
Ayaklarım yeniden toprakla buluştuğunda Adrian'ın evinin önündeydim. Kıyafetlerim ıslaktı, yapış yapış hissediyordum. Üzerimden yağmur gibi dökülen su damları dinmiş olsa da ıslaklık yerli yerindeydi. Saçlarımın kurumaya başlayan uçları elektriklenmiş gibi kabarmış hâldeydi. Kuru hiçbir noktam kalmamış olsa bile artık eskisinden daha çok yıkanma ihtiyacı duyuyordum. Kendimden ciddi anlamda tiksindiğim anlardan birindeydim. Dışarıdan bir göz bana baktığında bir ucube görmüş gibi yüzünü ekşitebilirdi.
Güneş koyu bulutların ardında görünmüyor olsa da batmak üzereydi, çevreye düşen gün ışığı kısılmaya başlamıştı. Hava serindi ve artık fark etmiştim ki vücudum soğuğa eskisi kadar tepki vermiyordu; hem de yağmurda kalmış bir köpek yavrusu gibi ıslak olmama rağmen. Buraya ilk geldiğim günlerde hiçbir düşmana gerek duymadan sadece soğuktan bile ölebilirdim ama şu anda arada yükselerek yüzüme çarpan ve birbirine yapışmış saçlarımı uçuşturan rüzgâra karşı kayıtsızdım.
Bana saldırmayı bekleyen düşünceleri zihnimdeki odalardan birine tıkmıştım ve onlardan kaçmak için kafamı türlü türlü şeylerle yormayı deniyordum; buna bedenimin soğuğa alıştığına dikkat etmek bile dâhildi. Gözlerim soluk bulutların ardından kendini belli eden kızılımsı gökyüzüne takılıyken, havada çırpılan bir çarşafın çıkartacağı sese benzer o sesi duyduğumda kafam hızla arkamda kalan Adrian'a döndü, güzel kanatlarını saklamıştı. Onları görememekten hoşlanmıyordum. Çünkü asla saklanmaması gereken can alıcı güzellikleri vardı. Ancak bu konuda şu anlık hiçbir şey söylememeyi seçtim ve kafamı eve doğru çevirdim.
“Mumlar yanmıyor,” diye mırıldandığımda sesim düşünceliydi. Adrian ise yorumda bulunmadı ama hemen arkamdaydı. Sanırım geride kalanlar bizim yokluğumuzda evi terk etmişlerdi. Sessizlik beni iyice rahatsız ettiğinde, “Sence bizi aramaya mı çıkmışlardır?” dedim biraz endişeyle. Bunu hiç hesaba katmamış olmamız bizim aptallığımızdı. “Ya Danika? O da mı onlarla birlikte?”
Endişelerim boyut kazandıkça artış gösterdiği sırada Adrian’ın beni yine cevapsız bırakmasına aldırmadan eve doğru ilerledim. Verandaya ulaşan birkaç basamaklık merdivenleri arşınlarken kafamın içerisi hariç diğer her şey yolundaydı; ta ki Coops’u hâlâ aynı yerinde yatıyorken görene kadar. Kaşlarımın çatılmasına engel olamazken merdivenleri tırmanıp iri köpeğin tepesinde dikilmeye başladım. Koca kafası patilerinin üzerindeydi ve cüssesine göre oldukça masum bir şekilde uyuyordu. “Hey!” diye seslenerek onu kendine getirmek istedim, ancak köpek en ufak bir kıpırtıda dahi bulunmadı.
“Coops ne zamandan beri bu kadar ağır uyuyor?”
Adrian sonunda konuşabildiğini hatırlayarak, “Coops asla ağır uyumaz,” dedi peşimden merdivenleri tırmandığı sırada. Islanmış saçları artık kurumak üzereydi, göğsü çıplaktı ve üzerindeki pantolonda tek bir kuru nokta bile yoktu.
“Peki neden uyanmıyor?”
Adrian köpeğinin yanına ulaştığında sağ dizini bükerek verandanın ahşap zemine bastırdı ve Coops’un üzerine doğru eğildi. Elini köpeğin geceden kara tüylerinin arasında gezdirirken, “Coops, uyan kızım,” dedi yavaşça. Köpek tepki vermedi, bense artık endişelenmeye başlamıştım.
“Sence bu normal mi?”
Adrian beni duymazdan gelerek bu kez daha haşin bir şekilde köpeğin kafasını avuçlarının arasına alıp sarsarak, “Coops!” diye bağırdı. Köpek yine hiçbir tepki verdi. Bunun üzerine onu yere geri bırakarak ellerini tüylerinin arasında kaydırıp hasar kontrolü yapmaya başladı. “Çok soğuk,” dedi daha sonra sesine sinen dehşetle. “Coops hiç bu kadar soğuk olmazdı.”
Kötüyü düşünmeye meyleden aklımı dağıtmak istercesine kafamı hızlı hızlı iki yana salladığım sırada Adrian o koca köpeği sanki ufak bir bebekmiş gibi kolayca kucakladı. Endişeli gözleri köpeğinin üzerindeyken, “Kapıyı aç,” diye buyurduğunda onu ikiletmeden evin kapısına koşup ahşaba asıldım ve etrafa yayılan ince gıcırdamayı duymazdan geldim. Rahatça geçmesi için kapıyı tutup bekledim, Adrian, Coops’u içeriye soktu ve içeriye doğru birkaç adım attı, sonra birden durdu. Gözlerim sadece onu takip ettiği için çevremde ne olup bittiğine dikkat etmiyordum, ancak adımlarının bıçak gibi kesilmesiyle birlikte tehlike sezinmişçesine hızla etrafıma bakınmaya başlamıştım ve onları görmem çok uzun sürmemişti.
Arkadaşlarımız hiçbir yere gitmemişti; hâlâ oldukları yerde ve oldukları şekilde uyumaya devam ediyorlardı.
“Tanrım,” diye inledim divanda aynı garip şekilde yatan Tyler’a ve şöminenin önündeki sandalyede uyuyan Leo’ya bakarak. “Bu şaka olmalı.”
“Demek geri dönmeseydik onları ölüm uykusuna terk etmiş olacaktık,” dedi Adrian buz gibi bir alayla. “Ya da yolu buraya düşen yardımsever bir cadının onları uyandırmasını umacaktık ama eğer bir cadı olsaydım onları uyandırmak yerine kalplerine kazık saplardım.”
“Komik değil,” diye homurdandım.
“Eğer beni ardında bırakıp gidebilseydin seni burada aptal bir uykuda bekleyecektim,” dediğinde içime çektiğim soluk kıymık gibi göğsüme battı. “Ve sen nereye gideceğini bile bilmiyordun. Asla geri dönmeyecektin ve ben de burada çürüyecektim.”
“Tek endişen çürüyecek olmak mı gerçekten?”
“Başka ne olmasını beklerdin?”
