19. Bölüm

18. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Sharon taştan duvarları olan, köşelerine türlü türlü heykel figürlerinin işlendiği yüksek kubbeli odasında; etrafı altın yaldızlarla süslenmiş boy aynasının karşısındaydı. Her bir köşeye yerleştirilmiş devasa mumların yaydığı ışık güneş kadar parlaktı. Kalın askılı, morun en tatlı tonlarındaki elbisesi göğüslerini ve belini sımsıkı sarmış olsa da aşağıya indikçe kesimi bollaşıyordu. Omuzlarından sarkan tüller, elbisesinin etek kısmında bulunan tüllerle aynıydı. Sadece sağ kolunda omzuyla dirseği arasına taktığı çift altın bilezik vardı. Boynundaki devasa taşları olan kolyesiyse aynaya bir ışık huzmesi şeklinde yansıyordu.

Oturduğu kadife örtülü dikdörtgen pufun ardındaki genç kadın elindeki büyük tarağı Sharon'un uzun ve beyaz, bir gül kadar narin olan saçlarında gezdiriyor, bin bir emekle işlenmiş örgülerini açıyordu. İsteyeceği son şey sahibesinin canını yakmak olduğu için fazlasıyla dikkatliydi. Aynı sırada odanın ortasına kurulan yüksek aslan ayaklı ve tamamen altın kaplamalı küvetin içerisine taşıdıkları sıcak suları döken iki kadın daha vardı. Onları kontrol eden ve suyun içerisine çeşit çeşit çiçek ekleyip, iksir şişelerine benzeyen küçük şişelerde bulunan sıvıları banyo suyuna boca eden biri daha vardı. Tüm bu hummalı ve garip bir sessizlik içerisinde devam eden hazırlık Sharon'un banyo yapma isteği üzerine gerçekleşiyordu.

Sonunda tüm işler bittiğinde kadınlar getirdikleri kovalarla birlikte parmak uçlarında yürüyerek odayı terk ettiler. Geri kalan diğer kadınsa suya son kez elini daldırıp ardından da parmaklarını koklayarak hem suyun sıcaklığını son kez kontrol etti hem de güzel koktuğundan emin oldu. Ardından da saçlarının tamamı çözülmüş olan Sharon'a yaklaşarak, “Su hazır, prensesim,” dedi ve saygıyla hafifçe eğildi.

Sharon saçlarıyla ilgilenen kadına bırakmasını emreder gibi eliyle işaret edip bir yılan gibi kıvrılarak ayaklandı. Balkona giden kapılar açık olduğu için esen ılık rüzgâr uzun saçlarının ardında uçuşmasına neden oluyordu. Dört bir yanı tüllerle çevrili olan yuvarlak yatağının yanından geçerek biraz ötesindeki küvete ulaştığında kadınlardan biri verilecek emri beklemeden hareketlenip elbisesinin fermuarını çözdü. Ardından da askılarını omuzlarından indirip elbisenin yere düşmesine izin verdi. Sharon ayaklarının dibine yığılan yumuşacık kumaşın içerisinden çıkarak kendisi için ayarlanan küvete girmeye hazırlandı. Bu sırada çalan kapıya dönen cam mavisi gözleri hafifçe kısıldı ve hemen sonra güzel sesiyle buyurdu.

“Gir.”

Geleni çırılçıplak karşılayacak olmak Sharon'un pek de umurunda değildi, çıplaklıktan hiçbir zaman utanan biri olmamıştı, hatta çoğunlukla giyinmeyi saçma bulanlardan biriydi. Üzerinde melek kanatlarına benzer figürler işlenmiş olan çift kanatlı kapı birkaç takırtı çıkartarak iki yana açıldı. Defna tıpkı kızının az önce çıkardığına benzeyen uçuş uçuş bir elbiseyle içeriye girdiğinde odada bulunan diğer kadınlar onu saygıyla karşıladı.

Sharon küvetin içerisine girip kayarak vücudunu bol köpüklü suya gömdüğü sırada, “Anne? Ziyaret etmeni beklemiyordum?” dedi meraksız bir tavırla.

Defna çocuklarının arasında gözbebeği olan kızına doğru ağır adımlarla yaklaştı. Yaşını asla göstermeyen yüzü oldukça güzeldi. Sharon'un ve sahip oldukları asil soyun tamamına bahşedilmiş olan cam mavisi gözleri önce odanın içerisinde gezinip görevli kadınları yokladı, ardından da yeniden kızına odaklanıp hafifçe gülümsedi. Çehresi hiçbir sorunu ele vermiyor olsa da cam mavisi gözlerinin derinliğinde yatan huzursuzluğu sadece onu iyi tanıyanlar görebilirdi.

“Yatmadan önce seni görmek istedim.”

“Ah, istersen bana eşlik et,” dedi Sharon içinde bulunduğu büyük küvetin diğer ucunu göstererek. Defna kafasını hafifçe iki yana sallayıp odanın içerisinde ilerlediği sırada ardındaki kapı yavaşça kapandı.

“Tahha bugün senin için pãse üzümü toplamaya çıkmış. Önüne sunmak için mutfakta hazırlık yaptığından haberin var mıydı?”

Bu sözler Sharon'u güzel bir kahkaha atmaya itti. Eşsiz bir melodi gibi dökülen sesi odanın duvarlarında yankılanıp duyanların içini kıpır kıpır etti. “O çocuk kör âşık gibi,” dedi daha sonra. “Benim için yapamayacağı şey yok. Yaralanmış mı? O üzümlerin ilk olgunlaşan ağaçları uçurum kenarlarında olurdu.”

“Yüzünde birkaç çizik vardı,” dedi Defna önemsiz bir şeyden bahseder gibi elini havada sallayıp hafifçe tebessüm ettiği esnada. Adımlarını küvetin önünde durdurup kabarık elbisesinin eteğini tutarak dizlerini kırdı ve küvetin kenarına kalçasını yerleştirip oturduktan sonra eteğini serbest bıraktı.

Görevli melekler yıllandırılmış şaraptan iki altından yapılma süslü kadeh hazırlayarak yine altından tepsilere koyup kraliçe ve prensese sundular. Sharon kadehi zarif parmaklarının arasına aldıktan hemen sonra hizmetini yapmakla yükümlü olan meleklere geri çekilmelerini emredercesine elini havada sallandırdı; melekler odanın bir köşesine çekilip, ellerini önlerinde bağlayarak ve kafalarını öne eğerek hazırda beklemeye başladılar.

Sharon şarabından ilk yudumunu aldı, ardından da kadehi küvetin dışında tutarak bakışlarını annesinin yüzüne sabitledi. “Bir sorun olmadığından emin misin anne?” diye sorduğunda Defna içindeki huzursuzluğun gözlerine bulaşmasına izin verdi. Sanki tepedeki ayı görebilecekmiş gibi bakışlarını balkon kapısına dikerek konuştu.

“Altın ay çıkmaya başladı.”

“Biliyorum.”

“Bu kadar rahat olma,” dedi kızını uyarır gibi, konuşurken dikkatliydi, hizmetlilerden biri bile olsa kimse bunları duymamalıydı. “Herkes şu anda senden delirmiş gibi Adrian'a gitmeni bekliyor, buna göre davranıyorsun değil mi? Sana ara sıra ortalıktan kaybolmanı söylemiştim, herkes senin o arzuya esir düştüğünü düşünmeli.”

“Gitmeyeceğim,” dedi genç kadın netçe. “O, bana gelecek.”

Defna gözlerini kısarken sanki havadan sudan konuşuyorlarmış gibi içkisinden yudumlayıp hafifçe tebessüm etti. Ardından da “Gelmeyeceğini ikimiz de biliyoruz,” diye hatırlattı. “Onu efsunlayan ve sana bağlayan kolyesini artık takmıyor, unuttun mu?”

“Rahat ol anne, onun için planlarım var. O kolyeyi çıkarıp ardına bakmadan gitmesinin bedelini ona ödeteceğim. Beni bu kadar bekletmesinin karşılığını alacak,” dedi kendinden emin bir tavırla. “Onu öyle bir efsunlayacağım ki kolyeyi taktığı anlardakinden daha beter olacak. Köle gibi peşimde gezecek, göreceksin.”

Defna, kızının ne kadar hırslı olduğunu en iyi bilen biriydi. Eğer istiyorsa yapamayacağı ve alamayacağı şey yoktu. Ama yine de aklında bazı kuşkular vardı. “Peki yanındaki cadı-"

Sharon suyun içerisindeki elini kaldırarak annesini susturdu. Cadıdan bahsedilmesine tahammülü bile yoktu. “O çirkin yaratık da hak ettiğini tadacak.”

Defna her zamanki gibi bildiklerinin çoğunu kendine saklamayı seçerek iç çekti. “Elini çabuk tut, gözler üzerimizde,” dediğinde dalgındı. Bu kadar kısa zaman kalmış olması herkesi huzursuz ediyordu. Sağda solda dönen konuşmaları duymamasına imkân yoktu ve söylenenler sinirlerini bozuyordu.

“Yüce melekler yakında huzura erecek, endişe etme,” dedi Sharon geleceği çok iyi bilirmiş gibi bir tavırla. İçkiden yeni bir yudum alırken gözleri dalgındı. “O canavarla evleneceğim ve sadece bir çocuk yapacağım. Gebe kaldığım anda o canavar bu haberi bile öğrenemeden ölecek, onu öldüren ben olacağım.”

“Sharon, bunu her yerde söyleme,” dedi Defna telaşla. “Bir duyan olacak.”

“Ondan nefret ettiğimi yüzüne haykırmak istiyorum. Ona mecbur kaldığım için ondan gerçekten nefret ediyorum.” dedi Sharon umursamazca. Hizmetinde çalışan melekler kimseye tek kelime edemezlerdi, bunu onlara yasaklamıştı. Bu odada olanların hepsi bu oda sınırları içerisinde kalacaktı, aksi hâlde hepsi Sharon’un merhametsiz yanıyla tanışmak zorunda kalırdı.

Defna baş edilemez kızına karşılık kafasını hafifçe iki yana salladı. “Bu işin bu kadar uzaması senin hatandı. Eğer yakalanmasaydın Adrian hâlâ burada ve hâlâ sana âşık bir adam olurdu.”

“Onunla evlenmeyi kabul ettim, ondan başkasıyla olmayacağıma dair söz vermemiştim,” dedi Sharon dişlerinin arasından. “Eğer yakalanmamış olsaydım da sadece ona ait olmayacaktım.”

“İstediğinle olabilirdin ama bunu Adrian bilmeyecekti seni şapşal. O geceki hatan yüzünden şu an saçma sapan bir durumdayız.”

Genç kadın tüm öfkesine ve kinine rağmen umurunda değilmiş gibi omuz silkti. Kadehi yeni bir yudum için biçimli dudaklarına taşıdığı sırada odanın kapısı bir kez daha çaldı. Gelenin kim olduğuna dair fikri olduğu için annesine sinsi bir tebessümle bakıp, “Gir,” diye seslendi. Kapı açıldı ve Tahha elinde hazırladığı meyve tepsisiyle içeriye girmek için hazırlandı, ancak Sharon'u banyo yaparken bulmayı beklemediği için gözleri şaşkınlıkla irileşmiş, kısa bir an adım atamaz olmuştu.

Sharon karşısındaki genç adamın isteğini biliyordu, zaten kimse güzelliğine karşı koyacak kadar güçlü bir iradeye sahip değildi. Adrian dışında. Bunu hatırlamak sinirlerinin aniden zıplamasına neden olunca onu bir kez daha aldatmak için bastırılamaz istekle dolduğunda, “Gel, Tahha,” diye şakıdı.

Adam gürültüyle yutkunup elindeki tepsiyi düşürmemek için ciddi çaba göstererek odaya girdi. Bu sırada Defna asla iflah olmayacak kızına kafasını iki yana sallayarak bakıp yavaşça ayaklandı. “Umarım bu kaçamaklarınla yeniden birine yakalanmazsın,” dedikten sonra da odadan çıkıp gitti.

Tahha özenle hazırladığı meyve tepsisini iki eliyle sıkı sıkı tutuyor ve Sharon'a bakmamak için tüm iradesini kullanıyordu, ancak onun ölümcül güzelliği öylesine güçlüydü ki her seferinde kendisini ona bakarken buluyordu.

Sharon kadehi dudaklarına dayayıp içmeden önce, “Yaklaş,” diye buyurdu. Ses tonuna işlenmiş olan kışkırtıcı tını adamı irkiltti. Cılız bir bedeni vardı, Sharon daha çok savaşçı meleklerden hoşlanırdı, iri vücutlar gözünü doyurmak için tercih ettiği ayrıntılardandı, ancak bu gece bunu pek de umursamayacaktı ve peşinde köle gibi dolanan bu adama hayatının gecesine erişme şansını tanıyacaktı.

Genç adam heyecandan titrediğini saklayamazken hızlı adımlarla küvetin dibinde bitti. Kadının, getirdiği tepsinin üzerinde gezen gözlerini endişeyle takip ettiği sırada onun memnun kalması için içinden dualar sıralıyordu.

“Bu zamanda pãse üzümü sadece uçurum kenarlarında yetişir. Onları toplarken kanatların zarar görmemiştir umarım,” dedi Sharon sanki onunla ilgilenirmiş gibi. Genç adamın heyecanlı görüntüsü, sık sık yutkunması onu eğlendiriyordu.

“Sadece birkaç sıyrık,” diye sayıkladı Tahha. Aslında pekâlâ zorlanmıştı ancak şu anda bundan bahsetmek istemiyordu. Şu anda tek istediği Sharon'du.

“Tadına bakmak istiyorum,” dedi kadın bir an sonra, ancak çeşit çeşit meyvelerin ortasına yerleştirilmiş üzümlere uzanmak için hareketlenmedi, bunun yerine iri cam mavisi gözlerini adamın yüzüne dikti.

