21. Bölüm

20. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Adrian’ın mermerden oyulmuş gibi kusur barındırmayan güzel boynuna alnımı bastırarak ondan ve aklımla bağlantılarımı kopartan lezzetli dudaklarından kaçtığımda nefes nefeseydim. Onun da benden pek farkı yoktu. Çenesini kafamın tepesine yaslayarak soluklarını düzenlemeye çalışıyordu. Örtünün altında birbirimize dolanmış hâldeydik ve tanrım, çıplak olduğumu hatırlamak için biraz geç kalmıştım. Üstelik o da üstten hiçbir şey giymiyordu ve sert göğsüne dayanmış olan göğüslerimi tüm ayrıntılarına kadar hissettiğine emindim.

“Adrian,” diye adını boğukça sayıkladım. “Hudson’a zarar vermedin, değil mi?”

Konuşabileceğimiz onca konu varken sözün kahine gelmesinden hoşlanmamış gibi homurdandı. “Başını gövdesinden ayırmadığım için pişman olacağımdan eminim.”

“Ufacık merhameti hak etmeyecek kadar kötü biri mi?”

“Kalbine saplanan hançerle herkesin görebileceği bir yere asılmayı hak edecek biri.”

“Ne yaptı ki?” diye sordum merakla. Ortasına düştüğüm arzu ateşi Hudson sayesinde sönmeye başlamış gibiydi ve böylece ancak soluklarımı düzene sokabilmiştim.

“O normalde genç bir adam, göründüğü gibi yaşlı değil. Kahinler arasında kendinden söz ettiren bir isimdi. Gücü diğerlerini çok geride bırakmıştı ve o da bunu kullanıyor, kendisini bir tanrı gibi görüyordu. Kara büyüye bulaştığına dair söylentiler dolanıyordu, hâline bakıldığında bunu anlamak mümkün.”

“Ama kendisini Sharon’un lanetlediğini söylememiş miydi?”

“Sharon birini lanetlemek için asla ikinci kez düşünmez ama hayır, buna inanmıyorum. Çoğu güç delisi gibi kara büyünün verdiği ekstra güce kapıldı ve bu öğrenildiğinde de soyu tarafından lanetlendi. Saque’nun yaptığı iksir olmasa birkaç güne ölür.”

Kara büyüden bahsedildikçe gerilmekten kendimi alamazken, “Peki neden Saque’dan onun için iksir yapmasını istedin?” diye sordum yavaşça.

“İşime yarayabileceğini düşünmüştüm. Sharon’dan haberler getirebilirdi.”

“Sıradaki sorunun ne olduğunu biliyorsun.”

Güldüğünü işittim. Kısacık bir anlığına kulaklarıma dolan kıkırtı içimi sıcacık etmeye yetti. “Sharon’dan haber falan getirmedi. Daha çok bizden ona haber uçurmuştur, ona güvenmiyorum, her şeyi yapabilir.”

“Ve artık her şeyi biliyor.”

“Önemi kalmadı,” dedi sıcak nefesini saçlarıma dökerek. Düşüncelerimden kaçmak istercesine ona daha çok sokulurken, “Çünkü hepi topu birkaç günüm kaldı,” diye mırıldanmaktan kendimi alamadım. Sırtıma bastırdığı elinin tutuşu sertleşti. Bunu duymaktan hoşlanmıyordu. İç çekerek güzel kokusunu ciğerlerime doldurduğum sırada, “Kalan günlerimi en güzel şekilde geçirmek istiyorum Adrian,” dedim.

Hafifçe geriye çekilerek boynuna sakladığım yüzümü ortaya çıkartmak için elini çeneme yerleştirip kafamı geriye itti. Bir yanıp bir sönen yıldırımların yaydığı parlak ışığın altında sık sık karanlığa saklanan ve sonra birden ortaya çıkan yüzündeki sert ifade yüzüme çarptığında soluğumu tutmak zorunda kaldım. “Senin için oraya gideceğim,” dediğindeyse sanki bir daha hiç nefes alamayacakmışım gibi hissettim.

“Orayı sevmiyorsun,” dedim yavaşça.

“Oradan nefret ediyorum,” dedi. “Oraya gitmek zorunda bırakıldığım için geri dönüp Geinna’yı yok etmek istiyorum. Her birinin kafasını kopartıp beni buna mecbur bırakan şamanın önüne atmak istiyorum. Sana yemin ederim Rheana, bunu gerçekten yapmak istiyorum.”

Sessiz kalmayı tercih ederek öfkesini kusmasını izledim. Dışarıda kopan fırtına sanki daha çok harlanmış gibi hızlanmıştı. Esen rüzgarın uğursuz sesi pencereleri dövüyordu. Bense bu fırtınaya sebebiyet veren adamın sıcak kollarında korkusuzca duruyordum.

“Ama oraya gideceğim,” dedi tüm nefretini görmezden gelerek. “Uzun zaman önce terk ettiğim o şehre senin için gideceğim. Bunu bana senden başkası yaptıramazdı, Rheana.”

“İşte sana bunu yapmak istemiyorum,” diye fısıldadım. “Seni nefret ettiğin o topraklara geri götürecek olmak, bunun nedeni olmak hoşuma gitmiyor. Bırak, kalan günlerimi seninle en güzel şekilde geçireyim. Üç günse üç gün-”

“Seninle üç yüz bin yıl geçirsem bile bana yetmeyeceğini bilirken sen üç sikik günden bahsediyorsun.”

O an onu deli gibi öpmek istesem de bunu yapmadım. Nasıl kendimi sabit tutabildiğim bilmiyorum ama sadece ona bakmakla yetindim, yüzünün çizgilerini hafızama kazıdım. Ebediyete bile bu görüntünün benimle gelmesini dilediğimi fark ederken dudaklarımın yeniden aralanmasına izin verdim.

“Bunu atlatsam bile artık herkes lanetli melezin doğduğundan haberdar olacak, engel olamayacağımız kadar yayıldı. Dahası peşime düşecekler. Kaç tane düşmanım olduğunu bile bilmiyorum-”

“Yüce asil melekle birlikte olduğunu unutuyorsun,” dedi biraz alay, biraz ciddiyetle. “Asil melekler düşmanlardan korkmaz. Düşmanlar asil meleklerden korkar.”

“Küstah tavırlarından dolayı kendini beğenmiş asil kıçını tekmelemek isteyen binlerce kişinin olduğuna eminim.”

“Ama asil kıçımı öpmekten korktukları için ve bir ödlek oldukları için bunu sadece istemekle kalacaklar.”

Kendimi tutamayarak kahkaha attım. “Baş edilmez birisin,” derken hâlâ minik kıkırtılar dudaklarımda asılıydı. Sonra yavaşça iç çekip, yüzümü çenemdeki elinin avucuna doğru iterken, “Havayla oynamayı bırak, güneşi görmeyi özledim,” dedim.

“İsteyerek yapmıyorum.”

“Durduramaz mısın?”

“Bu kadar öfkeliyken mi? Asla. Ayrıca şu an gece, günün aydınlanmasına daha çok var.”

“Buradan bakıldığında pek de öfkeli görünmüyorsun,” dedim bir kedi gibi mırıltı çıkartarak.

Çenemdeki elini iyice yanağıma yaslarken, “Biliyor musun, senin yanında pençelerimi saklarken kendimi buluyordum,” dedi itiraf eder gibi. “Benden korkacağını düşünmek-”

“Senden asla korkmam.”

“Ama ben canavarın tekiyim,” dediğinde benden hızla uzaklaşarak sırtüstü döndü ve gözlerini tavana dikti. Sertçe yutkunduğunu boğazında aşağı ve yukarı hareket eden yumru açıkça ortaya serdiğinde, “Sorun ne?” diye sorarak yeniden ona doğru yaklaştım. Sanki tenim tenine değmese soğuktan donarak bir heykele dönüşecekmişim gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.

“Geinna’yı yok etmek istediğimi söylerken bunu sadece öfkeli olduğum için söylemiyorum,” dedi yavaşça. Kollarından birini başının altına yerleştirmişti, diğer koluysa örtünün üzerinde, ikimizin arasındaydı ve eli yumruk şeklindeydi. “Orayı gerçekten yok etmek istiyorum. Daha önce yaptım, Rheana. Daha önce o kadar güzel şeyi yok ettim ki bilsen benden nefret ederdin.”

“Anlat bileyim,” dedim kafamı yastığa yerleştirip onun yan profilini yıldırım ışıklarının verdiği yardımla izlerken. “Anlat ve ne olursa olsun senden nefret etmeyeceğimi gör.”

“Küçük bir çocukken güçlerim kendini belli etmeye başladı. Bir çocuktan ne kadar korkabilirsin? Hiç? Başlarda kimse benden korkmuyordu ama bir gün Altantis’in semalarında uçarken yanımızda bize eşlik eden benim gibi çocuk meleklerden biriyle aptal bir tartışmaya tutuştum. Aptalca bir şeydi,” dedi omuz silkerek. “Ama o kadar öfkelendim ki ilk kez o gün hava aniden karardı ve ilk kez o gün birini öldürdüm. O çocuğu.”

“Sen de bir çocuktun ve böyle bir şey olabileceğinden haberin yoktu,” dedim kendisini kötü hissetmemesi için aklıma ilk geleni söyleyerek.

“Annem de bunu söylemişti,” derken dudaklarına buzdan bir kıvrım yerleşti. “Yaptığım tüm yanlışların üzerini kapatıp, konuşmak isteyenleri susturdu. Beni daima savundu ve yanlış yapmadığıma inandırdı.” Bir yıldırım çaktı, Adrian’ın cam mavisi gözleri buz gibiydi.