“Bilmem,” diye homurdanıp yanından geçerek salonun ortasına doğru adımladım. Adrian yine huysuzluk düğmesini aktif hâle getirmişe benziyordu. Aramızda konuşulmamış tonlarca şey vardı ve sanırım en az benim kadar gergindi. Sadece onun bunu belli etme şekli daha karmaşıktı.
Salonun içerisinde hızlı adımlarla ilerleyip en yakınımda olan Leo’ya ulaştığımda düzenli inip kalkan göğsünden seken gözlerim solgun tenine düştü. Oturduğu sandalyenin koçağına uzattığı eline parmaklarımı değdirmekten kendimi alamadım ve karşılaştığım soğukluk parmaklarımı hızla geri çekmeme neden oldu.
“Buz gibi, Adrian,” dedim bu kez gözlerim Tyler’a döndü ve kendimi ona doğru ilerlerken buldum. “Lütfen bana Leo’nun vampir olduğu için teninin bu kadar soğuk olduğunu söyle.”
Elbette bunun ne olduğuyla ilgisi yoktu ve ne yazık ki cevabı zaten biliyordum. Kapının orada dikilmekten sonunda vazgeçen Adrian kucağından indirmediği Coops’la birlikte şömineye doğru yaklaşırken, “Demek çürümeye geçmeden önce soğuktan donacaktım,” dedi yine zehirli dilini tenimin üzerinde kaydırmaktan geri durmayarak.
Ellerim yumruk şeklini aldı, tavırları artık sinirlerimi bozmaya başlamıştı. “Sen donmazdın merak etme, havaya hükmeden melek.”
Sesimdeki sinir bozucu imayı görmezden gelerek Coops’u şöminenin önüne bıraktı. “Gidip biraz odun getirsem iyi olacak. Onları kanları damarlarında donmamışken görmeyi tercih ediyorum.”
“Ateş yakmakla şu anki duruma çözüm bulmak arasındaki bağ ne cidden merak ediyorum?”
Bana buz tebessümlerinden birini bahşetti. “Onları sen bozdun, düzeltmek de sana ait.”
Dişlerimi sıktım. Ona söyleyebileceğim tonlarca söz varken dudaklarımı birbirine bastırıp artık öfkemi yansıtan gözlerimi Adrian’ın soğuk cam mavisi gözlerine sapladığım sırada içimdeki gücü bir odaya hapseden kapının anahtarını nihayet bulabildim. Birden şöminede kalan birkaç odunu yutan büyük bir ateş yükseldi, odunlar çığlık atarcasına cızıldadı. Hemen ardından da odada bulunan tüm mumlar yanmaya başladı. Adrian etrafında olan bitenle hiç ilgilenmedi, yine tüm odak noktası bendim. Güzel dudaklarınki kıvrım biraz daha şekil kazanırken, “Cadı uykusundan uyandı,” dedi.
“Düşünüyorum da şimdi aynı büyüyü yapsam onlar gibi uyur muydun? Gitsem bile?”
Bana doğru sert bir adım attı. “Dene.”
Kafamı hafifçe iki yana sallayarak, “Beni kışkırtma,” diye homurdandım.
“Daha hoşuna gidecek kışkırtma yöntemleri biliyorum.”
“Ben de seni arkandaki duvara çarpacak büyüler biliyorum,” dedim hızla. Bana doğru bir adım daha attı, sırtıma kazınmış sövme sızladı. Sanırım tam da şu an ona karşı feci çekim hissetmem gerekiyordu ama tenimdeki dövme bunu kontrol altında tutuyordu.
“Dene,” dedi yeniden, bu kez sesindeki alay daha fazlaydı.
“Duvara çarpılmak mı istiyorsun?”
“Yapabilecek misin görmek istiyorum,” derken bir adım daha attı, artık neredeyse dibimdeydi.
“Adrian, derdin ne senin?”
“Şamanın çizdiği şekil acıyor,” dedi Adrian kaşlarını hoşnutsuz biçimde çattığı sırada. “Sen de hissediyor musun?”
“Evet.”
“Sana biraz daha yaklaşsam, hatta dokunsam,” derken sağ elinin havalandığını gördüm. Parmakları ağır ağır yüzüme yaklaştığı sırada sanki zaman yavaşlamıştı. Teni tenime değdiğinde kalbim yine delicesine bir hızla atıyordu, sanırım ona karşı hissettiğim çoğu şey gerçekti. Bunun farkına varmanın verdiği şokla içime çektiğim soluk yarıda kesildiğinde Adrian işaret ve orta parmağını dokunmakla dokunmamak arasında kalan ince bir çizgiyle dudaklarıma değdirdi. “Ya da seni öpsem,” dedi daha sonra. “Sırtımdaki şekil daha çok yanar mı?”
Kendimi bunu düşünürken buldum ama çok kısa sürdü, çünkü kafamı hızlı hızlı iki yana sallayıp etkisinden kolayca kurtulabildim ve dudaklarımdaki elini ittim. Kaşlarını çattı. “Artık bir saniye sonra bana teslim olacakmış gibi bakmıyorsun,” dedi bu durumu sevmemiş bir tavırla.
“Sen de bana öyle bakıyordun ama şu anda, şu durumda bile öfkeyle bakıyorsun.”
“Çünkü öfkeliyim,” dedi, gökyüzü bunu desteklemek istercesine homurdandı.
“Bulutlarını geri çek.”
Bana alayla baktı. “Kontrol altına alamayacağım bir öfkeyle doluyum, öfkem sönmedikçe gökyüzü yanmaya devam eder.”
Ona nedenini sormadım, çünkü tepkisinin neyden kaynaklı olduğunu biliyordum. Hatta o konuya değinmekten kaçmak istediğim için, “Onları uyandıracağım,” diye mırıldanıp arkamı dönerek Adrian’dan uzaklaşmak istedim. Beni kolumdan yakalayarak kendisine doğru çekti. Göğsüm göğsüne dayanırken boştaki elim omzuna tutundu.
“Bırak beni,” diye sayıkladım ama sesim istediğim ölçüde sert çıkmamıştı.
“Neden öfkeli olduğumu sormayacak mısın?”
“Sormayacağım,” dedim çabucak. Bana bakan cam mavisi gözleri kısıldı.
“Çünkü biliyorsun.”
“Evet ve yapabileceğim hiçbir şey yok.”
“Yok mu? Beni Atlantis’e gitmeye ikna edebilirsin.”
“Seni istemediğin bir şeye zorlayacak değilim,” dedim çenemi dikleştirerek. Beni daha sıkı tuttu.
“Sonunda ölecek olsan bile mi?”
Kafamı salladım. “Ölecek olsam bile, bunu yapmaya hakkım yok.”
“Sana o kadar öfkeliyim ki,” dedi sanki sakin kalmakta zorlanıyormuş gibi hırıltılı bir tınıyla. “Şifa ararken kendini zehirledin.”