Tahha onun neyi beklediğini ancak birkaç uzun saniye sonra kavradığında telaşla tepsiyi bir kenara bırakıp üzüm salkımlarından birini eline aldı. Kan kırmızısı rengindeki minik tanelerinden kopartarak Sharon'un dolgun dudaklarına doğru uzattığı sırada kalbi deli gibi atıyordu ve oracıkta öleceğini düşünüyordu. Nitekim Sharon üzümü almak için o güzel dudaklarını aralayıp, üzümü alırken de parmaklarına hafifçe dilini değdirdiğinde tanrıya yemin edebilirdi ki kalbi bir an için durmuştu.

Sharon arkasına yaslanarak aldığı üzüm tanesini çiğnerken, “Neden elini suyun içine daldırmıyorsun?” diye sordu, sesi bir lav kadar sıcaktı. Tahha heyecandan elindeki üzüm salkımını düşürdü. O an için bin bir emekle topladığı üzümlerin etrafa yayılması umurunda bile olmamıştı.

“Bana hizmet et Tahha.”

Genç adam heyecandan şiddetle nefes alıp verirken sanki yere düşer gibi küvetin kenarlarına can havliyle tutundu. Sharon’a son kez izin istercesine baktığında aldığı karşılık şakaklarından terlerin boşalmasına neden oldu. Eğer kadın biraz daha ona bu şekilde bakmaya devam ederse Tahha oracıkta zevkin doruklarına çıkabilirdi. Tekrar tekrar gürültüyle yutkunup hafif titreyen elini suyun içerisine daldırdı. İstekli parmakları kadının gizli mabediyle buluşacağı sırada bir kuş acı çeker gibi cıyakladı. Tahha irkilerek açık balkon kapısından içeriye uçan sezahire baktı. Mum ışıklarının altında bile ışıl ışıl parlayan siyah kanatlarını çırparak doğruca küvetin kenarına konduğunda, yırtıcılığını çok iyi bildiği kuşla karşı karşıya kalmak Tahha’yı biraz korkuttu. Üstelik kafasının tepesindeki tek gözü hiç de dost canlısıymış gibi bakmıyordu.

Sharon sezahirin ayağına bağlanmış olan rulo şeklindeki küçük kâğıt parçasını almak için doğrulduğunda diri göğüsleri köpüklerin arasından sıyrılmıştı. Onun pek umurunda olmasa da bu görüntü Tahha’nın bacaklarını titretmişti. Genç kadın kâğıdı rahatça alabilmek için elindeki kadehi Tahha’ya doğru uzattı ve ardından da kâğıdı kuşun ayağından alarak yeniden sırtını küvete yasladığında güzel kaşları çatıktı. Pekâlâ mektubun kimden geldiğine dair fikirleri vardı ama kâğıdı araladığında altında Hudson’ın adını görmek kabul etmeliydi ki onu biraz şaşırmıştı. O lanetli kâhinin ilaç olmadan bu kadar süre yaşayamayacağından ve bir köşede acılar içerisinde sefil hayatının son bulacağından neredeyse emindi, ancak Hudson her zamanki gibi bir şekilde canlı kalmayı başarıyordu.

“Çık, Tahha,” dediğinde harfler dudaklarından acımasızca dökülmüştü. Adamın neredeyse ağlayacak hâline bile bakmıyordu, çünkü cam mavisi gözleri gönderilen nottaki satırlarda geziniyordu. Öyle ki adamın ayak altından çekilmesine bile dikkat etmemişti.

“Efendim, sahibem, prensesim... Size daha berrak bilgiler sunabilmek için çıktığım bu yolda güzel bir noktaya eriştiğimi bilmenizi isterim. Efendi Adrian’ın yanındayım ve buradakiler artık bana güvenmeye başladılar. Her şeyin yolunda olduğunu bilin. Efendi Adrian ile o cadı arasında hiçbir şey yok. Efendi, cadıyı geldiği dünyaya geri göndermek için çabalıyor. Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. Size daima bağlı kalacak olan uşağınız Hudson.”

Sharon kâğıt parçasını avucunun arasında buruşturup daha sonra suyun içerisine attı. Kâğıt suyla temas ettiği anda sanki hiç var olmamış gibi ardında iz dahi bırakmadan yok oldu. Edindiği bilgiler keyfini bir nebze olsun yerine getirmiş olsa da gözleri sinsice kısılmıştı ve tek bir şey düşünüyordu.

O cadının gideceği yer sadece ölüler diyarı olacaktı.

×××

Saçlarım rüzgârın sert vuruşlarıyla uçuşuyordu. Bulunduğum yükseklikteki keskin soğuk tenime hançer gibi batıyor, korunmak ister gibi bedenimi büzüştürmeme neden oluyordu.

Göklerdeydim.

Uçuyordum. Gerçekten. Göklerde hızla süzülüyordum. Sırtım Adrian’ın sert göğsüne yaslıydı ve güçlü kolları beni öyle sıkı kavramıştı ki düşmekten asla korkmuyordum. Havanın tüm hoyratlığına rağmen sık sık kollarımı iki yana açıyor ve bu güzel anın tadını çıkartıyordum. Söken şafağın kızıl ışıkları tam karşıdan yükselerek yüzüme çarpıyordu. Rüzgârın sesine karışan kanat seslerini duymak her seferinde kalbimin daha hızlı atmasına neden olurken olan hiçbir şey umurumda değildi.

Uzun bir yolculuk olacağını düşünüyordum ama Adrian kanatlarını hizmetime sunarak beni şaşırtmıştı. Birden beni yakalayıp göğe yükseldiğinde attığım çığlıkların ormanda yankılandığını hatırlıyordum ama şu anda duyulan tek şey dudaklarımdan dökülen memnuniyet kıkırdamalarıydı.

Uçmak çok garip hissettiriyordu ve o mükemmel kanatlara sahip olmak gerçekten farklı bir hazzı barındırıyor olmalıydı. Bunu tatmak istediğimi fark ettim ama sanırım pek mümkün değildi, çünkü hiçbir melek melezi o güzel kanatlara sahip olamamıştı. Benim için de aynı durum geçerli olur muydu henüz kimse bilmiyor olsa da içimde o mükemmelliği taşımadığımı hissedebiliyordum.

Adrian yavaşça alçalmaya başladığında önümüzde çorak topraklarda uzanan bir kanyon olduğunu fark ettim. Bana bir çölün ortasına iniyormuşuz gibi hissettirmişti. Nereye ve ne için gittiğimizi hatırlamak aklımı başıma getirdiğinde kendimi sertçe yutkunmaktan alamadım. Adrian beni yere yumuşak bir inişle bıraktığında kanatlarından sekerek yere çarpan hava akımı zemindeki toprağı uçuşturdu. Elleri hâlâ karnıma sıkı sıkıya sarılıyken omuzlarını gererek kanatlarını geri çekmeye hazırlandığını fark ettiğimde, “Bekle, lütfen,” diye müdahale ettim. “Onları görmek istiyorum Adrian.”

Gerildiğini hissettim. “Zaten gördün.”

“Ama hiç dokunma fırsatım olmadı.”

“Onlara dokunmak mı istiyorsun?”

Kafamı sallayarak, “Evet,” diye fısıldadım. Neden bu konuşma gittikçe kanımı kaynatıyordu?

“Seni korkutmuyor mu?”

“Ne? Hayır. Neden korkutsun?”

“Ait olduğum şeyi simgeliyorlar.”

“Ait olduğun şey umurumda değil. Umurumda olan onların sana ait olduğu,” dedim çabucak, beni saran kolları hafifçe gevşediğinde geri kalan adımı tamamlayan ben oldum ve ellerinin üzerine ellerimi koyup bedenimi kelepçelemiş kollarının iki yana açılmasını sağladım. Derin bir soluk aldıktan sonra yüzümü ona doğru döndüğümde gözlerim ilgiyle ve heyecanla büyüdü. Yetersiz gün ışığında bile insanın gözlerini kamaştıracak kadar canlı kar beyazı tüyler hafif hafif esen rüzgârla adeta dans eder gibi kımıldanıyordu. Kusursuz bir sırayla işlenmiş, inci gibi dizilmiş o beyaz tüylerin uçları altın suyuna batırılmış gibiydi ve her kımıldanışlarında ışıl ışıl parıldıyorlardı.

Onu daha geniş görebilmek için birkaç adım gerilediğimde Adrian’ın çehresi kasıldı. Sanırım ondan kaçtığımı düşünmüştü ama benim düşündüğümse ne kadar harika göründüğüydü. “Çok güzelsin,” diye sayıkladım büyülenmiş bir tınıyla. Bu onu biraz da olsa rahatlattı.

“Güzel miyim?”

Dalgın dalgın kafamı salladım. “Hayatımda yüzlerce melek görmedim, hatta senin ve Tyler’ın dışında kimseyi görmedim ama sana baktığımda sahip olduğun nefes kesici güzelliğe kimsenin ulaşamayacağını düşünüyorum. Kimse senin kadar iyi olmayacak.”

Adrian sözlerimden etkilenmiş gibi olduğu yerde kasıldı. Kanatları katlıydı ve uçları yeri süpürüyordu. Bu hâldeyken bile büyüklükleri göz kamaştırıcıydı. Gözlerimi ondan bir saniye dahi ayırmadan yeniden yanına doğru adımladım ve etrafından dolanarak arkasına geçtim. Dikkatliydim, tüylerinden birine basmak isteyeceğim son şey bile değildi.

Adrian derin bir soluk aldı. “Bir gün Atlantis'in en uç sokaklarından birinde kurulan pazara uğramıştım,” dediğinde ona kulak kesildim ama tüm ilgim hâlâ kanatlarındaydı. “Tezgâhın birinde yaşlı bir adam oğluyla birlikte güzel ayakkabılar yapıyor ve satıyorlardı.”

“Hmm,” diye mırıldanırken sırtındaki yarıktan dışarıya doğru taşan kanatların çıktığı noktanın üzerinde gözlerimi gezdirdim.

Adrian kafasını hafifçe iki yana sallayıp burnundan ses çıkartarak güldü. “O tezgâha küçük bir kız yaklaştı ve elini tutan adama tezgâhtaki ayakkabılardan birini gösterdi. Sonra adam o ayakkabıları almak istedi, küçük kız heyecanla ve sevinçle ellerini çırptı, sabırsızlıkla ayakkabıları ayağına geçireceği anı bekledi ve bu sırada yüzündeki ifade hem aç hem de heves doluydu.” İç çekti. “Şu anda sen o küçük kız gibisin ve ben de o ayakkabıyım,” dediğinde ufak bir kahkaha attım.

“Ayakkabı mı? Kendini ayakkabı olarak mı görüyorsun?”

“Evet. Beni enine boyuna inceliyorsun, sanki tezgâhta satılan bir eşyaymışım gibi. Bu garip hissettiriyor.”

Elim benden bağımsız havalanarak sırtını ortadan ikiye bölen omurga çizgisine dokundu, Adrian birden gerildi, ellerini yumruk yaptı. Diğer elim de işin içine girdiğinde gerçekten de onu tezgâhta satılmayı bekleyen bir eşyaymış gibi incelemeye başladım. Sırtından dışarıya taşan kanatlarının başladığı noktaya zarar vermekten korkarcasına dokunduğumda aslında göründüğü kadar kırılgan olmadıklarını anladım. Bir kemik kadar sert duruyordu. Adrian kanatlarına dokunmamla birlikte sanki tiki varmış da ona dokunmuşum gibi kafasını geriye atarak bedenini iyice kastı.

“Çok güçlü görünüyor,” dedim kendi kendime konuşur gibi dalgınca. “Hiç uzun süre uçtuğun için yorulduğun oldu mu?”

“Elbette, uzun süre yürüdüğünde ne hissediyorsan onun gibi bir şey,” dedi sanki güçlükle konuşuyormuş gibi.

“Beni ne kadar daha taşıyabilirdin?”

“Seni günlerce taşıyabilirim, Rheana. Birlikte göğün en tepesine yükselir ve birlikte yerin en dibine düşerdik.”

Sözleri beni gürültüyle yutkundurttu. İşte o garip arzu yine yanı başımızdaydı ve ondan kaçmak ya da onunla savaşmak imkânsız gibi bir şeydi. Ellerim biraz daha aşağıya kayıp yumuşacık tüylerinin üzerinde gezinmeye başladı, avuçlarım tuhaf bir sızıyla yandı. Bu hem yumuşacık bir ipeğe dokunmak hem de sert ve sivri kıymıkları okşamak gibiydi. Kanatları asla zarar vermez gibi görünse de sadece birini kopartarak onu bıçak misali kullanabilirdi ve karşısındakinin alacağı darbeyle öleceğine bahse girerdim.

“Rheana,” diye sayıkladı. “Bu pek iyi bir fikir olmamaya başladı.”

“Dokunduğumda ne hissediyorsun?”

“Ellerini bedenimde gezdiriyormuşsun gibi. Tamam, yeter, artık dur, dayanılacak bir yanı kalmadı,” dedi isyan edercesine ve aniden yüzünü bana doğru dönüp kanatlarını hızla geri çekerek yok etti. Suratımın asılmasına engel olamadım.

“Ama henüz keyfini çıkartamamıştım!”

“Buraya ne için geldiğimizi unuttun mu? Eğer böyle devam edersen buraya boşuna gelmiş olacağız, çünkü seni şu kayaya yaslayıp-” diye devam ederken birden sustu ve dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Cam mavisi gözlerine dağılan koyuluğu görmemek imkânsızdı. Söyledikleri ve söyleyecekleri boğazımın kurumasına neden olurken, “Özür dilerim,” diye sayıkladım. “Mükemmel görünüyorlar ve onlara sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmek istemiştim.”

“Kim bilir, belki günün birinde sen de sahip olacaksın-”

“Ah, lütfen beni kandırma,” diyerek sözünü kestim. “Onlara asla sahip olamayacağım, bunu biliyorum, çünkü onlara dair hiçbir şey hissetmiyorum. Ne denirse densin olmadıklarından eminim.”

Bakışları ağırlaştı. “Sürprizlerle dolusun Rheana, bence gerçekleşebilir,” dedikten sonra sanki ardımda kanatlarım varmış gibi arkama doğru baktı. “Melezliğine dair gerçekleşmesini istediğim tek şey.”