“Eşini öldürdüğüm ana kadar.”

Kanımın donduğunu hissettim. Dudaklarım birkaç kez aralansa da tek kelime çıkartamadım. Adrian yanımda bir kayadan farksızdı. Sadece ona bakmakla bile ne kadar kötü hissettiğini anlayabilmek mümkündü. Sonunda sesimi yeniden bulabildiğimde, “Bu... bu... çocukken mi oldu?” diye sordum.

“Babamı öldürdüğümde mi?” dedi açıkça gerçeği ortaya sererken. “Ergenlik çağımın ilk yıllarındaydım. Annem benim için beni sakinleştirecek ve gücümü sınırlayacak bir kolye yaptırmıştı. Onu taktıktan sonra daha sakindim, en azından durduk yere bir yeri yok etmiyordum ya da birilerini öldürmüyordum. O zamanlar ne olduğumu keşfettiğim ve ne istediğimi anladığım zamanlardı. Sharon’u istiyordum,” dediğinde kalbimi buzdan bir elin avuçladığını hissettim. “Sanki herkese ve her şeye olan öfkem evrilmiş ve Sharon'a dönmüştü. Onun peşindeydim. Gerçek bir köpek yavrusu gibi peşinde dolanıyordum.”

Sesinden akan iğrenme kendineydi. Adrian'ın birilerinin nefretine ihtiyaç duymadığını o an anladım, çünkü kendine olan nefreti yüzünden başkalarının nefretine yer kalmıyordu. “Bana bazen canavar diye sesleniyordu, sanki bana kullanabileceği tek sevgi sözcüğü buymuş gibi,” dediğinde gökyüzü yarılır gibi titredi, bir yere şimşek düştüğünü anlamak zor değildi.

“Bu yüzden o kelimeyi duymaktan nefret ediyorsun,” diye fısıldadım, anılar hızla zihnimden akıp geçti. Ona ne zaman bunu söylesem öfkelendiği anlar hâlâ yerini koruyordu.

Adrian daha fazla bu konuyu irdelemek istemiyormuş gibi beni duymazdan geldi. “Gücümün delicesine zirveye çıktığı anlardan biriydi. Babam bana ailemizin tabi olduğu kuralları anlatmaya çalışıyordu, kardeşlerim de oradaydı. Eş seçiminin yüce melekler tarafından olacağını öğrendiğimde çıldırmıştım, çünkü Sharon’un kardeşlerimden biriyle eşleşebileceğini düşünmek beni delirtmişti. Tam olarak ne olduğunu hâlâ hatırlamıyorum. Netçe hatırladığım şey kardeşlerimi öldürürsem bu sorunun çözüleceğiydi.” Gürültüyle yutkundu. “Saldırdığımı da hatırlıyorum. Babam onların önüne geçti. Bulunduğumuz altın sarayın batı kısmını oluşturan devasa kayaların kırılma sesleri hâlâ aklımda. Rüzgâr öyle sert esiyordu ki kanatlarını çıkarma hatasına düşen herkes sağa sola savruluyordu. Tüm bu yıkım olurken havada asılı duruyordum ve o sert rüzgâr bana asla dokunmuyordu. Babam kaya parçalarının altında kaldı, kardeşlerimse kaçtı. Eş seçimi gerçekleşene kadar onları görmedim, herkes onları gazabımdan korumaya çalıştı. Ben kendi şehrimi, kendi ailemi bile yıkıma uğrattım, Rheana.”

“Ergenlik çağında dengesiz hisler ve bastırılamayan öfke normal insanlarda bile işleri çığırından çıkartabiliyorken senin gibi bir melek için öfkeni kontrol edememen aslında normal karşılanabilir. Sadece güçlerinin ölümcül etkisi var, tek kötü yanı bu,” dedim ve sonra tüm sorularımın üzerine toprak attım. Şu anda istediğim son şey geçmişi daha fazla kurcalamaktı. “Yine de senden korkmuyorum, korktuğumu sandığım anlarda bile. Benim için bir canavar ya da şeytan değilsin.”

“Beni öyle görmediğin için böyle konuşabiliyorsun.”

“Umurumda değil. Yıkım mı çıkarmak istiyorsun? Seninle birlikte çıkartırım, Adrian. Gerçek olan bu.”

Yüzünü bana doğru çevirdi. Sanki asırlar sonra ilk kez göz göze geliyormuşuz gibi hissetmekten kendimi alamadım. O ise hâlâ buz gibiydi. “Şimdi gücümün farkındayım ve artık yuları benim elimde. Ama şimdi hissettiğim öfke o zamankinden çok çok daha fazla. Bunu nasıl anlatabileceğimi bile bilmiyorum. O zaman yüce melekler beni durdurabilmiş, hatta cezalandırmışlardı ama şu anda yüce melekler bile beni durduramazlar, Rheana. Hepsini, her şeyi yok ederim.”

Elimi pürüzsüz yüzüne yerleştirerek parmaklarımın ucuyla yanağını okşadım. “Buradan benim için her şeyi yapabileceğini mi anlamalıyım?”

“Senin için her şeyi yaparım.”

“Peki kendini köpek yavrusu gibi mi hissediyorsun?”

“Kendimi gerçek bir asil melek gibi hissediyorum.”

“Sikik köpek yavrularının canı cehenneme,” dedim birden. Bana bakarak yavaşça dudağının kenarını kıvırdı. “Benim asil meleğim var.”

“Benim de lanetli melezim var,” dedi, güldüm. “Üç günü kalmış lanetli melez.”

Sesindeki soğuk alayı görmezden geldim. “Üç gününü asil meleğiyle güzel geçirmek isteyen lanetli melez,” diye onu düzelttiğimde Adrian bundan hoşlanmamış gibi kaşlarını çatsa da bir şeyler söylemesine izin vermeyerek parmaklarımı yanağında kaydırıp dudaklarının üzerine bastırdım. Sonra, “Konuşma,” dedim iç çekerek. “Bırak seni biraz böyle izleyeyim.”

Sadece birkaç saniye sessiz kalabildi. “Ne hissediyorsun?”

Gülüp, “Tuhaf,” dedim. “Garip.” İç çektim, yüzümdeki gülümseme yerini ağırlaşan bakışlara bıraktı. “Ayrıca sırtımdaki dövme yanıyor,” diye fısıldadığımdaysa dudaklarımı ısırıyordum.

“Dövme yanıyor?” Onaylayan birkaç mırıltı çıkarttım. Bunun üzerine, “Yanmaması için ne yapmamız gerek?” diye sordu.

“Beni öpebilirsin?”

“Seni öpebilirim?”

“Her şeyi tekrar mı edeceksin?”

“Ne yapmamı istersin?”

“Beni öpmeni.”

Adrian bana güzel sırıtışlarından birini bahşetti, onu sadece birkaç saniyeliğine görsem de yüzü karanlığa gömüldüğünde bile hayali gözlerimin önündeydi. Yeniden bana doğru döndüğünde yüzünü yüzüme yaklaştırıp parmaklarını yastığın üzerinde dağılmış olan saçlarımda gezdirdi. Bir an sonra çakan yıldırım sayesinde dudaklarıma doğru eğildiğini gördüm, beni yavaşça öptü. İncitmeden, acıtmadan, aheste aheste dudakları dudaklarımla dans etti. Ellerim göğsünde ve sırtında gezinirken üzerimizdeki örtü belimize kadar kaymıştı. Sırtında gezdirdiğim tırnaklarımı tenine bastırarak ense köküne doğru çektiğimde Adrian ağzıma doğru inleyerek sürdürdüğü yumuşak öpüşünü sertleştirdi. Eli sırtıma dolanıp belime kaydı ve durdu, ardından biraz daha kaydığında hızla benden ayrılarak, “Siktir,” diye inledi. “Sen tamamen çıplak mısın?”

Elinin iyice aşağıya kaydığını hissederken, “Kıyafetlerim ıslanmıştı-” diye söze başlamıştım ki kalçamı sertçe avuçladığında söyleyeceğim her şey aklımdan uçup gitti.

“Siktir, aklımı kaçırmama neden olacaksın.”

“Bu sorunmuş gibi konuşuyorsun,” dedim nefes nefese kalmışken.

“İçeride kaç kişi olduğunu unuttun mu?” diye hatırlattı. Sonra birden aklına şeytani bir fikir gelmiş gibi duraksadı ve üzerime eğilip beni sertçe öptü. Kalçamdaki eli baldırım boyunca gezinip bacak aramın sınırlarında dolanırken, “Sessiz olabilirsin, değil mi güzel Rheana?” diye fısıldadı. Yemin edebilirdim ki sesi kapkaranlıktı.

“Ben bacaklarının arasını keşfederken, çığlıklarını içeride tutabilirsin, değil mi?”

Sanki bunu yapamayacağımı belli edercesine dudaklarımı ısırıp kafamı şiddetle iki yana salladım. Adrian, “Sessiz olamaz mısın?” diye sordu, benimle oynadığının farkındaydım ve bu sinsi oyuna bile karşı koyamıyordum. Devamını dudaklarını dudaklarıma sürterek getirdi. “Eğer sessiz olamazsan sessiz olmanı sağlarım, dudaklarımla.”