“Evet,” dedim meydan okur gibi. “Ve bundan rahatsız değilim. Üç gün sonra öleceğim ama kalan üç günümü baskı altında olmadan, kendi isteklerim ve arzularım doğrultusunda yaşayacağım.”
“Bu senin için tüm hayatını üç güne sığdıracak kadar önemli miydi?” derken tavrı yılgındı. “Teslim olabilirdin, bunları yaşamak zorunda kalmazdık.”
“Eğer o şekilde teslim olsaydım ömür boyu kendimden nefret ederek yaşayacaktım.”
Konuşmadan önce dudaklarını yaladı. “Yani... şimdi teslim olursan pişman olmayacak mısın?”
“Şimdi ne yaşayacaksam ben istediğim için yaşayacağım, aptal bir büyünün etkisiyle değil. Bu yüzden pişman olmam.”
“Peki,” dedi son harfi biraz uzatarak ve ardından yine dudaklarını yaladı. “Teslim olur musun?” Durdu, birkaç saniye sonra daha kısık tonla devamını getirdi. “Bana?”
“Adrian,” diye iç çeker gibi adını sayıkladım. “Geinna’dayken sana ne dediğimi hatırlıyor musun?”
“Gerçekler seni şaşırtmadı?”
“Şaşırtmadı,” dedim kafamı sallayarak. “O aptal büyü sadece aklımı kilitliyordu, yoksa geri kalan her şeyi zaten istiyormuşum, bunu çok iyi anladım.”
“Rheana,” diye fısıldadı karanlık bir sesle. “Onları uyandır. Onları hemen uyandır.”
“Yoksa?”
“Yoksa seni öpeceğim ve asla durmayacağım. Üç günün nasıl geçip gittiğini bile anlamayacağız.”
“Hayatımın son üç günü için daha iyi bir plan olamazdı,” dedim, hırladı. Yüzünü yüzüme eğdiği sırada, “Uyandır,” dedi sertçe. Gökyüzü titredi, dudakları dudaklarımla buluştu ve o beni öperken ellerim yavaşça iki yana doğru açıldı. Herkesin üzerine bıraktığım uyku bulutları hızla geri çekilerek avuçlarımda toplandı. Adrian dilini ağzımın içerisine soktu, nazik değildi, nazik olmak için çaba bile göstermiyordu. Daha çok üç günüm kaldığı için hissettiği öfkeyi kusarcasına hırsla beni öpüyordu.
“Siktir, bu rüya değil, değil mi?” dedi Leo, sesinden şaşkınlık okunuyordu.
Tyler’ın yattığı yerden doğrulduğunu işittim, divanın yayları gıcırdadı. “Dostum, aynı rüyayı görüyor olmamız mümkün mü?”
“Mümkün olması için dua edebilirim.”
“Siktir, sakın onlara müdahale etme, bu kez bizi parçalara bölerler.”
Göremesem de Leo’nun sahte bir korkuyla gözlerini irileştirdiğini hissettim. “Cadı bu kez cidden boynumu kırar.”
“Kalk sivri diş, toz olma vakti.”
“Bence bir köşeden izleyebiliriz,” dedi Leo. “Uzun zamandır böyle bir keyfi elde edememiştim.”
“İnsanları seks yaparken mi izliyorsun?” dedi Danika her an midesindekileri ortalığa serecekmiş gibi. Onun sesini duyduğumda ancak Adrian’dan ayrılabildim. Arkadaşlarımızın buna şahit olması yanaklarımdaki sıcaklığı katlarken tek yaptığım hâlâ biraz uzağımda duran adamın belirginleşmiş ve renklenmiş dudaklarına bakmaktı.
“Ne var bunda? Elbette izledim.”
“Zaten dışarıdan bakıldığında garip fetişlerin var gibi görünüyordu. Bir de grup merakın mı var? İşinizi bitirince onlarla mideni de doyuruyor musun kan emici?”
Leo oturduğu sandalyeye yaslanırken kollarını göğsünde bağladı. “Bir gün beni izlemene izin veririm ve cevapları almış olursun.”
“Gidip fillerin çiftleşmesini izlerim daha iyi,” dedi Danika ekşi bir suratla.
“Fil kadar karşımdakini titrettiğim söylenir.”
“Ve ayrıca mide bulandırıcı olduğunu da söylemeliler.”
“Ah, daha çok ne kadar seksi olduğumdan bahsederler.”
“Yalan söylediklerine 50 dolarına bahse giderim.”
Gözlerimi devirmekten kendimi alamayarak ve sanki herkesin ortasında Adrian’la öpüşmemiş kadar umursamaz bir tavırla odanın içerisinde ilerleyip şöminenin üzerindeki raftan bir içki şişesi kaptım. Coops çoktan yerinden kalkmış, Adrian’a sürtünerek nazlanmaya başlamıştı. Islak saçlarımın ağırlığıyla savaşmak başımı ağrıttığı sırada şömineden odaya doluşan sıcaklığın yaydığı hisse tutunarak orada dikilmeye başladım. Sırtım diğerlerine dönüktü, yanan odunları izliyordum. Şişenin mantar kapağını açıp ilk yudumumu alırken sürekli sızlanan beynimin uyuşması için tüm şişeleri içebilecek hâldeydim.
“Hey, kızıl, hemen elindekini bırak. Sonucunun iyi olmadığını daha önce gördük,” diye seslendi Leo, ona aldırmadım. Bu sırada Esta odaya girip homurdandı. “Ev neden bu kadar soğuk?” Sıkıntıyla iç çekip ikinci yudumumu almak için şişeyi kafama diktim. Sıradaki soru Danika’dan geldi.
“Çatı hâlâ sağlam göründüğüne göre siz nasıl oluyor da ıslaksınız?”
Tyler, “Gün yeni batıyor gibi mi yoksa ben mi yanlış görüyorum? Çoktan geceydi, güneşin batması değil doğması gerekiyordu,” diye diğerlerine katıldı.
Adrian bacaklarına sürtünen Coops’un başını sertçe okşarken, “Saque nerede?” diye sordu.
“Geliyordu,” dedi Esta, ardından arkasındaki bir noktaya baktığı gözlerimin önünde canlandı. “İşte geldi.”
“Herkes iyi mi?” dedi Saque tatlı sesiyle. “Hudson’ın biraz daha ömrünü uzatabilmesi için gereken iksiri hazırlıyordum ama sanırım birden uyuyakalmışım.”
“Neden bunda sorun varmış gibi konuşuyorsun? Demek ki nasıl uyuya kaldığını anlayamayacak kadar yorulmuşsun,” dedi Danika biraz merak ve biraz da garipsercesine.
“Ben birden uyuyakalmam sevgili Danika, ben herkesi birden uykuya daldırırım.”
İçkiden bir yudum daha aldım. “Sizi ben uyuttum,” dedim daha sonra. Hâlâ sırtım onlara dönüktü.