Sözleri beni kuşatarak içime kesik bir soluk çekmeme neden oldu. Sağa sola kaçamak bakışlar attığım esnada ellerime bulaşan parıltıları fark ettiğimde tüm ilgim avuçlarıma döndü. Sanki altın rengindeki sim avuçlarıma dökülmüş gibiydi. Minik toz parçalarının parlaklığı göz alıcıydı. “Bunlar da ne?” diye sordum dalgın dalgın.

“Altın tozu.”

“Her zaman böyle dökülür mü?”

“Dökülmez,” derken yutkundu. “Sadece istek ve arzuyla tutuşursan etrafa serpilirler. Şu anda çıplak tenini onlarla boyamayı ne kadar istediğimi bilemezsin.”

“Böyle konuşma,” diye fısıldadım yalvarır gibi, çünkü sözleri beni resmen cehennem ateşine atıyordu.

Bana kopkoyu gözlerle baktı. “Sonunda o aptal elbiseyi çıkartmışsın. Eğer biraz daha üzerinde kalsaydı onu kendi ellerimle parçalayabilirdim.”

Yola çıkmadan önce yanıma aldığım Adrian’a ait kazak üzerimdeydi, altından giydiğim büstiyerse şimdilik sırasının gelmesini beklercesine yerini kolluyordu. Açıkçası Arshala’dan beri giydiğim o elbiseden kurtulduğum için ben de mutluydum. Derin bir iç çekip, “Ama hâlâ duş alacak şansım olmadı,” diyerek durumumu kendime hatırlattığımda sıkıntıyla doldum. Gerçekten de yıkanmaya ihtiyaç duyuyordum ve kokusuna bayıldığım duş jellerimi özlemiştim.

“Buradan çıktığımızda seni duş alabileceğin bir yere götüreceğim,” dedi, kafamı salladım. Tam bu sırada uzaklarda uluyan kurdun sesi kulaklarımıza çalındığında Adrian iç geçirip homurdandı. “Tabii sivri dişler bizi parçalara ayırmazsa.”

“Bize saldırırlar mı?”

“Ben olsam saldırırdım,” dedi.

“Yani kendi ayaklarımızla ölüme mi gidiyoruz?”

Bu onu güldürdü. “Yeni mi farkına vardın?”

Kanyona doğru yöneleceği sırada onu kolundan yakaladım. “Gerçekten bizi öldürürler mi?”

“Aramızdaki bu şeye ilaç bulmak istemiyor muydun?” derken elini havada savurarak kendisini ve beni işaret etti. “Şimdi korkuyor gibi görünüyorsun?”

“Herkes ölmekten korkar.”

“Elbette,” dedi ve bana son kez bakıp ardını dönmeden önce devamını getirdi. “Ama sen korkma.”

Sakin adımlarla kanyona doğru ilerlemeye başladığında ona yetişmek için hızlandım. Bu sırada aklımın karmakarışıklığı yüzümden rahatlıkla okunabilirdi. “Onlara karşı güçlüsün değil mi? Onları yenebilirsin, daha önce yenmiştin.”

Adrian göğe yükselmeden önce çıkartıp pantolonunun beline sıkıştırdığı gömleğini giyerken bana omzunun üzerinden kısa bir bakış attı. Gergin olmasını bekliyor olsam da suratında gıcık bir sırıtış asılıydı. “İçini rahatlatmaya mı çalışıyorsun?”

“Evet, sana zarar veremeyeceklerini bilmem gerekiyor,” dedim kollarımı göğsümün üzerinde bağladığım sırada.

Gömleğinin yakalarını düzeltip sadece birkaç düğmesini iliklerken, “Tek başına koca bir kabileyle savaşamazsın, Rheana,” dedi gerçekliği açıkça ortaya sererek. “Ama sen yine de beni hafife alma hatasına düşme.”

“Gücünün sınırlarını hâlâ tam olarak bilmiyorum,” dedim hoşnutsuzluğumu saklamadan. “Ne kadar ileriye gidebilirsin?”

Bu esnada artık kanyona girmiştik ve genişliği bir futbol sahası kadar olsa da duvarlarının yüksekliğinin bir ölçüsü bile yoktu, göğe doğru uzanıyorlardı ve onları aşmak imkânsız gibi görünüyordu, kanatlı varlıklar için bile.

“Sınırlarımı ben de bilmiyorum,” dedi garip bir ifadeyle, sanırım kendisini sorguluyordu. “Hiç tüm gücümle savaşmadım, buna değecek hiçbir şeye sahip değildim.”

“Sanki...” diye kelimenin sonunu uzatıp dudaklarımı yaladım ve ona bakmak yerine önümde uzanan çorak toprağa baktım. “Sanki artık sahipmişsin gibi konuştun.”

“Artık sen varsın,” dedi hiç beklemediğim bir anda. “Rüzgâr saçının şeklini bozuyor diye rüzgârla savaşmak istediğim anlar oldu.”

İtirafı damarlarımda dolaşan kanın hem birden hızlanmasına ve hemen peşinden ağırlaşmasına neden oldu. “İşte bu bize yapılan büyü yüzünden. Ondan kurtulabilirsek her şey daha berrak olacak.”

“Ondan kurtulduğumuzda bir başkasıyla olmak isteyeceğini düşünmek bile delirecekmişim gibi hissetmeme neden oluyor.”

Kabul etmem gerekirse bunu düşünmek benim de aynı şekilde hissetmeme neden oluyordu. “Şu anda böyle olması normal. Eğer kurtulabilirsek bu yersiz dürtülerden de kurtulmuş olacağız ve belki o zaman aslında hiç birbirimize göre olmadığımızı anlayacağız.”

Böyle konuşmak bile canımı sıkmaya yetmişti, ancak büyü ortadan kalktığında her şeyin normale döneceğini düşünüyordum. Hiç değilse mantığımızla hareket edebilir, bizi adeta ele geçiren hisler olmadan seçeneklerimizi tartabilirdik.

“Burada ölebileceğimizi biliyorsun değil mi?” dediğinde irkildim, açıkçası bu hep kaçtığım sonuçlardandı. “Ve birimiz ölürse diğerimiz özgür kalacak, istediğin gibi.”

Adımlarımı hızlandırarak önüne geçtim ve ellerimi göğsüne dayayarak onu durdurdum. “Ölmeni istemiyorum,” derken kafamı şiddetle iki yana sallıyordum. “Ben ikimizin de bundan kurtulmasını umuyorum. Eğer bu ölümle sonuçlanacaksa hemen, şimdi geri dönelim.”

“Beni kabul edersin, öyle mi?”

“Adrian,” dedim onu anlamaya çalışır gibi bakarak. “Senden nefret ettiğimi falan mı düşünüyorsun? Ben sadece bu şey olmadan birbirimize bakalım istemiştim, hiçbir şeye zorunlu olmadan, sadece kendi arzumuzla.”

“Bunun için buradayız,” dedi. Sanki sözlerim ona ulaşamadan etrafına ördüğü duvarlara çarpıyor ve yere düşüyorlardı. “Sen istediğin için buraya geldim; sırf hiçbir seçeneğinin olmadığını kendi gözlerinle görmen için ve en azından deneyerek çaba gösterdiğimi görüp sonuç alamadığımızda benden nefret etmemen için.”

“Senden asla nefret etmem,” dedim telaşla hızlı hızlı. “Bunu nasıl düşünebilirsin Adrian? Senden neden nefret edeyim?”

“Etme,” dedi sertçe yutkunurken. “Herkes nefret edebilir, bu umurumda da olmaz ama sen etme.”

Bir saniye daha beklemeden parmaklarımın ucunda yükselerek onu öptüm. Dudaklarına sert bir öpücük kondurup hafifçe geri çekilirken dengemi sağlamak adına gömleğinin yakalarına tutunmuştum, o da beni belimden kavramıştı.

“Dönelim,” dedim kafamı iki yana sallayarak. “Sonucun değişmeyeceğinden bu kadar eminsin ve seni tehlikeye atmak istemiyorum.”

Hafifçe dudağının kenarı kıvrıldı. “Burada tehlike zaten benim,” diye fısıldadığında cam mavisi gözlerine baktım, tıpkı sinsi sinsi bizi takip ederek tepemizde toplanmaya başlayan fırtına bulutları gibi kopkoyuydu. “Şeytanın yanında artık cadı var. Burada tehlike biziz.”

Hafifçe gülüp aynı anda kafamı itiraz edercesine iki yana salladım. “Sen şeytan olamayacak kadar iyisin.”

“Değilim,” dedi açıkça. “Katliam çıkartabilirim, Rheana, burada gördüğün her şeyi yok edebilirim. Şu kanyonu sıralayan koca dağları ikiye bölüp tuz buz olmalarını izlerim. Bana şeytan diyorlar, çünkü ben korkulacak biriyim. Çünkü tanrıların tanrısı olan meleğin gücünü alan tek melek benim. Kimse sınırlarımın ucunu bilmiyor, dediğim gibi ben bile bilmiyorum. Şimdiye kadar ailem geri dönmem için tüm baskıları yapardı, yapanları biliyorum. Ama onlar bile benim yapabileceklerimden çekiniyor.”

Söyledikleri sertçe yutkunmama neden olsa da buna rağmen dudaklarıma ufak bir tebessüm kondurmayı başardım. “Öyleyse bu burada tehlikede olmayacağız demek? Söylesene,” dedim ve ona baktım.

“Neyi?”

“Bu kanyonu sapasağlam geri döneceğimizi.”

Kafasını hafifçe iki yana sallayıp yine dudağının kenarını kıvırdı. Elinin teki yanağıma konarken, “Cadı neden kendi güçlerini yok sayıyor?” diye sordu.

“Çünkü cadı hâlâ yeterince iyi değil,” dedim sanki kendimden değil de bir başkasından bahsedermiş gibi.

“Bence cadı hâlâ kendisinin farkında değil.”

Güldüm ve aramızdaki çekime uyarak yeniden ona doğru parmaklarımın ucunda yükselirken, “Cadının meleği var,” diye fısıldadım. “Bu yüzden kendisini olduğundan daha güçlü hissediyor.”

Adrian beni öpecekmiş gibi üzerime eğilerek, “Melek cadıyı her şeyden koruyacak,” dedi söz verir gibi. Ardından, “Rheana,” diyerek dudaklarını dudaklarıma sürttü. Orada beni öpmesi için hazır bekliyordum ve belki daha fazlasını talep etse hiçbir şeyi umursamadan onunla olurdum ama tüm bunların yerine, “Artık yalnız değiliz,” dedi dudaklarıma doğru, kollarının arasında kaskatı kesildim ve ancak o an kulak kesildiğimde arkamdan gelen hırlama seslerini duyabildim.

Olduğundan daha çok hızlanan nefesim Adrian’ın dudaklarına çarpmaya devam ederken, “Buraya gelmek hataydı değil mi?” diye fısıldadım.

“Buraya sadece aptallar gelirdi,” dedi tıpkı benim gibi fısıldayarak.

İçime titrek bir soluk çektim. “Ne güzel.”

“Bazen aptalca kararlar verebiliyorsun.”

Vahşi hırlamalar biraz daha yaklaştı. “Kararlarıma ortak olduğunu unutma,” diye ona hatırlattım. Varla yok arası kafasını salladı.

“Bazen ben de aptal olabiliyorum. Konu sensen çoğunlukla.”

Dudaklarıma sert bir öpücük kondurduktan sonra geri çekilerek ardıma doğru baktı ve cam mavisi gözlerini iyice kaplayan fırtınayı gördüm, hava homurdanır gibi titredi. Arkama dönmeye çekiniyordum ama artık ne geri dönebilirdik ne de korkup kabuğuma sinerek bu işten sıyrılabilirdim. Cesur ve güçlü olmak zorundaydım. Kendimi buna ikna etmek için çabalayarak yavaşça ardımı döndüğümde; muhtemelen tepemizdeki yüksek duvarlardan yuvarlanarak düşmüş ve yol boyu sık aralıklarla dizilmiş, kimileri küçük olsa da kimileri boyumu bile geçen kaya parçalarının aralarından sinsi adımlarla çıkan kurt sürüsüyle karşılaştım. Dişlerini göstererek sürekli hırlamaları karşısında bacaklarımın titrediğini fark etmem pek uzun sürmezken içimdeki güce erişememek beni iyice korkuttu. Onlardan korkuyordum. Beni parçalamak istemişlerdi ve Saque'ya yaptıkları ortadaydı. Belki de bu kadar korkmamın kaynağında yatan ne kadar vahşileşebileceklerini bilmemdi.

“İşte başlıyoruz,” dedim kendi kendime, sırtımı Adrian’ın göğsüne yasladığım sırada. Ona yakın olmak hatta yapışmak istiyordum. Kurtlardan iki tanesi peş peşe zıplayarak etrafımızdaki kayaların üzerine çıktı, çığlık atmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Birkaç tanesi etrafımızdan geçerken bize sivri dişlerini gösterdi. Çoğunluğuysa önümüzde kaldı. Sayıları fazlaydı, ne tarafa dönsem sivri dişler görüyordum.

“Etrafımızı sardılar,” dedi Adrian sadece benim duyabileceğim tonda.

“Bence mükemmel kanatlarını kullanmanın tam sırası.”

“Kaçalım, öyle mi?”

“Baksana pek dost canlısı görünmüyorlar. Bence şu anda yapacağımız en doğru hamle,” dedim gözlerimi iri iri açarak.

“Eğer buradan kaçarsak yapacağım ilk şey bacaklarının arasına girmek olacak,” dediğinde bacaklarımı birbirine bastırarak kasıklarıma saplanan sancıyı söndürmeye çalıştım. “Bunu biliyorsun, değil mi?”

“Artık umurumda olduğunu sanmıyorum,” derken bana doğru gittikçe yaklaşan kurdun kanımı arzulayan kehribar gözlerine saklayamadığım dehşetle baktım. Bu sırada Adrian yüzünü saçlarıma yaklaştırıp kulağıma doğru eğildi.

“Bacaklarını benim için açar mısın?”

Gürültüyle yutkundum. “Adrian,” diye adını sayıkladığımda sesim inler gibi çıkmıştı.

“Siktir, bunu şimdi yapmak için bu sürüdekilerin kafalarını kopartabilirim ve sonra kanlarının üzerinde seninle günlerce sevişebilirim.”