“Adrian,” diyerek adını inlemekten kendimi alamadım. Parmakları sıkıca birbirine bastırdığım bacaklarımın arasında kayarak ilerledi. “Adımı sayıklamaya devam et,” diye buyurduğunda aldığı emre itaat etmek dışında görevli olmayan köleler gibi bunu yineledim. Parmakları bacaklarımın arasında sıkışıp kaldığındaysa, “Şimdi benim için bacaklarını aç. Bir keresinde rüyanda bunu yapmıştın. Yine bu odada, bu yatakta. Ben de buradaydım ve seni izliyordum,” dedi. Geçmişe attığı oltaya yakalanan anı yüzünden titremekten kendimi alamadım. “Şimdi yine bu odadayız ve bu bir rüya değil. En güzel yerinde kaybolup gitmeyeceksin.”

“Değil,” diye fısıldadım ama bundan emin olmam gerekiyordu. Adrian bacaklarımı aralamak adına güç kullanmadan milim milim ilerlerken bileğime taktığım büyülü bilekliğe ulaşmaya çalıştım. Vücutlarımız birbirine dolandığı için bu biraz zordu. Sonunda kollarımı ona dolayarak sırtında birleştirip ancak bilekliğime dokunabildiğimde hiçbir farklılık hissetmeyince bunun gerçek olduğundan emin oldum. Adrian ise ne yaptığımı fark etmiş gibi güldü.

“Gerçekliğinden emin oldun mu ateş parçası?”

Sözleri soluklarımın daha çok hızlanmasına neden oluyordu ve sesini o kadar kısık, o kadar davetkâr tutuyordu ki bunu beni iyice uyuşturmak için yaptığından emindim. Konuşmama fırsat vermeden, “Ona dokunmana gerek bile yoktu, sana dokunuşumdan bunu anlamalıydın,” diye devam etti. “Aç bacaklarını, bunu yapmak istediğini biliyorum.”

“S-sadece aptal gibi korkuyorum,” dediğimde sesimin titremiş olmasına lanet ettim.

“Bizi birbirimize çeken bağ şu anda devre dışı. Normal düşünebiliyorum, bunu deli gibi istesem de normal davranabilirim. Seni asla incitmem.”

Sözleri kaskatı duran bacaklarımın yavaşça çözülmeye başlamasına neden olurken, “Lütfen incitme,” dedim yalvarır gibi.

“Asla,” diye karşılık verdi. “Asla canını yakacak bir şey yapmam.”

“Koca bir kabileyi yok etmek isteyen melek canımı yakmayacak, öyle mi?”

“Sadece koca bir kabileyi değil,” derken yüzü yine yüzüme çok yakındı ve gözlerinin dudaklarımda olduğunu vuran şimşeklerden yakalamıştım. “Tüm kıtayı yok etse bile asla umursamayacak melek senin canını yaktığını düşünmek bile istemiyor.” Derin bir soluk aldı. “Ayrıca bu gece sadece sana hizmet edeceğim, sadece sana.”

Sonra dudaklarıma kapandı ve ben de inleyerek ona teslim oldum. Bacaklarım tüm gücünü kaybetmiş gibi hafifçe iki yana açıldı. Adrian hâlâ beni öperken elini yavaşça kaydırarak oradaki saklı diyara ulaştığında sırtımı gerip yeniden bedenimi kasmamak için kendimi zorladım. İlk denemem tam bir fiyasko olunca bu olay gözümde büyüdükçe büyümüştü ve ne zaman düşünsem tek hissettiğim acıydı, ancak karşımdaki Adrian’ken o acı çok kısa süre zihnimde canlanmış ve hemen ardından yokluğa karışmıştı.

Parmakları orayı boylu boyunca turlayıp tüm sınırlarını keşfe çıktığında tek yaptığım inlemekti ve sesimi kontrol edebildiğim söylenemezdi. Sonunda Adrian dudaklarını biraz uzağıma çekip, “Sessiz olmak zorundasın kızıl elmas,” diye hatırlattı. “Atacağın çığlıklar ancak daha çok arzuyla dolmama neden olur. Ama kapının ardındakilerin seni nasıl inlettiğimi duymalarını istemem.”

Onu onaylarcasına kafamı sallarken yüzümdeki ifadenin acı çekiyormuşum gibi göründüğünden emindim. Hele de parmakları o tepeyi bulduğunda ve üzerinde resmen dans etmeye başladığında sırtım yay gibi gerilmiş, yatakta hafifçe havalanmıştım. Örtü artık tamamen aşağıya kaymıştı ve pencereden içeriye doluşan şimşek ışıklarının altında bedenim bir görünüp bir kayboluyordu. Her ne kadar benimle oynar gibi konuşsa da Adrian yanımda kaskatıydı. Karanlığa gömüldüğümüzde bile rahatça görebildiğim cam mavisi gözleri arzuyla parıldıyordu.

“Şu anda odadaki tüm mumları yakmanı isteyebilirim,” diye fısıldadığında inledim. Tanrım, parmakları o an orada öyle fena kıvrılmıştı ki değil odadaki mumları tüm evi yakabilecek hâle gelmiştim. “Ama bu sefer için benim ışığım bize yeter,” dedi daha sonra. Gökyüzü bunu onaylar gibi homurdandı ve bir şimşek çaktı.

“O kadar kusursuz görünüyorsun ki,” dedi boğukça ve ardından parmaklarını iyice oraya bastırdı. “Adrian,” diye inledim. Sessiz olmaya çalışmak çok zordu. İçimde patlamak için yükselen bir volkan vardı ve lavlar damarlarıma akarken sesimi belli bir seviyede tutmak imkânsızdı.

“Canını acıtıyor muyum?” diye sordu karanlık bir sesle. Cevap veremedim, dudaklarımı aralarsam çığlık atacağımı bildiğim için kafamı şiddetle iki yana sallayarak karşılık verdim. Kulağıma doğru yaklaşıp, “Parmaklarımın okşadığı teninin gerginliği korkudan kaynaklı değil, değil mi güzel Rheana?” diye fısıldadı.

“Tanrım,” diye inledim. “Değil, Adrian, değil. Tanrım, buna bir son ver.” Sesimin titrek ve yüksek çıkmasına engel olamamıştım.

Burnunu çene çizgim boyunca sürterken, “Şşş,” dedi karanlık bir fısıltı şeklinde. “Henüz sana hiçbir şey yapmadım.” Daha ne kadar fazlası olabileceğini düşünürken kendimi buldum, ancak bu fazla uzun sürmedi, çünkü Adrian açıkta duran göğüslerimden birine saldırdığında hissettiğim zevk zirvedeydi. Dudaklarımdan firar etmek üzere olan çığlığı zar zor bastırıp bir elimi yatağın çarşafına pençe misali geçirdim. Diğer elim ise Adrian’ın sırtındaydı ve tıpkı çarşafa geçirdiğim elim gibi pençe şeklindeydi, tırnaklarım derisine feci baskı uyguluyordu. Canını yaktığımdan emindim, dudaklarından göğsüme dökülen sert nefeslerden bunu anlamak mümkündü, ancak beni durdurmak için bir şey yapmak yerine göğsümün üzerinde dilini kaydırarak işkencemin dozunu arttırıyordu.

“Adrian,” dedim nefes nefese kalmış bir çaresizlikle. Sesim neredeyse ağlıyormuşum gibi çıkmıştı. Göğsümün minik ucunu daha sert emip, parmaklarını tepeme daha sert bastırarak bana karşılık verdiğinde sırtım yeniden yataktan kalkacak şekilde büküldü. Zevk her yerdeydi, her noktamda onu hissediyordum. İçimde kaynayan volkanın yukarıya doğru yükseldiğini fark ettiğimde kendimi bana çarpacak olan zevk dalgasına karşılamaya vaktim olmadı. İçeride birilerinin olduğunu ve sesimi duyabileceklerini umursamadan boğazımın derinliklerinden kopup gelen çığlığı serbest bıraktım. Ancak Adrian sanki bunu yapacağımı bilirmiş gibi hızla dudaklarıma atıldı ve beni öptüğünde çığlığım ikimizin arasında boğuk mırıltılara dönüştü. Parmaklarının asla kesilmeyen hareketleri sonunda beni zirveye taşıdığındaysa bedenim öyle sert sarsıntıya uğradı ki kısa bir anlığına zaman ve mekân kavramını bile şaşırdım. Beni kendime getiren yerin sarsılır gibi titremesi ve pencereden içeriye dolan alev rengi ışık oldu.

“Siktir,” dedi Adrian hâlâ soluk soluğayken hafifçe doğrulup pencereden dışarıya bakarak. “Bunu ben yapmadım.”

Zevk dalgası bedenimi defalarca turladıktan sonra havada dağılan sigara dumanı gibi beni terk ettiğinde parmağımı kıpırdatacak gücüm kalmamıştı. Yatakta ölü bir beden gibi uzanıyordum, tek hareket eden körük misali inip kalkan göğsümdü. Ter içerisinde kalmış bedenime aldırmadan, “Ne? Ne oldu?” diye sorduğumda sesim saatlerce çığlık atmışım gibi pürüzlüydü.

“Yıldırım düştü, deprem etkisinde,” dedi hâlâ pencereden dışarıya bakarken. Sonra bana doğru dönüp gözlerini tüm vücudumda gezdirdiğinde kendimi saklama hissini hissetsem de gücüm yoktu ve artık ondan saklanmak istemiyordum.

Adrian birden, “Bunu sen yaptın,” dediğinde ona afallayarak baktım.

“Ne?”