“Ne demek sizi ben uyuttum? Büyüyle mi?”
“Evet, Esta, büyüyle.”
“Ama neden?”
“Çünkü gitmem gerekiyordu.”
“Nereye?” diye soran Danika oldu.
“Şifa bulmaya,” dedim ve kafama diktiğim şişeden peş peşe yudumladım. Bu sırada göremesem de Saque’nun gerilen yüzü önümde dans eden ateşin üzerine yansır gibi hissettim.
“Şamanı aramaya mı gittin?”
Adrian bu konuşmanın uzamasına sabır gösteremiyormuş gibi birden atıldı. “Ona bak Saque, zehirlendi. İyileştirebilir misin?”
Danika şokla çığlık attı. Leo oturduğu yerden ayağa fırlarken, “Ne demek zehirlendi?” dedi sesine sinen endişeyle. “Kim yapabilir?”
“Şaman,” dedim ve dudaklarım garip bir şekilde kıvrıldı. “Bana hem şifa verdi hem zehir.”
Saque’nun bana doğru gelen hızlı adımlarını takip ettim. Yürüyüşü, hızlı hızlı nefes alışı bile endişeliydi. “Lütfen şuraya otur Kiara,” dediğinde gösterdiği sandalyeye oturdum, şişeyi de yanımdaki sehpanın üzerine bıraktım. Saque’nun eli hızla alnıma kondu, ateşimi kontrol etti. Açıkçası hiçbir değişiklik hissetmiyordum, her şey aynıydı.
“Nasıl olduğunu bana anlatın.”
“Bıçakla kanını akıttı,” dedi Adrian yanımıza doğru geldiği sırada. “Sanırım bıçak zehirliydi.”
“Kesik nerede?”
Üzerimdeki kazağın yakasını aşağıya doğru çekip siyahımsı kabuk tutmuş izleri gözler önüne serdim. Adrian’ın buzdan oklar fırlatan gözleri boynuma saplıyken, “İki kesik mi?” diye hırladı. “İki kez mi?”
“İkincisi kaçmaya çalıştığımda oldu,” dedim kısık sesle.
“Ne boklar yediğinizi açıklayacak mısınız?” dedi Leo artık dayanamayarak. “Siz delirdiniz mi? Tek başınıza kurtların arasına mı girdiniz? Oradan hâlâ iki ayağınızın üzerinde çıkabildiğiniz için şanslısınız sizi aptallar!”
Esta da ona destek verdi. “Bizi geride bırakmak da ne demek? Bu işte beraber olduğumuzu sanıyordum?”
“Kimsenin zarar görmesini istemedim,” dedim çabucak. “Adrian’ı da uyutmuştum ama aramızdaki bağ yüzünden ben gidemedim, o da büyüden uyandı, benimle geldi hepsi bu.”
“Hepsi bu öyle mi? Zehirlendin Kiara, nasıl bir zehir olduğunu bile bilmiyoruz,” dedi Danika öfkeyle.
“Beni üç gün daha yaşatacak ve üçüncü günün sonunda öldürecek bir zehir,” dedim sanki güzel bir şey söylemişim gibi tebessüm ederek.
“Marh yılanı!” dedi Tyler hızla. Ses tonu büyük bir keşif yapmış gibi yüksekti. “Marh yılanının zehri kana karıştığında etki etmesi birkaç günü bulur. Onun zehrini kullanmış olabilirler. Eğer yılandan bir tane bulursak ve zehrinden alabilirsek panzehir yapabiliriz. Elimizde şifacı melek ve birkaç cadı var, halledebiliriz.”
“O yılanı yakalamak çok zor ama onları girdikleri delikten çıkartmak için gerekirse toprağı kazarım,” dedi Leo destek çıkarak. Duyduklarım içime tatlı bir sıcaklığın yerleşmesine neden olsa da yüzümdeki soğuk tebessüm yerini korudu.
“Şamanın kanı olmadan hiçbiri işe yaramaz.”
Leo sırıttı. “Kan almada üstüne yoktur.”
“Hâlâ kalbi atıyor olması gerekliymiş.”
“Emin ol bunu da sağlayabilirim,” derken göz kırptı, suratındaki tehlikeli ifade ürkütücüydü.
Saque konuşulanları hiç duymuyormuş gibi beni inceliyordu. Çenemi tutarak sağa sola çevirip, göz kapaklarımı sonuna kadar açarak bir sonuç çıkarmak için çabalıyordu. “Kollarını kaldırır mısın?” diye rica ettiğinde ona neyi amaçladığını sormadan kollarımı kaldırdım ve Saque üzerimdeki ıslak kazağı ağırlaşmış eteklerinden tutarak üzerimden sıyırdı. Altından giydiğim büstiyer tarzındaki giysiyle kaldığımda sanki bu anı kollayan soğuk tenimi ısırdı.
“Kan dolaşımı normal görünüyor. Teninde hiçbir değişiklik yok. Bildiğim güçlü zehirlerde zehir vücuda girdiği anda vücut içeriden çürümeye ve morarmaya başlar. Bunda öyle bir etki göremiyordum.”
“Belki yeterince güçlü bir zehir değildir?” dedi Danika umutla.
Saque boyun hizamdaki minik iki kesiği incelerken, “Belki,” diye mırıldandı.
“Daha önce zehirlenmiş birini iyileştirdin mi?”
“Evet, onlarca kez.”
“Ama sen cadı değilsin? Bunu nasıl yapabilirsin?”
Danika’nın merakı Saque’yu hafifçe tebessüm etmeye itti. Pelerinin altında yarısı görünen güzel yüzü benden sekerek Danika’yı buldu. “Ben şifacı meleklerden biriyim. Her türlü hastalığa deva olabilir, her yarayı iyileştirebilirim.”
“Melek,” dedi Danika garip bir sesle. “Büyükannem sizi güzel anmıyordu ama sen iyi birine benziyorsun. Üstelik Kiara da bir yarı melek.” Omuzları düştü. Sanırım kafası hâlâ feci hâlde karışıktı. “Yardım edebileceğim bir şey var mı? Birkaç şifa büyüsü biliyorum.”
“Önce izin ver ben deneyeyim,” dedi Saque o tatlı sesiyle. Danika kafasını sallamakla yetindi. Bu gibi durumlarda Saque’ya kimse karşı çıkamayacakmış gibi hissediyordum. Ellerinden birini boynuma yerleştirip gözlerini yumduğunda ben de kendimi gözlerimi yumarken buldum. Parmaklarından tenime akan şifa vücuduma tatlı bir sızı şeklinde yayıldı. Boynumdaki minik kesiklerin iğneyle dikilmiş gibi ilmek ilmek kapandığını hissettim. Çok geçmeden Saque boynumdaki elini geri çekti ve ben de gözlerimi açtım.
“İyileşmiş hissettirdi,” diye mırıldandığım sırada yüz ifadem şaşkındı. “Şaman onun dışında kimsenin bana şifa olamayacağından emindi.”