“Korku anında aklın bu şekilde mi çalışıyor?” dedim zar zor konuşarak. “Gerçekten. Bu ana odaklanamaz mısın?”

Güldüğünü işittim. “Birkaç düzinelik sürüden korktuğumu mu sanıyorsun?”

“Birkaç düzine mi?” derken korku dolu minik bir inilti çıkardım. “Tanrım, bizi parçalayacaklar!”

“Eğer denemeye kalkarlarsa sivri dişlerini sökmekten zevk alırım.”

Sadece iki adımlık mesafe kadar uzağımda olan kurt kafasını her an saldıracakmış gibi aşağıya doğru eğerek ve tehlikeli hırtılar çıkartarak bana bakıyordu. Tek odak noktası bendim, gözlerinde bedenimi parçalama arzusunu görebiliyordum. Bu durum sırtımı iyice Adrian'a yaslamama neden olurken, “Bence dişlerini sökmeye başlamalısın,” diye sayıkladım. “Bir saniye sonra dişlerini boğazıma geçirecekmiş gibi bakıyor.”

Adrian’ın yüzünü göremesem de söylediklerimle ve açıkça ortada olan korkumla onu eğlendirdiğimin farkındaydım. Böylesine tehlike anında bile sakinliğini koruyabilmesi muhteşemdi. Kendine güveniyordu ve en önemlisi de bu dünyaya aitti. Benden katbekat tecrübeli, en az karşımızdaki sürü kadar vahşiydi. Onun onlardan biri olduğunu unutmamalıydım, Adrian buradaki herkes gibi canavardı.

Önümdeki kurt bana doğru sinsi ve sert bir adım attığında geriye kaçmak istedim ama Adrian buna izin vermeyerek kolunu karnımın üzerinden dolayıp beni olduğum yere sabitledi. Ona artık gerçekten de mükemmel güçlerini ortaya sermenin vaktinin geldiğini yineleyeceğim sırada birisi, “Sakin ol koca oğlan,” diye seslendi. Sağdan soldan devamlı yükselen vahşi hırlamaların arasından kimin konuştuğunu anlamak için hızlı hızlı etrafıma bakındım.

“Konuşabiliyorlar mı? Bu hâldeyken konuşabiliyorlar mı?” dedim hissettiğim dehşeti ortaya sererek.

“Elbette konuşabiliriz,” dedi aynı ses ve hemen sonra onu gördüm. Kurtlardan birinin üzerine çıktığı koca kaya kütlesinin arkasından çıkarak yüzünü gösteren adam tıpkı bizim gibi görünüyordu. Sivri dişleri ve devasa kürkü yoktu. Üzerinde sadece bacak arasını örtecek şekilde kumaş parçası vardı ve iç çamaşırı şeklinde değil, daha çok mini etek şeklindeydi.

Ellerini arkasında bağlamış bir şekilde ortaya çıktıktan sonra, “Ama söylediklerimizi bizden olmayanlar anlayamaz,” diye devam etti. Adamın boyu pek uzun olmasa da vücudu iriydi. Beni kollarının arasına alıp sıksa iki saniye içerisinde nefesimi kesebilirdi. Saçları beline kadar uzanıyordu ve bakımsızlıktan keçeleşmiş gibi görünüyorlardı. Çeşit çeşit kolyeler boynunda asılıyor, her birinin boyu diğerinden daha uzun duruyordu. Kulak memelerine taktığı halka küpeler bir bilezik kadar büyük olduğu için kulak memelerini deforme etmişti.

“Sen de kimsin?” diye sordum onu deney faresiymiş gibi incelemeye devam ederken.

“Arugan,” diyerek kendisini tanıttı. “Vahar’ın oğlu Arugan.”

Adrian yine sadece benim duyabileceğim şekilde konuştu. “Liderin oğullarından biri.”

“Yani öldürdüğün kurdun kardeşi mi?”

“Evet.”

“Siktir! Buradan çıkmamıza asla izin vermeyecekler.”

Adrian endişelerimi güler gibi bir ses çıkartarak karşıladıktan sonra, “Kabilenizdeki şamanla görüşme talep ediyoruz. Gelişimiz tamamen dostane,” dedi, tanrım, hiç inandırıcı değildi. Hatta onları buna inandırmak umurunda bile değil gibiydi.

Gökyüzü sanki dostane olduğumuzu yalanlamak istercesine gürültüyle homurdandı. Karşımdaki adam gözlerini kısa bir an gökyüzüne değdirdikten sonra alay dolu bakışlarını yeniden bize dikip, “Sanca, çekil,” diye emretti, elleri hâlâ arkasındaydı. Bana odaklı olan ve üzerime atlamak için an kollayan kurt hırlayarak önümden çekilip Arugan’a yer açtı.

“Topraklarımıza öylece girebileceğini düşünüyor olman taşaklarının büyüklüğüne güveniyor olmandan mı kaynaklı? Çünkü eğer öyleyse onları kopartıp ağzına tıkmaktan fazlasıyla zevk alacağımı bilmelisin.”

Ağzım şokla aralanırken gök bir kez daha uğursuz bir sesle titredi, ancak bu kez Adrian gökyüzünün kızgınlığını yalanlarcasına güldü. Dönüp ona yumruğumu geçirmek ve kendine gelmesini sağlamak istesem de hiçbir şey yapamadım.

“Hadi ama burayı yerle bir etmenin beni asla yormayacağını ikimiz de biliyoruz. Oyun oynamak istiyorsan sona seni bırakırım. O zaman taşak yemenin ne olduğunu anlarsın.”

Arugan’ın suratındaki alay sarsılarak dağıldı. Yerini büyük bir öfke aldığında kurtlar kendi aralarında uluyarak gelecek emri beklercesine hazırlandı. “Bir kabileyle baş edemezsin melek,” dedi dişlerinin arasından. “Tek başınasın. Kendine bu kadar güvenme. Yalnız olan kolay avlanır.”

“Ben yanındayım,” dedim birden atılarak. Sanki orada yokmuşum gibi davranması sinirlerimi bozmuştu. Pekâlâ, şu anda gücüme hâlâ erişemiyor olsam bile sonuçta o bunu bilmiyordu.

Arugan’ın kahverengi gözleri yavaşça beni buldu ve sanki ilk kez görüyormuş gibi tepeden tırnağa taradı. “Seni haklamak çok daha kolay altsoy.” Gözlerimi kıstım, ona altsoyun kim olduğunu gösterme arzum birden kanıma karışarak içimdeki gücü hareketlendirdi.

“O kadar emin olma. Neler yapabileceğimi bilmiyorsun.”

“İnan umurumda değil. Topraklarımıza geldiniz, eğer kabul edilmemiş olsaydınız şu anda bedenlerinizin parçalarını toplayıp yakıyor olurdum.”

“Ne? Ne demek kabul edilmiş olmak?” dedim şaşkınlıkla.

“Nadial ziyaretinizi önceden haber verdi. O, yetenekli bir şamandır. Sizi kabul edecek, topraklarımızda dolaşmanıza izin vereceğiz ve eğer Nadial sizden umduğunu alamazsa buradan asla çıkamayacaksınız.”

“Ne istiyor-” diye telaşla sorduğum sırada Adrian karnımdaki kolunu hafifçe sıkıp, “Her ne istiyorsa,” diyerek kabul ettiğini belirtti. Tanrım, onu gerçekten de yumruklamalıydım.

Arugan, “Reddetmeni beklerdim. Böylece işinizi daha çabuk bitirmiş olurdum. Bunu ne kadar istediğimi bilemezsin. Kafanı gövdenden ayıracağım,” dedi kinle, gözü dönmüş gibi bakıyordu. “Nasıl sen kardeşiminkini ayırmışsan ben de seninkini ayıracağım. İster şimdi, ister Nadial seninle işini bitirdiğinde.”

“Kardeşin sınırlarını bilseydi şu anda yanında duruyor olurdu,” dedi Adrian gaddar bir tavırla.

Arugan, “Bu kadın yüzündendi değil mi?” dedi sıkılı dişlerinin arasından tıslayarak. Yeniden hedefinde olduğumu bilmek beni ürpertti. “Sana yemin ederim ki melek, önce kadını parçalayacağım. Kanını içip etini yiyeceğim. O, başından beri bizim avımızdı, üzerinde hak iddia ederek tüm çizgileri bozdun.”

Gök öyle güçlü titredi ki ayağımın altındaki yerin sarsıldığını hissettim. Adrian’ın buraya geldiğimizden beri ilk kez kasıldığını fark ettim, sırtımı dayadığım göğsü bir taşa dönmüş gibiydi. Buna rağmen hafifçe gülmeyi başarıp, “Deneyebilirsin,” diyerek olacaklara karışmayacağını açıkça belli etti.

Arugan bizi parçalama hayalini şu anda gerçekleştirmek istercesine bakarken arkasında sakladığı ellerini çözüp avuçlarının arasında ezdiği küçük cam şişeyi bize doğru fırlattı. Aslında üzerime doğru gelen şeyden kaçmak istercesine hareketlenmiş olsam da kendimi şişeyi havada yakalarken buldum ve elime pimi çekilmiş bomba gelmiş gibi onu gerisin geri fırlatmamak için zor durdum.

“İçin. İkiniz de.”

“Ne bu?” diye sordum Adrian şişeyi elimden aldığı sırada. İçerisinde mavimsi bir sıvı vardı.

“Nadial’ın sizin için hazırladığı özel bir karışım,” dedi Arugan keyfi yerine gelmiş gibi. “Bir süre tüm yeteneklerinize veda edeceksiniz. Ancak arındırılmış şekilde topraklarımıza girebilirsiniz. Büyü yok, uğursuz hava yok, uçmak,” derken Adrian’a dişlerini göstererek sırıtıp cümlesini tamamladı. “Yok.”

“Ama bu kabul edilemez,” dedim kafamı şiddetle iki yana salladığım sırada. Arugan ellerini iki yana açarak alayla karşılık verdi.

“Kabul etmek zorunda değilsiniz. Hatta kabul etmemeniz işime gelir cadı. İşinizi bitirmek için beklemek zorunda kalmam.”

“Seni adi piç,” dedim ağzımın içerisinde homurdanır gibi, beni duymadı. Eğer duysaydı suratındaki alayın dağılacağından emindim.

Adrian ise yine sadece benim duyabileceğim bir tonla, “Belayı üzerine çektiğini düşünüyordum. Ama şu anda belaya kendi ayaklarınla geldin. Umalım da Nadial sevimli bir kurtçuk olsun,” dedi. Mümkünmüş gibi daha çok gerilmeme neden olduğunda omzumun üzerinden dönerek ona baktım. Tanrım, çok rahat görünüyordu. Sanki bizi öldürmek isteyen koca bir sürünün arasında kıstırılmamıştı da buradakiler birazdan dizlerini çöküp ona saygılarını sunacakmış gibi hissettiriyordu. Bunu benim var olan korkumu daha çok harlamamak için mi yapıyordu emin olamıyordum. Tek bildiğim şu anda tehlikede olduğumuzdu ve buna sebebiyet veren de bendim.

Adrian şişenin tepesindeki mantar tıpayı açmak için karnımın üzerindeki kolunu çözdü. Ona engel olma niyetiyle, “Ne yapıyorsun?” dedim dehşet içerisinde. Cam mavisi gözlerini kısaca bana değdirip, “İçiyorum,” diye açıkladı sanki bunu anlamamıştım gibi.

“Delirdin mi? Ne dediğini duymadın mı? Güçsüz kalacağız-”

“Önemi yok. Bize saldırmadılar-”

“Ama saldırmayacakları anlamına gelmiyor.”

Yine bana doğru eğilip yine sadece benim duyabileceğim şekilde konuştu. Bu kez alay yoktu, bu kez öfkeli olduğunu bile söyleyebilirdim. “Bu kadar ödlek olma. İlacı isteyen sendin şimdi arkasında dur, Rheana.” Ardından da açtığı şişeyi gözlerini benden ayırmadan kafasına dikip yarısına kadar nefes bile almadan içti. Yanaklarımın içini kemirerek onu izlemek dışında hiçbir şey yapamadım. Bu kadar korku dolu olmak benim de canımı sıkıyordu ama Saque’nun yüzü sürekli gözlerimin önüne geldiği için bunun önüne geçemiyordum.

Adrian şişeyi bana doğru uzattığında tereddüt doluydum. Güçlerim derin bir uykuda gibiydi, zaten onları pek hissedebildiğim söylenemezdi ama bunu içerek onları bir süreliğine tamamen devre dışı bırakacak olmak beni endişelendiriyordu. Ancak tüm olumsuz düşüncelerime rağmen şişeyi yavaşça dudaklarıma yaklaştırdım. Adrian içtikten sonra benim reddetmem pek bir değişiklik oluşturmayacaktı.

İlk yudumumu aldıktan sonra tadının nahoşluğunu umursamamaya çalışarak kalan tüm sıvıyı mideme indirdim. Bir an için kendimi kusacakmış gibi hissetsem de bunu dizginlemeyi başarabildim. Sıvı sanki mideme gitmemiş, kanıma karışıp damarlarıma yayılmışçasına tüm vücudumun karıncalanmasına sebep oldu. Ancak birkaç uzun saniyenin ardından geriye hiçbir şey kalmadı. Aynı hissediyordum, pek değişiklik yoktu, sadece çok hafif baş dönmesi yaşıyordum.

Gözlerim hasar tespiti yapma arzusuyla Adrian'a döndü. Bu sırada hafif bir rüzgâr esti, saçlarımız uçuştu, gökyüzü delinmiş gibi sadece birkaç küçük alana güneş ışığı düştü, biri Adrian’ın üzerindeydi. Teni güneş ışığının altında elmas gibi parıldarken yavaşça kafasını kaldırmasını ve göğe bakmasını takip ettim. Peşimizden gelen o kara, birbirlerine sürterek kıvılcımlar çıkartan ve her an saldırmayı bekleyen bulutların; havada dağılan sigara dumanı gibi dağılmasına şahit olmak gerçek anlamda korkuyu hissetmeme neden oldu. Güneş birkaç dakika içerisinde tamamen ortaya çıkacaktı ve bu, Adrian’ın artık tamamen pasif olduğunun habercisiydi.