“Seni baskıladım, özgürce zevkini alamadın. Gücün kendini açığa çıkarttı,” dedikten sonra hafifçe sırıttı. “Sen çok tehlikeli bir cadısın.”

Yanaklarımın ısındığını hissettim. Ne yaptığımın pek de bilincinde olduğumu söyleyemezdim ama kendimi baskılanmış hissettiğim doğruydu. Sesimi çıkartamamak içimde enerji birikimine neden olmuştu ve ben de o enerjiyi boşaltmıştım.

Adrian örtüyü yeniden üzerimize çekti. Sırt üstü yatıyordum, o ise kolunu yastığa dayamış, başını da avucuna yaslamış hâlde yüzü bana doğru dönüktü. Kafamı çevirip ona bakamayacak kadar yorgun hissediyordum. Her an uyuyabilirdim. Gerçekten her an bilincim kayabilirdi, garip bir yorgunluğa esir olmuştum.

“Parmaklarım sergilediği maharetten ötürü birkaç övgüyü hak ediyordu bence,” dediğinde dudaklarım kıvrılsa da bir şey söylemedim. Adrian iç çekti. “Seni konuşamayacağın kadar yordum mu?” diye sorduğunda birkaç mırıltı çıkarttım. “Uyuyacak mısın?” Birkaç mırıltı daha çıkarttım ve zihnim kaymaya başladı. Adrian yüzüme yapışmış olan saçlarımı geriye doğru iterken gözlerim yavaşça kapanmıştı, ancak dikkatle beni izlediğinden emindim. Uyku tatlı kollarıyla bedenimi kucakladığında onun, “Siktir,” dediğini işitsem de tepki veremedim. Devamında söyledikleriyse duyduğum son kelimelerdi.

“Siktir, zehir! Bunu nasıl unuturum, siktir!”

×××

Taştan duvarlarının güneşi geçirmediği bir yerdeydim. Burnuma dolan ağır koku ciğerlerimin nefes almayı reddetmesine neden olacak kadar kötüydü. Hiçbir şey göremiyordum, ancak kulaklarım dikkat kesilmişti. Soğuk tenimi ısırırken taş zemine sürtünen zincirin çıkarttığı iç gıdıklayıcı sesi duyabiliyordum. Ayrıca karanlıkta birinin daha olduğunu belli eden nefes sesleri kulaklarıma ulaşıyordu. Nerede olduğumu anlamaya çalışsam da karanlık bana cevap vermeyecekmiş gibi etrafımdaki her şeyi gizliyordu.

Zincir bir kez daha yere sürtüldüğünde kalbimi ele geçiren korkuyla birlikte, “Kim var orada?” diye sordum. Sesim duvarlara çarpa çarpa yankılanarak yeniden bana döndü ve bir süre boyunca tekrarlandı. Bu durum korkumu daha çok körüklerken karanlığın içerisindeki kişinin anlamsız fısıltılarını işittim. Sanki sesini bana duyurmaya çalışıyordu, ancak kelimeleri anlamak imkânsızdı.

Rastgele ellerimi havada savurup bir şeye dokunmak istedim ama duvarlar hem çok yakınımda hem de çok uzağımdaymış gibiydi, havadan başkasıyla temas edemedim. Derken bulunduğum yere doğru yaklaşan adım sesleri kulaklarımda yankılanmaya başladı. Adım sesleri yaklaştıkça ona karışan keyifli ıslığı da duyabiliyordum. Biri buraya geliyordu ve bunu tek fark eden ben değildim. Karanlıkta saklanan o kişiden çıkan minik hıçkırık gerginliğimi katladıkça katladı. İnce bir kadın sesiydi, onun bir kadın olduğundan artık emindim.

“Hey,” diye seslendim yalnız olmadığını bilmesini istercesine. Neden bilmiyordum ama onun yardıma ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Sanki burada işkence görüyordu ve tutunabileceği sadece ben vardım.

Sonra bulunduğumuz karanlık yere açılan kapı gıcırdaya gıcırdaya geri itildi. Yanan meşalenin ışığı odayı aydınlattı. Parmaklıkları gördüm ve o parmaklıklara düşen uzun boylu, iri yapılı adamın gölgesini yakaladım. Adam içeriye doğru sert bir adım atarken, “Köpeğimle oynama vakti,” dedi eğlenen, vahşi bir tavırla. Eğer yüzünü görebilseydim suratına yerleşmiş olan koca gülümsemesiyle göz göze gelebilirdim.

“Köpeğim sahibini özlemiş mi?”

Adam içeriye doğru bir adım daha attığında meşalenin ışığı demir parmaklıkların ardındaki kadının üzerine düştü. Kadın tıpkı bir köpek gibi boynundan bağlanmıştı. Demir kelepçenin zinciri duvara monte edilmişti ve o kadar kalındı ki yerinden kopartılmasının imkânı yoktu. Önünde tıpkı bir köpeğe ait olacak şekilde mama kabı vardı. Ellerinin ve dizlerinin üzerinde duruyordu, öyle durmak zorundaydı çünkü dört bir yanından tam da o şekilde durabilmesi için yere zincirlenmişti. Üstelik çırılçıplaktı.

İçeriye giren adamdan korktuğunu belli edercesine titrediğini yakalasam da o genç kadın gelen adama bakmak yerine sarıya çalan gözlerini hâlâ karanlıkta saklanmış olan bana dikmişti ve gözlerinde yakarışlar saklıydı. Koridora başka birilerinin adım sesleri daha düştü ve gülüşmeler kulağıma ulaştı. İçeriye giren bir başka adam peşinden gelene, “Köpek becermeyeli uzun zaman olmuştu,” diyerek sapkın zevklerinden bahsediyordu.

“Onu nasıl zapt ediyorsun Ganash? Köpeklerin asi olduklarını zannediyordum. Sadece zincirler yeterli oluyor mu?”

“Biraz kurtboğan otunun özü köpeğin tüm asiliğini söndürmeye yetiyor,” dedi içeriye ilk gelen, adının Ganash olduğunu duyduğum adam. Ceplerini karıştırıp çıkarttığı küçük iksir şişesini demir parmaklıklar ardında zincirlenmiş kadına gösterdi. Kadın kurtulmak istercesine zincirleri çekiştirse de sonuçsuz çabası orada bulunan üç adamın karanlık kahkahalar atmasına neden olmaktan ileriye gidemedi.

Oradaydım, orada duruyordum ve kadından başka kimse beni görmüyordu. Bunun nasıl mümkün olabildiğini düşünemezken engel olmak için bir şeyler yapmak istesem de yerimden kıpırdayamadığımı fark etmek beni daha büyük dehşete düşürdü. Konuşabiliyordum ama sesimi kimse duymuyordu, hatta dediklerimi ben bile duymuyordum.

Ganash parmaklıklarda bulunan kapının kilidini çevirip hücreye girdi. Arkasına vuran kapının çıkarttığı gıcırtı tüm alanda yayılıp kulaklarımı tırmaladı. Elindeki iksir şişesinin tepesindeki tıpayı söküp yere atarken diğer iki adam da hücreye girdi ve birisi genç kadını saçlarından yakalayıp kafasını geriye çekip sabit tuttu. Diğeri ise çenesini kavrayıp sıktı, ağzını zorla aralamaya çalıştı. Ganash’ın yarısı görünen yüzüne yerleşmiş sırıtış midemin bulanmasına neden olurken onun şişedeki renksiz sıvıyı genç kadının ağzına boca etmesini izlemek zorunda kaldım. Sonra birden bulunduğum oda deprem oluyormuş gibi sarsıldı, duvarların üzerime üzerime yıkılmaya başladığını gördüm. O genç kadının görüntüsü benden uzağa kaymaya başladı, adamlar etrafındaydı ve şeytani gülüşmeleri zihnimde yankılanıyordu. Ancak o gülüşmeleri delen ince tiz ses bana kadar ulaştığında kalbim çaresizce çırpındı.

“Beni kurtar.”

Elim içgüdüsel bir hareketle bileğimdeki bilekliğe kaydı ve parmak uçlarıma değen minik elektrik akımıyla gözlerim birden açıldı. Hızlı hızlı soluk alıp verirken tüm bedenim ter içerisindeydi. Burnuma dolan garip kokunun ne olduğunu çözmeye çalıştığım sırada Danika’nın, “Tanrım, sonunda!” diye inler gibi bağırdığını duydum. Endişeyle yattığım yerden kalkmaya çalışırken yatağa çöken ağırlığı hissettim ve aynı anda birden başım döndü. Omuzlarıma dolanan eller beni yatağa geri yatırdı. “Rheana,” diye fısıldadı tanıdık ses. “Kalkma, iyi değilsin.”

“Adrian,” diye adını sayıklarken görüşüm nihayet netleşti ve güzel yüzünü seçebildim. Bana endişeyle bakıyordu. İçeriye dolan gün ışığını fark ettiğimde gözlerimi ondan çekerek etrafta birkaç kez dolaştırdım. Hâlâ yataktaydım, örtünün altında çıplaktım, hâlâ gökyüzünde o uğursuz hava asılı dursa da gün doğmuştu ve Danika odanın her yerine yerleştirdiği tütsülerden birini elinde tutarken yanı başımdaydı. Leo da odadaydı ve o kadar sessizdi ki onu fark etmek imkânsızdı.

Adrian eline aldığı mendili burnuma doğru uzatıp sildiğinde ancak akan siyah kanı fark edebildim. Cam mavisi gözlerindeki çelikten endişeyle bana bakarken çenesi kaskatıydı. Tüm kaslarımın sızladığını görmezden gelerek mendili ondan alıp kalanını kendim silmek istedim, bana izin verdi ve beni böyle görmeye dayanamıyormuş gibi hızla yataktan kalkıp odanın içerisinde sert adımlarla dolaşmaya başladı.