“Emin olmalıyız,” dedi Saque temkinli bir tavırla. “Hemen dönerim,” diyerek ortalıktan kayboldu. Yanıma kadar gelmiş olan Adrian’a meraklı gözlerimi dikmekle yetindim, o ise kaşlarını çatmış öylece boynuma bakıyordu.
“Kesik izleri kapandı.”
“Belki de bu iyi bir şeydir.”
“Umarım.”
Derken Saque geri döndü. Elinde mutfaktan aldığı bıçaklardan biri vardı. “Yoksa beni yeniden kesecek misin?” diye elimde olmadan alayla sorduğumda ciddi yüzündeki ifade değişmedi.
“Kanına bakacağım, bunun için ufak bir kesi atmam gerekiyor.”
“Neden beni iyileştirdiğini söyleyemiyorsun? Daha önce kanımı akıtmana gerek kalmadan bunu yapmıştın.”
“Çünkü zehir söz konusu olduğunda her şeyden emin olmak zorundayız. Tenin iyileşmiş görünüyor ama bu üç gün sonra seni öldürecek etkideyse sinsice kanında geziyor olabilir.”
“Pekâlâ,” diyerek sol elimi ona doğru uzattım. “Kes beni.”
“Üzgünüm, canını yakmayı hiç istemem Kiara,” diyerek bıçağı yavaşça avucuma batırdı. Hissettiğim sızı anlıktı, çünkü orada oluşan yanma hissini söndürür gibi dışarıya taşan soğuk kan oldukça gürdü ve rengi gece kadar siyahtı.
“Yüce Melekler!” dedi Saque şokla. “Kanın tamamen zehir dolu.”
“Bir şey yapamaz mısın Saque? Yüzlercesini ölümün kollarından aldın, onu da alamaz mısın?” dedi Adrian çaresiz bir yakınmayla. Saque bıçağı bir kenara bırakıp bu kez avucunu avucumdaki kesiğe bastırdı ve yine gözlerini kapattı. Dudaklarından fısıltı şeklinde dökülen sözler farklı bir dile aitti, ancak tınısı oldukça hoştu. Sonunda işini bitirdiğinde avucunu yavaşça avucumdan çekti, siyah kan akmaya devam etti.
“İşe yaramıyor,” diye sayıkladığında sesindeki şok ortadaydı. Sanki ne durumda olsam da, son nefesimi veriyor olsam da beni geri getireceğinden emindi ama yanıldığını görmek onu şoka uğratmıştı. Şifacı meleğin bile yetemediği noktada olduğumla yüzleşmek içime nihayet o soğuk korkunun yerleşmesine neden oldu.
Ölüm korkusu.
Avucumdaki kanı derimin altına itmek istercesine parmaklarımı sıkıca avucuma geçirirken, “Bir de ben deneyeyim,” dedi Danika hızla, ellerinin titrediğini fark etmemem imkânsızdı. Koşar adım yanıma gelerek tepemde dikildi ve bana pek de yabancı olmayan o dili kullanarak şifa büyüsüne başladı. Sözleri kulaklarıma doldukça kendimi içimden onları tekrar ederken buldum. Garip bir histi. Sonra avucumu açtım ve kanın hâlâ akmaya devam ettiğini görünce yeniden kapattım.
“Nasıl etki etmez? Bu bildiğim en güçlü şifa büyüsüydü. Gidip büyüyü daha güçlü kılacak otlar toplayacağım-”
“Gerek yok Danika,” diyerek onu durdurdum. “Çabalasan da fayda etmeyecek. Şaman tek ilacın kendisi olduğunu söylemişti. Haklıymış.”
“Onu öldüreceğim,” diye tısladığında bu dünyaya kolayca ayak uydurması ve ölümden bu kadar kolay bahsetmesi karşısında sessizce iç geçirdim. Çoktan evrilmeye başlamıştı. Ben bile şu anda kendime baktığımda artık kandan korkan, ölümün hayalini bile kurmaktan çekinen o kadını göremiyordum.
“Melez olduğun için mi sana bunu yaptı? Ama neden üç gün sonra, neden hemen değil?” dedi Danika kendi kendine konuşur gibi.
“Melez olduğum için,” diye mırıldandım. Sonra gözlerim kayarak Adrian’ı buldu. Gerisini anlatmaya niyetim yoktu ama sanırım o saklamayacaktı.
“Benden kabilesine ait birini kurtarmamı istedi.”
Tyler omuzlarını savaşmaya hazır bir edayla gererken, “O hâlde gidip kurtaralım,” dedi. Esta tırnaklarıyla havaya pençe attıktan sonra konuştu. “Şifayı aldıktan sonra da o şamanın boğazını parçalayalım.”
“Burnuma neden bok kokusu geliyor?” dedi Leo kısık sesle ama herkes onu duymuştu. Ardından bakışlarını Adrian’a sapladı. “Kimi kurtarmanı istedi?”
“Youla adında bir kurt esir edilmiş.”
“Siktir, kim ya da kimler tarafından esir edilmiş diye sormaktan korkmaya başladım.”
“Melekler tarafından,” dedi Adrian, Leo irkildi. Konuşmaya devam ettiğinde sesi kaskatıydı ve cam mavisi gözleri belirsiz bir noktada takılıydı.
“Kurt, Atlantis’te.”
Kimse tek kelime etmedi. Ortaya alev topu gibi düşen sözlerin üzerine herkes farklı bir tarafa bakmaya başlarken sadece Danika durumu anlamlandıramamanın verdiği şaşkınlığı taşıyordu. Nitekim konuştuğunda sesinde sorgu vardı.
“Eee, neden sustunuz? Neden kimse gidip kurdu kurtarmaktan bahsetmiyor?”
“Kimse gidip kurdu kurtarmayacak,” dedim bunun üzerine. Adrian bir şey söyleyecek olsa da sessiz kalmayı tercih etti.
“Ne demek kimse gitmeyecek? Eğer kurt kurtarılmazsa öleceksin Kiara, bunun farkında mısın?”
Önemli değilmiş gibi omuz silktim. “Ben istediğim şifayı aldım Danika.”
“Artık aranızda bağ yok mu?” dedi Tyler şokla. Bunun gerçek olamayacağından o kadar emindi ki yüzünden rahatça okunabiliyordu. “Sanırım konu sen olduğunda imkânsız hiçbir şey kalmıyor.”
“Bağ hâlâ var ama bir süreliğine devre dışı bırakıldı. Artık aptal dürtüler, karşı konulamaz çekimler ve sanırım o saçma rüyalar bile yok. Artık ne hissediyorsam hepsi kendi hislerim. Artık kendi hislerimle hareket ediyorum ve inanın son üç günüm kalmış olsa da bir şeyin baskısı altında olmadan geçeceği için mutluyum.”