Arugan durumdan duyduğu memnuniyeti asla saklamadan sinsi ifadesiyle, “Yürüyün,” diye emretti. Hareket etmeden önce son kez Adrian'a baktığımda onu kaskatı ifadesiyle yakalamak gerginliğimi kamçıladı. Burada, bizi öldürmek için dişlerini bileyen ve salyalarını akıtan kurt sürüsünün arasında tamamen savunmasızdık.

Daha fazla korkarak kendimden nefret etmemek ve daha güçlü görünmek adına omuzlarımı dikleştirerek ileriye doğru yürümeye başladım. Arugan asla yolumdan çekilmeyecekmiş gibi dursa da sinsi bakışlarını Adrian’dan ayırmadan hafifçe kayarak bana yol verdi. Yanından geçip gittiğimde Adrian da peşimden geliyordu, ancak Arugan ile burun buruna geldikleri anda Arugan aniden atılarak yumruğunu Adrian’ın yüzüne geçirdi. Etrafımızdaki kurtlar sanki bunu coşkuyla karşılarmış gibi uludular. Bense çığlık atarak, “Ne yapıyorsun?” diye bağırıp Adrian’a doğru gitmek istedim. Ancak çevremizdeki kayalardan birinin üzerinde duran kurt çevik bir hareketle tam önüme atladığında geri kaçmak zorunda kaldım. Kızıla çalan tüylerini kabartarak ve hırlayarak beni geride tutmaya çalıştı.

“Ona dersini veriyorum,” dedi Arugan hazla. “Bunu çoktan hak etmişti. Kendini beğenmiş piç kurusu.”

Adrian sağ omzuna doğru düşen kafasını kaldırdığında dudağından akan kanı baş parmağının ucuyla silip çenesini eski hâline getirmek istercesine birkaç kez oynattı. “Bunu iksiri içmeden önce yapacak cesaretinin olmadığını göstermen ne hoş,” dedi daha sonra, sesinde ölümcül bir alay vardı ve tüm bu alayın arkasında yatan öfke de bir hayli büyüktü. “Seni ödlek köpek yavrusu.”

Arugan bu kez daha büyük bir öfkeyle atıldı, Adrian sadece bekledi, kendisini korumak için hiçbir harekette bulunmadı. Arugan ise onu omzundan tutup çekiştirirken, “Taşakların artık yerinde değil ha? Yüce asil melek dımdızlak kaldı,” diye dalga geçti. “Seni bu hâlde zayıfken öldüreceğim, neden biliyor musun? Boktan yeteneklerin olmadan bomboş biri olduğunu bilerek geberecek olmak senin gibi birine iyi bir ders olacak.”

Öfkeyle dolup taştım, damarlarımdaki kanın fokurdadığını hissettim ama yine gücüme erişemedim. Sanki aramıza bir perde çekilmişti ve onun orada olduğunu biliyor olsam da perde aradan çekilmediği için güce sadece bakmakla yetiniyordum. Bu his çok berbattı. Hayatımın neredeyse tamamını normal biri olarak geçirmiştim ama şu anda güçler olmadan ne yapacağımı şaşırmış hâldeydim. Kendimi işe yaramaz hissediyordum ve Adrian’la göz göze gelmek bile istemiyordum. Bu duruma düşmesi tamamen benim yüzümdendi.

Arugan, Adrian’ı bana doğru itip, “Yürüyün,” diye emretti. Sesimizi çıkarmadan, yanımızdan ilerleyen kurt sürüsüyle birlikte kanyon boyunca yürümeye başladık. Arugan hemen arkamızdaydı, nefesini ensemizde hissetmemiz için elinden geleni yapıyordu. Artık ondan ya da diğer kurtlardan korkmuyordum. Artık sadece ve sadece öfke doluydum. Hem adice davranan Arugan’a hem de Adrian’ı buraya sürüklediğim için kendime kızgındım.

Adrian’a kaçamak bir bakış attığımda kaşlarını çatmış yürüdüğü yola bakarken onu buldum. Her ne düşünüyorsa çehresi oldukça gergindi, ayrıca gökyüzünde artık güneş parıldıyor olsa da onun cam mavisi gözlerinde fırtınalar kopmaya devam ediyordu.

Derin bir solukla omuzlarımı kaldırırken, “Özür dilerim,” diye fısıldadım. Konuşmamla birlikte yola saplı olan karanlık bakışları bana doğru döndü, yüzümü taradı, tepkimi ölçtü. Konuştuğundaysa aradan yüzyıl geçmiş gibi hissetmeme neden olmuştu.

“Ne için?”

“Seni buraya getirdiğim için.”

“Eğer istemeseydim getiremezdin,” dedi yeniden yola dönerek. “Eğer istemeseydim sen de gidemezdin.”

“Seni geride bırakmayı denemiştim ama hâlimize baksana, beceriksizin tekiyim.”

“Beni uyutup gitmeye kalktığın için sana ayrıca öfkeliyim, bunu daha sonraya ertelediğim için konuşmadık, dikkat etmediğimi sanma,” dedi imayla, iç çektim. “Aramızdaki şeyin ne kadar güçlü olduğunu beni uykumdan uyandırmasından senin gidememenden anlaman gerekiyordu. Bu şey bastırılamaz, durdurulamaz, Rheana.”

“Anladım,” diye mırıldanırken sertçe yutkundum. “Özür dilerim.”

“Dileme.”

“Bana

ir misin?” diye sordum yine ona kaçamak bir bakış atarken.

“Veririm,” dedi, sanki ne olduğunu duymaya ihtiyacı bile yoktu.

“Sana zarar gelmesine izin vermeyeceğine söz verir misin?”

Cam mavisi gözleri yüzüme saplandı. “Veremem,” dedi hemen ardından. “Çünkü sana zarar gelmemesi için elimden geleni yapmakla uğraşacağım.”

Birden ağlama isteğiyle dolarken, “Kendimi berbat hissediyorum,” diye sayıkladım. “Hepsi benim yüzümden ve işe yaramazın tekiyim. Eğer bize bir şey olacak olursa hiçbir şey yapamayacağım. Sana zarar vermelerine-”

Eli yavaşça kayarak elime sürtündü ve parmakları parmaklarıma dolandı. “Bir şey olmayacak,” dedi beni yatıştırmak ister gibi. “Geleceğimizden haberleri vardı, saldırmayacaklar, muhtemelen bizden bir şey isteyecekler.”

“Ya seni isterlerse?”

Hafifçe güldü. “Beni mi?”

“Bir asil meleği rehin almayı kim istemez ki?”

“Soyunun gelip burayı yıkacağını bilen biri bunu asla istemez.”

“Gelirler mi?” diye sordum umutla. “Gerçekten de seni kurtarmak için gelirler mi?”

“Elbette. Ben asil soyun devamıyım Rheana, bana arkalarını dönemezler.”

“Bu güzel.” Yutkundum. “Hiç değilse kurtarılacağını bilmek bile güzel.”

“Saçma sapan düşünmeye başladın ve bu aramızdaki şey yüzünden oluyor, onu dinleme. Ne sen ne de ben burada zarar görmeyeceğiz.”

Buna ne kadar inanmak istesem de endişelerim yüzünden pek başarılı olamıyordum. Bir şeyler söylemek için dudaklarım aralandığı sırada arkamızdan bizi takip eden Arugan’ın burnundan soluğunu vererek güldüğünü işitip omzumun üzerinden ona doğru döndüm.

“Melek gerçekten de cadıyla beraber,” dedi inanılmaz bir şeye tanık oluyormuş gibi hafif şaşkınlıkla. Gözleri birbirine tutunmuş olan ellerimizdeydi. Adrian ona hiç bakmadığı hâlde sanki Arugan’ın ellerimize baktığını bilirmiş gibi avucumu daha sıkı kavradı.

“Asil melek küçümsediği altsoydan birinin elini tutuyor. Cadı ise tüm bağını yok saydığı, atası kabul etmediği soydan birine zarar gelecek diye korkuyla dolu. Yüce tanrılar, bu kıyametin habercisi olmalı!”

Alayla sarf edilen bu cümleler kanın damarlarımdan çekilmesine neden oldu. Adamın tek derdi sinirlerimizi bozmak olsa da değindiği noktanın ürkünçlüğü beni germişti.

Bu kıyametin habercisi olmalı!

Arugan’ın cümlesi yol boyu zihnimin bir köşesinde sürekli tekrar etti. Kanyondan çıktığımızda bizi karşılayan yeşillik sanki başka dünyaya açılan kapıdan geçmişiz gibi hissetmeme neden olmuştu. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil ormanların bazı noktalarında tüten dumanlar oradaki yaşamları belli eder cinstendi. Aşağıya doğru inen ve ucu görünmeyen merdivenlerin başındayken etrafımızdaki kurtlar peş peşe ulumaya başladı. Çıkardıkları o iç gıdıklayıcı uğursuz ses orman boyunca dalgalandı, sanki geldiğimizi haber verdiler. Çok geçmeden ormanın içerisindeki kuşlar sese tepki vererek kaçıştı ve uzaklardan başka kurtlar ulumaya başladı. Her yerden, baktığım her yerden uluma sesinin yükselmesi beni ürkütse de bunu anında içimden silip atmaya çalıştım.

Arugan sabırsız bir şekilde, “Yürüyün,” diye bastırdı ve bizi sırtımızdan itekledi. Ardian dönüp onun elini kırmamak için zor dururmuş gibi derin bir soluk aldı. Sinirlerinin zıpladığını elimi daha sıkı tutmasından anlayabiliyorum. Ayrıca aynı öfkeyi ben de hissediyordum ve Arugan’ı acıyla inletmenin zevkini tatmak isteyen bu dünyaya ait vahşi yanım aşırı istekliydi.

Ağır adımlarla dik bir bayır gibi aşağıya doğru inen merdivenleri inmeye başladık. Oldukça dik olmasına rağmen genişti. Merdivenlerin dibi aşağıdaki ağaç denizi yüzünden görünmüyordu ve ne kadar yolumuz olduğunu kestirmeyi imkânsızlaştırıyordu. Ziyaret ettiğim ikinci şehir kurtlara aitti ve Arshala gibi ölü değildi. Her köşesinden canlılık akıyordu. Su sesi duyuyordum, kuşlar sanki şarkı söylüyordu. Merdivenleri inip çimlerle ve güzel çiçeklerle kaplı toprağa bastığımızda burnuma doluşan güzel kokular midemin açlıkla kıvranmasına neden olmuştu. Henüz göremesem de koca bir ateşin üzerinde pişen etlerin kokularının tadına bakmıştım.

İlerlediğimiz yolun üzerindeki ağaçların arasında belirli aralıklar yerleştirilmiş meşaleler tutuşturulmak için gece karanlığının çökmesini bekliyordu. Sağdan soldan aniden çıkarak etrafımızdaki sürüye katılan başka kurtları görmek kendimi bir yemmişim gibi hissetmeme neden olmuştu. Hepsi sivri dişlerini etime geçirmek istercesine bakıyordu ama onları umursamadım. Adrian’ın elini daha kuvvetli sıktım ve yürümeye devam ettim. O, yanımda olduğu sürece korkmama gerek yoktu.

Sık ağaçların kesildiği noktadaki alana ulaşmak epey zamanımızı aldı, ancak açıklığa çıktığımızda gözlerimin önüne serilen canlılıkla buna değdiğini kabul ettim. Sıra sıra dizilmiş taş evler asla birbirlerini rahatsız etmeyecek şekilde konumlandırılmıştı. Ortadaki büyük ateşte çevrilen etler neredeyse pişmek üzereydi ve onlarla ilgilenen birkaç kadın ve adamın bakışları ok gibi üzerimize saplanmıştı. Hatta önündeki ebatları oldukça büyük olan, yanan ateşin üzerindeki kancaya asılı duran tencerede çorba pişirdiğini düşündüğüm kadın, bizi gördüğünde onu karıştırmayı bırakarak tencerenin kapağını gürültüyle üzerine vurdu. O tencerenin altındaki ateşe koca ağaç parçaları atan adam işini yarım bırakarak doğruldu. Etrafta oynaşan çocuklar koşarak ebeveynlerinin bacaklarına yapıştı.

“Onları neden buraya getirdiniz? Kafalarını koparmanız gerekmiyor muydu?” dedi tencerenin kapağını gürültüyle kapatmış olan o kadın. Üzerindeki deri elbise kalın askılıydı ve dizlerine kadar iniyordu. Desenli çizmeleriyse bileğinden biraz yukarıdaydı. Çikolata rengindeki teni güneşin altında fazla kaldığını belli ediyordu. Kulakları çeşit çeşit küpeyle doluydu ve saçlarını kafasının tepesinde sıkıca toplamıştı. Gençti, güzeldi ve nefret doluydu. Bize kinle, kan arzusuyla bakıyordu.

Arugan, “Kafalarını kopartıp Geinna’nın girişine asacağım, Mari,” dedi yatıştırmak istercesine. “Ama bunun öncesinde Nadial onları görecek.”

Kadın yeri döven adımlarla tencerenin arkasından çıkıp, “O melek, Garris’i öldürdü!” diye haykırdı. “Umarım Nadial onun kafasını bizzat kendisi kopartmak istediği için onu istemiştir.”

Etrafta toplanan kalabalıktan huysuz homurtular yükseldi. Arugan önümüze geçerek yolumuzun üzerinde bulunan yüksek kubbeli çadıra yanaştı. Çadır için kullanılan örtünün üzerine işlenmiş figürler bana oldukça yabancıydı. Etrafa asılmış rüzgâr çanları tatlı melodiler çıkartırken başıboş gezen birkaç tavuk bile görmüştüm. Arugan çadırın içerisine girmek yerine kapısı olarak kullanılan örtüyü tutup bizim için kaldırdı. Sorun çıkarmadan içeriye girişimizi görenin sinirlerini bozacak o iğrenç sırıtışıyla izlemekle yetindi. Gözlerindeki ima açıktı. İçeriye girin, işiniz bitsin ve sıra bana gelsin bakışları atıyordu. Sıranın ona gelmesini hevesle beklediğini okumak zor değildi, zaten bunu saklama gereği bile duymuyordu.