“Ne oldu?” diye sordum pürüzlü çıkan sesimle.

“Zehir seni hızla tüketiyor, olan bu!” dedi Adrian kendini tutamayıp aniden bağırarak.

“Bağırma lütfen-”

“Aptal!” diye kükredi, gökyüzü de onunla birlikte kükredi. “Yaptığın şeyin sonucuna bak, yine benim yanımdasın! Aptal bir istek uğruna, boşu boşuna ölüyorsun! Akışına bıraksaydın bunları düşünmek zorunda olmayacaktık! Akışına bıraksaydın,” derken dişlerinin arasından konuşuyordu. “Kalan saniyeleri sayarak çıldırmak zorunda kalmayacaktım!”

“Böyle olacağını bilseydim-”

“Bilseydin bile vazgeçmezdin,” dediğinde ona karşı çıkamadım, haklıydı. “Çünkü sen üç günü kabul ettin! Şu hâline bak, koca bir ömrü üç güne değiştin! Ama geride kalan sen olsaydın yine bunu yapabilir miydin merak ediyorum. Ben cevap vereyeyim yapamazdın!”

“Adrian-” diye sayıklasam da beni dinlemeyerek hışımla odadan çıkıp gitti. Kapıyı ardından öyle büyük gürültüyle kapattı ki yeri kaplayan tahtaların havalandığına yemin edebilirdim. Leo, “Üzgünüm ama o haklı. Şifa aramana gerek yoktu. Şifa varken ya da yokken yine onunla birliktesin. Bazen kadere boyun eğmek gerekir,” diyerek Adrian’ın peşinden odadan çıktı.

Kafamı vururcasına yastığa bıraktım. Gözyaşları yerlerini almıştı ama onları akıtmamak için elimdeki kara kanlı mendille oynamaya başladım. Bu sırada Danika, “Senin için çok endişeleniyor,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Saatlerdir uyuyorsun ve ne yaptıysak seni uyandıramadık. Delirdi, Kiara. Gerçekten delirdi. Bulunduğumuz dağın arka tarafında büyük bir sel koptu, evin etrafına yıldırımlar düştü. Hepimizi çıkarttığı kasırgada öldüreceğini bile düşündüm. Tanrım, beni korkutuyor.”

Danika rengi atmış suratını saklamadan bana bakıyordu. Sanırım Adrian’ın öfkesi gerçekten onu ürkütmüştü. Sessiz kalıp ağlamamak için çabalamaya devam ederken, “Seni uyandırmak için yüzlerce büyü denedim, hiçbiri işe yaramadı. O şifacı melek bile uyanmanı sağlayamadı,” diye konuşmaya devam etti. “Ölü gibiydin.”

Danika söylediklerinden sonra irkildi. Bense, “Hiçbir şey hatırlamıyorum,” diye mırıldanmakla yetindim.

“Şifacı melek zehrin seni hızla tükettiğini söyledi. Yani sandığın gibi kalan iki gününü huzur içerisinde geçiremeyeceksin, Kiara. Ama endişelenme, bir çaresine bakacağız.” Öylesine kafamı salladım. Ona inanmadığımı hissetmişçesine bir şeyler söylemeye devam etti. “Şifacı melek sana iyi geleceğini düşündüğü otları toplamaya gitti. İksir hazırlayıp geri gelecekmiş. Tyler ve şu uyuz kadın,” diyerek gözlerini devirdi. “Ondan hoşlanmadım, ne? İkisi birlikte başka yollar aramaya gittiler.”

Yine kafamı salladım. “Saat kaç?”

“Öğleni çoktan geçti. Sanırım dörde gelmek üzeredir.”

Gözlerim irileşirken, “Gerçekten de o kadar uyudum mu?” diye sordum.

“Evet, Kiara. Sana tokat atmayı bile düşündüm, hiç tepki vermiyordun. Adrian seni onlarca kez sarstı, Leo yüzünü soğuk suyla yıkadı, Saque yeteneğini kullandı ama hiçbiri fayda etmedi. O iblis seni buzlara yatırmanın en etkili yol olacağını söylüyordu ve neyse ki bu deliliği yapmasına engel olduk. Garip bir hâlin vardı. Sanki buradaymışsın ama değilmişsin gibi. Eğer hâlâ nefes almıyor olsaydın öldüğünü düşünebilirdim.”

Ona gördüğüm rüyadan bahsetmek istesem de çenemi kapalı tuttum, içimden bunu yapmak gelmedi. “O kadar uyumama rağmen hâlâ çok yorgun hissediyorum,” dedim derin bir soluk alırken. Üstelik hâlâ ağlama hissiyle doluydum.

Danika, hoşlanmadığı Esta’ya ait olduğuna yemin edebileceğim elbisesiyle karşımdaydı. Vücuduna sımsıkı yapışmış elbisenin sırt kısmı açıktaydı, bunu Danika elindeki tütsüyü kenara bırakırken görmüştüm. Sanırım Esta’nın daima sırtı açık elbiseler tercih etmesi kanatlarını özgürce dışarıya çıkartabilmesiyle alakalıydı. Ve Adrian’ın da çoğunlukla üstsüz dolaşmasını artık buna bağlıyordum. Giyinmeyi sevmiyordu, çünkü kanatlar ortaya çıktığında geriye kıyafet kalmıyordu.

“Onlarca büyü yaptım, nasıl hiçbiri işe yaramaz anlayamıyorum,” dediğinde yüzü asıktı. “Keşke büyükanneme danışabilme şansım olsaydı.”

“Eminim beni kaderime terk etmeni söylerdi.”

“Ve senin yanında olduğum için de beni azarlardı” dedi Danika buruk tebessümüyle. Ona anlayışla baksam da bazı anlarda kendisini suçlu hissettiğini görebiliyordum, şu anda olduğu gibi.

“Keşke o gün seni ziyarete hiç gelmeseydim, Kiara,” dedi gözlerini benden kaçırıp bir çocuk gibi parmaklarıyla oynarken. “Tüm bunlara ben sebep oldum. Vampir haklı, iyi bir arkadaş değilim.”

“Bunu sana Leo mu söyledi?”

Omuz silkti. “Biraz tartıştık. Seni uyandıramayınca bana işe yaramazın teki olduğumu söyledi. Eğer burnumu hiç sokmasaymışım sen hayatına bildiğin şekilde devam edermişsin, güvenli dünyada kalarak. Onun atan kalbini dondurmayı istesem de haklıydı, Kiara, hiçbir şey söyleyemedim.”

Elini tutmak istercesine elimi uzattığımda beni yormak istemezmiş gibi hızla atılarak elimi tuttu. Ona hafifçe gülümsedim. “O gün bize geldiğinde bana fal bakmıştın, hatırlıyor musun?” diye sordum, kafasını sallayarak karşılık verdi. “Değişimden ve yeni aşktan bahsetmiştin. O an tam bir deli olduğunu düşünüyordum.” Buna ikimiz de güldük. Gözlerimin kenarlarının yaşarmasını görmezden gelerek, “O gün fal konusunda kendini yetersiz görmüş olsan da ne söylediysen çıktı, Danika ve ben bu değişimden memnunum,” diye devam ettim. “Başlarda korktum. Gerçekten çok korktum. Geri dönmek için her şeyi yapabilirdim. Ancak zamanla geri dönüş yolunu bulsam bile gidemeyeceğimi anladım. Onu bırakacağımı düşünmek, asla geri dönemeyeceğimi kabullenmekten daha acı geldiğinde fark ettim onun benim için farklı olduğunu.”

Islanan gözlerimdeki çaresiz bakışla, “Onu seviyorum, Danika,” dediğimde yaşlar yanaklarımdan boşalmaya başladı. “Ve onunla sadece iki günüm kaldığı için acı çekiyorum.”

Danika da benimle birlikte ağlarken, “Şşş, iki gün kalmadı, tamam mı?” diyerek üzerime doğru eğildi ve saçlarımı okşadı. “Senin buraya düşmene ben sebep oldum. Şimdi de onunla uzun bir ömür sürebilmen için elimden geleni yapacağım. Mutlu olmayı hak ediyorsun, Kiara. Sen benim tek arkadaşımsın. Senin için her şeyi yaparım.”

Yattığım yerden onu kucakladım ve tek ihtiyacım buymuş gibi kollarına sığınıp bir süre ağladım. Beni yatıştırmak için elinden geleni yaptı. Danika garipti ama onu seviyordum. En azından benimle olan arkadaşlığı çıkar uğruna değildi. Şimdi bile yok edilmesi gereken düşmanı konumundaydım ama o, yok olmamı izlemek yerine daha çok var olmamla ilgili sözler veriyordu.

“Tamam, bu kadar ağlamak yeter. Kendini daha fazla yorma,” diyerek geri çekildiğinde hızla yüzünü gözünü silip suratındaki ağlak ifadeyi toparlamaya çalıştı. “Artık şu yataktan da çık lütfen. Uzunca bir süre seni yatarken görmek istemiyorum. Ayrıca sen neden çıplaksın? Bu soğukta çıplak yatacak kadar kafayı mı yedin?”

Adrian ile yaşadığımız yakınlaşmanın hatıraları tenimi karıncalandırdığında çareyi gözlerimi kaçırmakta buldum. O anlara geri dönmek ve daima o anlarda kalmak istediğimi fark etmek yutkunmama neden olurken, “Duş almaya ihtiyacım var,” diye mırıldandım.