“Sen delirmiş olmalısın? Bunun için öleceğinin farkında mısın? Onunla yatsaydın ne kaybedecektin, zaten her şey ortada değil mi?”
“Bana bağırma,” dedim sakince.
“Öleceksin!” dedi bastırarak. “Boktan bir şey yüzünden öleceksin!”
“Kes şunu! Bağırmak yerine Atlantis’e gidip o kurdu kurtarmak için bir şeyler düşün,” dedi Danika bir savaşçı gibi bedenini önümde siper ederken.
“Bilmediğin konularda yorum yapma cadı,” dedi Leo saldırgan bir tavırla.
“Hepinizin korkak olduğunu düşünmek üzereyim. Hiçbirinizde o cesaret yoksa ben giderim tamam mı? Arkadaşımı kurtarmak için ne gerekiyorsa yaparım.”
Ona buna gerek olmadığını söylemek üzere dudaklarım aralanmıştı ki evin kapısı yavaşça çalındı. Coops kulaklarını dikleştirerek hırladı, herkesin kafası kapıya doğru döndü. Adrian sanki kimin geldiğini bilirmiş gibi sert ve hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Ahşap gıcırdayarak açıldığında ortaya serilen yüz Hudson’a aitti. “Efendi Adrian-” diye yakarır gibi konuşmaya başlamıştı ki Adrian onu ensesinden yakaladı ve bir çöp torbasıymış gibi kolayca kaldırarak evin içerisine soktu. Hareketlerinde hiçbir yumuşaklık bulunmadığını Hudson’ın buruşan yüzünden anlayabiliyordum. Üstelik adam o kadar korkmuş görünüyordu ki ten rengi ölüden farksızdı.
“Efendim, sizi rahatsız mı ettim?” dedi pelerini boğazını kestiği için güçlükle ve boğukça. “Şifacı melekten iksiri almak için gelmiştim, amacım rahatsızlık vermek değildi. Özür dilerim, lütfen affedin, özür-”
“Kes yakarmayı,” dedi Adrian gaddar bir tavırla. Laneti yüzünden ufacık kalmış adamı ayaklarımın önüne fırlatır gibi bıraktı. Sanki onun yüzünden zehirlenmişim gibi tüm öfkesini Hudson’a yöneltmesi canımı sıkmıştı.
“Ona bak Hudson. Bir işe yara ve onu iyileştir. Hemen.”
Hudson yerden doğrulmak için çabalarken ona yardımcı olabilmek adına uzansam da benden kaçtı. Korkarak yaşamak onu berbat bir hâle düşürmüştü ve bu yüzden ona acımaktan kendimi alamıyorum. Üzeri yaralarla dolu ellerini kaşıyarak kanatırken, Danika onu çözmek istercesine bakıyordu ve gözlerinde saklanan iğrentiyi görebiliyordum.
“Sen de kimsin?”
“Ben bir kahinim,” dedi Hudson hâlâ ne olduğunu kavrayamamanın verdiği korkuyla.
“Kiara’yı iyileştirebilir misin?”
“Bana ne olduğunu söylerseniz elimden geleni yaparım.”
“Zehirlendi ama güçlü bir zehir. Büyüler işe yaramıyor. Bir şeyler yapabilir misin?”
“Yapmazsa ölür,” dedi Leo boynunu kütlettiği sırada. Bu Hudson’ı daha çok korkuttu. “Denerim. Elimden geleni yaparım,” dedi telaşla.
“Kanımda zehir dolanıyor,” derken birbirine geçirdiğim parmaklarımı yavaşça araladım. Minik kesiğin önü açılmış gibi içerisindeki siyah kanı dışarıya püskürtmeye devam etti. Hudson avucuma dehşetle bakakaldı, yüz ifadesine bakarak bile onun da bana çare olamayacağını anladım. Avucumu geri çekeceğim sırada, “Dur, dur, lütfen,” diye sayıkladı. Yaralarla bezeli olan ellerini bana doğru uzattı ama yarı yolda hareketini kesip, “Dokunabilir miyim?” diye sordu. İzin istemesi sanırım ellerinin berbat hâlinden kaynaklıydı. Başka zaman olsa midem bulanacak olsa da şu anda tek yaptığım kafamı sallayarak onay vermek oldu.
Hudson hem korkudan hem de hastalığından dolayı titreyen elleriyle kanlı avucumu avuçladı. Teni tenime değdiği anda damarlarıma giren yakıcı akım tüm bedenimi tırmandı. Elimi geri çekmek istesem de ondan asla beklemediğim kadar büyük bir güçle beni tutmaya devam etti ve birden, irkilmeme neden olacak kadar hızlı bir hareketle kafası geriye doğru düştü. Gözlerinin tamamen beyaza döndüğünü görmek elimi bir kez daha ondan kurtarmaya çalışmama neden olsa da bunu yine başaramadım. Telaşlı gözlerim Adrian’a döndü, beni kurtarmasını umarcasına ona baktım. Tam harekete geçecekti ki, “Güç,” diye sayıkladı Hudson garip, hırıltılı bir sesle. “Sana hayat veren güç tüm bedeninde geziyor.”
Danika endişeyle, “O ne yapıyor?” diye sordu. Korktuğunu anlamam için onu tanımama gerek yoktu.
“Kahinler geleceği görebilir,” dedi Tyler.
“Her şeyi görebilir,” dedi Esta ve telaşla birkaç adım öne çıktı. “Onu durdurmalıyız, her şeyi öğrenebilir.”
“Siktir,” dedi Leo, Hudson’a saldırmak için ona yaklaştığı sırada, ancak Adrian önüne geçerek onu durdurdu.
“Belki çare olabilir.”
“Delirdin mi Ad? O güvenilmez. Öğrendiklerini başkasına satarsa başımız belaya girer ve bil diye söylüyorum zaten başımızda yeteri kadar bela var.”
“Melez,” dedi Hudson bu sırada şokla. Bu herkesi durdurmaya yetti, çünkü gerçek artık ortadaydı. Hudson elimi daha sıkı tuttu. “Melez savaşıyor ama zehir güçlü, zehir çok güçlü.” Kafasını şiddetle iki yana salladığında tepesindeki üç beş saç tüyünü örten pelerini geriye düştü. “Melez asil soydan geliyor! Asil soyun kayıp meleği o! Ölüm, bu ölüm demek!”
“Bu iş bittiğinde onu öldüreceğim, şifa olsun ya da olmasın,” dedi Leo sertçe kafasını sallarken.
“Naere,” dedi Hudson daha sonra. Kaşlarım hızla çatıldı.
“Ne dedin sen?”
“Gerçek adı Naere. Ateş. Çünkü o ateşten geldi.”