Çadıra ilk giren ben oldum, Adrian da hemen ardımdan geldi. Kurtların formlarını bozmadan kapının önünde saldırmak için hazır beklediklerini devam eden hırlamalarından anlayabiliyordum. Bizimle birlikte sadece Arugan çadıra girmişti. Karanlıkla karşılaşacağımı düşünerek gözlerimi kısmış olsam da içerisi sandığımdan daha aydınlıktı, çünkü çadırın üst kısmı tamamen açıktı ve artık tepeye ulaşmış olan güneş doğrudan içeriyi aydınlatıyordu.

Çadırın içerisindeki ağır havada uçuşan garip kokularla burnumu kırıştırdım. Odanın ortasında tıpkı dışarıda koca kazanın kaynatılmak için asıldığı kanca sisteminden kuruluydu, ancak elbette bu dışarıdakine göre oldukça küçüktü. Dışı kararmış kazanda ne kaynadığını anlamak zor olsa da etrafa buram buram dumanı yayılıyordu. Bana televizyonda izlediğim sınırlı bütçeli cadı filmlerinde kaynatılan kazanları anımsatmıştı.

İnce bir tabaka sis oluşturmuş dumanın arasından arkası bize dönük şekilde oturan ve elindeki pirinç havanın içerisindeki şeyi hızlı hızlı döven kişi, oradaki varlığımızı hissettiğinde aniden hareketlerini kesip omuzlarını dikleştirdi. Başına taktığı taç benzeri başlığın her yanı uzun siyah tüyler ve rengarenk boncuklarla doluydu. İki kalın örgü sırtından yere doğru uzanıyor olsa da onun hâlâ bir erkek olduğunu düşünüyordum, ta ki yüzünü bulunduğumuz tarafa doğru dönene kadar. Karşımızdaki bir kadındı. Bunu garipsemiştim, çünkü şamanların tamamen erkeklerden oluşacağına dair kaynağını bile bilmediğim inancım vardı.

Kadın, Nadial, bize kehribardan daha açık olan sarı gözlerini diktiğinde başka bir şeye bakamazmışım gibi ona odaklandım. Orta yaşlarının en güzel zamanlarındaki yüzünde kırışık adına hiçbir çizgi yoktu ama çehresinin her noktasına siyah renkle çizilmiş değişik sembollerden oluşan dövmeleri yüzünün tüm güzelliğini gölgede bırakmıştı. Başındaki taç benzeri başlıktan alnına doğru uzanan minik taş tıpkı gözleri gibi sarı rengindeydi. Boynunda asılan kolyeleri sayamamıştım, aynı şekilde kollarının ikisi de dirseklerine kadar boy boy bilekliklerle ve parmakları da yüzüklerle doluydu.

Oturduğu yerde bize doğru bedenini çevirip havanda ezdiği bitki yapraklarını ufalamaya kaldığı yerden devam ederken delici sarı gözleri hâlâ üzerimizdeydi. Özellikle daha çok Adrian’a odaklıydı ve bunun nedenini biliyordum. O, onlardan birilerini öldürmüştü; benim yüzümden.

“Bastığın her toprağa uğursuzluğunu yayıyorsun melek,” dediğinde sesi bir kadından çıkamayacak kadar kaba ve boğuktu. Sanki biz buraya gelmeden hemen önce can çekişmiş, avazı çıktığı kadar bağırmıştı ve bunu saatlerce yapmıştı.

“Toprağım,” derken havanı bırakarak yere dokundu. Zeminde halı benzeri hiçbir şey yoktu, kupkuru toprak bulunuyordu. “Toprağım yaydığın soğuk enerjiyle buzdan farksız. Sen şeytan soyu, gittiğin her yere bu uğursuzluğu da götüreceksin. Yaşadığın sürece etrafında tek bir çiçek bile açmayacak. Çünkü sen taze açmış çiçeği kurutacak kadar lanetlisin.”

Adrian iltifat almış gibi hafifçe dudağının kenarını eğriltti. “Çiçeklere ihtiyacım olduğunu da nereden çıkardın?”

Kadının gözleri hâlâ birbirine dolanmış duran ellerimize kısaca değdi. “Yanındakini soldurduğunda anlayacaksın.”

Nadial bilgeliğiyle ürkütücülük yayanlardandı. Sanki her şeyi bilirmiş gibi bakması bile beni germeye yetiyordu. “Madem bu kadar uğursuzuz bizi topraklarına neden kabul ettin?” diye sordum kendimi tutamayarak. Son dediğini hiç duymamış gibi yapmayı tercih etmiştim.

Ürkütücü sarı gözleri bu kez hedefine beni aldığında hiç gülmeyecekmiş gibi duran yüzü hafifçe gerildi. “Geleceğinizi tanrılardan öğrendim. Çare arıyorsunuz. Sizi kabul ettim, çünkü yüce bir gönlüm olduğunu, sizin gibi gaddar olmadığımı görmenizi istedim. Ayrıca aramızda adil bir anlaşma oluşturmak istiyorum.”

“Hadi ama! Eğer Adrian onları öldürmeseydi onlar beni öldürecekti. Ölen ben olsaydım Adrian’a düşman gibi bakmayacaktın değil mi?” dedim tıslarcasına.

“Melekler daima bizim düşmanımızdır. Onlarla dost olan kötülükle de dost olur.”

“Hepiniz aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz. Geldiğim günden beridir onunla birlikteyim ve bir kez bile kötülüğünü görmedim-”

“O bağ olduğu için görmedin çocuğum,” dedi kadın bilmiş ifadesiyle. Söyleyeceklerimi anında unuttum ve suratına aval aval baktım.

“Sen... biliyor musun?”

“Elbette biliyorum. Ben haberleri tanrılardan alırım, onların yeryüzündeki elçisiyim. Aranızda ne olduğunu biliyorum. Sen bu meleğe soy bağıyla mühürlüsün. Bu yüzden melek istese de sana zarar veremez.”

Tenimin buz tuttuğunu hissettiğim sırada Adrian homurdandı. “Önüme gelenin canını yakıyormuşum gibi konuşmayı kes. Süründekilerden bazıları burnunu sokmaması gereken işlere soktukları için öldü. Canım sıkıldığı için onları öldürmedim, eğer canım sıkıldığı için ölüm arzusunda olsaydım şu anda bir mezarın bile olmazdı. Sürün benim evimi taciz etti. Benim kızımı korkuttu,” dediğinde o an hissettiğim tüm gerginliğe rağmen kalbim tekledi. “Sizi uyarma nezaketinde bile bulundum ama onları dizginleyemediniz. İşte bu yüzden öldüler.”

Kadının yüzü öyle hızlı donuklaştı ki o an ondan korkmadım desem yalan söylemiş olurdum. Oturduğu yerden yavaşça doğrulduğunda giydiği uzun cübbesinin etekleri yere süründü. Dipleri kirliydi ve dirseklerine kadar uzanan kollarının uçları ile yaka kısmı kürk detaylıydı.

“Öldürdüklerinden biri benim torunumdu,” dedi karşımıza dikildiği sırada. Artık bakışları ölüm kadar soğuktu. “Diğerleri gibi sıradan biri olsaydım karşılığında ölümünü isterdim ama ben tanrılarla olan dostluğuma bu ihaneti yapamam. Şimdi, benden ne istediğinizi söyleyin.”

“Karşılığı olmayacak mı?”

“Elbette olacak,” diye cevap verdi, ancak soruyu ben sormuş olsam da yine odak noktası ben değildim, Adrian’dı. “Bana borçlanacaksınız ve ben de borcunuzu ödemenizi isteyeceğim. Adil şartlarda bir anlaşma yapmış olacağız. Siz istediğinizi alacaksınız ve ben de istediğimi alacağım.”

Adrian buna sinirle karışık güldü. “Tanrılarla dost olduğunu iddia ediyorsun ama bizden bir şey isteyeceksin, öyle mi? Neden tanrıların yardım etmiyor?”

“Tanrılar seni buraya yönlendirerek yardımı ayağıma getirdi, bana da intikam arzumu bir kenara bırakıp kabul etmek düştü,” dedi duyduklarından asla gocunmadan. “Şimdi söyle, ne istiyorsunuz?”

“Sen buna çare olacak son kişi bile değilsin,” dedi Adrian alayla kafasını iki yana sallarken. Elini sıkarak onu uyarmak istedim ve hızla atıldım. “Aramızdaki soy bağı bizi birbirimize çekiyor. Üzerimizdeki lanetin bizden ne istediğini bildiğini düşünüyorum. Bunu engelleyebilir misin? Bu... bu...” Doğru kelimeyi ararcasına etrafıma bakındım. “İsteği? Birbirimizden uzaklaşmamıza bile izin vermeyen bu dürtüyü?”

Nadial yeniden güler gibi yüzünü şekillendirdiğinde bize arkasını dönüp çadırın içerisindeki üst üstte dizilmiş raflara doğru ilerlerken konuştu. “Şeytanla arandaki bağı kesmek istiyorsun, öyle mi? Ona mecbur olmak sana ağır geliyor olmalı.”

“Hayır, öyle değil,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Ben-”

“Aslında tam olarak öyle ama bağ yüzünden bunu kabullenemiyorsun. Ortadan kalktığında onu netçe göreceksin ve belki de ardına bakmadan kaçacaksın.”

Adrian’la göz göze geldim. Asla anlatıldığı gibi olmadığını ona açıklamak istercesine kafamı hafifçe iki yana salladığımda o da kafasını anladığını ve şamanın söylediklerinin önemi olmadığını belli edercesine sallayarak karşılık verdi. Durup saatlerce bunu ne için istediğimi açıklamak adına kendimi yormaya bile kalkmadım, çünkü Nadial beni asla anlamayacaktı. Tek istediğim bağdan kurtularak Adrian'ı berrak bir şekilde istemekti, bağdan kurtulduğumda ondan nefret edeceğimi düşünmüyordum. Belki de edebilirdim. Aslında şu an kadın aklımı fena şekilde karıştırmıştı. Hem ne olacağını görmek için bağın bozulmasını daha çok istemiştim hem de hiçbir şeye dokunmadan geri dönmeyi arzulamıştım.

Nadial, “Biriniz sağa biriniz sola geçsin ve diz çökün, üzerinizdeki kıyafetleri çıkartın,” diye buyurduğunda kalbim korku dolu bir heyecanla çarptı.

“Yani yapabilecek misin? Bunu yapabilecek misin gerçekten?”

Sırtı hâlâ bize dönükken ve raflar arasında bir şeyler aramaya devam ederken, “Yapabilirim,” dedi. Birkaç rafı daha karıştırdı. “O arzuyu bastırabilirim. Tabii bir süreliğine. Daimi olamaz, altın ay çıkana kadar size zaman kazandırabilirim. Altın ay çıktığında soy bağı sizi birbirinize çekecek ve o birleşmeden asla kaçamayacaksınız.” Omzunun üzerinden dönüp bana baktı. “Ondan deli gibi korksan da nefret etsen de varlığı mideni bulandırsa da onunla olacaksın. Onun çocuklarını doğuracak, soyu devam ettireceksin. Eğer bu iğrenç hayatı istemezsen elinde tek seçenek var; ölüm. Ve en önemlisi de cadı, bağ kendi kendini öldürmene izin vermez ama onu bir süreliğine etkisiz hâle getirdiğimde ve meleği gerçekten tanıdığında bunu yapmak istersen yapabileceksin.”

“Saçmalık. Kadim büyüleri değiştirip kendine göre şekillendiremezsin. İsteğini bize yaptırabilmek için yalan söylüyorsun,” dedi Adrian hızla. Ardından daha sert bir sesle onu uyardı. “Ayrıca onun aklını saçma sapan şeylerle doldurmayı kes.”

“Sağ tarafa geç, ilk seninle başlayacağım,” dedi Nadial bunun üzerine. “Bittiğinde o bağ zihninin derinliklerine çekilecek, hissedeceksin.”

Adrian gerçekliğine ihtimal vermediğini belli edercesine kafasını iki yana sallarken elimi bırakarak kadının dediği şekilde çadırın sağ tarafına doğru adımladı. Tavrı sanki hiçbir şeyin değişmeyeceğini Nadial’a göstermek ister gibiydi. Gömleğinin düğmelerini çözerek onu üzerinden sıyırıp yere attı ve kaskatı bedeniyle diz çöktü. Arkamda kalan Arugan'dan çıkan alaylı gülüşü duymazdan geldim. Onu şu an için yok sayıyordum.

Nadial eski kitapların arasından çıkardığı parşömen kâğıdını ve içi siyah mürekkep dolu olan kalemi eline alarak Adrian’a yaklaşırken onu engellemek istercesine ileriye doğru çıktım. Beni, “Yerinde kal cadı,” diyerek uyardı. “Duygularına söz geçir. Niyetim zarar vermek olsaydı şimdiye kadar onu çoktan öldürmüştüm.”

Arugan, “Kesinlikle,” diye ağzının içerisinde yuvarladı. Onu yine yok sayarken, “Ne yapacaksın?” diye tısladım. “Ona ne yapacaksın?”

“Sizi bu durumdan kurtaracağım. Ona zarar gelecek korkusuyla saldırganlaşmayacaksın, şu anda olduğu gibi.”

Yumruklarımı sıkıp dişlerimi birbirine geçirerek bununla savaşmaya çalıştım. Adrian’ın da durumu benimle aynıydı. Orada duruyordu ama her anda Nadial’ı elinin tersiyle çadırın duvarına savurup yanıma gelecekmiş gibi kendini zor dizginler bir hâli vardı.

Nadial, Adrian’ın arkasına geçerek sarı gözlerini onun sağ kürek kemiğinin üzerine sapladı ve uzanıp oraya dokundu. O an parmaklarını yakma isteğiyle doldum. Ellerim pençe şeklini aldı ve dudaklarımın arasından belirsiz bir homurtu yükseldi. Nadial bana kısa bir bakış attığında pek de umurundaymışım gibi görünmüyordu.