“Tamam, pekâlâ, aranızda ne geçtiğini sormayacağım,” dediğinde, “Danika!” diye inledim. Hâlâ gözlerinde asılı duran endişeye rağmen bana kocaman gülümsedi.

“Ne? Eğer beş yaşında olsaydım bile bunu anlardım, tamam mı?”

“Lütfen kes şunu.”

“Tamam, nasıl istersen. Ama sadece şunu merak ediyorum, onunla yattın mı?”

Şak diye ortaya serdiği soruyla gözlerim kocaman açılırken kafamın altındaki yastıklardan birini ona doğru fırlattım. Yastığı havada kapıp, “Tamam, sormadım say,” diye söylendi. “Ondan gerçekten hoşlanıyor olmalısın. Bizim evde olmamızı umursamadan işi pişirmiş olmanızdan belli.”

Tanrım, kafamı devekuşu gibi kuma gömmek istiyordum!

×××

Günlerdir hayalini kurduğum sıcak banyoya kavuştuğumda kendimi daha rahatlamış ve huzurlu hissediyordum. En azından Danika’nın yardımıyla giyinip odadan çıkana kadar ve bana asla bakmayan Adrian’ı görene kadar hissettiğim şey huzurdu. Ancak benimle göz göze gelmekten bile kaçan adamla aynı odada bulunmaya başladığım anda işler değişmişti. Bu günü resmen uyuyarak ya da yatarak geçirmiştim, hava kararmıştı. Geriye bir günüm kalmıştı ve bunu düşünmek bile beni korkunç derecede geriyordu.

Danika, “Şöminenin yanında otur, senin için kahve yapmamı ister misin?” diye sordu. Ona kısaca kafamı sallayarak şöminenin önünde bulunan karşılıklı sandalyelerden birine oturdum. Genelde Adrian da tam karşımda oturuyor olurdu, ancak şu anda odada bulunan kütüphanesindeki çoğu kitabı masanın üzerine yığmış içlerini karıştırmakla meşguldü. Üstelik sayfaları öyle sert çeviriyordu ki çıkan hışırtı her seferinde irkilmeme neden oluyordu.

Aklımı biraz olsun dağıtma umuduyla, “Leo nerede?” diye sordum.

“Sanırım gitti,” dedi Danika. “Kalıp bu anları izlemeyeceğini söyledi.”

Kafamı sallayarak şöminede yanan ateşe doğru döndüm. Odunlardan yükselen çatırtılar, dışarıda yağan yağmurun sesi ve Danika’nın kısa sürede yaparak elime tutuşturduğu kahveyle birlikte aslında çoğu kişinin hayalini kuracağı anlardan birindeydim. Sadece artık huzuru hissetmiyordum ve karnıma ağrılar saplayan gerginlikle kaskatı duruyordum.

Kahvemden ilk yudumumu aldığım sırada evin kapısı gürültüyle vurulduğunda oturduğum yerde sıçramaktan kendimi alamadım. Dışarıdan gelen homurdanmalar tanıdıktı. Danika hızla kapıyı açmaya giderken Adrian içinde işe yarar hiçbir şey bulamadığını belli edercesine elindeki kitabı savurur gibi yan tarafına doğru attı. Kahveyi bırakıp sessizce iç çektim. Kapı açıldığında gördüğüm yüzler Esta ve Tyler’a aitti.

Esta içeriye girerken ıslanan saçlarını savurup, “Yağmurdan nefret ediyorum,” diye homurdandı. “Bizi ıslak köpek yavrusuna çevirdiğin için teşekkürler Adrian. Sayende banyo yapmama gerek kalmıyor.”

Tyler yağmur damlalarının aktığı kalıplı vücudunu koyu renk, düğmesiz gömleğini giyerek kapattı. Suratındaki ciddi ifadeyle odanın ortasına doğru ilerleyip, “Atlantis’te her şey yolunda ilerliyor,” diyerek doğrudan konuya girdi. Adrian yenice eline aldığı kitabı masanın üzerine savurup ancak gelenlere doğru döndü.

“Sharon’un bu işle bağlantısı yok mu yani, bunu mu demek istiyorsun?”

“Asil soyundan kimsenin bununla bağlantısına rastlamadım.”

“Ne olduğunu bana da anlatacak mısınız?” diye sorduğumda Esta tam karşımda kalan sandalyeye geçerek bacak bacak üstüne atıp sehpanın üzerine bıraktığım kahvemi sanki kendisi için yapılmış gibi kaptı.

“Tüm bu olanların asillerin düzmecesi olup olmadığını anlamaya çalıştık. İyi haber, sana olan şeyle hiçbir bağlantıları yok. Kötü haber, bunu öğrenirseler senin ölmen için esir edilen kurdu öldürmekte tereddüt etmezler. Daha kötü haberi duymak ister misin?” Yüzümü ekşitip devam etmesini istercesine elimi salladım. “O sikik kahin ortalıkta görünmüyor, toz olmuş.”

“İzini bulabilirim,” dedi Danika hızla. Esta ona küçümseyici bir bakış attı.

“Gereksiz çabalamış olursun. Çoktan haber uçurmuştur. Onu öldürmeliydik. Hiçbir zaman bizim dostumuz değildi.”

Adrian konuşulanların hiçbiri umurunda değilmiş gibi Tyler’a dönüp, “Kurdu kim esir almış?” diye sordu.

“Dostum, asil meleklerden biri, adı Ganash,” dedi Tyler. Sarsıldım. Zihnime dolan görüntüler tekrar tekrar oynamaya başladı. Rüyamda onu görmüştüm. Tanrım, rüyamda gördüğüm esir edilen kurttu!

“Sikik piç kurusu,” dedi Adrian ağzının içerisinde. “O hergelenin köpeklere olan sapkın ilgisini herkes bilir.”

“Kurdu Geinna’nın çevresinde yakalamış ve Atlantis’e götürmüş. Öğrendiğim kadarıyla onu herkese evcil köpeği olarak tanıtıyormuş ve kurtboğan otuyla zehirleyerek gücünü stabil tutuyormuş. Kurt, genç bir kadın. Uzun yıllar boyunca onu kullanmayı hedeflediğinden eminim. Birkaç kez evinde eğlence geceleri düzenlemiş ve onu sergilemiş. Söylenenlere göre hâli berbattı, Adrian.”

“Neden böyle iğrenç bir şey yapıyorlar?” dedi Danika iğrenircesine. Bunu soru olarak sormamıştı, tavrı ne kadar midesinin bulandığını ortaya seren cinstendi. Ancak Esta bunu soru olarak algılayıp cevap vermekte gecikmedi.

“Çünkü köpek becererek kendilerini daha güçlü hissediyorlar. Kurdu yakalayıp köpek muamelesi yapmak, onu aşağılamak ve eziyet etmek onların kurt ırkıyla taşak geçmesi demek. Bunu bir çeşit spor olarak bile düşünebilirsin. Onlarcası bunu yapıyor.” Danika’nın yüzü dehşetle şekillendiğinde Esta'nın dudaklarında yamuk, soğuk bir kıvrım belirdi. “Ne o? Yoksa melekleri gerçekten yüce varlıklar mı sanıyordun?”

Danika yüzünü ekşitmek dışında hiçbir tepki veremezken kapı bir kez daha çalındı. Bu kez gelenler Saque ve Marcellius’tu. Genç oğlanın hedefinde doğruca ben vardım. İçeriye girip yanıma doğru gelirken, “Ah, Kiara, nasılsın? Olanları duyunca senin için çok endişelendim,” dedi. Artık benden korkmuyordu, Saque’nun evinde kaldığım süre boyunca aramız düzelmişti.

“İdare ediyorum,” diye karşılık vermekle yetindim, çünkü pek de iyi olduğum söylenemezdi. Onlara rüyamda o kurdu gördüğümü anlatsam tepkileri ne olurdu kestiremiyordum ve bunu düşünmekle meşguldüm.

“Senin için bir şeyler yapmayı deneyeceğim. Saque genç olduğumu düşünüyor ama şifa vermekte yaşıtlarımdan çok daha iyiyim,” dedi böbürlenir gibi omuzlarını hafifçe dikleştirerek.

Ona hafifçe gülümsemeyi başardım. “İyi olduğuna şüphem yok.”

Bana doğru elini uzatıp, “İzin verir misin?” diye sordu. Tereddüt dahi etmeden elimi avucuna bıraktım. Dışarıdaki fırtınadan dolayı soğuk olan teni sıcak avucumu sardı ve gözlerini kapatarak beni hissetti. Yeniden konuştuğunda kaşları çatıktı.

“Zehir bir tılsım gibi damarlarına örülmüş. Ne kadar güçlü olduğunu hiçbir şey yapmadan bile hissedebiliyorum.” Gözlerini açarken omuzlarının düştüğünü fark ettim. “Bu şifacı meleğin bile tek başına halledemeyeceği kadar karmaşık, Saque. Düğüm gibi. Onu hissediyorum ama çözemiyorum.”

Bu sırada Saque pelerininin üzerinden omzuna astığı bez çantayı önümdeki sehpaya bırakıp içerisindekileri ortalığa döküyordu ve Marcellius’un başarısız olacağını zaten bildiği için pek üzerine düşmemişti. “Antik şifa iksirlerinden birkaçını denedim. Çok eski formüller olsa da etkileri fazlasıyla iyidir,” derken iki küçük tepesi mantar tıpalı şişe ve birkaç ot destesini yan yana dizdi. Ardından şişelerden birini kapıp bana uzattığında sadece yarısı görünen yüzünde ona güvenmemi isteyen ifadesi asılıydı.