Hudson’ın terle parlayan yüzüne bakarken korku tırnaklarını kalbime geçiriyordu. Kendimden korkuyordum ve bununla yüzleşmek daha çok korkmama neden oluyordu. “Melez günden güne eriyecek,” dediğinde her şeyi bir kenara bırakarak Hudson'a kulak kesildim. “Kızıl kapı aralanacak, ölüm ortaya çıkacak, ölüm çok yakın.” Hudson her ne gördüyse irkildi. “Ölüm her şeyden üstündür. Ölüm tüm güçleri yutar. Melez ölümün karşısında duramaz, kimse duramaz.”
Adrian, “Ne demek bu şimdi?” derken Hudson’ı kendine getirmek ister gibi elini sertçe adamın omzuna koydu, ancak onu sarsamadan öylece kalakaldığında ve irkildiğinde aynı hissi onun da yaşadığını fark ettim.
“Melez, asil meleğin gerçek eşi,” dedi Hudson yeni bir şok dalgasıyla sarsılır gibi. “Meleklerin şehrinde kan var, her yerde kan var. Meleklerin şehri ölüm kokuyor.” Hudson her ne gördüyse bu kez nefes almayı bile bıraktı. “Ölüm,” diye sayıkladı. “Ölüm asil meleğin kollarından yayılacak. Ölüm asil meleğin kollarında olacak.”
Adrian, Hudson’ı parmaklarının arasında ezmek istercesine omzundaki elini sıkıştırdı, Coops sürekli hırlamayı keserek deli gibi havlamaya başladı, şöminedeki ateş dışarıya taşacak kadar yükseldi ve Hudson sonunda gözlerini birkaç kez kırparak kafasını düzeltti. Yeniden eski hâline döndüğünü görsem de o gözlerin derinliğine yerleşen dehşetle yüzleşmek yutkunmama neden olmuştu.
“Karanlık kızgın,” diye fısıldadı bana bakarak.
“Ne?”
“Nefes alan bedenini kaybedeceği için çok kızgın.”
Leo, “Ne saçmalıyorsun?” diye sordu. Hudson gözlerini asla benden ayırmadı, sanki beni ilk kez görür gibi bakması tuhaf hissetmeme neden olurken, “Ne gördün?” diye sordum elimi nihayet avuçlarından çekmeyi başardığım esnada. Siyah kan artık akmıyordu, ancak derimin altında gezinmeye devam ettiğini görebiliyordum.
“Ölümünüzü gördüm Neare,” diye fısıldadığında Adrian bunu duymaya dayamıyormuş gibi Hudson’u omzundan tutarak geriye doğru çekti ama bu sözlerini yutmasına engel olmadı. Bu kez dehşeti barındıran gözlerini Adrian’a sapladı.
“Melez-”
“Onun adı melez değil,” dedi Adrian, Saque’nun bıraktığı bıçağı eline aldığı sırada. Sanırım onu öldürecekti.
Hudson ise, “Melez ölecek!” dedi kaçma niyetiyle gerisin geri yerde sürünürken.
Adrian bıçağı daha sıkı tuttu. “Gelecek değişkendir,” dedi sanki geleceğin nasıl şekilleneceğini bilirmiş gibi.
Hudson kafasını şiddetle iki yana sallarken ağlar gibi konuştu. “Melez, meleğin kollarında ölecek.”
İşte bu söz Adrian’ı bir buz kalıbına döndürdü, adımları kesildi. Yemin edebilirdim ki kalbim birkaç saniyeliğine atmayı kesmişti. Hudson delirmiş gibi kafasını şiddetle iki yana sallayarak bir şeyler anlatmaya devam etti.
“Kendi kanında boğulacak. Şifayı alamayacak, kurtulamayacak. Son nefesini bağlı olduğu meleğin kollarında verecek. Üçüncü günün şafağında melez ölecek. Ölecek!”
“Kes sesini!” dedi Leo hırlar gibi. Coops duyduklarından hoşlanmadığını belli edercesine Hudson’a doğru atıldı ve ayaklarını ısırmaya çalıştı. Adam onu tekmeleyerek kendini korumayı denedi. Aslında Coops istese onu saniyeler içerisinde parçalardı, ancak sanırım bunun için Adrian’ın ona emretmesi gerekiyordu.
“Yeter,” dedim sonunda sesimi bularak. “Yeter artık kesin şunu. Ben şifa aramıyorum. Kalan üç günümü güzel geçirmek istiyorum, artık yoruldum. Tüm bunlar, tüm bu olanlar artık bana fazla geliyor.” Derin bir solukla omuzlarımı şişirdim. “Bırak elindekini Adrian. Onun bir suçu yok, geleceğin böyle olacağını zaten biliyorduk. Bunun şifası yok.”
“Var,” dedi Danika sesini bana ve orada bulunan herkese duyurmak istercesine bağırarak. “Kurdu kurtarırsak-”
“Bunu yapmanızı istemiyorum. O şehir tehlikeli ve kimse oraya gitmeyecek. Kararıma saygı duyun lütfen.” Ellerimi oturduğum sandalyenin koçaklarına bastırarak ayaklandım. Kimseyle göz göze gelmezken, “Ve biraz uyumama izin verin. Artık gürültü istemiyorum,” diye mırıldandım. Hiçbiri beni durdurmadı. Sadece Danika müdahale etmek istedi, ancak Saque eliyle onu durdurdu. Hızlı ve sessiz adımlarla salondan çıkıp Adrian’ın yatak odasına geçerek kapıyı ardımdan kapattığımda kendimi tutmayı bıraktım. Sırtımı kapının ahşap yüzeyine yaslayıp gözlerimden birkaç damlanın boşalmasına izin verdim.
Evden tek bir çıtırtı bile çıkmıyordu, ancak gökyüzü kızgın şimşekleriyle yeri titretiyordu. Yağmurun çağlayan sesi pencereden içeriye dolarken güçlükle sırtımı kapıdan ayırabildim. Bitkin adımlarım doğruca yatağa yöneldi. Üzerimdeki kıyafetler hâlâ ıslaktı ve onları kurularıyla değiştiremeyecek kadar yorgun hissediyordum. Yaşlar usul usul gözlerimden boşalmaya devam ederken giydiğim büstiyeri eteklerinden tutarak üzerimden soyup attım. Ardından da iç çamaşırımla birlikte deriye benzeyen pantolonumu çıkarttığımda onları bir yığın olarak yerde bırakmayı umursamadan yatağa girdim. Örtüyü göğsüme kadar çekip yatağın ortasında küçücük kaldığım sırada bedenim odanın serinliğinden dolayı üşüyordu. Buradaki ilk günlerim gözlerimin önünde canlanırken ufak bir hıçkırık dudaklarımdan kaçtı.
Hiç sorun yokmuş gibi, hiç korkmuyormuşum gibi davransam da onlarca sorun vardı ve delicesine korkuyordum. Üç gün... Sadece üç günüm vardı. Bunu bilmek kafayı yiyecekmiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Halbuki her zaman hangi gün ve saatte öleceğimi bilmeden yaşarken sorun yoktu ama bunu bilirken ve akreple yelkovan sürekli ilerlerken normal bir şekilde yaşamaya devam etmek çok zordu.