“Saldırabilirsin ama şu anda güçsüz olduğunu unutma,” dedi yavaşça. Benimle alay etmiyordu, sanki durumu açıklamaya çalışır gibiydi, ancak onu anlayamayacak kadar tuhaf bir hâle bürünmüştüm. “Ve eğer saldırırsan Arugan seni zapt etmek zorunda kalacak. Bu da meleğin hoşuna gitmeyecek. Sabırlı olmaya çalışın ki canınız yanmadan bunu yapalım.”

Yanındaki kâğıtta gözlerini gezdirip kalemini Adrian'ın sırtında oynatmak için yaklaştırdığı sırada, “Karşılığında ne isteyeceksin?” dedim sıkılı dişlerimin arasından. İleriye doğru bir adım daha attım, Arugan da benimle birlikte adım attı, hazırda bekliyor olduğunu bilmek beni daha çok öfkelendiriyordu.

Nadial kalemini Adrian sırtına bastırıp ilk çizgiyi çekerken cevap verdi. “Sürümden biri rehin alındı. Onu buraya geri getireceksiniz.”

“Ya yapamazsak?”

“Yapacaksınız,” dediği esnada ikinci çizgiyi çekti. Adrian ellerini yumruk yapıp sıktı ve gözlerini yumdu. Onu öyle görmek kalbimi endişeyle sıkıştırırken, “Acıtıyor mu?” diye sordum telaşla. “Acıtıyor mu seni?”

Eğer bana evet derse burayı yerle bir ederdim. Hem de bunu güçlerim olmadan yapardım, yapabilirim gibi hissediyordum. Neyse ki Adrian, “Acıtmıyor,” dedi ama terlediğini görebiliyordum.

“Bana yalan mı söylüyorsun?”

Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Acımıyor ama garip bir his. Sanki rahatça nefes almak gibi.”

İşte bu beni durdurdu. Orada onun için endişeden ve korkudan ölürken, onun için her şeyi yapabilecek durumdayken Adrian rahat nefes almaktan bahsediyordu. Yüzüme sert bir yumruk yemişim gibi sarsıldım, Nadial elbette bunu fark etti.

“Söylemiştim, yapabilirim. Yıllarca kendimi bozulmaz büyüler üzerinde geliştirdim ve öğrendiğim şey büyülerin asla bozulmayacağıydı ama onlarla oynayabileceğimi keşfetmem de pek uzun sürmedi. Kimse kusursuz büyü yapamaz, her zaman açıklar bulunur. Sizin soy bağı içinde birçok açık var. Örneğin eşin bir kazayla ya da hastalıkla ölürse bağ bozuluyor ve etkisi kayboluyor, hayatta kalan eş özgürleşiyor. Şu anda sırtına işlediğim ve senin sırtına da işleyeceğim şey soy bağı büyüsüne sizden birini sanki ölmüş gibi aktaracak. Bu ebedi olamaz, çünkü altın ay çıktığında yapacağım küçük yanıltmaca etkisini kaybedecek. İzler vücudunuzdan silinecek ve her şey eski hâline dönecek.”

Tüm cümlelerinin arasından ölüm kelimesini cımbızla çeker gibi aldığımda hırlarcasına ses çıkarttım. “Ona zarar vereceksin! Ona zarar vereceksin!” diye bağırarak Nadial’a doğru atıldığım anda Arugan beni hızla yakalayıp kaba gücünü kullanarak olduğum yere diz çökmemi sağladı. Delicesine çırpınıp ondan kurtulmaya çalışırken gücüme erişebilmek için elimden geleni yapıyordum, hatta o lanet perdeyi aralamayı başardığımı bile söyleyebilirdim.

“İşte bitti,” dedi Nadial beni yine umursamadan. Adrian’ın şaşkın suratına bakarken, “Seni öldüreceğim!” diye haykırdım kadına doğru. “Yemin ederim ki seni öldüreceğim. Beni durduramazsın. Kimsenin gücü beni durdurmaya yetmez. Ben melezim! Kimse beni durduramaz!”

Tüm haykırışlarım arasında Nadial’ın surat ifadesi asla değişmedi. Melez olduğumu duyduğunda buna şaşırmamasına şaşırmamıştım, bazı şeyleri bildiği zaten ortadaydı. Sadece benden korkmadığını görmek daha çok öfkeyle dolmama neden olmuştu. Aklım başımdan uçmuş gibiydi ve Adrian'a bir şey olacak korkusu beni öylesine etkisi altına almıştı ki aslında ne dediğimin bile farkında değildim. Dudaklarımdan dökülen kelimeler sanki başkasına ait gibiydi.

Nadial yanıma geldiğinde Arugan’ın beni zapt eden ellerinden kurtulabilmek için yeniden çırpındım. Yerde dizlerimin üzerindeydim ve Arugan kollarımı arkamda birleştirerek beni kilitlemişti. Tüm bunlar olurken Adrian yerinden bile kıpırdamamıştı, hâlâ aynı şaşkın suratıyla öylece duruyordu. Bu durum hâlâ aklı başında olan ve zihnimin köşesine sıkışmış gerçek benliğimi derin düşüncelere iterken Nadial kazağımı çekip sırtımı açabilmek için bana dokundu ve aynı saniyede elektrik akımına kapılmış gibi sıçrayarak elini üzerimden çekti.

“Kötülük senin kanında akıyor,” diye dehşetle konuştuğunda onu umursayacak hâlde değildim. “Kötülük seni ele geçireceği anı kolluyor cadı ve tanrılar şahittir ki ona teslim olacaksın, bunu kalbimin derinliklerinde hissettim. Senin yaratılışının kaynağı karanlık. Sen karanlıktan geliyorsun.”

Arugan, “Eğer gerçekten bahsedilen melezse onun iyi bir şey olmasını bekleyemezsin,” dedi beni yerimde tutabilmek adına üstün bir güç uyguladığı için sıkılı dişlerinin arasından.

“Bu başka bir şey Arugan. Ölüm kadar soğuk, lav kadar sıcak. Günışığı kadar canlı, gece kadar karanlık. İçinde kıyameti büyütüyor.”

“Ya onu şu anda öldür ya da şu lanet şeyi yap, Nadial,” dedi Arugan güçlükle. “Gücü yok ama serbest kaldığında hepimizi kılıçtan geçirecekmiş gibi ve inan bana onu tutmakta ben bile zorlanıyorum.”

Nadial sanki biri onu dürtüklemiş gibi daldığı âlemden aniden uyandı ve kafasını hızlı hızlı iki yana sallayıp yeniden bana doğru uzandı ama elinin kısa bir anlığına titrediğine yemin edebilirdim. “Onu öldüremem,” diye sayıkladı bu sırada dalgın dalgın. “Youla için biraz daha yaşaması gerekiyor.”

Kazağımı çıkarmak yerine yakasını omzumdan çekiştirerek sağ kürek kemiğimi olabildiğince açığa çıkartarak kalemini tenimde kaydırmaya başladı. “Seni öldüreceğim!” diye haykırdım bir kez daha. Nadial elini daha çabuk tuttu. Yeniden haykırdım, kalemi tenime biraz daha batırdı. Çizdiği şekil her neyse tamamlanmaya doğru gittikçe Arugan’dan kurtulmak için verdiğim çırpınışlar yavaşlamaya başladı. Beni ele geçiren öfkenin havada dağılan sigara dumanı gibi yokluğa karıştığını fark ettim. Sonra sürekli olarak kadına yağdırdığım ölüm tehditleri dilimden silinip yerini boşluğa bıraktı. Zihnimin berraklaştığını hissettim. Şiddetle atan kalbim bile ritmini azalttı. Derken Nadial son çizgiyi çekti, gözlerim Adrian'ı buldu. Az önce onun suratında asılı kalan şaşkınlığın aynısını yaşadığımı anladım, çünkü bitmişti. O kışkırtıcı his, herkese saldırmamı emreden baskı son bulmuştu.

Nefes alabiliyordum.

Bu zihnen nefes almaktı ve özgürdüm.

Nadial yanımdan kalktığında Arugan tereddütle ellerini hafifçe gevşetti ve benim hiçbir şey yapmadan öylece kaldığımı gördüğünde tamamen beni bırakıp o da yanımdan uzaklaştı. Kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyordum. Sanki beni ben yapan tüm duygular içimden sökülmüştü. Adrian'a odaklı olan gözlerim onu ilk kez görüyormuşum gibi uzun uzun tarıyordu ve o da aynısını yapıyordu.

“Artık özgürsünüz, birkaç haftalığına. Ne yapacağınıza karar verebilirsiniz,” dedi Nadial parşömen kâğıdını ve kalemi aldığı yere geri bıraktığı sırada. Düşünceli görünüyordu ve onun neyi kafasına taktığını düşünemeyecek hâldeydim.

“Sizin dileğiniz gerçekleşti. Şimdi sıra benim dileğimde.”

Adrian soğuk bir bakış eşliğinde ayağa kalkarken, “Kabul edeceğime dair bir şey söylediğimi hatırlamıyorum,” dedi. Bakışları sık sık bana dönüyor ve ne durumda olduğumu çözmek ister gibi bakıyordu ama ne zaman Nadial’e dönse kaşları daha çok çatılıyordu.

Nadial aklındaki düşünceleri savuşturmak istercesine kafasını kısaca iki yana salladıktan sonra bu ana odaklanmayı başararak tıpkı Adrian gibi kaşlarını çattı. “Kabul edeceksin,” dedi başka seçenek olmadığını belli edercesine vurguyla.

“Kendine çok mu güveniyorsun?” diye sorarken ben de doğrulup ayaklandım ve kazağımın yakasını düzelttim. Sırtımda çizilmiş olan şekil kalıp gibi varlığını orada hissetmemi sağlıyordu. “Sana hiçbir şey vaat etmediğimiz hâlde bize yardım ettin. Sonrasında kabul etmeme seçeneğimiz olduğunu hiç düşünmedin mi?”

“Öyle bir seçeneğiniz olmadığı için bunu düşünme zahmetine girmedim. Bana Youla’yı geri getireceksiniz. Asil meleklerden biri onu köpek yavrusu gibi kullanmak ve aşağılamak için esir aldı. Torunumu geri istiyorum.”

“Neden gidip bunu kendiniz halletmiyorsunuz?” dedim ters bir tavırla. Aslında bize yaptığı iyilikten sonra isteğini gerçekleştirmeyi arzulayabilirdim ama o, rica etmiyordu. Resmen emrediyordu ve başka seçenek sunmuyordu. İşte beni kızdıran bu noktaydı.

“Sürümü meleklerin şehrine sokacak kadar aptal değilim,” dedi Nadial. Suratına yer edinen sinsi ifadeyi kaçırmadım. “Meleklerin şehrine ancak bir melek gidip torunumu oradan sağ çıkartabilir. Sen, Adrian, Atlantis’e gideceksin ve bana Youla’yı getireceksin.”

Adrian kısa bir anlığına taş kesildi. Sanki bir daha asla kıpırdamayacakmış gibi öylece dururken ellerinin yumruk şeklini aldığını fark ettim. Bu sırada içtiğimiz iksir hâlâ tesirini sürdürürken gökyüzünden inanılmaz bir çatırdama yükseldi. Kafamı çadırın tepesine kaldırdım, güneş oradaydı ama sanki görünmez kara bulutlar Adrian’la birlikte hareket ettiklerini belli edercesine homurdanmışlardı. Hemen ardından öfkeyle gerilen dudakları hareketlenerek, “Asla,” diye tısladı.

Bu sert, keskin ve net sınır çizen cevabın üzerine Nadial bakışlarını arkamda kalan Arugan’a döndürdü ve havada akan sessiz emri yakaladım, hemen ardından bir kılıcın kınından çıkarken etrafa saçılan o tiz sesi işittim ve Arugan arkamda belirerek çektiği hançerin sivri ucuyla boğazıma, kürek kemiğimin üzerine minik bir çizgi çekti. Her şey o kadar kısa sürede gerçekleşmişti ki takip etmek ve engel olmak imkânsızdı. Öyle ki bittiğinde ellerim o minik çizginin üzerine konarken tenime yayılan yanmayla irkildim. Bu kesinlikle öldürmek için yapılan bir hamle değildi.

Adrian bana doğru atılmakla Nadial’e atılmak arasında gidip gelirken kaskatı kesilen yüzünden saçılan ölüm arzusunu Nadial'e doğrultmayı tercih etti. Kadının üzerine doğru sert bir adım atıp, “Ne yaptın?” dedi, sesi fırtına kokuyordu.

“Cadının damarlarına yayılan zehri hisset,” dedi Nadial dudağının kenarını kıvırarak. “Onu hemen öldürmeyecek, üç günü var. Üçüncü günün gecesinde gözlerini yumacak ve bir daha şafağın doğuşunu göremeyecek.”

Adrian aynı kaskatı duruşla, “Onunla aramdaki bağı bozdun. Artık onun için bir şey yapar mıyım sanıyorsun?” dediğinde biri kafamdan aşağıya kaynar su dökmüş gibi yanma hissettim. Sıcaklık kafamın tepesinden başlayarak ayaklarıma kadar yayıldı.

Nadial umursamaz bir tavırla karşılık verdi. “Yapmamayı tercih edebilirsin. Böylece kehanetlerde geçen lanetli melez kanına karışan zehir yüzünden çaresiz bir şekilde kıvrana kıvrana ölecek. Anlamıyor musun, burada benim kaybettiğim hiçbir şey yok. Bana Youla’yı getirdiğinde de kazanıyorum, reddettiğinde de melez öleceği için kazanıyorum.”

Adrian bir anda atılıp elini kadının boğazına geçirdi ve onu ayak parmak uçlarının üzerine kalkmaya zorladı. Saldırması umursamaz durmasından bin kat daha iyiydi. Hiç değilse beni tamamen silip atmadığını buradan anlamıştım ve ancak rahat bir soluk alabilmiştim.

Nadial ise zar zor nefes aldığını umursamadan güçlükle konuştu. “Atlantis’e gideceksin-”

“Soluk borun parmaklarımın arasında duruyor,” dedi Adrian ağır bir tınıyla. “Onu yerinden sökmemi ister misin?”