“İç lütfen. Sonra da işe yarayıp yaramadığına bakalım.”

İşe yaramayacağını biliyordum. O da biliyordu. Ancak umut ediyordu ve çabalıyordu. Yılgın bir iç çekmeyle şişeye uzanıp tepesindeki tıpayı çıkardım. İçindeki sıvı her neyse berbat kokuyordu. Saque yüzümü buruşturmama karşılık, “Evet, biraz kötüdür,” diye mırıldandı. Derin bir soluk alarak şişeyi kafaya diktiğimde boğazımdan kayan sıvı yakıcıydı ve mideme inene kadar geçtiği yolları aleve vermiş gibi sızlatmıştı. Üstelik bir an için midemi deldiğini düşünmeme neden olacak kadar kıvranmama neden olduğunda, “Ve biraz da etkisi ağırdır,” dedi Saque mahcupça.

“Teşekkürler,” diye inledim. “Daha çok zehirlenmeyeceğimden eminsin, değil mi? Bu şey çürük kusmuk yutmak gibi.”

Esta öğürür gibi sesler çıkartırken Marcellius yeniden elime uzandı. Parmakları tenimin üzerinde kaydı, birkaç tur gezindi ve işaret parmağı nabzımın üzerinde durduğunda, “Değişen bir şey yok, Saque,” diye kısık sesle mırıldandı. Onun da umudunu kaybettiğini işte o an anladım, bu sertçe yutkunmama neden oldu.

“Tamam, öyleyse sıradaki,” dedi Saque pes etmeyeceğini belli edercesine. İkinci şişeyi bana doğru uzatıp içmem için beklentiyle yüzüme baktı. Onu geri çevirmedim ve sonuçsuz olacağını bile bile iksiri içtim. Tadı ve etkisi diğerine göre daha katlanılırdı. Ancak değişen bir şey olmadığını Marcellius’un kafasını hafifçe iki yana sallamasından anladım.

Saque asla umutsuzluğa kapılmayacağına dair kendisine söz vermiş gibi sehpanın üzerine bıraktığı değişik ot demetlerini avuçlarına aldı. “Tamam, pekâlâ bunlarla yapabileceğim birkaç iksir daha var. Danika da bana yardımcı olursa elim güçlenmiş olur,” diye hızlı hızlı konuştu. Ardından bir an için omuzları düştü, umutsuzluk onu ele geçirdi. “İçtiğin iksirler bir ölüyü bile diriltebilirdi. Marcellius henüz çok toy, anlamamış olabilir. Emin olmak için kanına bakarsak bence daha net bir sonuç alabiliriz-”

“Saque, Saque,” diyerek sözünü kesip ellerini tuttum. Bana her an ağlayacakmış gibi bakıyordu. “Yeter, lütfen. Sen başarısız olmadın, tamam mı? Yapılan zehir şamanın kanına bağlı, o olmadan şifa olmayacak. Elinden geleni yaptın, hepsi için teşekkür ederim ama artık bırak.”

“Başarısız olmak umurumda bile değil, Kiara. Ben seni kaybetmek istemiyorum. Bunun için... bunun için bir şeyler yapmak zorundayım. Benden öylece oturup senin tükenişe ermeni izlememi bekleme. Bunu yapamam,” diyerek kafasını şiddetle iki yana sallayıp titreyen ellerini avuçlarımdan kurtardı ve hâlâ tutmaya devam ettiği bitkilerle birlikte yeni bir iksir hazırlamak için yere bıraktığı çantasını alıp ayaklandı.

“Saque,” diye seslendi Adrian. Sesi buzdan farksızdı. “Yapabileceğin bir şey kalmadı, artık bırak.”

“Adrian, bunu benden isteme lütfen. Pes edemem-”

“Senden pes etmeni istemedim. Yeni iksirler yapmak için uğraşmamanı istiyorum. Artık bunlara gerek yok.”

Danika tırnaklarını gösterir gibi bir adım öne çıkarak, “Ne yani öylece ölmesini mi bekleyeceğiz?” diye tısladı. “En azından çabalıyoruz, sen ne yapıyorsun?”

Adrian elini masanın üzerine vurdu ve elinden destek alarak ayağa kalktığında sert tavrını soluksuz izliyordum. Yine fena hâlde öfkeli görünüyordu ve bir saniye sonra buraya onlarca yıldırım düşürecekmiş gibi bakıyordu. “Tüm boş çabalarınızı bitirecek şeyi yapacağım,” dediğinde aldığım nefes yarıda kesildi. “Atlantis’e gideceğim, hemen, şimdi.”

“NE?” dedim Esta ile aynı anda. Saque ve Marcellius sessiz kalırken Danika, “Sonunda kıçını kaldırmayı düşünebildin demek,” diye homurdandı. Tyler ise, “Bundan emin misin? Ben gidip bunu deneyebilirim,” dedi bizim aksimize sakince.

“Ganash’ı tanıyorum, evini biliyorum. İçeriye sızmak benim için çok kolay ama ben yokken senin için çok zor olur.”

“Orada olduğun fark edilirse-”

“Fark edilmeyecek,” dedi çelik gibi bir sesle. “Benimle geleceksin. Esta sen de.”

“Ben de geleceğim,” dedi Danika hızla. Esta homurdandı.

“Unut bunu, bize ayak bağı olursun. Kanatların yok ve orada kimse cadıları sevmez.”

“Geleceğim, gerekirse yürüyerek gelirim.”

“Öyleyse iki aylık yolun var tatlım, şimdiden yola çıkabilirsin.”

“Kesin şunu!” diye hırladığımda Esta kısık sesle ıslık çalarak başka yöne bakındı ve Danika ise bana yalvaran bakışlarını gönderdi. Onları umursamadan doğruca Adrian’a dönerek, “Bu konuyu konuşmuştuk, oraya gitmeni istemiyorum,” dedim sertçe.

“Ölmeni izleyecek değilim!”

“Adrian-”

“Oraya gideceğim. Şimdi. Günün doğmasını bile beklemeyeceğim.”

Sert adımlarla kapıya doğru yönelince hızla yerimden fırlayıp, “Öyleyse ben de geleceğim,” diye bağırdım.

“Sen burada oturup şifayı bekleyeceksin-”

“Asla,” diye tısladım. “Ya beni de götürürsün ya da gitmene izin vermem.”

Kapıyı açtığı sırada durup omzunun üzerinden bana buz gibi bir alayla baktı. “Bana engel olamazsın cadı.”

Tepeden bakan tavrına karşılık hırsla doldum ve bir anda benden seken büyü evin duvarlarına çarptı, kapı gürültüyle üzerine vurdu, şöminedeki ve yanan mumların ucundaki ateş tavana kadar yükselip eski hallerine döndü.

“Seni bu eve hapsederim. Ancak ben ölünce dışarı çıkabilirsin.”

“Dene.”

“Küstahlığı bırak.”

“Dene,” diye bastırdı. “Beni durdurabileceğini mi sanıyorsun? Cadı, asil melekle baş edemez.”

“Beni küçük mü görüyorsun?”

“Dene!”

“Büyüyü zaten yaptım aptal!” diye bağırdım öfkeyle. “Ben de geleceğim.”

Bana buzdan tebessümlerinden birini sunup yeniden kapıya doğru döndü. Kapının ahşap yüzeyine parmağıyla şekiller çizerek bir şeyler yazarken garip bir dilde bir şeyler mırıldandığını işittim. Esta’nın oturduğu yerde doğrularak, “Siktir, büyü mü yapıyor o?” diye sormasıyla onun ne yaptığını anlarken Adrian çoktan kapının koluna asılmış ve büyülediğime emin olduğum kapıyı açıp dışarıya çıkmıştı. Afallayarak onu izlediğim sırada çenem yere düşecekmiş gibi açılmıştı. Ancak bana üstünlük taslayan o sinir bozucu bakışıyla baktığında hızla kendimi toparlamıştım.

“Bunu nasıl yapabilirsin?” diye sordu Danika dehşetle.

“Senin atan benim, büyü yeteneği benim kanımdan sana geçti,” dedi karşımızda kocaman bir ego balonu şeklinde dururken. Cam mavisi gözleri beni bulduğunda eli yeniden havalandı ve bu kez de evin duvarına bir şeyler çizmeye başladı.

“Şimdi de seni buraya hapsedeceğim. İstediğin büyüyü yap, çıkamayacaksın. Ben dönünceye kadar.”

Sert adımlarla kapıya doğru yürüyüp, “Ya dönmezsen?” diye bağırdım, boğazım sızladı. “Benden kalan saatlerimi senin yokluğunla geçirmemi istiyorsun. Bu çok bencilce Adrian. Buna hakkın yok.”

“Geri döneceğim,” dedi kaskatı bir tavırla. “Oraya daha önce de girip çıktım. Orası benim şehrim.”

“Orası seni geri isteyen şehir,” dedim acıyla. “Ya dönmene izin vermezlerse?”

“O zaman orayı başlarına yıkarım.”

“Adrian,” dedim kapıya doğru iyice yaklaştığım esnada. “Ben de geleceğim.”

Kafasını kısaca iki yana salladı. “Burada kalırsan yaşayacağından emin olacağım, ısrar etme.”

