduğunda yeniden dizlerimin üzerine çöktüm. Ayağımdaki şiddetli ağrı yüzünden yüzümü buruşturmak zorunda kalsam da artık ciddi anlamda endişelenmeye başlamıştım. Neden hâlâ uyanmıyordu? Kafamı kısa bir anlığına gökyüzüne kaldırdığımda kara bulutların göğü esir aldığını gördüm, ancak sadece bu kadardı. Sanırım Adrian görünenin aksine ciddi bir yara almıştı.

“Lütfen ona yardım eder misiniz? Yukarıdan yuvarlandı ve hâlâ uyanmadı,” dedim etraftan yükselen sesleri umursamadan. Gözlerim doğrudan Hann’ı buldu, işin aslı pek de yardım edecekmiş gibi durmuyordu.

“Sen de yaralanmışsın. Ayağın üzerine basılmayacak durumda.”

“Önemli değil, onun için endişeleniyorum.”

Hann hafifçe gözlerini kıstı. “Neden sen bir şeyler yapmıyorsun cadı?”

“Bilmiyorum,” dedim, etraftan yine homurtular yükseldi, yalancılıkla suçlandım. “Yemin ederim ki büyü yapmayı bilmiyorum. Her şey bir anda oluyor ve bir anda bitiyor, benim kontrolüm dışında.”

“Seni, Ousla'yı boş çuval gibi havada asılı tutarken gördüm, parmaklarını hafifçe çevirsen boynunu kırabilirdin. Büyü yapmayı bilmiyorsan bunu yapabilmenin imkânı yok.”

“Ben diğer taraftan gönderildim,” dediğimde Hann'ın onu ilk gördüğümdeki şokla yeşil gözlerinin üzerimde donmasını izledim. “Henüz yeniyim ve böyle şeyler yapabilene kadar cadı olduğuma inanmıyordum bile. Ama bir anda oluveriyor anlayamıyorum.”

“Çoğunlukla baskı altındayken, tehlikedeyken, değil mi?”

Bir kez daha hızlı hızlı kafamı salladım. “Normal anlarda hiçbir şey yapamıyorum yemin ederim.”

“İçgüdülerin seni koruyor,” derken o da kafasını salladı.

Artık bir şeyler yapmasını umarak, “Adrian-" diye söze girmiştim ki Hann bıkkın bir soluk verirken elini havaya kaldırıp parmaklarını bir kez şaklattı ve Adrian'ın gözleri birden açıldı.

“Tanrım, Adrian, iyi misin?” sorusu dudaklarımdan dökülürken Adrian hızla doğruldu ve etraftaki kalabalığı fark ettiğinde sanki tepeden yuvarlanan başkasıymış gibi fişek misali ayağa fırladı. İçime ancak rahat bir soluk çekebildiğimi fark ettim. Hâlâ dizlerimin üzerindeyken önümde dikilen bedenine, geniş sırtına gözlerimi dikerek sanki çevrede kimse yokmuş gibi bu anın tadını çıkardım.

Tanrım, ona sandığımdan daha güçlü bağlıydım.

Bunu kabullenmek sertçe yutkunmama neden olurken sol ayağıma ağırlığımı vermeden doğruldum ve tek ayak üzerinde zıplayarak Adrian'ın yanında dikildim. “Bana buranın ölü bir şehir olduğunu söylemiştin,” diye sadece onun duyabileceği seviyede fısıldarken sesim sivriydi. “Burada ölü şehirlerde hep bu kadar çok canlı var mıdır?”

“Sağ kalanların geri döndüklerini biliyordum ama bu kadar çoğalmış olacaklarını düşünmemiştim.”

“Peki seni öldürmek isteyeceklerini de biliyor muydun?”

Dudakları sadece benim fark edebileceğim şekilde hafifçe kıvrıldı. “Elbette. Buradaki herkes bir melek öldürmek ister. Sen hariç,” derken bana doğru dönüp kulağıma eğildi.

“Sen daha çok benim için bacaklarını aralamayı tercih ediyorsun.”