Onlara doğru gitmek istediğim saniyede Arugan beni yeniden yakaladı ve az önceki hançeri bu kez boğazıma bastırdı. Derimi ikiye ayırması en ufak bir hareketine bakıyordu. “Adrian,” diye çaresiz ve endişeli bir sayıklama dudaklarımdan döküldüğünde Adrian omzunun üzerinden dönerek bana baktı ve rehin alındığımı görünce cam mavisi gözleri iyiden iyiye karanlıklaştı. Boğazından yakaladığı kadını tıpkı bir bez bebekmiş gibi tutup yere savurdu ve yeri titreten adımlarla üzerine doğru yürüdü. Arugan hançeri biraz daha kuvvetle derime bastırırken Adrian, kadını saçlarından yakalayıp çadırın ortasındaki artık köze dönmüş olan ateşe doğru çekti. Kazandan hâlâ dumanlar çıkıyor olsa da ateş iyice sönmüştü ama yakıcılığını koruduğundan emindim.

Adrian, kadının yüzünü bir saniye sonra orada bulunan közlere bastıracakmış gibi tutarken, “Ne yaptığını tekrar et,” diye buyurdu. Sanki cesaretin varsa söyle der gibiydi.

“Hazırladığım zehir çoktan tüm vücuduna yayıldı. Artık çok geç melek. Dediğimi yapacaksın. Atlantis-”

Adrian sanki o şehrin adını duymaya bile tahammülü yokmuş gibi kadının sözünü kesip, “Seni öldürürüm,” diye tısladı. “Kan arzulayan vahşi yanımla tanıştığında sana yemin ederim ki hakkımda tüm bildiklerinin bir hiç olduğunu anlarsın.”

“Öldürebilirsin,” dedi kadın boğukça. Korkmuyordu. “Ama panzehir benim kanımdan yapılacak ve formülünü sadece ben biliyorum.”

Adrian, kadının yüzünü iyice ateşe yaklaştırdı. Sanki o dayanılmaz sıcaklığı kendi yüzümde hissediyormuş gibi gerilirken, “Bunlar yaşaman için yeterli sebepler değil. Kanını akıtırım, formülü de bulurum,” dedi.

Nadial birkaç santim ötesindeki kor parçalarına rağmen gülmeyi başardı. “Kanımı akıttırsan panzehri kaybetmiş olacaksın. Kalbim hâlâ atıyorken alınan kanımla yapılacak ve dilediğin şifacıya git, dilediğin cadıyı ya da kahini büyü yapmaya zorla; tek ilaç benim. Eğer Atlantis’e gidip Youla’yı bana geri getirirsen onu kurtaracak panzehri yapacağım. Kabul etmezsen hâlâ nefes alacağı üç günü var. Seçim senin. Unutma, artık özgürsün. Ölmesi ise seni tamamen özgür kılacak.”

Adrian dişlerini kıracakmış gibi sıkıp kadının kafasını ateşe bastırmaktan son anda dönerek onu çadırın bir ucuna savururken öfkeyle haykırdı. Nadial güçsüz örtüden duvara çarparak onunla birlikte devrildi ve çadır yırtıldı. Savrulan bedenini artık göremiyordum çünkü çadırın dışarısına uçmuştu. Ancak kurtların artan hırlaşmalarını ve acı acı ulumalarını duyabiliyordum. Adrian yarım bıraktığı işini bitirmeye programlanmış bir robot gibi yeri döven adımlarla çadırın yırtılan duvarından dışarıya çıktı. Yemin edebilirdim ki attığı her adımda gökyüzü titremiş, yer sarsılmıştı. Sanırım onun gücünü bastırmak imkânsızdı ve bunu hançerini hâlâ boğazıma dayayarak donup kalmış gibi duran Arugan bile anlamış, gürültüyle yutkunmuştu.

“Bırak beni,” dedim ondan kurtulmak için çırpınırken, hançer yeniden boynumu sıyırdı, ucu çok keskindi ve sanırım zehirliydi. Arugan, “Yürü,” diye emrederek beni çadırdan çıkarttığında Adrian’ın üzerine çullanmak için hazırlanan onlarca kurtla karşılaştım. İnsan gibi görünenlerse yere savrulmuş olan Nadial’ın arkasındaydı ve endişeyle onu yokluyorlardı.

“Diz çök!” dedi Arugan bağırarak. “Eğer hemen şimdi diz çökmezsen cadının boğazını ikiye ayırırım!”

Boynumdan sızan kanın kendine yol oluşturarak kaydığını hissettiğim sırada Adrian’ın donuk bakışları bana doğru döndü. Boyuma bastırılan hançere baktı, akan kanı gördü ve hemen sonra gözlerini sımsıkı yumup dişlerini gıcırdatır gibi oynattı, yanağının titremesinden bunu anladım. Derken gökyüzündeki güneş aniden tutulma yaşamış gibi karardı, simsiyah bulutlar göğü ağ misali ördü ve Adrian omuzlarını hızla gererek kanatlarını serbest bıraktı. Havayı yırtarcasına iki yana açılan ihtişamlı kanatları nefesimi kesti. Ona saldırmaya hazırlanan kurtların birkaç adım gerilediğine şahit olmak sertçe yutkunmama neden oldu. Nadial bile düştüğü yerden kaldırılırken sarı gözleri irileşmiş hâldeydi.

Ben hâlâ büyü yapabileceğimi sanmıyordum ama Adrian o iksirin etkisinden çoktan kurtulmuştu. Cam mavisi gözleri bir yabancı gibi bakıyordu. Orada kopan kıyameti görebiliyordum, orada ölüm yatıyordu. Nitekim sadece birkaç saniye sonra yumruk yaptığı elini havaya kaldırıp birden eğilerek toprağa geçirdi. Yer ince bir çizgi şeklinde yarılarak ayaklarımın ucuna kadar çatladı ve gök şiddetle gürledi.

Bir yıldırım çaktı.

Gökten inen kılıç benzeri kıvılcım doğruca Adrian’ın yumruğunu geçirdiği yere çarptı ve toprağa uyguladığı güç oradaki herkesin dengesini bozdu. Zemin çatladı, oluşan yarık ayaklarıma doğru genişlemeye başladığında Arugan’ın gevşeyen ellerinden hızla kurtuldum ve yarığın üzerinden atlayarak Adrian’ın tarafına geçtim. Arugan ise yarığın diğer tarafına doğru çekildi. Hançer bile elinden düşmüştü.

Kurtlar vahşice uluyarak Adrian’a saldırmak için hareketlendiğinde diğerlerinin yardımıyla sonunda ayağa kalkmış olan Nadial tökezleyerek öne çıkıp ellerini iki yana açtı ve “Saldırmayın!” diye bağırdı. “Kimse saldırmayacak. Hepiniz geri çekilin.”

Gök gürledi, kurtlar sızlanır gibi uludu, çocuklar ağladı. Toprağın sarsılışı sonunda durulduğunda herkesin belirli bir mesafede kalmaya özen gösterdiği Adrian’a doğru koşar adım ilerledim. Ne olduğu umurumda bile değildi. Şu anda bacaklarımı titretiyor olsa da ondan korkmuyordum, bana zarar vermezdi. Derken fırtınayı andıran cam mavisi gözleri üzerime düştü, bana öyle uzak baktı ki ona ulaşmama bir adım kala adımlarım kesildi, devam edemedim. Belki de artık bana bile zarar verebilirdi, çünkü o bağ şu anda devre dışıydı.

Pençeyi andıran elini bana doğru uzattığında boğazımı sıkıp oracıkta canımı alacağını bile düşünmeme neden olurken o sadece ince ince kanın sızdığı boynuma dokunmakla yetindi. Parmaklarına bulaşan kanıma bakarken gökyüzünde peş peşe şimşekler çaktı, birden yağmur yağmaya başladı ve geçen her saniye şiddeti artıyordu.

Nadial, “Bana Youla’yı getirirsen onu iyileştireceğime dair söz veriyorum,” dedi hızlı hızlı. “Niyetim düşmanlık değil melek. Niyetim melezini öldürmek değil.”

“Öyleyse bunu neden yaptın?” diye sordum elim iki yerden kesilmiş olan boynuma giderken. Başımızdan aşağıya kovayla su boşalır gibi yağmur yağmaya başladığı için sesimi duyurabilmek adına bağırmak zorunda kalmıştım.

“Düzgünce isteseydin onu sana getirirdik. Tüm bunlara gerek yoktu.”

Nadial umutsuzca kafasını iki yana salladı. “O, normal şartlarda Atlantis’e asla gitmezdi. Mecbur tutmak zorundaydım.”

“Bu mecburiyetin size pahalıya patlayacağını hiç düşünemedin mi?” dedim o son adımı da atarak Adrian’ın göğsüne ellerimi dayadığım sırada. Islanan saçlarının arasında parıldayan gözleri hâlâ ölümle bakıyordu. Tanrım, burayı yıkacaktı. Geinna kabilesindeki herkesi öldürecekti.

Nadial belki de Adrian’ı sinirlendireceğini düşünmüştü ama onu güçlerinin ortaya çıkmasına neden olacak kadar sinirlendireceğini hesaba katmamıştı. Hatta onu bir ölüm meleğine çevireceğini bence hiç ama hiç düşünmemişti. Ancak yine de kararından dönmeyeceğini belli edercesine bakarken, “Hepimizi öldürmek mi istiyorsun, öldür. Ben her şeyi göze aldım. Tüm kabilemi teker teker gözümün önünde katletsen de Youla’yı geri getirmediğin müddetçe panzehri alamayacaksın,” dedi karşımızda dimdik durarak. “Onu getir, melezin iyileşsin. Ya da getirme melezin ölsün. Zaten yakında herkes ölmesi için uğraşacak, bunun nedenini sen de biliyorsun.”

Vücudundaki sıyrıkları umursamıyormuş gibi görünse de sanırım kolunu incitmişti, çünkü diğer eliyle onu tutuyordu. Ancak buna rağmen Adrian’ı kışkırtmaktan geri durmayarak devam etti. “Ölmesi daha çok işime gelir. Onun gibi karanlık bir varlık asla yaşamamalı. Ama yine de sana panzehir vaat ediyorum.”

Gökyüzü yeniden homurdandı. Şakırdayan yağmursun sesi oldukça şiddetliydi, ancak buna rağmen ağlayan o bebeğin sesini duyabilmiştim. Nadial’in ve etrafımızı sarmış olan kurtların arkasında duran ve gözleri korkuyla bakan kadın, kucağındaki bebeğini yağmurdan korumak için eline geçirdiği bez parçasıyla kafasını örtmüştü ama bebek çığlık çığlığa ağlıyordu ve onu bir türlü sakinleştiremiyordu. Ufacık bebekten seken gözlerim Adrian’a döndü, ellerim göğsüne dayalı olduğu için derisinin altında fokurdayan gücün seğirişini hisseder gibiydim. Sadece bir saniye sonra burayı yerle bir edeceğini anlamak zor değildi.

Gözlerimin önüne Arshala’nın yıkıma uğramış hâli düştü. Rüyamdayken gördüğüm cıvıl cıvıl yaşamın nasıl son bulduğuna dair hatırları hatırladım. Artık orada çocuk kahkahalarından eser bile yoktu. Burasının da aynı şeyi yaşamasını istemiyordum, bunu kimse yaşamamalıydı. O bebek büyümeli ve burada ailesiyle, soyuyla birlikte yaşamını sürmeye devam etmeliydi.

“Adrian,” diye sayıklayarak dikkatini üzerime çekmek istedim, donuk gözleri tıpkı bir robotun sertçe kafasını çevirmesi gibi bana döndü. Elimi kaldırarak önüne düşen ıslanmış saçlarını geriye doğru ittim. Bunu yaparken ona olan tavrım sakin ve sıcaktı. Soğukluğu kalbimi titretiyor olsa da bakışlarım korku taşımıyordu.

“Gidelim buradan, lütfen,” dedim, dişlerini daha güçlü sıktı. O, bana cevap vermedi ama gökyüzü homurdanarak cevap verdi. “Buraya gelmek isteyen bendim,” diye hatırlattım. “Şifa istemiştim, aldım. Artık burada kalmamıza gerek yok.”

“Şifa,” derken burnundan sert bir soluk vererek kafasını iki yana salladı. Kafamın üzerinden Nadial’a bakmak istese de ellerimi yanaklarına yerleştirerek onu durdurdum ve gözlerini benden çekmemesini sağladım. “Şifa,” dedim kafamı sallayarak. “Artık baskı yok, o garip arzu yok. Artık gerçekler var.” Hâlâ ölümle bakan gözlerine rağmen hafifçe tebessüm etmeyi başardım. “Ve gerçekler beni şaşırtmadı Adrian,” dedim daha kısık bir sesle ama şiddetli yağmura rağmen beni duyduğundan emindim.

Parmaklarımın ucunda yükselerek yağmur damlalarının aktığı dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Onu öpmedim, sadece temas sağladım ama o, beni öptü. Hem de öyle hırslı öptü ki dudaklarım sızladı ama buna aldırmadan karşılık verdim. Gökyüzünde çakan şimşeklerin ışığında, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında ve koca bir kabilenin gözleri önünde sanki onu son kez öpüyormuşum gibi öptüm. Bir damla nefes için geri çekildiğimizde cam mavisi gözlerindeki soğuk ölümün çatladığını görmek beni rahatlattı. “Buna değdi,” dedim hafifçe kafamı salladığım sırada. “Seni ilk kez hiçbir dürtü olmadan, tamamen kendi isteğimle öptüm. Buna kesinlikle değdi.”

Tam bir baş belasıymışım gibi kafasını hafifçe iki yana salladı. Bense hiçbir şeyi umursamayarak ona sarıldım. Güçlü kolları sırtıma dolandığı sırada, “Gidelim,” diye mırıldandım. Gökyüzünde şimşekler çaktı ve Adrian bir ok misali fırlayarak yükseldi. Ona daha sıkı sarıldım, bana daha sıkı sarıldı.

Üç gün sonra öleceksem bile gerçek duygularımı bilerek ölecektim.

Ve bu beni korkutmuyordu.

×××

 

Bölüm : 07.06.2025 23:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...