“Bundan nasıl emin olabilirsin anlayamıyorum-”

“O sikik kahin ölümünün benim kollarımda olacağını söyledi, Rheana!” diye bağırdığında aslında bunun ağırlığı altında ezildiğini ancak o an fark edebildim.

“Bu yüzden seninle gelmemi istemiyorsun,” dedim kendi kendime dalgın bir şekilde. “Ama-”

“Gelmiyorsun, itiraz etme hakkını sana vermiyorum,” diye homurdandıktan sonra omzumun üzerinden ardıma baktı. “Tyler, Esta, hadi. Saque ben dönene kadar onlarla kal ve senden istediğim şeyi Tyler’a ver.”

Tyler, Saque’dan aldığı küçük şişeyi cebine tıkıp Esta'yla birlikte sessiz ve sorunsuzca eşikten geçerek gittiklerinde ben de eşiğe kadar yaklaştım ve elimi kaldırarak beni içeride tutan görünmez duvara dokundum. Gözlerimde öfkenin tutuştuğunu hissedebiliyordum. Ki Adrian da bunun farkındaydı. Bana kafasını iki yana sallayarak baktı.

“Deneme bile. Kendini daha çok yormak dışında hiçbir işe yaramayacak. Her eylemin seni daha çok düşürüyor, bunu hâlâ fark edemedin mi? Otur ve bekle, sadece bunu yap.”

“Bu kadar emin olma asil melek,” dediğimde kafamı hafifçe sağ omuzuma doğru eğerek onu izliyordum. Dişlerini sıktığını yakaladım, verandanın çatısına vuran yağmur damlaları şiddetlendi. İçimdeki öfkenin damarlarıma dağılmasına izin verdim. Güç parmak uçlarıma doğru akın etti ve evi çevreleyen görünmez duvar kısa bir anlığına saydamlığını yitirerek turkuaz rengini alarak yerini belli etti. Ardından da bir cam gibi çatırdadı, üzerinde çizgiler ve çizgileri takip eden çatlaklar oluştu. Çok geçmeden de tokmakla darbe almış gibi patladı ve dağılan parçaları yeniden saydamlaşarak yokluğa karıştı. Eşikten dışarıya sert bir adım attığım sırada Danika’nın, “İşte benim kızım,” dediğini işittim. Tyler ise kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.

“Siktir, asil meleği ezen bir gücün olabileceğini hayal bile etmemiştim.”

“Beni asla küçümseme, Adrian, sizinle geleceğim,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Götürmemekte ısrar edersen peşinizden yürürüm, yolda ölecek olsam bile umurumda olmaz.”

“Tam bir baş belasısın,” dedi kaskatı bir çeneyle. “Orası tehlikelerle dolu. Bir cadı için, hele de bir melez için asla uygun bir şehir değil.”

“İki cadı yap sen şunu,” dedi Danika hızla araya girerken. “Henüz biraz toy olabilirim ama bir meleğe diz çöktürebilirim.”

“Bir meleğe çöktürebilirsin ama onlarcasına diz çöken sen olursun,” dedi Adrian yüzüne yapışmış olan o soğuk tavrıyla.

“Geleceğim,” diye bastırdım. “Geride kalıp seni beklemeyeceğim tamam mı? Benden ne istediğinin farkında değilsin.” Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Terk ettiğin şehir seni geri almak için beklerken oraya öylece gitmene izin veremem.”

“Kimsenin beni geri alacağı falan yok. Benim o şehirle artık bağım yok,” diye hırladı.

“Ama bunu kimse bilmiyor,” diye bağırdım. “Geri döndüğünü sanacaklar, yeniden oradan ayrılmana izin vermeyecekler.”

Sadece bunu düşünmek bile var olan öfkemin harlanmasına neden oluyordu. Gücün hırsla ve onu benden alacaklarını düşünmenin verdiği acıyla içimde fokurdamaya başladığını hissederken ellerim yumruk şeklindeydi. Ateşin sıcaklığını hissediyordum. Sanki saçlarım mumun üzerinde yanan alev topunun rüzgâra tutulması gibi sağa sola uçuşuyorlardı.

“Sonunda öleceğimi bile bile oraya gitmeni istemiyorum,” dedim hırlar gibi. “Ama illa da gideceksen orada öleceğimi bilsem bile seninle geleceğim.”

Adrian’ın yüzüne ikinci bir deri gibi yerleşen buzdan duvarlar çatırdadı. Bana doğru birkaç adım atıp aramızdaki mesafeyi kapattığında hâlâ saldıracak anı kollayan bir yabani gibi garip sesler çıkartıyordum. Ancak o yanıma gelip baş parmağıyla burnumla dudağımın arasındaki yeri sildiğinde başı okşanmış uysal gibi kedi gibi olduğum yerde sinmiştim ve beni ele geçiren güç, ana kablosu güç ünitesinden çekilmiş gibi birden yokluğa karışmıştı. Gücün bedenimden çekilmesiyle birlikte olduğum yerde sendelediğimde Adrian’a tutunarak ayakta kalabildim. Beni belimden kavradı ve bu kez elinin tersiyle burnumdan akan siyah kanı sildi.

“Yapma,” diye fısıldadı yalvaran bir tonla, onu sadece ben duyabildim. “İyi değilsin, Rheana. İyiye gitmeyeceksin. Evde kalıp sana şifayı getirmemi bekleyemez misin?”

Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Eğer kâhin haklıysa ve eğer kaçınılmaz son buysa senin kollarında ölecek olmak bile güzel,” dedim yine sadece onun duyabileceği bir tonla. “Bencilce biliyorum, çok bencilce hem de. Ama eğer son bir dilek hakkım varsa, bunu seninle gelmek için kullanmakta tereddüt etmem.”

Adrian umutsuz bir vakaya bakar gibi bana bakarak kafasını hafifçe iki yana salladı. Ardından omuzlarını gerip güzel kanatlarının havayı yarmasına izin verdi. “Son dilek hakkın varsa bunu başka şey için kullan,” dediğinde sesi yine kaskatıydı. Beni belimden sıkıca kavrayıp tamamen göğsüne çekti. Verandadan göğe doğru yükselmeden önce, “Eğer o sikik kâhinin görüşü gerçek çıkarsa beni terk ettiğin için seni asla affetmeyeceğimi bil,” diye tısladı.

Mermi gibi yağan yağmurun altında yükselirken soğuğu ve ıslaklığı umursamadan kafamı Adrian’ın omzuyla boynunun arasındaki o mükemmel noktaya yasladım. Evden uzaklaşmadan önce Danika’nın çığlıklarını duymuştum, sanırım Esta’ya Atlantis’e gelme konusunda tartışıyordu. Adrian’ın rüzgârla uçuşan saçlarının arasından peşimizden gelen kimseyi göremesem de geleceklerini bildiğim için endişe etmedim.

Ona daha sıkı sarılırken, “Adrian,” diye mırıldandım. “O kurt rüyama girdi.”

Bedeninin kasıldığını netçe hissettim. “Nasıl?”

“Beni uyandıramadınız, çünkü beni bulunduğu ana çekmişti. Bunu nasıl yapabildi bilmiyorum ama oradaydım. Ganash’ı da gördüm. Kadını bir hücrede tutuyordu.” Gördüklerimden kaçmak istercesine ona biraz daha sığındım. “Durumu berbattı ve benden yardım istedi, Adrian. Onu kurtarmamı istedi. Ne olursa olsun başına gelenleri hak etmiyor. Daha çok genç, benden bile.”

Adrian sessiz kaldı ama benim susmaya pek niyetim yoktu.

“Senden bir şey isteyeceğim.”

“Ne isteyeceğini biliyorum,” diye homurdandı.

“Ne isteyecekmişim?”

“Onu kurtarmamı? Zaten bunun için oraya gidiyorum.”

Homurtusuna karşılık dudaklarım kıvrılsa da bunu ona belli etmedim. “Benim için geç kalırsan bile, Adrian,” dedim yavaşça, tüm vücudu taşa döndü. Daha sert kanat çırptı ve gökyüzü kulaklarımı uğuldatacak şekilde gürledi.

“Benim için geç kalırsan bile onu kurtar.”

“Benden bunun için söz vermemi bekleme. Eğer sana bir şey olursa...”

Sustu. Devamını getirmedi ama ben devamının kan kokacağını anlamakta zorlanmıyordum. Yeniden derin bir soluk alıp, “Senden bir şey daha isteyeceğim,” diye mırıldandım. Tepki vermedi. “Bu kez tahminin yok mu?” derken gözlerimin kapanmasına izin verdim, fırtınaya karşı onları açık tutmak gittikçe zor olmaya başlamıştı. Adrian yine tepki vermedi.

“Duymak istemiyor musun?”

“Söyle,” diye homurdandığında huysuzluğu üzerindeydi.

“Bu iş bittiğinde beni o bahsettiğin yere götüreceksin.” Göremesem de kaşlarını çattığını hissettim ve soru sormasına izin vermeden devam ettim. “Geinna’dayken ne söylediğini hatırlamıyor musun? Buradan çıktığımızda seni duş alabileceğin bir yere götüreceğim? Beni oraya götürmeni istiyorum. Tamam mı?”

Adrian cevap vermedi ama beni daha sıkı tuttu ve ben kendimi hafifçe gülümserken buldum. Söylenmemiş ama kalbime doluşmuş sözlerde tam olarak şunlar saklıydı:

“Buradan çıktığımızda seni her yere götürürüm.”

 

 

 

 

Bölüm : 17.06.2025 00:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...