Saç diplerime kadar kızardığıma yemin edebilirdim. Tırnaklarım her an onun derisine geçecekmiş gibi kıvrılırken Adrian geri çekildi ve Hann'a döndü. Konuştuğunda az önceki alaylı, oyunbaz sesi yerini tamamen sertliğe bırakmıştı.

“Marcos’u görmek için geldim. Ona danışacağım bir konu var, cevabın sadece onda olacağını bildiğim için buradayım.”

Hann tıpkı diğerleri gibi düşmanca bakışlarla Adrian'a bakıyordu. Onu burada istemediğini, hatta öldürmeyi arzuladığını görebiliyordum. “Marcos’un melek görmekten hoşlanacağını sanmıyorum. Sana yardım etmeyecek, boşu boşuna buraya geldin.”

“Ona yanımda Saami Taşı'nı getirdiğimi söyle, beni kabul edecektir.”

Hann duraksadı, benim de kaşlarım çatıldı. Bana bundan hiç bahsetmemişti. Kim bilir o taş ne işe yarıyordu, çünkü Hann bile üzerinde düşünür gibiydi.

“Taşı göster.”

Adrian elini pantolonunun cebine atarak can alıcı sarı renkteki taşla süslenmiş kolyeyi ortaya çıkardı. Uzun zincirin ucundaki taş ceviz büyüklüğündeydi ve ışık saçarcasına parlıyordu. Çaprazımda kalan on-on iki yaşlarındaki kız çocuğunun hayranlıkla büyüyen gözleri dikkatimi çekti, dudakları aralanmıştı. Onun hemen yanında kucağında kundağa sardığı yeni doğmuş bebeğiyle duran kadının yüzünde de aynı ifade asılıydı.

Hann'ın yüzü biraz daha sertleşti. “Saami taşı çift başlı aslan tarafından korunuyordu. Onu almayı başarmış olman-"

Adrian taşı yeniden cebine atarken, “Beni mi küçümsüyorsun?” diye sordu. Tavrında ince bir alay saklıydı. “Senden daha yetenekli olmama şaşırma Hann Dia Maourf.”

“Onu kızdırmaya çalışarak belanı mı arıyorsun?” diye tısladım, sesim kısıktı.

“Ne o? Yoksa ondan korkuyor musun?”

“Yukarıdan düşerken gözlerin işlevini mi kaybetti senin? Kaç taneler görmüyor musun?”

“Görüyorum,” dedikten sonra bana doğru döndü. Aramızda geçen konuşmayı sadece biz duyabiliyorduk ama benimle eğlenen suratını herkes görebiliyordu. “Sana benim yanımdayken kimseden korkmaman gerektiğini daha önce söylemiştim. Sözlerimi hayat ilkelerin hâline getir, Rheana.”

Yüzümü ekşittim. “Hatırlat da uygun bir anda kendini beğenmiş o asil kıçını tekmeleyeceğim.”

Dudağının kenarı kıvrıldı, gözlerim oluşan kıvrımın üzerinde gezinirken Hann'ın, “Şeytanın büyük bir derdi olmalı. Tüm bunları göze alıp buraya geldiğine ve bizden medet umduğuna göre,” diye aynı soğuk alayla karşılık verdiğini duyduğumda dişlerimi sıktım. Ona sürekli şeytan diye hitap etmeleri canımı sıkmaya başlamıştı ama bana kıyasla Adrian durumu umursamaz görünüyordu.

Gökyüzü homurdandığında Adrian'ın suratına baktım, cam mavisi gözleri burayı bir kez daha yakıp yıkmak ister gibi bakıyordu, ancak konuştuğunda sesi düzdü. “Marcos nerede?”

Hann elini sağ tarafına doğru uzatarak oradaki yolu gözlerimizin önüne sererken bakışlarını bizden, daha doğrusu Adrian'dan ayırmamıştı. “Yürüyeceksin. Kanatlarını çıkartacak olursan onları kopartırım.”

Adrian dişlerini sıktı, gökyüzü bir kez daha homurdandı, rüzgâr sertleşti. “Sakin olmalısın,” diye mırıldandığımda sanki ben hiç konuşmamışım gibi, “Gel, bu hâlde yürüyemezsin,” diyerek birden beni kucakladı. Kollarım hızla boynuna sarıldı. Bir eli belimin biraz üzerinde diğer eliyse diz kapaklarımın altındaydı ve yürümeye başladığında pek de zorlanıyormuş gibi görünmüyordu.

“Buna gerek yoktu, Adrian, yürüyebilirdim.”

“Öyle mi? Kedi gibi bana sokulmandan bundan hoşlandığını anlayabiliyorum.”

Bu kez tırnaklarımı çıplak göğsüne geçirmekten kendimi alamadım, kusursuz teninde beş tırnağımın da izi çıktığında içine sert bir soluk çektiğini fark etmek o tuhaf hissin beni kuşatmasına neden oldu. Bundan kurtulmak adına sertçe yutkunurken bakışlarımı aralarından geçip gitmemizi izleyen kalabalığın üzerinde gezdirdim.

“Bana ucubeymişim gibi bakıyorlar.”

“Bir meleğin kucağındasın, ne bekliyordun ki?”

“Bu kadar nefretle nasıl yaşayabiliyorsunuz? Aslında aynısınız, aynı kandan geliyorsunuz ama anladığım kadarıyla ne siz bunu kabul ediyorsunuz ne de onlar. Aranızda büyük bir güç savaşı var.”

Adrian iç geçirdi. “Derin bir konu, şimdilik boş versen daha iyi.”

Hann'ın önümüzden ilerlediğini fark ettim ve arkamızdan da iki genç adam daha geliyordu, sanırım önlem amaçlıydı. İlerlediğimiz yol ağaçların birbirine geçen dallarından oluşan tünelle örtülüydü ve ölü şehre açılan birçok kolu vardı. Biz ise dümdüz yürüyorduk.

“Hann’ı nereden tanıyorsun?” diye mırıldandım. Kafam Adrian'ın göğsüne yaslıydı ve kucağında olmama rağmen hâlâ düzenini kaybetmemiş soluklarını dinliyordum.

“Asıl sen adını nereden biliyorsun?” dedi homurdanır gibi.

“Beni bu tehlikenin ortasına getirip baygın kalmayı seçtiğin için onunla tanışmak zorunda kaldım.”

Huysuz çıkan sesim onu güldürmek yerine tüm bedeninin kasılmasına neden oldu. “Sana saldırdılar mı?”

“Üstesinden gelemeyeceğim bir şey değildi,” dediğimde bunu onu rahatlatmak için söylediğimi fark etmem uzun sürmedi. Aslında durum beni feci derecede germiş ve korkutmuştu.

“Birini ağaca fırlattım, umarım iyidir. Ayrıca birinin de boynunu kırmak üzereydim.”

Bu kez beklediğim gülümseme dudaklarına yayıldı. “Sanırım büyü yaparken izlemekten hoşlanacağım tek cadı sen olacaksın,” dedi, alacağım soluk boğazımda kaldı. Kalp atışımın hızlandığını hissetmemesini umdum ama daha çok kıvrılan dudakları bunu hissettiğini belirtir cinstendi.

“Ama bundan sonra dileklerini dile getirirken iki kez düşün, hele de benimle ilgili olanlarını,” dediğinde sesi huysuz çıkmıştı. “Yuvarlandığımı görmeyi dilemiştin, istediğin oldu mu? Memnun musun?”

Ben daha minik yuvarlanmaları kastetmiştim, bu kadarını asla istemezdim. “Düşerken neden uçarak kurtulmaya çalışmadın Adrian?”

“Yapamadım. Beni onlar düşürdü, büyüyle etkisiz hâle getirdiler,” dedi yeniden yüzü ciddileşirken. “Hann güçlü bir cadı, sağ kalanların yeni lideri olduğunu duydum.”

Birkaç adım önümüzden ilerleyen adamın sırtına gözlerimi dikerken, “Tuhaf biri. Ona bakarken içimde tanıdık bir his oluşuyor ama onu tanımadığımdan eminim. O da bana beni tanıyormuş gibi baktı.”

“Aynı soydan olduğunuz için böyle hissetmiş olabilirsiniz,” dedi içimi rahatlatmak istercesine. İşin aslı durumun onu düşündürdüğünü anlamıştım, yine de ben de kafamı sallayarak şimdilik geçiştirmeyi seçtim.

“Getirdiğin taş ne işe yarıyor?”

“Kahinler gelecek hakkında tahminde bulunabilir, onlardan başkası bunu yapamaz. Ama Saami Taşı sendeyse artık gelecek hakkında herkesten daha çok şey bilebilirsin ve en önemlisi de bunun için kâhin olmana gerek yok. Marcos'un bu taşa sahip olmayı isteyeceğinden eminim, bizi geri çevirmeyecek.”

“Eline böyle bir koz verecek olman tehlikeli değil mi?”

“Ne olacağı artık umurumda değil, Rheana, ben bu savaştan çok önce çekildim.”

Ağır ağır kafamı salladım. Adrian'ın koparıp attığı hayatını merak ediyordum. Nelerden kaçıyordu? Ya da kimden? Sharon hayatında tam olarak hangi noktadaydı? Aklımda bir sürü soru vardı ve cevap alamadığım her an merakım katlanıyordu.

“Yoruldun mu?”

“Hayır.”

“Tüm yolu böyle mi gideceğiz? Ne kadar uzak olduğunu bile bilmiyoruz.”

“Rheana, bunu düşünmeyi bırak,” diye fısıldadı. “Seni yüzyıllar boyunca bu şekilde taşıyabilirim.”

“Ama yaralandın? Hiç canın acımıyor mu?”

“Birkaç kesik şeytanı öldürmez.”

İstemsizce tırnaklarımı bir kez daha göğsüne geçirdiğimde soluğunu inler gibi minik bir ses çıkartarak dışarıya saldı. “Şunu yapmayı kes.”

“Sen de kendinden şu şekilde bahsetmeyi kes.”

Hann hiç ummadığım bir anda konuşmamıza dâhil oldu. “Cadı buraya geleli ne kadar zaman geçti?” diye sorarken sadece adımlarını yavaşlatmıştı, dönüp bize bakmamıştı.

“Sanırım birkaç haftadır buradayım,” dedim soruyu bana sormamış olsa bile.

“Neden hâlâ eğitimsiz?”

Bu kez cevap vermedim, çünkü adam benimle konuşmaya niyetli değil gibiydi. “Önceliğimizde başka konular var,” dedi Adrian, yine o dümdüz tonla.

“Cadı senin için neden bu kadar önemli?”

“Hey, benim bir adım var,” diye çıkıştım. “Kiara, adım Kiara, cadı değil. Ayrıca onun yanına düştüm, bana yardımcı oluyor hepsi bu.”

Adrian dudaklarını kulağımın dibine sokarak, “Hepsi bu mu?” diye sorduğunda sesinden yine aynı oyunbazlık akıyordu.

Hann, “Kaç yaşındasın?” dedi söylediklerimi duymazdan gelerek.

“Yakında on dokuz olacağım.”

Adrian bir kez daha kulağımın dibine sokuldu. “Ne kadar yakında?”

Tanrım, sesi günaha davet eder gibiydi ve yemin edebilirdim ki bunu bilerek yapıyordu. Buradaki ay isimlerinin farklı olabileceğini düşünerek, “Altıncı ayın yirmi biri,” diye mırıldandım. Hann yeniden konuştu.

“Güçlerini geldiğin andan beri kullanabiliyor muydun?”

“Hayır, bunun için-"

Adrian, “Sana ne,” diye müdahale etti. Biraz öncesine kadar kanımı kaynatan sesi şimdi sert ve uyarıcıydı.

Hann üstelemedi, başka soru sormadı ve sessizce önümüzden ilerlemeye devam etti. Bana günlerce yol yürümüşüz gibi gelen uzun dakikalardan sonra nihayet hedefimizdeki yere ulaşabilmiştik. Devasa bir çam ağacının köklerinde saklanan kapıyı fark ettiğimde kendimi çizgi filmlerin içine düşmüş gibi hissetmekten alamadım. Burnuma taze kokusu dolan çam ağacı göğü delmek istercesine uzundu ve sivri, kıymığa benzer yaprakları vardı. Her kökü bedenim kadar kalındı ve toprağa geçirdiği tırnakları asla koparılamayacak kadar güçlü görünüyordu. Koca köklerinin arasına inşa edilmiş kapı ahşaptı, yuvarlak halka tokmağı dışında başka ayrıntısı yoktu. Pencere bile yoktu. Sanırım bir çeşit yeraltı evlerinden olmalıydı.

Adrian beni kucağından indirse de tamamen özgür bırakmadı. Kolunun tekini belime sarıp ağırlığımın çoğunu üstlendi. “Şuradaki köke otursam daha iyi, sen de biraz dinlenmiş olursun,” dedim belimdeki elini kibarca iterken.

“Şu anda benden uzaklaşmanı istemiyorum, yanımda kal.”

Sadece şu an için geçerli olduğunu bildiğim bu cümle tenime çarparak kan akışımı hızlandırdı. Bir gün tamamen yanında kalmamı istese ona ne cevap vereceğimi düşünürken kendimi bulduğumda içim birden huzursuzlukla doldu. Bunu asla düşünmemeliydim, çünkü o başkasına aitti.

“Oturmak istiyorum,” diye direterek ellerinden kurtulduğumda bu kez bana engel olmadı, daha çok neden bir anda sesimin sertleştiğini sorgular gibiydi. Onu umursamadan ve kapıyı çalıp büyücüyü çağırmak yerine yanımızda dikilen Hann'a bakmadan, yalnızca iki metre uzağımdaki çam ağacına doğru adımladım. Adrian onca yolu yürürken biraz sakinleşmiş olmalıydı ki rüzgâr tatlı tatlı esiyordu. Serin rüzgârın tenimi okşayıp saçlarımla dansa tutuşmasının tadını çıkarta çıkarta kapının sağında kalan ve tam anlamıyla rahatça oturulacak banka benzeyen büyük köke doğru seke seke ilerleyip yavaşça oturdum.

Tam karşımda kalan dört adam pürdikkat beni izliyordu. Adrian'ın kaşları çatıktı, az önceki çıkışımın etkilerini taşıdığını anlamam zor değildi. Ancak diğer üç adamın yüzü şokla doluydu. Adlarını bilmediğim, bizden daha geride duran iki adam birbirlerine hayret dolu bakışlar attı. Hann'ın ise rengi kireç gibiydi. Aralık kalan kalın dudaklarından, “Siktir,” kelimesi çıktığında bu fısıltıdan ibaretti ama hepimiz onu duymuştuk.

Adrian hızla atıldı. “Neler oluyor?”

“Marcos evini sadece kendisinin çözebileceği tuhaf bir büyüyle koruyordu,” dedi arkadaki ikiliden biri. Diğeri de devamını getirdi. “İçeriye kimsenin girmesini istemez. Büyü ağacın bir metre etrafından itibaren başlıyor ama o... o sınırı geçti.”

Adrian bunu duyduğu anda doğruluğunu kontrol etmek istercesine öne çıktı ama sadece iki adım atabildi. Görünmez duvar onu durdurduğunda içime düşen korku tohumlarının filizlenmeye başladığını hissettim.

“Buraya dön, hemen,” dedi bana doğru. Sert emrine anında uyarak ayaklandığım sırada Hann da Adrian’ın gelebildiği noktaya kadar gelip ayaklarının ucundaki duvarı görürcesine oraya bakarken konuştu.

“Bu çizgiden içeriye sadece Marcos geçebiliyordu. Sadece o. Ne bir melek, ne bir kahin, ne bir insan...” Gözlerini kaldırıp bana dikti. “Ne de cadı.”

Sertçe yutkunduğum sırada arkamdaki kapının gıcırdaya gıcırdaya açıldığını işitsem de Adrian'a ulaşmama bir adım kala, ayaklarıma beton dökülmüş gibi öylece kalakaldım. O garip fısıltılar bir kez daha kulaklarımı yokladı, ancak bu kez ne dediklerini anlamıştım.1

“Melez.”

Bölüm : 13.12.2024 18:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...