Ölmek istemiyordum.
Tam şifaya kavuşmuştum, her şey yoluna girmişti ya da girmek üzereydi ama şu anda hepsi tamamen bozulmuştu. Ben sadece kendi isteğimle, bir şeye bağlı kalmadan ve zorunlu tutulmadan hareket etmek istemiştim. Leo ve muhtemelen diğerlerine göre yaptığım şey aptallık olsa da sonucunda elde ettiğim şeyden mutluydum. Daha çok mutlu olabilirdim ama kanıma karışan zehir her şeye gölge düşürmüştü. Tadını çıkartamadan ve belki de tadına bile bakamadan ölecektim.
Perdesi açık duran pencereyi döven yağmur damlalarını izlerken karanlık gökyüzünü sık sık aydınlatan şimşeklerden gözlerimi kaçırır gibi usulca kapattım. Birbirine geçmiş kirpiklerimin arasından sızan sıcak gözyaşları yanaklarımdan kayarak yastığa düşerken kendimi uyumaya zorladım. Sanki uyandığımda her şey yoluna girecekmiş gibi düşünmeye çalıştım, işin kötüsü hiçbir şeyin yola girmeyeceğini bilmemdi.
Dakikalar sonra, yağmurun şiddetli sesi eşliğinde huzursuz bir uykunun kollarına sığınmak üzereyken yattığım yatağın arkamda kalan tarafı çöktü. Huysuzlandığımı belli edercesine burnumu çektim. Yatak biraz daha sallandı ve arkama yerleşen o sıcak bedenin varlığını hissettiğimde zihnimi uykunun esaretinden kurtardım. Göz kapaklarım titreyerek açıldığında güçlü bir kol beni örtünün üzerinden sararak kendisine çekiyordu ve onun kim olduğunu biliyordum.
“Aptal,” diye fısıldadı burnunu saçlarımın arasına gömdüğü sırada. Bana daha sıkı sarıldı. “Aptalsın.”
Kuruyan gözlerim hızla ıslandı. Yanağımı yakarak inen damlanın ardında kalan yapışkan his tenimi karıncalandırırken derin bir soluk alarak kendimi rahatlatmaya çalıştım ve Adrian’a ona ihtiyacım varmış gibi sokuldum. Çıplak sırtım çıplak göğsüne yapıştı. O sıcaktı, bense donuyordum.
“Rheana,” diye fısıldadığında içime titrek bir soluk çektim. Karnımın üzerine sarılmış olan koluna elimi dolayıp, “Bu kelimenin anlamı sakar ya da aptal değil, değil mi?” diye fısıldadım tıpkı onun gibi.
“Değil,” dedi sadece.
“Öyleyse anlamı ne?”
“Sadece Atlantis’in topraklarından çıkan ve erişilmesi çok zahmetli olan elmas,” dedikten sonra yutkundu. “Kızıl elmas.”
Aldığım soluk yarıda kesildi. “Bana neden bu ismi verdin?”
“Çünkü o taş kadar değerli, çekici ve zor bulunacağın için oldukça kıymetlisin.”
“Bunlar gerçek hislerin?”
“Bunlar gerçek hislerim. Artık o bağ yok, unuttun mu?”
“Artık o bağ yok,” diye mırıldandım. Bu bir yönden iyiydi ama bir yönden de aklımda sürekli soru işaretleri bırakıyordu.
“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu, sesi temkinliydi.
“Garip. Ama zehirden bahsediyorsan şu anda hiçbir farklılık hissetmiyorum.”
“Kanın geceden siyah,” dedi isyan eder gibi.
“Ama canım yanmıyor.”
“Yakında yanacak.”
“Önemli değil,” dedim kısık sesle.
“Herkesi kandır ama beni kandırmaya çalışma,” dediğinde yanağımdan bir damla daha kaydı. “Aptal,” dedi karnımın üzerindeki eliyle beni iyice sarmalarken. “Ağlıyor musun?”
“Bana hakaret etmeyi kes.”
“Seni parçalara ayırmak istiyorum,” dedi bastırılmış hırsla. “Biliyor musun? Gerçekten bunu yapmak istiyorum. Damarlarında gezen siyah kanı gördükten sonra...” Bunu hatırlamak sinirlerini germiş gibi gürültüyle soluğunu verdi. Karnımdaki eli kayarak kesiğin olduğu avucumu buldu ve parmakları incitmekten korkarcasına tenimde gezindi.
“Kendine bunu yaptığın için çok öfkeliyim.”
“Eğer,” dedim ağlama isteğimi bastırmaya çalışırken. “Eğer sana engel olmasaydım Geinna’yı yok eder miydin?”
Gökyüzü şiddetle homurdandı. “Oradan geriye toprak yığını bırakacaktım ve o toprağın altında koca bir kabilenin yattığını kimse anlayamayacaktı.”
“Gerçekten bunu yapar mıydın? Orada masum bebekler vardı-”
“Sen de masumdun ama sana zarar verdiler,” dediğinde sesinden akan merhametsizlik tüylerimi diken diken etti.
“Büyüye rağmen gücünü nasıl geri kazanabildin anlayamıyorum,” dedim konudan biraz uzaklaşmanın daha iyi olacağını akıl ederek. Çünkü Adrian hemen şu an gidip o şehri yerle bir etmemek için kendisini zor tutuyor gibiydi.
“Bilmiyorum,” dedi. “Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte.”
“Sen tanrıların tanrısının gücünü taşıyorsun. Sınırın yok,” dedim yavaşça.
“Var,” dedi sinirle. “Benim sınırım sensin.”
“Bu da ne demek?”
“Neden beni o kahrolası şehre gitmeye ikna etmek için bile uğraşmıyorsun?” dedi hem öfke hem de yakınmayla.
“Seni buna zorlamaya hakkım yok-”
“Var,” dedi yine sinirle. “Sadece senin var, Rheana, hâlâ bunu anlayamadın mı?”
Sertçe yutkunup yatakta ona doğru döndüm. Pencereden sık sık vuran şimşeklerin yaydığı mavimsi beyaz ışıkla bir aydınlanıp bir karanlığa gömülen yüzüne bakarken, “Oraya benim için gider misin?” diye sordum.
Elini çeneme koyup sertçe kavradı. “Senin için orayı yıkarım,” dediğinde gökyüzü yarılır gibi gürüldedi ve dudakları dudaklarıma kapandı.
Onu üç gün sonra ölmeyecekmişim, bu şey hiç bitmeyecekmiş gibi öptüm. Ona ölüm bile bizi ayıramayacakmış gibi sarıldım. Ona beni ölümden bile koruyabilecekmiş gibi sığındım.
Ve üç gün sonra öleceğimi bilmiyormuş gibi kalbimin umutla dolmasına izin verdim.
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |