22. Bölüm

21. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Gökyüzünün aydan aldığı tembel ışıkla ve binlerce yıldızla parıldadığı doğu yönüne doğru ilerlerken ardımızdan tıpkı havaya dağılan sigara dumanı gibi süzülerek gelen fırtınalı hava geçtiği yerleri karanlığa mahkûm ediyordu. Adrian kanat çırptıkça fırtınadan uzaklaşıyorduk ama fırtına onun bir parçasıymış geçtiği yerlere karabasan misali çökerek peşinden geliyordu.

“Rheana,” dedi Adrian çözemediğim garip bir tınıyla. Kollarımı sardığım bedeni taş kadar sertleşmiş hâldeydi. Rüzgârdan korumaya çalıştığım yüzümü boyun girintisinden çıkartmadan, “Adrian?” diye mırıldandım. Derin, sert bir soluk aldı, yutkundu ve birden alçalmaya başladı.

“Uzun zaman sonra şehrime ilk kez bu kadar yaklaştım.”

Midemi kıpır kıpır eden garip heyecan hissiyle kavrulduğum sırada tıpkı onun yaptığı gibi derin bir soluk aldım. Uzun süren yolculuğun sonuna gelmişe benziyorduk ve ben aşağıda beni bekleyen şehre karşı hem heyecan doluydum hem de dönüp bakamayacak kadar gergin hissediyordum.

Adrian iyice alçaldığında altımızda kalan çam ağaçlarının ferah kokuları burnuma doldu. Tatlı, sıcak rüzgâr ara sıra saçlarımı okşayıp geçerken soğuk ilkimden sıcak ilkime geçmiş gibi hissediyordum. Kafamı Adrian’ın boyun girintisinden çıkarttığım sırada nihâyet ayaklarım yere değebildi. Toprak hem yumuşacık hem de sertti. Adrian beni bırakmak yerine belimin iki yanından kavrayarak tutmaya devam ederken kafasını kaldırıp arkamda kalan şehre uzun uzun baktı. Cam mavisi gözlerine yansıyan minik ışık huzmelerini izlerken orada saklanan özlemi görmemek imkânsızdı.

“Ne hissediyorsun?” diye sordum kısık sesle. Gözleri şehrin üzerinde gezmeye devam etti. Saçlarıysa yüzünün etrafında uçuşmaktaydı.

“Bilmiyorum. Galiba... galiba gerçekten uzun zaman olmuş.”

“Orayı özledin,” dedim onun dilinde saklanan kelimeyi açıkça söyleyerek. Cam mavisi gözleri hızla beni buldu ve devamında az önce ona kullandığım soruyu bana çevirdi.

“Nasıl hissediyorsun?”

“Bilmiyorum,” derken dudağımın kenarının kıvrılmasına izin verdim, gözlerini devirdi. “Sanırım heyecanlıyım ve korkuyorum.”

“Sağlık yönünden nasıl hissettiğini sormuştum.”

Derin bir soluk aldım. “İyiyim.”

“Yalancı.”

“Kötü hissettiğimi duymak hoşuna mı gidecek?”

Bana umutsuz bir vakaya bakıyormuş gibi baktı. “Gerçekten baş belasısın. Seni buraya getirdiğim için şimdiden pişman hissediyorum.”

“Baksana, aslında iyi oldu. Burayı merak ediyordum ve normal şartlarda beni buraya asla getirmeyeceğinden emindim.”

“Burası güzelliğiyle nefesini keser, her köşesine hayran kalırsın. Tanrıların yeryüzündeki cenneti,” derken gözleri yeniden benden sekip arkamdaki şehri buldu ve ifadesi iyice buzlaştı. “Ama sokaklarında gezerken bastığın taşların altında kalan cesetleri ancak o cesetlerden biri olduğunda fark edersin.”

Damarlarımda dolaşan zehirli kanın bu sözler üzerine ağırlaştığını hissettim. “Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?”

Kafasını çok hafifçe iki yana salladı. “Seni daha büyük bir tehlikenin içerisine atıyorum ve bunu bildiğim hâlde son vermek yerine hâlâ devam ettiriyorum.”

“Eğer her şey ters giderse sabahı göremeyeceğim. Bundan daha kötü ne olabilir ki?”

“Neden arkana dönüp bakmıyorsun?” diye sordu birden. Derin bir soluk daha aldım, karnıma sert kramplardan biri saplandı.

“Seni izlemek daha güzel.”

Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ama gözlerine ulaşamayan bir kıvrımdı. Çenesinin ucuyla arkamı işaret edip, “Bak,” dedi, yutkundum. “Bakmaya bile korkuyor musun?”

“Hayır,” derken kafamı iki yana salladım. “Hayır, sadece çok gerginim. Adrian, aslında bu şehri görmek bile istemiyorum.” İtirafım karşısında anlayışla bana baktı. “Aslında oraya gitmektense bir köşede senin kollarında ölmeye razıyım. Ama sen buraya gelecek kadar savaşırken artık bunu dilemek bana çok bencil hissettiriyor. Bu yüzden elimden geldiğince savaşacağım. Atlantis seni geri alamayacak.”

Burnumu havaya dikerek kendimden emin şekilde konuşmam karşısında sonunda dudaklarında gerçek bir kıvrım görebildim. “Yüce melekler bir cadıdan bunu duymuş olsalardı tek yapacakları gülmek olurdu.”

“Yüce melekler o cadının ben olduğumu bilselerdi bence gülerken bir anda öksürük krizlerine girerlerdi.”

Daha belirgin güldü, gözlerinde memnuniyet ve hayranlık olduğuna yemin edebilirdim. “Ne zamandan beri kendine o kadar güvenmeye başladın?”

“Seni geri alabilecekleri fikri aklıma düştüğünden beri,” dedim asla geri adım atmadan. Eğer bu birlikte son anlarımızsa bile beni hatırladığında ona karşı ne hissettiğimi de hatırlamalıydı.

“Benden alıp verilecek bir eşya gibi bahsediyor olman sinir bozucu,” dedi hafifçe yüzünü ekşiterek. Güldüm.

“Hoşuna gitmediğini söyleyemezsin.”

Gözlerinin içindeki o parıldama yerini korurken, “Bak oraya,” diye fısıldadı. Yüzümdeki gülümseme soldu, gözlerindeki ışığa karanlık bulaştı. Gerçek yeniden yakamıza yapıştığında bundan kaçma şansımın olmadığını kendime kabul ettirerek Adrian’ın kollarından sıyrılıp birkaç adım gerisin geri attım.

“Arkanda uçurum var, Rheana, dikkat et.”

Omuz silktim. “Eğer düşersem beni tutarsın.”

Sözlerimi onaylamak istercesine açık beklettiği kanatlarını gererek gecenin karanlığını yırttı. Uçları simli altın suyuna batırılmışçasına parıldayan bembeyaz tüyleri çıplak aydan aldığı yarım ışığın altında öyle güçlü görünüyordu ki sanki binlerce spot ışığı onu aydınlatıyormuş gibiydi. Adrian nefes kesiciydi. Ciddi anlamda bazen onu izlerken nefes almayı unutuyordum, tam da şu anda olduğu gibi.

Adrian gülerek kafasını iki yana sallayıp, “Bana değil arkana bakacaksın,” dediğinde yanaklarıma çöken sıcaklıkla birlikte sonunda arkamı dönebildim. Alabildiğine uzanan şehrin ışıklarının gözbebeklerime düşen yansımalarını bile görürken sertçe yutkundum. Bu New York ya da Chicago gibi büyük şehirlere gece tepeden bakmaya benziyordu. Bana geldiğim dünyaya olan özlemimi hatırlatması karşısında kalbim kasılırken hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Şehir gerçekten çok büyüktü ve her yerine, her köşesine yerleştirilen meşaleler sayesinde ışıl ışıldı. Dubai de denizi doldurularak yapılan yapay adalara benziyordu. Toprakla bağlantılı olduğu güney kısmı, tıpkı şu anda üzerinde durduğumuz kaya kütlesi gibi yüksek dağlarla çevriliydi. Sanki dev bir kanyon taşıdığı seli şehri barındıran boğaza kusmuş ve sonra da dinmişti. Biriken toprağın üzerine de Atlantis kurulmuş gibiydi.

Güney cephesi dışında şehrin toprakla tek bir bağlantısı bile yoktu. Bunu gökyüzündeki yıldızların şehri dolduran kanalların ve etrafını saran koca denizin üzerine düşen yansımalarından anlamak mümkündü. Sanki gökyüzünden tutulan devasa bir spot ışığıyla aydınlatılmış gibi olduğu yerde kendini belli eden şehrin etrafı sularla, koca sütunlarla, devasa duvarlar ve yüksek tapınak benzeri yapılarla doluydu. Adım başı yerleştirilen meşaleler ve duvarlardan sarmaşık misali sarkıtılan minik ışık öbekleriyle geceyi yaran parlaklığa sahipti. Saat kaçtı bilmiyordum ama emindim ki saat kaç olursa olsun burada hayat asla durmuyor gibiydi.

Adrian yavaşça arkamdan sokulup ellerini karnıma doladığında ciğerlerime titrek bir soluk çekip ellerimi ellerinin üzerine yerleştirdim. Göğsümde garip bir sıkışma hissi vardı ve bunun neyden kaynaklı olduğu konusunda emin değildim.

“Havada farklı bir koku var. Rüzgâr estikçe daha çok güçleniyor. Güzel,” diyerek havayı derin derin içime doldurdum. “Baş döndürücü.”

“Bu Atlantis’in kokusu,” dedi tıpkı benim gibi havayı kokladığı sırada. “Görüp görebileceğin en büyülü şehirle karşı karşıyasın Rheana, oranın sıradan olacağını mı sanmıştın?”

Keşif peşindeki gözlerim şehri taramaya devam etti. “Biliyor musun, Atlantis benim dünyamda kayıp bir şehir olarak geçiyordu. Hakkında birçok film çekilip kitaplar yazıldığından haberim var. Herkes onun suyun altına batıp kaybolduğundan bahseder ve gerçekliğine inananlara çılgın gözüyle bakarlar.” İç çektim. “Bense şu anda bu çılgınlığa bakıyorum. Geri dönme şansım olsaydı ve yaşadıklarımı oradakilere anlatsaydım eminim beni akıl hastanesine kapatırlardı.”

“Sana bir zamanlar iki dünyanın bir olduğunu söylemiştim. Aradan yüzyıllar geçmiş olsa da bizi unutmadığınızı, kendinizce geliştirdiğiniz efsaneler şeklinde de olsa hatırladığınızı görmek tuhaf. Oysa bu tarafta kimse diğer dünyayı anmaz, çünkü orası sıradanlara aittir.”

“Sıradanlar,” diye mırıldanırken iç geçirdim. “Sanırım bir de kayıp kıta olayı vardı. Adı neydi, ah, hatırlamak biraz zaman alacak.” Durup düşündüm. “Okuduğum kitaplardan birinde adının geçtiğine eminim. Kazadan önce pek kitap okumaya vakit bulamazdım ama kazadan sonra yaptığım en büyük aktivitelerden biri kitap okumak olmuştu. Ayrıca sanırım Leo bundan bahsetmişti. Ah, MU Kıtası! İşte, hatırladım!”

“Evet, Mu Kıtası,” diyerek beni onayladı. Sadece telaffuzu benden biraz daha farklıydı. “Zamanla toprak yarılmış ve parçalara ayrılıp birbirinden uzaklaşmış, aralarına denizler girmiş. Yine de yürüyerek tüm kıtayı gezebilirsin.” Omuz silktiğini hissettim. “Eğer aklını kaçırmışsan.”

“Tüm bunların gerçek olmasına hâlâ inanamıyorum,” dedim kafamı hafifçe iki yana sallarken. “Meraklı kaşiflerin sırf daha çok etkileşime erişmek adına uydurduklarına emin olduğum şehre bakıyorum ve sadece okuduğum kitaplarda gerçeğe dönüşen kanatlı varlıklarla aşık atıyorum.”

Sağ tarafımdaki saçlarımı geriye çekerek boynumu ortaya serip yüzünü açtığı alana yaklaştırdı. Tıpkı bir vampirin avının boynuna dişlerini geçireceği şekilde sinsice bana sokularak, “Sadece aşık attığını mı düşünüyorsun? Sen bir melekle takılıyorsun,” dedikten sonra dudaklarını şahdamarımın üzerine bastırdı. Kanıma doping enjekte edilmiş gibi tüm damarlarımı turlayan o yakıcı hisle birlikte sırtımdaki dövme sızlamaya başladı. Aynı şeyi Adrian’ın da hissettiğini karnımın üzerindeki ellerinin sıklaşmasından anlamıştım.

“Altın ayın tamamen çıkmasına çok az kaldı,” diye fısıldadığında sesi cehennem kadar yakıcıydı. “Ancak şu dövme üzerimde öyle güçlü baskı kuruyor ki seni deli gibi arzuladığım için değil ama beni baskıladığı için çıldırmak üzereyim.”

“Şaman uzun süre etkili olmayacağını söylemişti. Belki de altın ay yaklaştıkça etkisini yitiriyordur?”

“Şifayı hemen bulalım, Rheana. Sadece seninle ilgileneceğim anlara geçmek için sabırsızlanıyorum.”

Titrek bir soluk alırken kafamı sallayarak karşılık verdim. Bana o kadar yakındı ki normal düşünmemin imkânı yoktu. Kollarında zevkten tıpkı ısı görünce eriyen şeker gibi kendimi salmıştım. Etrafta bir şeye tutunmak istercesine dolanan gözlerim gökteki ayı gördüğünde onun yarısından çocuğunun altın rengine bulandığını ayırt etmek mideme okkalı bir krampın saplanmasına neden olmuştu.

“Adrian, ay tamamen altın rengine döndüğünde ne olacak?”

“Seçilmiş eşler arasından iki çift seçilecek, kutsanacaklar ve soy onlardan doğanlarla devam edecek.”

Yutkundum. “Kaç gün kaldı?”

“Şehre bak, her yanı ışıl ışıl. Kutlamalar başlamış, dinlesem seslerini bile duyabilirmişim gibi hissediyorum. Son on gün kala kutlamalar başlar, her yerde şenlik havası vardır. Dokuz gece kutlamalar sürer, onuncu gece altın ay doğar, yüce melekler şehre iner ve en coşkulu kutlama o gece yapılır.”

“Yüce melekler...” İç geçirdim. “Meleklerin en yaş almışları mı yoksa?”

“Ne? Elbette hayır, onlar daima gençtir. Hiç yaşlanmazlar,” dedi söylediğimi garipsemiş gibi.

“Ölümsüzler mi?”

“Ölümlüler. Hiçbir varlık ebedi olamaz, Rheana. Ebedi olan sadece tanrılardır.”

Güldüm. “Tam bir din tüccarı gibi konuştun.”

“Tanf ve Farh,” dedi beni duymazdan gelerek. “Kimse nerede yaşadıklarını bilmez. Daima aynı yaştadırlar ve gerçek bir problem olmadıkça ortaya çıkmazlar.”

“Ya da aptal ritüel kutlamaları varken mi gelmeyi tercih ediyorlar?”

“Evet,” dedi alayıma karşılık. “Tam olarak öyle. Tanrılarla diğer tüm varlıklar arasında köprü görevi görürler. Herkes onlardan çekinir. Daha doğrusu aklını kullanmayı tercih eden herkes.”

“Ama meleklerden birinin gidip bir kurdu kaçırmasını ve ona işkence çektirmesini görmezden gelirler, öyle mi? Ya da saçma sapan soy geleneklerine ses çıkartmazlar? O ikisi tam olarak ne işe yarıyor? Daha senin eşinin Sharon olmadığını bile anlamamışlar.”

Ellerini üzerimden çekip yan tarafıma geçerek şehre karşı durdu. Sözlerim keyfini iyice bozmuş gibi yüzü ekşiydi. “Onları nasıl kandırmış olabilirler ben de şaşırıyorum. Beni yanlış kardeşle eşleştirmişler. Öyleyse Sharon’un gerçek eşi ölen kardeşimdi ama bir şekilde yerine beni geçirmişler. Üstelik senin yaşadığını da çok iyi saklayabilmişler.”

“Yanlış kardeş mi?” dedim onca cümlenin arasından sadece bu kısım dikkatimi çekmiş gibi sorarcasına ona dönerken. Tepemizdeki göğün sessizliğini bölercesine yaklaşan kanat seslerini umursamadım, kimlerin geldiğine bile dönüp bakmadım.

“Sharon benim küçük yaşta ölen abimle eşleşecekti ve ben de seninle. Ama abim öldü, sense hiç doğmadın. Defna senin doğmadan öldüğünü ileri sürüyordu, sürekli düşük yaptığından ve bebeğini kaybettiği için hissettiği acıdan bahsedip dururdu. Şuna bak, gerçek şeytan sanırım Defna olmalıydı.”

Şakaklarıma saplanan ağrıyı gidermek istercesine alnımı ovalarken, “Lütfen bana düzgün bir açıklama yap, Adrian. Anlayamıyorum-” diye başlamıştım ki devam etmeme izin vermedi.

“Bunu nasıl anlayamazsın?”

Sesindeki şaşkınlığı soludum. Bu durum daha çok kaşlarımı çatmama neden oldu. “Hey, neler oluyor?”

Adrian vereceğim tepkinin gerçek olup olmadığını kontrol edercesine bana bakarken avucundaki bombanın tipimi çekerek onu üzerime doğru atmaktan çekinmedi.

“Sen ve Sharon kardeşsiniz.”

Ayağımın altındaki yerin sallandığını hisseder gibi olduğumda olduğum yerde yalpaladım. Adrian sanki böyle bir anın gerçekleşmesini tetikte bekliyormuş gibi hızla atılarak beni yakaladı ve yeniden kollarının arasına çekti. Ellerimi çıplak göğsüne dayayarak onu ittim, elbette beni bırakmadı.

“Eğer bu şakaysa hiç komik değil, Adrian! Benimle dalga mı geçiyorsun? Ne demek kardeşsiniz? Hah! Ne demek bu?”

“Sakin ol tamam mı? Sana evliliklerin ne şekilde olduğunu açıklamıştım, gerçekten de şimdiye kadar Sharon’la kardeş olduğun aklının ucundan bile geçmemiş miydi yani?”

“Geçmemişti tabii ki seni aptal!” diyerek ellerimi göğsüne geçirdim. “Sizin saçma sapan sisteminizin bir parçası olduğumu nereden bilecektim? Tanrım, cidden şaka olmalı!”

“Sakin ol,” dedi yeniden. Hırlar gibi bir ses çıkarttım.

“Sakinim!”

“Öyle mi? Gözlerinde neden alevler görüyorum o zaman?” dedi hafifçe gülerek. Elimi bir kez daha göğsüne geçirdim.

“Bir de gülebiliyorsun, öyle mi? Resmen bunu benden sakladın!”

Hızla ifadesini düzeltip o soğuk ciddiyetini geri kuşandı. “Tamam, dinle, ben farkında olduğunu düşünmüştüm. Eğer anlamadığını bilseydim elbette sana durumu açıklardım. Ama Rheana, sence de bunu anlaman gerekmiyor muydu? Biraz üzerinde düşünseydin-”

“Ama ben cadıyım,” dedim itiraz eder gibi birden. Söyledikleri duymamıştım bile. “Defna benim annem değil.”

“Defna yalancı şeytanın teki,” dedi karanlık bir sesle. “O senin hiçbir şeyin, eminim. Ama amcam... senin baban o olmalı.” Soru soracağımı anlayarak hızla beni susturdu. “Nasıl mümkün olabildi ben de bilmiyorum, Rheana. Bundan bahsetmek bile gerilmeme neden oluyor. Saçma sapan bir şey, başkası söylese buna sadece gülerdim ama işte, karşımdasın ve sana bağlıyım. Baksana, her şeyi boş ver, önemli olan tek şey sana bağlı olmam, tamam mı? Şimdilik sadece bunu düşün. Hepsini halledeceğiz.”

“Beni bu şekilde yumuşatabileceğini düşünüyorsan yanılıyorsun,” dedim işaret parmağımı çıplak göğsüne bastırarak onu uyarırken. “Açıklamamı istiyorum, Adrian, sorulardan kaçmayı kes artık.”

Cam mavisi gözleri hafifçe kısıldı. Bir avcının yakaladığı avına attığı o karanlık bakışla bana bakarken, “Seni hangi şekillerde yumuşatabileceğimi çok iyi biliyorum,” dedi günahkâr bir sesle. Aynı anda hem bacaklarımı birbirine bastırma isteğiyle doldum hem de sırtımda yanmaya başlayan dövmeye tırnaklarımı geçirerek onu oradan sıyırıp atacak şekilde kaşıma arzusuyla kıvrandım. Adrian göğsüne bastırdığım parmağımı büyük avucuna hapsederek oradan uzaklaştırıp açtığı boşluğa bedenimi çekti. Belimdeki diğer eliyle beni iyice kendisine bastırırken, “Ama bildiklerimi uygulamamın sırası nasıl şimdi değilse bunları konuşmanın da sırası değil,” dediği esnada sertçe yutkundu. O karşı konulamaz his ikimizin arasında asılı duruyordu. Bizi içten içe delirttiğini biliyorduk ama yine de karşısında dirayetli durmayı başarabiliyorduk. Şimdilik.

Kanat sesleri artık tepemizdeydi. “Sonra,” dedi Adrian benden anlayış beklercesine gözlerimin içine bakarak. Ardından sadece dudaklarını oynatarak aynı kelimeyi tekrarladı; sonra. Bu sırada Tyler biraz ötemizde yere inmişti. Kucağındaki kirli gri rengindeki torba dikkatimi çekerken Danika’nın homurtularını işittim. Ten rengi bembeyaza dönmüştü ve midesini tutuyordu.

“Tanrım, sonunda yerdeyim! Toprağa basmayı bu kadar özleyeceğimi asla düşünmezdim!”

Esta sanki pis bir şey taşımış gibi üst başını silkelerken, “Akşam yemeğinde yediklerini ortalığa sermeyeceksin umarım,” dedi sinsi bir gülüşle.

“Aptal iblis,” dedi Danika yüzünü buruşturarak. Dengesiz adımlarla yanıma kadar geldi. Bana tıpkı kardeşiyle olan sorunlarını annesine anlatmaya gelen o masum çocukmuş gibi hissettirmişti.

“Yemin ederim ki beni bilerek öyle uçurdu Kiara, yemin ederim. Bir an kanat çırpmayı bıraktı ve kayalıklara çakılmak üzereyken son anda yeniden yükseldi. Bilerek yaptı! Ondan nefret ediyorum.”

“Ah, ne oldu? Yoksa cadı küçük gezimizden korktu mu? Hem de gelmek için o kadar yalvarmışken?” dedi Esta sırıtarak. Yaptığından memnun olduğu yüzünün her karesinden okunabiliyordu.

“O iğrenç kanatlarını birbirine dikerim, hem onları taşımaya devam edip hem de her nereye gideceksen ömrün boyunca yürümek zorunda kalırsın,” dedi Danika tehditkâr bir tınıyla sağ elini havaya kaldırıp her an büyü yapacakmış gibi parmaklarını esnetirken.

Esta tehdide aldırmak yerine savaşmaya hazır olduğunu belirtircesine ellerini ince belinin iki yanına yerleştirip duruşunu dikleştirdi. Açık duran derimsi kanatlarının üst kısmındaki sivri dikenlerle oldukça tehlikeli görünüyordu. “Kanının aktığı toprağın üzerinden uçmak yerine yürüyeceğimden emin olabilirsin. Ve senin yapabileceğin tek şey gidişimi izlerken son nefesini vermek olur.”

Tyler bıkkınlıkla soluğunu dışarıya salıp, “Hey, birbirinizle değil, oradakilerle savaşacaksınız,” dedi aşağıdaki şehri göstererek.

“Bence bunu iblis sevgiline söyle,” dedi Danika kendi kendine homurdanırken. Onu sadece ben duyabildim, çünkü dibimde duruyordu. Adrian, Tyler'a bir şeyler söylerken onun yanına doğru gitmişti. Gözlerim ondan başkasına bakmayı reddettiği için her hareketini takip ettiğim esnada, “İyi misin?” diye sordu Danika kısık sesle. Cevap olarak kafamı sallayarak onu geçiştirdim.

“Emin misin?”

“Evet.”

“Çok solgun görünüyorsun. Dinle, Kiara, melek haklı, kendini daha fazla yormamalısın. Ağrıların başladı mı?”

“Ağrı mı?” dedim nihâyet Danika’ya doğru dönerken.

“Saque zaman azaldıkça ağrılarının başlayacağını söyledi, evden ayrılmadan önce. Tanrım, yardıma ihtiyacımız varken onun neden bizimle gelmediğini anlayamıyorum. Ya o sivri dişin seni öylece terk edip gitmiş olmasına ne demeli? Bir de benim kötü bir arkadaş olduğumu söylüyordu.”

Ağrıdan bahsettiği anda sanki sırasının gelmesini bekliyormuşçasına aniden karnıma saplanan keskin sızıyla elim karnımın üzerine giderken, “Saque gelmedi, çünkü o bu şehirden kovulmuş meleklerden biri. İçeriye girmesi yasak,” diyerek üzerime saldıran kötü hislerden arınabilmek adına derin bir soluk aldım. “Leo ise tahmin bile edemeyeceğimiz kadar uzun süre boyunca bu şehirde köleydi ve sanırım aklımıza bile gelmeyecek türde işkenceler görmüş. Eğer gitmemiş olsaydı da bizimle buraya gelmeyeceğinden eminim. Bu yüzden onu suçlayamayız Danika. Neler yaşadığını bilmiyoruz.”

Danika’nın kızgın ifadesi hava kaçıran balon misali geçen her saniye sönerek yerini durgun bir ifadeye bıraktığında meraklı gözleri aşağıdaki şehrin üzerindeydi. Bense yeniden Adrian’a dönmüştüm. Üçü yan yanaydı ve bir şeyler konuşuyorlardı. Üçünün de kanatları açıktı ve o kadar cezp edici duruyorlardı ki hayran hayran bakmaktan kendimi alamıyordum.

Danika’nın sert bir soluk aldığını işittim. “Onun hakkında ne biliyorsun?”

Adrian’a bakmaya devam ettim, hissetmiş gibi o da dönüp bana baktı. “Kimin?”

“Vampirin.”

“Leo mu? Ah, fazla bir şey değil. Meleklerin kölelerinden biriymiş. Adrian onu oradan kurtarmış. Detaylarını pek bilmiyorum.”

“Onlar... onlar aslında bir zamanlar insanmış,” dedi Danika dalgınca. Sözleri dikkatimi çektiğinde kaşlarımı çatarak yeniden ona doğru döndüm. Bunu nereden bildiğini sormak üzereyken merakımı hissetmiş gibi anlatmaya başladı.

“Büyükannem bahsetmişti,” dedi kırık bir tebessümle. “Onlar, yani vampirler yaşadıkları yerden ayrılmak istemeyen insanlarmış aslında. Melekler şehri ele geçirip hüküm sürmeye başladıklarında onlar da diğerleri gibi kaçıp gitmek yerine aralarında kalmış. Sanırım bir çeşit anlaşma yapmışlar. Meleklere güvenmişler, Kiara. Ama sonraysa melekler onları lanetlemiş, ortaya çıkan varlıklara vampir demişler. Kendi soyuyla beslenen, kendi soyunu yok eden bir ırk yaratmışlar. Savaşta ilk gözden çıkarılan hasta ve yaralı askerler gibi daima ilk onlar gözden çıkarılmış. Mahkum edilmişler. Zincirlenmiş, sömürülmüş, aşağılanmışlar.”

Soğuk bir sis bulutunun çöktüğü gözlerim yeniden şehrin üzerine düştüğünde, “Bizim dünyamızda Atlantis’i o kadar güzel anlatıyorlardı ki oranın böylesine berbat bir yer olduğuna inanmak zor geliyor,” dedim itiraf edercesine. “Göz kamaştırıyor. Bir şehir ne kadar çekici olabilir? Orası resmen beni içerisine davet edercesine gelmemi bekliyor. Işığa uçan kelebekler gibi tüm varlıkları kendisine çekebilecek kadar etkili bir havası var. Ama içerisi kan ve gözyaşı dolu, Danika.”

“Çünkü melekler gittikleri her yere kan ve gözyaşını götürüyorlar. Onlar gerçekten vahşiler,” dediğinde ne diyeceğimi hissetmiş gibi iç geçirdi. “Tamam, bazı istisnaları olabilir ama sana açık olacağım. Ben Adrian’ın melek kalpli olduğuna inanmıyorum. Gittiği her yere yıkım götürecek biri ve bunu yaptığında dönüp arkasında ne bıraktığına bile bakmayacak kadar umursamaz. Gerçek bu, Kiara, onlar soğuk kalpli varlıklar. Büyükannemin hiç değilse bu konuda haklı olduğunu düşünüyorum. Tehlikeli olduklarını inkâr edemezsin. Şunlara baksana, görünüşleriyle bile fazlasıyla vahşiler.”

Danika’ya hak vermek istemiyordum ama bir yanımın onu haklı bulduğunu da inkâr etmeyecektim, çünkü melekler gerçekten de soğuk kalpli varlıklardandı. Sevginin ne demek olduğunu gerçek anlamda bilmediklerine emindim. Tıpkı kusursuz robotlar gibiydiler. Güzel, çekici ama içleri boştu.

“Belki haklı olabilirsin ama şu görüntü beni rahatsız etmiyor. Aksine kanatlardan hoşlanıyorum,” dedim sadece onun duyabileceği şekilde kısık sesle. Danika gözlerini devirerek kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp homurdandı.

“Melek sevici olacağına asla inanmazdım.”

“Biliyor musun aynısını Leo da söylemişti.” Kusursuzluk abidesi gibi bembeyaz kanatlarıyla gecenin karanlığını ikiye bölen Adrian’ı izlemeye devam ederken hafifçe iç geçirdim. “Sanırım Leo’yu özledim. Burada olmasını isterdim ama burada olmak ona acıdan başka hiçbir şey vermeyecekti. Gelmemesi en doğrusu oldu, ona kızmıyorum.”

Bu sırada Adrian'ın Tyler’dan aldığı küçük iksir şişesini gördüğümde kendimi onlara doğru adımlarken buldum. “O ne için?”

“Benim için,” derken şişenin ağzındaki tıpayı çıkarttı.

Kaşlarım çatıldı. “Ne işe yarıyor?”

“Gücümü etkisiz kılacak.”

“Geinna’daki gibi?” dedim sorarcasına. O gün içtiğimiz iksir yüzünden gün boyu büyü yapamamıştım ve yaşamımın dolu dolu on sekiz yılını hiçbir şey yapamadan geçirmiş olmama rağmen birkaç ayda kazandığım tüm yeteneklerimin elimden uçup gitmesi çırılçıplak kalmış gibi hissetmeme neden olmuştu.

“Evet.”

“Sen delirdin mi?” dedim sesimin yükselmesini umursamayarak. Uzanıp şişeyi tuttuğu elini bileğinden yakaladım. “Oraya dımdızlak girmenin ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünmüyor musun?”

“Eğer gücüm olduğu gibi kalırsa çok geçmeden şehri kara bulutlar kaplayacak ve o zaman herkes geri döndüğümü bilecek-”

“Öyleyse duygularına söz geçir,” dedim tıslar gibi.

“Rheana,” dedi beni uyarmak istercesine sıkılı dişlerinin arasından. “Yapamayacağımı biliyorsun. Bunu içmem gerekiyor, sorun çıkartma.”

“Güçlerine ihtiyacımız olursa ne olacak?”

Çaresiz çırpınışıma karşılık elimin üzerine elini koydu ve kendisini tutuşumdan kurtardı. Kararlı gözlerle bana bakarken, “İhtiyaç olursa onları geri getireceğim, daha önce yaptığım gibi,” dedi ona güvenmemi isteyen bir tavırla.

Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Bu fikir hiç hoşuma gitmedi. Ben güçlerimi kullanabilir miyim ya da ne kadar kullanabilirim bilmiyorum ve sen de etkisiz kalacaksın. Başımıza bir şey gelirse-”

“Ben varım,” dedi Danika hızla. “Tyler ve Esta da var. Tek başınıza değilsiniz. Birlikte üstesinden geleceğimizden eminim ve Kiara, biraz daha geç olmadan o iksiri içmeli. Geldiğimiz yön tamamen yağmur ve fırtına yüklü bulutlarla dolu ve o bulutlar şehrin üzerine çökerse, kimse onu görmese bile herkes şehirde olduğunu anlayacak.”

Çaresizlik ve öfkeyle dudaklarımı birbirine bastırıp geri çekildim. Adrian’ın şişedeki sıvıdan içmesini izlemek istemiyormuş gibi göğün karanlık tarafına bakarken çok geçmeden o kara bulutların dağılışına şahit oldum. Fırtına söndü, Adrian artık pasif hâldeydi ve bu durum endişelerimi daha çok arttırıp, mideme saplanan krampları güçlendirdi.

“Bunları üzerinize geçirin,” dedi Tyler getirdiği torbadan çıkarttığı iki pelerini bana ve Danika'ya doğru fırlattığı sırada. Havada yakaladığım eskimiş ve yamalı kıyafeti üzerime geçirirken Adrian’ın açık saçlarını toplayıp bağlamasını göz ucuyla takip ediyordum. Suratı artık o kadar katı duruyordu ki sanki dokunsam çatlayacak ve teni parçalara ayrılıp açılan boşluklardan sıcak lavlar dökülecekmiş gibiydi.

“Asıl sizin bu garip şeyleri giymeniz gerekmiyor mu? Sonuçta bizi kimse tanımıyor ama sizi herkes tanıyor,” dedi Danika giymesi için verilen pelerine yüzünü ekşiterek bakarken.

Esta gözlerini devirip, “Şu güzellikleri görüyor musun?” dedi kanatlarını çırparak varlıklarını hatırlatmayı umarcasına. “Hani sana asla unutamayacağın bir deneyim yaşatan kanatlar yüzünden biz aşağıya indiğimizde giyineceğiz şapşal.”

Danika yüzünü iyice ekşiterek pelerini giyerken Adrian bana yaklaşarak giydiğim pelerinin şapkasını kafama örttü. “Bunu asla açma.” Yavaşça kafamı salladım. “Sakın yanımdan ayrılma.” Mümkün bile değildi. Yeniden kafamı salladım. “Ve eğer kötüleşirsen bana söyle.” Bu kez kafamı sallarken sessizce iç geçirmiştim. Şimdilik iyi idare ediyordum, beni zorlayan pek fazla şey yoktu. Ancak göğsümdeki sıkışık hissin oraya yerleştiğini ve karnıma saplanan krampların milim milim bedenimin diğer noktalarına kaymaya başladığını hissedebiliyordum.

Adrian pelerinimin şapkasını düzelttikten sonra parmaklarını yanağıma kaydırdı ve bana öyle derin baktı ki içim garip bir sıcaklık ve aynı zamanda hüzünle doldu. Ona burukça gülümsedim, dudakları kıpırdamadı ama cam mavisi gözlerinde dolanan o buruk bakışı yakaladım. Aramızda söylenecek onlarca söz varmış gibi hissetsem de ne o ne de ben ağzımızı açmadık. Parmaklarının ucuyla yanağımın üzerinden kayarak geçtiğinde gözlerimin kapanmasına izin verdim. Niyetim bu güzel anın keyfini sürmekti ancak Adrian hızla elini yanağımdan çekip boğazını temizlemiş ve “Aşağıya indiğimi kimsenin görmemesi için bizi, özellikle de beni gizleyecek bir büyü yapabilir misin?” diye sormuştu. Gözlerim hızla açılırken hevesle karşılık vermek üzereydim ki bunu benden istemediğini fark etmem pek uzun sürmemişti. Adrian, bunu Danika’dan rica etmişti. Hedefinde o vardı, ona bakıyordu.

Danika onaylamadan önce bana döndü, ikilemde kalmış gibi görünüyordu. Ellerimi sıktım. Bunu ben de yapabilirdim ama bana istekte bulunma zahmetine bile girmemişti. Asılan suratımı onlardan çevirerek uçuruma doğru sivrileşerek uzanan kaya parçasına ilerledim. Aşağıdan esen sert rüzgâr kafama örtülü duran pelerinin şapkasını geriye düşürdü. Saçlarım fırsatını bulmuşçasına sağa sola uçuşmaya başladı. İlk bakışta şehir bulunduğumuz noktaya çok yakınmış gibi görünse de

nde durduğumuz kaya parçasının korkutucu yüksekliği olduğunu anlamak zor değildi. Şehrin semalarında uçan kuşlar gibi süzülen melekleri seçmekte zorlanmazken ileriye doğru bir adım daha atarak bastığım kayanın en uç noktasına ulaştım. Pelerin aşağıdan esen rüzgâr yüzünden uçuşuyordu ve dengemi sağlamakta zorlanıyordum ama düşmekten korkmuyordum, çünkü Adrian vardı.

“Artık uçurumların sınırında gezinmekten çekinmiyorsun.”

Tam ardımdan gelen sesini duyduğumda hissettiğim kırgınlığın cam parçaları gibi içime battığını fark ettim. Aslında neden bu kadar kırgın hissettiğimi bile bilmiyordum. Zamanın ilerlemeye devam etmesi ve artık sadece saatlerimin kalmış olması korkularımı zirveye taşıyordu. Onunla geçirdiğim her anın artık bir veda olabileceğini bildiğim için sinirlerim bozuktu. Her şeyi bir kenara itmek ve sadece onunla vakit geçirmek istiyordum. Kurtulmak için çabalamak artık gözümde asla sonuç bulamayacak girişimlerden birine dönmeye başlamıştı. Yavaş yavaş tükenmeye doğru gittiğimin farkındaydım. Kalp atışlarım bile ağırlaşmıştı.

“Yüksekten korkar mıydın, Rheana?”

Aşağıdaki dibi görünmeyen karanlığa gözlerimi çevirerek kafamı iki yana salladım. Bu sırada Danika’nın Esta’yla tartışmasını vızıltı şeklinde de olsa duyabiliyordum ve konu Danika’nın yolculuğun devamında Esta’yla uçmak istememesiydi. Ona hak veriyordum, çünkü Esta yine can sıkıcı düğmesini aktif hâlde tutuyordu. Arkamızda devam eden tartışmaya kulaklarımı tıkayarak, “Artık korkmuyorum,” dedim yavaşça.

Güldüğünü duydum. “Güvendiğin bir şey mi var?”

“Adrian,” dedim göğsümdeki sıkıntıyla birlikte. Elinin teki belimden kayarak karnımın üzerine dolandığında ben de yavaşça ona doğru döndüm. Artık yüz yüze bakıyorduk. Saçlarım esen rüzgâr yüzünden sık sık yüzünü tokatlıyordu, ancak durumdan pek de rahatsızmış gibi görünmüyordu. Tam da bu sırada tepemizden hızla geçen kanat sesleri kulaklarıma doldu. Bizimkiler gitmişti ama Danika’nın yolculuğa kiminle devam ettiğine dikkat edememiştim. Tek duyduğum küfürleri ve çığlıklarıydı. Sanırım ona eşlik eden yine Esta’ydı.

“Rheana,” dedi o tatlı telaffuzuyla. “Atlantis’in değerli kızıl elması senin saçlarının yanında bu kadar sönük kalacağını bilseydi kömürden daha kara bir renge bürünürdü.”

“Bana gerçek adımla hitap etsene,” dedim sanki bunu onun dudaklarından duymaya ihtiyacım varmış gibi.

“Naere,” dedi, irkildim.

“O benim adım değil-”

“Kadim cadı dilinde ateş, ateşten parça, alev alev yanan demek; Naere. Senin gerçek adın bu.”

“Hayır, benim gerçek adım Kiara,” dedim itirazla burnumu havaya dikerek.

Önemsiz bir şey duymuş gibi kafasını hafifçe iki yana salladı. “O sadece insanların sana seslendiği basit bir isim. Gerçek adın Naere. Bu isimle doğdun. Burada doğdun. Buraya aitsin. Artık Kiara değilsin. O isimle seslendikleri kadın değilsin.”

Omuzlarımın düşmesine izin verirken, “Naere,” diye fısıldadım. Tek ihtiyacım ona daha fazla temas etmekmiş gibi alnımı çıplak göğsüne yasladığım sırada, “Çözmem gereken ve cevaplarını merak ettiğim çok şey vardı,” dedim hafif isyanla çıkan bir sesle.

“Mesela?”

“Yeni melezler doğmasın diye oluşturulmuş büyü varken ben nasıl oldum?”

Derin bir soluk aldı. “Evet, bunu ben de merak ediyorum.”

“Tanrım, babamın sizden biri olduğunu iddia ediyorsun. Peki öyleyse annem bir cadı olmalı. Bir cadıyla bir asil meleği yan yana getiren neydi?”

“Aşk olmadığına yemin edebilirim,” dedi güler gibi bir ses çıkartarak.

“Ben neden diğer tarafa gönderildim? Hem de üzerimde ağır bir büyüyle birlikte?”

“İşte, sanırım bu soruya bir tahminim var; yaşayabilmen için gitmen gerekiyordu, çünkü herkes melezin peşine düşecekti.”

“Yoksa gerçekten kötü potansiyele sahibimdir ve benden kurtulmak, etkisiz hâle getirmek için böyle yapmışlardır?”

“Bu kadar karamsar düşünmemelisin. Eğer öyle düşünceleri olsaydı sen henüz büyü yapmayı bilmeyen bir bebekken seni öldürürlerdi.”

“Çok iç açıcısın, teşekkürler,” diye homurdandım.

“Ne? Ben olsam öyle yapardım. En baştan, kesin çözüm.”

“Sence o büyüyü bana kim yapmıştır?”

“Bilmiyorum. Annen olabilir mi?”

“Bilmiyorum,” dedim dudaklarımı eğerken. “Hann’ı bulmak ve ondan bir şeyler öğrenmek isterdim.”

Belimdeki eli sırtıma kayarak beni yatıştırmak istercesine tenimi okşadı. “Onu bulacağız ve her ne biliyorsa öğreneceğiz. Sonra da zamanında her şeyi anlatmadığı için onun dilini kopartacağım.” Sessiz kaldım. Sessiz kalmamdan rahatsız olduğunu hissedeceğim şekilde, “Rheana,” dedi birden. “Bana inanıyorsun, değil mi?”

Aniden tüm yaşlar gözlerime hücum ettiğinde ne yapacağımı şaşırarak ellerimi sıktım. Ne kadar engellemeye çalışsam da yaşlar yanaklarımdan yağmur gibi dökülmeye başladı. “Hey,” dedi Adrian kaskatı kesilirken. “Ağlıyor musun sen?” Beni doğrultarak yüzüme bakmaya çalıştı. Engel olmak için çırpındım, yüzümü saklamayı denedim ama elleriyle yanaklarımı kavradığında ve bastıramayacağım ölçüde güç uyguladığında çaresizce ona bakmak zorunda kalmıştım.

“Güzel kızıl elmas, neden bunu yapıyorsun?”

“Gitmek istemiyorum, Adrian,” dedim hıçkırıklarımın arasından. İşte bu benim çöküş anımdı. “Ö-ölmek istemiyorum-”

“Sana bir şey olmayacak, söz veriyorum,” dedi yemin edercesine. “Engel olacağım, beni duydun mu? Gitmene izin vermeyeceğim.”

Beni tutuyor olmasına rağmen kafamı şiddetle iki yana salladım. Zihnimi ele geçiren kriz anlarından birindeydim ve çaresizlik yüzünden boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Nefes almakta güçlük çekercesine gürültüyle soluk alıp verirken, “Yapamayacağız, biliyorum. Yetişemeyeceğiz. Z-zehir artık yakmaya başladı, Adrian, ö-öleceğim,” dedim güçlükle konuşarak. İçimi sinsi sinsi kemiren endişeyi dışarıya kusmaya devam edecektim ama Adrian buna fırsat vermeden beni birden öptüğünde kafamın içerisindeki kırmızı alarm durmuş, ölüm çanları susmuştu. Dolgun ve lezzetli dudaklarının tadı dilime karıştığında sanki bedenimi uyuşturacak bir ilaç almışım gibi anında rahatlamıştım. Gözyaşlarım hâlâ yanaklarımdan akmaya devam etse de beni kontrolü altına alan korku artık dinmişti.

Adrian dudaklarını dudaklarıma sertçe bastırdıktan sonra geri çekildiğinde buna itiraz etmek için hazırdım. Islak yanaklarımı parmaklarıyla kuruladığı esnada, “Sana bin kez söyledim; yanında ben varken bu kadar korku dolu olmamalısın,” dedi hafif muzip bir tavırla.

“Asil kıçını tekmelememi istemiyorsan egonu bir kenara bırak.”

Homurtum dudaklarında minik bir kıvrım oluşturduğunda, “Yüce meleklere baş kaldıran o cadıyı geri istiyorum,” diye karşılık verdi. “Bana hiç güvenmediğini düşünmeye başlamak üzereyim.”

Burnumu çektim. “Sadece beni yatıştırmak için böyle konuşuyorsun.”

“Zor olacak, tamam. Ganash pisliğin tekidir, onun elinden birini almak zordur ama bir yolunu bulacağım. Onu tanıyorum ve o, avını elinden alacak kişinin ben olduğumu bilmiyor.”

“Ya yakalanırsak-”

“Her zaman yedek planlarım bulunur. Orası benim şehrim, Rheana,” derken sesi sertleşmişti. “Orada her eve girip istediğimi alabilirim ve ev sahipleri ancak eşyalarının eksik olduğunu fark ettiklerinde evlerine birinin girdiğini anlar.”

“Sen gerçekten koca bir ego balonusun,” diyerek umutsuz bakışlarımla kafamı hafifçe iki yana salladım.

“Öyleyim, şimdi ağlamayı kesecek misin?”

Yeniden burnumu çektim. “Neden benden değil de Danika’dan büyü yapmasını istedin?”

Adrian kollarını belime sıkıca doladığı sırada, “Çünkü senin hiçbir şekilde kendini yormaman gerekiyor ve büyü yapmak bir cadı için en yorucu şey,” dedi. Ardından, “O ince kollarınla bana tutun, hadi,” diye buyurdu.

Yüzümü ekşiterek, “Benim kollarım ince değil-” diye söylenmeye başlamıştım ki Adrian beni geriye doğru adım attırdı ve ardımda basacağım herhangi toprak ya da kaya parçası bulunmadığı için doğrudan aşağıya düştüm. Can havliyle çığlık atıp kollarımı boynuna dolarken Adrian kanat çırpmıyordu, birlikte tepe aşağıya son sürat iniyorduk. Ah, daha doğrusu yere çakılmaya doğru gidiyorduk.

“Siktir, Adrian, uçmayı mı unuttun?”

Rüzgârın sertliğine rağmen güldüğünü duyabildim. “Sadece sana çığlık attırmak hoşuma gidiyor.”

“Kaçığın tekisin. Kullan şu sikik kanatlarını!”

“Sikik kanatlar mı? Onlara bayıldığını biliyorum.”

Boynuna doladığım elimi sırtına doğru kaydırıp tırnaklarımı iki kanadının tam ortasına geçirdim ve canını yakacağımı ya da orada iz bırakacağımı umursamadan oraya bastırdım. Saçlarıma doğru sert bir soluk bırakıp hızla kanatlarını hareket ettirmeye başladı. Artık düşmüyorduk, havada süzülerek iniyorduk ve bu çok daha iyiydi.

“Sen beni damgaladın mı?” dedi bunu yapmış olmama inanamıyormuş gibi.

Tırnaklarımı bastırmaya devam ederek sırtı boyunca kaydırıp ensesine çıktım. “Hak ettin.”

“Siktir, aynı şeyi dudaklarınla yapmalıydın.”

“Tanrım, sen gerçekten delisin.”

Yeniden ayaklarım yerle buluştuğunda kendimi daha iyi hissediyordum. Hiç değilse o uğursuz pes etme hissi yakamı bırakmıştı. Hatta yine garip bir heyecanla dolu olduğumu bile söyleyebilirdim. Diğerlerinin yanında, şehrin en kuytu köşelerinden birindeydik. İndiğimiz yer tamamen taş döşemeli devasa büyüklükteki balkonu andırıyordu ve hafif denize doğru çıkıntılı duruyordu. Adrian yere basar basmaz güzel kanatlarını saklamış, Tyler’dan aldığı pelerini üzerine geçirmişti. Danika’nın ten rengi kireç gibiydi ve suratı asıktı. Esta aramızda en keyifli görünendi. Altında saklandığı pelerinin içerisinde sinsi sinsi etrafa bakan gözlerinde tek bir korku kırıntısı bile yoktu.

Adrian üzerimdeki pelerini düzeltip saçlarımı yeniden şapkasıyla örterken, “Sokaklar kalabalık olacak. Bu iyi, fazla dikkat çekmeyiz. Dikkat çektiğinizi hissettiğinizde diğerleri gibi eğlenceye katılın. Etrafta bulunan yiyecek ve içeceklerden alıp yiyin, ortama uyum sağlayın. Ganash’ın evi fazla uzakta değil ama oraya ulaşmak için kutlama alanına girmek zorundayız,” diyerek bizi bilgilendiriyordu.

“Annen ya da diğer asil aile fertlerinden birine denk gelirsek ne olacak?” diye sordu Esta. “Şahsen ben çenelerini yamultmayı tercih edebilirim.”

“Onlar altın ay çıktığı geceden önce kalabalığa pek inmezler,” dedi Adrian kendinden emin bir şekilde. Tyler de onu onayladığını belirtircesine kafasını sallayıp, “Sharon ortalıkta görünmüyormuş. Annesi de öyle. Babasını zaten biliyorsun Adrian, saraydan pek çıkmaz. Annen en son şehir kütüphanesinde dolaşırken görülmüş. Kardeşlerin altın ay çıkana kadar saraydan ayrılmazlar. Bu yüzden onlardan birine denk geleceğimizi sanmıyorum,” dedi.

“Bu Ganash ailenizde hangi seviyede sayılıyor?” diye sordum ondan bahsederken yüzümü buruşturmaktan kendimi alamayarak.

“Eşini kaybetmiş asil meleklerin soyundan gelenlerinden biri,” dedi Adrian.

“Önem görenlerden midir?”

“Ailenin yüz karası demek daha doğru olur.”

“Yani ölürse kimse umursamaz?”

Esta sırıttı. “Onu öldürmek istiyorsan sana yardımcı olurum.”

“Hayır, kimse ölmeyecek,” dedi Adrian hızla. “Kurdu alıp gideceğiz, başka kimseye dokunmak yok. Hadi, daha fazla zaman kaybetmeyelim.”

Adrian tutmam için elini uzattığında tereddüt dahi etmeden elimi avucuna bıraktım. Esta’nın birleşen ellerimize göz ucuyla baktığını kaçırmazken Tyler’a bakmadan yanımızdan geçip gitmesi canımı sıkmıştı. İkisinin arasındaki ilişki ne hâldeydi hâlâ tam olarak bilmesem de birbirlerine karşı boş olmadıklarından emindim. Sanırım aralarında halledilmemiş problemler vardı.

Tyler ve Danika hemen arkamızdan bizi takip etmeye başladı. Koyu renk, eskimiş pelerinlerin altında arkadan bakıldığında hepimiz birbirimize benziyorduk. Taştan duvarlarla döşeli dar sokağı ardımızda bıraktığımızda şehrin göbeğinde daha çok yoğunlaşan eğlencenin seslerini duymaya başlamıştık. Bir şeyler çalınıyor, hep bir ağızdan şarkılar söyleniyordu. Başka bir dar sokağı daha ardımızda bıraktığımızda ancak ferah sokaklardan birine ulaşabilmiştik. Tüm yol sık aralıklarla yerleştirilmiş meşalelerle aydınlatılmıştı. Üstelik bana geldiğim dünyadaki LED ışıkları anımsatan sarmaşıklar duvardan duvara çekilmişti ve uçlarından çiçek misali sarkan sarı renk saçan toplar kayısı büyüklüğündeydi.

Sokağın her bir köşesi süslenmiş, tüllerle ve çiçeklerle kaplanmıştı. Esen tatlı rüzgârla birlikte sağa sola uçuşan kar beyazı tüllerin arasından geçerken çevremizde giderek artan kalabalık bizi pek de umursuyormuş gibi görünmüyordu. Sanırım çıplaklık kimsenin önemsediği bir şey değildi, neredeyse herkes incecik ve oldukça bol kumaşları üzerlerine geçirmişti. Erkeklerin çoğu üstten hiçbir şey giymiyordu. Kadınlarsa genellikle sırtlarını açık bırakacak tarzda giyinmişlerdi.

“Tanrım, Spartaküs evrenine düşmüş gibi hissediyordum,” dedi Danika kendi kendine. “Filmin kostümlerini hazırlayan kişinin bu dünyayı ziyaret etmediğine emin miyiz?”

Benzetmesinin ne kadar yerinde olduğunu düşündüğüm sırada Adrian beni iyice yakınına çekip herkesten korumaya çalışırken, “Buradakilerin hepsi melek mi?” diye sormaktan kendimi alamadım. Ses tonumu sadece onun duyabileceği seviyede tutmuştum.

“Çoğu öyle. Daima burada yaşayan farklı soy çok nadir bulunur,” diye cevap verirken bana değil, etrafına bakıyordu.

“İçlerinden seni tanıyanların çıkmayacağına emin misin?”

“Pelerin yüzümün büyük kısmını örtüyor.”

“Eğer yüzüne baktığımda sadece gözlerini görebiliyor olsam bile seni tanırdım,” dedim birden. Önümden ilerlediği için ifadesini göremesem de dudaklarına yerleşen kıvrımı kalbimin derinliklerinde hissetmiştim.

“Kimse senin kadar gözlerimin içine bakamadığı için beni tanımayacaklardır.”

“Buradaki meleklere kötü davranır mıydın?”

“Doğrusu pek de umurumda olmazlardı. Altın sarayda takılırdım, diğer vakitlerde de gökyüzünde olurdum. Şehrin diğer yakaları çok da uğradığım yerler değildi.”

“Hah, bir de şehri avucunun içi gibi bildiğinden bahsediyordun,” dedim iğnelercesine.

“Elbette biliyorum. Sokaklarında dolanmayı sevmesem de her köşesinden haberim var. Ama bilirsin işte, biz asil melekler öyle her yerde gezmeyiz,” derken omzunun üzerinden bana dönüp göz kırptı.

Kafamı umutsuz bir vakayla karşı karşıyaymış gibi iki yana salladım. “Sen gerçekten de iflah olmaz kendini beğenmişin tekisin.”

“Kesin vızıldamayı, sizi duyabiliyorum. Eğer ben duyabiliyorsam başkaları da duyabiliyor demektir,” dedi Esta kısık sesle homurdanarak. Adrian da homurdandı.

“Keskin kulaklarını bizi dinlemek için değil, çevreyi dinlemek için kullansana sen.”

“Etraftakilerin aptal iyi dileklerini duymaktan kusmak üzereyim. Bu lanet şehir midemi bulandırıyor. Her şey o kadar sahte ki...”

Esta’nın kısık sesli isyanı içime çöreklenen soğukluğu iyice çoğalttı. Tam da bu sırada karnıma sert bir ağrı saplandı. Acıyla inlememek için kendimi zor tutabilmiştim. Boştaki elimi karnıma bastırıp dişlerimi sıkarak sancının geçmesini bekledim. Ölüm damarlarımda geziyordu. Bense ölümü damarlarımda taşıyarak şifanın peşine düşmüştüm.

Yüksek duvarlarını birçok kemerin ve sokaklarını birbirine bağlayan taş köprülerin bulunduğu sokaklarda ilerledikçe kalabalığın dozu artıyordu. Hatta ilerimizde herkes durmuş gibi görünüyordu ve o kısımdaki ses yoğunluğu çok fazlaydı. Gözlerim birkaç on metre önümüzdeki yoğunluğa takılıyken, “Orada ne olduğuna dair fikrin var mı?” diye sordum. Aynı esnada arkama kısa bir bakış atarak Danika ve Tyler’ın arkamızdan kaybolmadığına emin oldum. Peşimizdeydiler ve Tyler tetikteymiş gibi sürekli etrafı kontrol ederken Danika gözüme ürkmüş görünmüştü.

Adrian, “Bilmiyorum-” diye konuşmaya başlamıştı ki, Esta hızla bize doğru dönerek, “Başka bir yol kullanalım, Adrian,” diye atılmıştı. Tavrı garipti, kuşkularımın harekete geçmesine neden olmuştu. Ancak neden ileriye doğru gitmememiz gerektiğini ona soramadan kalabalıktan yükselen uğultu tıpkı bir deniz dalgası gibi çoğalarak bize çarpıp geçti. Sokağı dolduran melekler hep bir ağızdan aynı kelimeyi seslenmeye başlamışlardı. Bana tezahüratı andıran bu eylemde kullanılan kelime sanırım bir isimdi.

“Marya! Marya! Marya!”

Sonsuz itaat ve saygıyla, teslim olunmuş bir tavırla o ismi tekrar edip duruyorlardı. Adrian’ın adımları bıçak gibi kesildiğinde Esta’nın telaşlı suratını görmek yeni bir krampın karnıma saplanmasına neden olmuştu. Sancı yüzünden konuşacak fırsatım olmazken benim yerime Danika, “Ne oluyor? Bir sorun mu var?” diye sormuştu. Adrian onu duymamış gibi kalabalığa bakıyordu, sanki birini arıyormuşçasına cam mavisi gözlerini hızlı hızlı etrafta gezdiriyordu.

“Soldaki bağlantı yolundan gidelim Adrian, üzgünüm, saraydan çıkacağına ihtimal vermemiştim,” dedi Tyler duruma el atarak biraz mahcup bir tavırla. Elimle karnımı ovalarken kaşlarım çatıktı. “Kim?” diye sordum savaşmaya hazırmışçasına olduğum yerde omuzlarımı dikleştirerek. “Oradaki kim?”

Marya adını duymuş olsam da Adrian’ın Sharon demesini beklediğim için dişlerimi gıcırdatacak kadar sıkıyordum, ancak o hiç beklemediğim bir anda, “Annem,” dediğinde beni kuşatan yoğun hisler hızla sönmüştü.

“Annen mi? Senin annen de mi var?” dedi Danika şaşkınlıkla. Tyler, Esta’dan önce davranarak, “Ne bekliyordun kendi kendimize oluşmamızı mı?” dediğinde başka zaman olsa buna gülebilirdim, çünkü tepkisi gerçekten komikti, ancak tüm dikkatim Adrian’ın üzerinde olduğu için onlara katılamıyordum.

Parmaklarımın dolandığı elini sıkıp, “Hey, iyi misin?” diye sordum yavaşça. Bana cevap vermek yerine ileriye doğru yürümeye başladı ve elimi bırakmadığı için ben de onunla birlikte ilerlemek zorunda kaldım. Arkamızdan Esta’nın, “Bu iyi bir fikir değil, Adrian,” diye seslenmesi havada asılı kalmıştı, Adrian umursamadığını ilerlemeye devam ederek göstermişti.

Kadının adını aynı ağızdan haykıran ve sanki ona gözlerini kör eden bir aşkla bağlıymış gibi davranan kalabalığı yara yara içlerinde ilerleyerek onu görebilecek kadar yaklaştığımızda nefesimi tutmak zorunda kalmıştım. Bembeyaz kanatlarını sergileyerek kalabalığın arasında ağır adımlarla ilerleyen ve adım attıkça önünde uzanan yola serilen çiçeklerden birini havada kaparak nahif bir hareketle burnuna götüren o kadın gerçekten göz kamaştırıcı görünüyordu. Kanatlarını saran kar beyazı tüylerin uçları altın suyuna batırılmış gibi ve ışığını sanki doğrudan güneşten alıyormuş gibi parıldıyorlardı.

Tıpkı Adrian’ın kanatları gibi... Sertçe yutkunarak kadını izledim. Önceleri melek kelimesi aklımda genç ve çok güzel, ayrıca tamamen iyilikle kalbi dolu olan varlıkları yansıtırdı. Marya’nın henüz yüzünü görememiş olsam da genç göründüğünden emindim; ince askıları olan ve bir hayli bol duran elbisesi sanki esen ufacık rüzgarla teninden sıyrılıp düşecek ve tek bir kırışıklığın dahi barınmadığı tenini ortaya serecekmiş gibiydi. Ayrıca yine onu tam olarak görememiş olsam da çok güzel olduğuna yemin edebilirdim.

Ama kalbinin, yüzünün güzelliğine ortak olduğundan emin değildim.

Açıkçası sanki Adrian’dan başkası iyi olamazmış gibi hissediyordum. Esta’nın da dediği gibi buradaki her şey sahteydi. Her şey sadece görüntüden oluşuyordu, içleri bomboştu.

Marya, kendisini coşkuyla selamlayan, yoluna çiçekler atan ve adını haykıran kalabalığın arasında ilerlerken birden durdu. Halk aynı coşkuyla ona bakmaya devam etti ama kadında ters giden bir şeyler olduğunu netçe hissetmiştim. Kokladığı gülü tutan eli yavaşça aşağıya kaydı. Sonra sanki zaman ağırlaştı, sesler uğultu şeklini aldı.

Marya, çenesini hafifçe yukarıya kaldırdı. Beyaz, upuzun saçlarının uçları yerleri süpürdü. Zarif parmaklarının arasında asılı duran kırmızı gülün kayarak yere düştüğünü gördüğümde yutkunamadım. Biliyordu, Adrian’ın burada olduğunu anlamıştı, emindim. Gökyüzü sakindi, gece açıktı ama o, Adrian’ın havadaki kokusunu almıştı. Çünkü Marya, bir anneydi ve emindim ki anneler çocuklarını her şekilde ayırt edebilirdi.

Nefes bile almadan ona bakarken kadının yavaşça bize doğru dönmek için kıpırdanmasını izledim. O kadar yavaştı ki sanki lanet olası bir film sahnesindeki klişe uzatmalardan birine hapsolmuş gibiydik. Marya sanki ne göreceğinden ya da sanırım hislerine rağmen dönüp baktığında boşluğu görecek olmaktan çekinircesine hareket ediyordu. Adrian ise annesine o kadar dikkatli bakıyordu ki sanki hiçbir şey umurunda değildi. Sanki bir an sonra elimi bırakacak ve müptelasıymış gibi, onun sözünden asla çıkamayacakmış gibi annesine doğru yürümeye başlayacaktı. İçimi garip bir korku kapladı. Korku endişeyi getirdi ve endişe de beni tüketen zehri besledi.

Marya’nın tamamen bize doğru yüzünü dönmesini beklerken saniyeler çok ağır geçiyordu ve bizden kimse hiçbir şey yapmıyordu. Ben bile akışına bırakmıştım. Birbirine geçmiş hâlde duran parmaklarımızın bağı kopmak üzereydi, ancak Adrian’ı daha sıkı tutacak gücü kendimde bulamıyordum. Ama Adrian bulmuştu. Tam da annesi olduğumuz yere bakacakken elimi sımsıkı kavramış ve beni kalabalığın arasında çekerek başka bir sokağa geçirmişti. Pelerinin altında saklana saklana diğer sokağa saparken Marya’nın cam mavisi gözlerini ve baktığı boşlukta Adrian’ı göremeyince o gözlere sinen donukluğu görmüştüm.

“Siktir, az kalsın seni görecekti,” dedi Esta yanımıza geldiği anda çemkirmeye başlayarak. “Neden o kadar yaklaştın, Adrian? Delirdin mi?”

Adrian cevap vermedi. Sımsıkı çenesiyle yanımızda öylece duruyordu. Tyler, “Burada olduğunu anladı,” dedi, sanırım o da fark etmişti.

“Ama nasıl anlayabilir? İksir işe yaradı, havada hiçbir bozukluk yok,” dedi Danika emin olmak istercesine havayı kontrol ederken.

“Marya zeki bir kadın. Basit iksirlerle onu kandıramazsın,” dedi Tyler. “Diğerlerine haber vermez umarım.”

Adrian içimizi rahatlatacak birkaç kelimeyi bile kurma tenezzülünde bulunmadan, “Şu taraftan gideceğiz, yürüyün,” dedi kaskatı ifadesiyle. Yeniden elimi tutup beni kendisiyle birlikte yürütmeye başladı. Artık adımları çok daha sert ve hızlıydı. Ona yetişmeye çalışırken nefes nefese kalmıştım, ancak bunun nedeni hızlı yürümesi değildi. Bunun nedeni zehirdi, yoksa bu kadar kısa sürede yorulmayacağımı biliyordum. Alnımdan ter damlaları kaymaya başladığında Adrian ancak durumumu hatırlayabilmiş gibi adımlarını yavaşlatıp bana kısa bir bakış attı. Hiçbir şey sormadı ama dişlerini sıktığını görmememin imkânı yoktu.

“Hâlâ içeri nasıl gireceğimizi konuşmamamız doğru mu? Ya adam bu gece evinde kalmayı tercih etmişse?” diye sordu Danika. Gergindi ve gerginliğini dağıtmak istercesine konuşuyor gibiydi.

Esta kıkırdayarak, “Cadı korkuyor,” diye alay etmekten geri kalmadı.

“Benden alabilecekleri hiçbir şey yok ama senin kanatlarını kopartabilirler. Bu yüzden bence sen korkmalısın iblis.”

“Ah, seni böyle kandıran kimdi? Büyükannen mi? Seni uyandırayım, ellerinde öyle iksirler var ki sana cadı olduğunu bile unuttururlar. Büyü yapamayan sıradan insancıklara dönersin ve dımdızlak ortada kalırsın. Bu yüzden bence önce kendi götünü kollamalısın.”

Arkamızda süren didişme uzayıp giderken Adrian bizi başka başka sokaklara daldırıp durdu. İlerledikçe taştan döşenmiş zeminin mozaiklere döndüğünü fark etmek kalbimin heyecanla atmasına neden oldu, çünkü şaşaa arttıkça hedefe yaklaştığımızı anlayabiliyordum. Derken yeni bir sokağa geçiş yaptık, dar koridoru ardımızda bıraktığımızda önümüze çıkan alandaki kalabalık hem daha fazlaydı hem de süslemeler çok daha güzeldi. Yeniden kalabalığa karışarak ilerlemeyi beklerken Adrian’ın karşımızda kalan koca taş yığını yapıya gözlerini diktiğini yakalamak yutkunmama neden olmuştu, çünkü sanırım artık hedefi bulmuştuk.

“Siktir! Neden bu adamın koca bir sarayda yaşadığından hiç bahsetmediniz?” dedi Danika şokla. Ona içimden katıldım. Ganash’ın evi, hayal ettiğim evler gibi değildi. Şatoyu andırıyordu ve sivri çatılı kubbeleri kat kat yükseliyordu. Zirvesini görmek için kanatlara ihtiyacım vardı.

“Demek altın sarayı görsen kendine gelmen üç gününü alırdı,” dedi Tyler bıyık altı gülerken. Danika ona ters ters baktı.

“Biliyor musun, başta senin gibi sakin bir adamın şu iblise iki saniyeden fazla nasıl tahammül edebildiğine şaşırmıştım ama siz ikiniz gerçekten de aynısınız. Ciddiyim, ikiniz de sinirlerimi bozuyorsunuz.”

Danika’nın homurdanmaları devam ederken Adrian’a doğru sokularak, “Oraya nasıl gireceğiz?” diye sordum. Gözlerini yapıdan ayırmadan cevap verdi.

“Kestirme bir yol biliyorum.”

Ah, elbette ki kestirme yolun lağım olduğunu ancak oraya girdiğimde öğrenmiştim. Dizlerime kadar uzanan kalın tabanlı botlarımla balçığa bata çıka ilerlerken her an kusacakmışım gibi suratım ekşiydi. Adrian her ne kadar öyle olmadığını iddia etse de şehrin lağım yatağı olduğuna yemin edebileceğim yeraltı tüneli dar, pis, kötü kokulu ve yüzlerce haşeratla doluydu. Örümceklerin sıradan ince ve görünmez ağlar yerine adeta çarşaf kadar kalın ağlarla yolumuzu kuşatmış olmaları da cabasıydı. Onlar yüzünden sürekli eğilmek zorunda kalıyorduk, çünkü bu ağlar minik sineklerin haricinde koca bedenlerimizi birkaç saniyede kefenleyebilecek kadar sığdı.

“Resmen meleklerin pisliklerinin arasında yürüyorum, iğrenç!” dedi Danika çığlık atarcasına tiz bir sesle. “Tanrım, güzel bir yolculuk olacağını düşündüğüm için ne kadar aptalım! Önce bir iblis tarafından vahşice uçuruldum ve şimdi de sidiğin içerisinde yüzen bokların üzerinden yürüyorum! Bundan daha kötüsü olamazdı!”

Esta yüzündeki ekşi ifadeye rağmen güldü. “Biliyor musun, Leo’yu aratmıyorsun. Şaklaban gibisin, lanet olası bokların içerisindeyken bile sana gülebiliyorum.”

Nedense Danika bu sataşmaya sessiz kaldı. Hatta o kadar sessiz kaldı ki Esta arkasına dönüp onu kontrol etme ihtiyacı duydu, ona baktığında kaşlarını kuşkuyla havaya kaldırdığını gördüm. Neyse ki irdelemeden önüne dönüp ilerlemeye devam etti. Bu sırada Adrian, “Burası lağım değil,” diye homurdandı. Aynı şeyi yüzüncü söyleyişi olsa da kimse onu umursamıyordu.

“Öyle mi?” dedi Danika, gözlerini devirdiğine emindim. “Pekâlâ, şuradaki suda yüzen kalın ve bayağı ebatlı duran şey ne o zaman? Lanet olası bir bok değil mi?”

Danika’nın son cümlede tiz bir çığlık şeklinde çıkan sesine karşılık hafifçe sırıtmaktan kendimi alamadım, ancak Adrian’ın ona verdiği karşılığı duyduğumda sırıtışım öksürük krizleriyle bölünmüştü.

“O, sadece ölmüş bir fare ve biraz daha saygıyı hak ediyor.”

Tyler kahkaha attı, Esta küfretti ve Danika kusmaya benzer sesler çıkarttı. Adrian ise hiçbirini umursamadan yola devam etti. Elinde sokaktaki meşalelerin arasından yürüttüğü kalın odun parçasının ucunda salınan alev topuyla yolumuzu aydınlatıyordu. Yoksa bu pis kokulu yer karanlık bir çukur gibiydi ve ışıksız yol bulmanın imkânı bile yoktu.

Bulunduğumuz yeraltı tünellerinin şehrin büyük bir kısmına yayıldığını ve olası durumlarda şehri terk etmek için kullanılmayı beklediğini Adrian bize anlatmıştı. Sanırım şehrin kuruluşundan bu yana hiç kullanılmamıştı ve pek kullanılacakmış gibi görünmediğinden de hepimiz hem fikirdik.

Adrian’ın sağa doğru sapmasıyla annesini takip eden ördekler gibi peşinden ilerledik. Meşalenin ucundaki ışık sağa sola vurdukça başka yönlere sapan yolları seçebiliyordum. Ayrıca tıpkı içerisinde ceset saklıyormuş gibi kocaman olan örümcek ağlarını görmememin de imkânı yoktu. Karanlıkta kalan kuytu köşelere sinmiş yarasaların bizi izlediğine yemin edebilirdim ve içlerinden deli olduğumuzu düşünüyor olabilirlerdi.

Kusma hissi iyice kendisini belli ettiğinde elimi midemin üzerine bastırarak, “Günlerce yıkamadığım çoraplarımdan daha kötü kokan başka bir şey olacağını hiç düşünmemiştim,” dedim birden ve bunu yumurtladığım için gözlerim yerinden fırlayacakmış gibi irileşti. “Siktir, bunu duymadınız!”

“Duydum,” dedi Adrian eğlenerek. “Seni pasaklı cadı.”

“Ona sık duş almayı sevmediğini ve bazen çürük yumurta gibi koktuğunu söylesene Adrian, bilmeye hakkı var,” dedi Tyler aniden. Sonra duraksadı ve birkaç saniye neden böyle bir şey söylediğini düşündü.

Adrian, “Saçmalık,” diye homurdandı. “Ne saçmalıyorsun sen?”

Midem çalkalandı. “Biliyor musun Adrian, senin gibi kokan kıyafetlerini giymek hoşuma gidiyor,” dediğimde kafamı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım, işe yaramadı.

Adrian, Tyler’a karşı zafer kazanmış gibi güldü. “Bunları itiraf etmek için sence de daha doğru anlar olamaz mıydı? Kokumdan hoşlandığını yeraltı tünelinde dolaşırken öğrenmek biraz garip.”

“Sanırım kusacağım,” dedim tuhaf sesler çıkartırken. Esta alkış tuttu. “Midendekileri içeride tutmayı bile beceremiyorsun.”

Elimi ağzıma kapatarak bunu durdurabileceğimi düşündüm ama tabii ki de umduğum gibi olmadı. Diğer elimi Adrian’ın elinden kurtarıp birkaç adım öteye kaçtım ve yine de kusmamak için kendimi kastım. Ancak arkamdan gelen ışığın belli belirsiz aydınlattığı yerdeki iskelet kalıntılarını görmek tüm çabamı boşa çıkartmıştı ve çığlık atarak başka yöne kaçıp yemek borumu dolduran her şeyi ortalığa sermiştim.

Danika’nın bana yardım etmek yerine dolu dolu kahkaha atmaya başlaması karşısında neye uğradığımı şaşırdığım sırada sersem gibiydim. Bacaklarımdaki güç kesintiye uğramışçasına ayakta kalmakta zorlanmaya başlamıştım ve yerdeki balçığa karışmış kemik kalıntılarının üzerine düşecek olmak artık umurumda bile değildi, çünkü bedenimden aniden çekilen gücün endişesini taşıyordum. Olduğum yerde midemi tutarak dengemi sağlamaya çalışırken Adrian yanıma geldi, beni böyle görmesini istemesem de onu itecek gücü kendimde bulamadım. Eğilerek kollarından birini bacaklarımın altından geçirdi, diğeriyleyse sırtımı destekledi ve beni kucakladı.

“Buna gerek yoktu,” diye sızlansam da omurgam görevini yerine getiremiyormuş gibi devre dışı kaldığından kolumu kaldıracak mecalim kalmamıştı.

“Kötüleştiğinde bana neden söylemiyorsun?” diye beni azarladığında hatası yakalanan küçük bir çocuk gibi kollarının arasında sindim. Sanırım meşaleyi Tyler’a vermişti ama ışığın arkamızda kalmış olmasını umursamadan en önden yürümeye devam ediyordu.

“Evde beklemeliydin. Beni evde beklemeliydin.”

“Kızma,” diye sayıkladım dudaklarımı bükerek. “Seni bırakmamı nasıl bu kadar kolay isteyebilirsin?”

“Beni bırak demedim seni aptal, bekle dedim!”

“Kızma,” diye fısıldadım bu kez. Adrian sert bir solukla göğsünü şişirdi. Olduğum yer o kadar konforluydu ki burada uyuyabilirdim ve bir daha uyanamayacak olmak bile umurumda olmazdı. Sanki bana ne olduğunu hissetmiş gibi, “Gözlerini kapatma,” diye beni uyardı. “Sakın uyuma, Rheana. Birazdan dışarı çıkacağız, temiz hava sana iyi gelecek. Yeraltı tünellerinin korunduğu aklımdan çıkmış, üzgünüm. Buradan çıktığımızda her şey düzelecek tamam mı?”

“Sorun burada mı?” diye sordum mayışmış hâlimle.

“Evet, buradaki hava ağır. Şehrin üstündeki güzelliğin aksine kötü, pis ve yan etkili,” dediği sırada Danika’nın da kustuğunu işittim. Sanırım tek etkilenen ben değildim.

“Sen de kusacak mısın?”

“Elbette hayır, ben kusmam.”

“Her insan kusar,” dedim itirazla.

“Ama ben insan değilim, bunu unutma,” dediğinde nedense birden onun ne kadar tehlikeli olabileceğini hatırlamıştım.

“Gerçekten hiç kusmadın mı?”

“Hiç.”

“Seni pek yemek yerken de görmedim-”

“Yiyeceğe senin kadar ihtiyacım yok.”

“Ama benim kadar uyuyabiliyorsun?”

“Birkaç gece uyumazsam bile sorun olmaz.”

“Tamam, garipsin, benden bayağı farklısın. Peki, hiç ağladın mı?” diye sordum son anda aklıma gelmiş gibi. Diğerleri bizi duyacak kadar yakınımızda değildi.

“Sıradaki sorunun tuvalete çıkar mısın olacağını sanmıştım,” dedi alay dolu gülüşüyle.

“Çıkar mısın?”

“Buranın havası senin olan aklını da almışa benziyor. Vücutsal döngüler her canlı için vardır, ateş parçası.”

“Hmm... kendimi içmiş gibi hissediyorum.”

“Bu tünellerin diğer amacı şehre kaçak yollarla girmeye çalışanları amaçlarına ulaşamadan etkisiz hâle getirmek. Yani dışarıya çıkmak için yürürsün ve yürüdükçe havanın ağırlığı seni etkilemeye başlar, önce miden bulanır, kusarsın,” derken bana taş attığına emindim. “Sonra başın dönmeye başlar, dengeni bulamaz olduğun yere yığılırsın ve en sonunda da vücuduna bir rahatlama iner. Burada, bu çamurun içerisinde mutlu şekilde ölürsün ve öldüğünü bile anlamazsın.”

“Siz gerçekten de sinsi ve kötü varlıklarsınız,” dedim burnumu kırıştırarak.

Söylediğimi duymazdan gelirken, “Ağzınızı ve burnunuzu kapatın, biraz işe yarayacaktır,” diye seslendi arkamızdan gelenlere hitaben. Esta’nın homurtusunu duydum.

“Bunu en başında söylemen gerekmez miydi?”

“Haklı,” dedim kıkırdayarak. Gerçekten de kendimi içmiş gibi hissediyordum. Zihnimin üzerine garip bir rahatlama çökmüştü ve sanırım bundan memnundum. Eğer bu kadar rahatlayacağımı bilseydim gelmeden önce kesinlikle birkaç kadeh içerdim.

“Leo’nun da burada olmasını isterdim,” diye alakasız bir konudan giriş yaptığımda beni asla garipsemedi. “Ama o, beni terk etti.”

“Leo buraya bir daha dönmez. Ben bile bir gün dönerim ama o, dönmez.”

“Sen de dönmeyeceksin. Bu kokuşmuş yer seni geri alamayacak tamam mı?” Kucağımda duran ellerimden birini kaldırıp Adrian’ın çenesini yakaladım ve onu bana bakmaya zorladım. Aslında zorladığımı sandım, çünkü parmaklarımda güç bile yoktu.

“Sen bana aitsin, Adrian.”

Güldü. “Yine benden bir eşya gibi bahsediyorsun.”

“Eğer eşya olmayı çok istiyorsan benim eşyam olabilirsin tabii.”

“Kafan pırıl pırıl olmuş gibi kızıl elmas.”

“Söylesene, Adrian?”

“Neyi söyleyeyim?”

“Daha önce hiç ağlamış mıydın?” diye sorduğumda derin bir soluk aldı. Diğerleri arkamızdan gelmeye devam etse de sürekli kıkırdayıp aptal saptal espriler yapıyorlardı.

“Sanırım çok uzun zaman önceydi.”

“Öyle mi? Peki ne için ağladın?” diye sorarken konunun Sharon'a dönecek olabileceğini hatırladığımda birden sinirlerim bozulmuştu.

“İlk denememde uçmayı başaramadığım için,” dedi zihninin perdesine düşen anı yüzünden suratını kendince sinirli, bana göreyse komik bir hâle sokarak. “Ufak bir çocuktum. Sinirden ağlamıştım ve o kadar hırslanmıştım ki kimseye haber vermeden yeniden tepeye tırmanıp kendimi boşluğa bırakmıştım.”

Gülüşümü bastırdım. “İkinci denemende uçabildin mi bari?”

“Hayır,” derken yüzünü buruşturdu. “Birkaç kemiğim kırılmıştı.”

Kendimi tutamayarak kıkırdadım. Gözlerimin önünde sinirden yüzü kızarmış mavi gözlü oğlan çocuğunun belirdiği sahneler bana bir hayli eğlenceli gelmişti. Adrian kendi kendine bir şeyler homurdandıktan sonra, “Gülmeyi kesecek misin? Yoksa seni bu çamurun içerisinde bırakıp gideyim mi?” diye tısladı.

Sırıtışımı yüzümden silmeye bile çalışmadan, “Sen beni bırakmazsın,” dedim kendimden emin şekilde konuşarak. Ardından kendinden emin tavrım hızla evrildi. “Bırakmazsın, değil mi?”

Beni daha sıkı kavrarken, “Bırakmam,” diye fısıldadı. Esnedim ve tatlı tatlı gülümsedim. Huzura ermiş gibi gözlerimin kapanmasına izin verdiğim sırada, “Biliyor musun, Adrian?” dedim mayışmış sesimle. Sersem hâlime karşılık derin bir soluk aldı.

“Neyi, Rheana?”

“Seni sevdiğimi.”

Adrian birden durdu. Sürekli etrafta gezdirdiği gözlerini nihayet bana çevirip doğru duyup duymadığından emin olmak istercesine yüzüme baktı. Dolgun dudakları aralık kalmıştı ve çehresinde saf bir şok asılıydı. Üstelik yaslandığım göğsü birden o kadar sertleşmişti ki kollarında rahatsızca kıpırdanmaktan kendimi alamamıştım. Bize yetişen Tyler’ın hızını alamayarak Adrian’ın sırtına çarpmasıyla birlikte Adrian kafasını iki yana sallayarak kendisine gelmeye çalıştı. Tyler’ın sırtına çarpmış olmasını umursamamıştı, hatta Tyler bile bunu umursamamıştı, arkamızda diğerleriyle kıkırdayıp durmaya devam ediyordu.

Adrian sertçe yutkunup, “Ne dedin sen?” diye sorduğunda ona kocaman gülümsedim. Elimi yeniden yüzüne tırmandırıp yanağını okşadım ve gözlerinin içine ona teslim olmuş gibi baktım.

“Seni seviyorum, Adrian.”

Nefes almayı kesti. Yemin edebilirdim ki nefes almayı kesmişti, çünkü yaslandığım göğsü artık hareket etmiyordu. Bana donmuş bir suratla bakıyordu ve bense aptal gibi ona kocaman gülümseyerek bakmaya devam ediyordum. Tyler’ın bu kez bize çarpmak yerine elindeki meşaleyi düşürmesiyle birlikte etraf karanlığa büründüğünde Adrian, tıpkı denizde litrelerce su yutmuş ve yapılan kurtarıcı soluklarla hayata dönebilmiş biri gibi derin, çok ama çok derin bir soluk alabildi. Ardından da “Kesin gülmeyi sizi aptallar!” dedi arkasındakilere bağırarak, daha çok güldüler. Hatta Esta’nın, “Asil melek bize emretti,” diye dalga geçmesini bile duyabilmiştim.

Adrian yeniden adım atmaya başladı ancak bu çok da uzun sürmedi. Beni ayaklarımın üzerine indirip bir eliyle belimden sıkıca kavrayarak yükümü kemiklerimin üzerinden alırken diğer eliyle önümüzde duran dökme demirden kapının sürgüsüne asıldı. Paslandığı için kapı biraz zorluk çıkartsa da Adrian üstesinden gelmeyi başarmıştı. Beni kendisiyle birlikte açılan kapıdan soktuktan sonra yukarıya tırmanan merdivenlere oturmama yardım etti. Pelerinimi düzeltip yanaklarımı okşadı. Yüzünü göremiyor olsam da bir müddet beni izlediğinden emindim. Sonunda geri çekildiğinde kapıdan geçtiğini işittim. Adım sesleri dışarıya doğru taştı ve sonra Adrian’ın adımlarına karışan sesler çoğaldı. Diğerlerinin de bulunduğum alana doluştuğunu duydum ve ardından Adrian kapıyı kapattı. O kötü koku kapının ardında kaldı. Birkaç saniye sonrası hepimiz için daha berraktı.

Danika, “Hiçbir şey görmüyorum,” diye sızlanırken taşın taşa sürtünmesiyle çıkacağını düşündüğüm o sesi duyduğumda Adrian’ı parmaklarının ucunda yanan minik kibritle görmüştüm. Bulunduğumuz dar koridorun taş duvarlarına saplanmış şekilde duran meşalelerden birini alarak yaktığında etraf daha aydınlık hâle gelmişti. Işığın birden alana doluşmasıyla birlikte gözlerimi kısmak zorunda kaldığım sırada Adrian yaktığı meşaleyi Esta’ya uzatıp duvardan başka bir meşale daha aldı ve onu Esta’nın elindeki meşaleyle tokuşturup ateşi paylaştırdı. Hâlâ merdivende oturuyor olsam da artık kafam yerine gelmeye başlamıştı ve bedenimden çekilen gücü yeniden hissedebiliyordum.

“Şimdi hepiniz birkaç kez derin soluk alıp verin, hadi, yapın şunu,” dedi Adrian acele etmemiz gerektiğini vurgularcasına. Söylediğini yerine getirdiğimizde zihnimiz çok daha temizdi ve tanrım, ben neler söylemiştim?!

“Siktir, ben sana mı sarıldım?” dedi Esta, Danika’ya tiksinircesine bakarken. Danika da yüzünü buruşturdu.

“Sadece sarıldın mı? Beni öpmeye bile çalıştın. Sanırım yeniden kusacağım. Aman tanrım, düşüncesi bile iğrenç!”

Tyler kirece dönmüş suratıyla, “Dostum, böyle bir şey olacağını neden söylemedin?” diye homurdandı. Sanırım pek anlatmak istemeyeceği şeyler yaşamıştı.

“Beni etkilemediği için sizi etkileyebileceğini düşünmemiştim,” dedi Adrian önemsiz bir şeyden bahsedermişçesine omuz silkerken. Danika resmen çığlık atarcasına bağırdı.

“Seni budala asil melek! Bizi maymuna çevirdiğinin farkında mısın? Ya şu iblisi öpseydim?”

Esta midesini tutarak kusacakmış gibi yaparken Adrian hiç de bozulmuş görünmüyordu. “Hadi, yeterince vakit kaybettik, yürüyün.”

Danika başımızı belaya sokacak başka büyülerin olup olmadığını sorguladığı sırada sert adımlarla yanımdan geçip gitti. Esta ve Tyler da onu takip ederken oturduğum yerden kalkmak için yavaşça hareketlendim. Adrian’a bakmamak adına sarf ettiğim çaba takdire şayandı, ancak beni kaldırmak için elini uzattığında dudaklarımı kemirerek duraksamıştım. Ardındansa bundan kaçma şansımın olmadığını bildiğim için parmaklarımı avucuna doğru itmiştim. Beni sıkıca tutup kaldırdığında diğer elim istemsizce göğsüne yerleşmişti. Hızlı hızlı soluk alıp veriyordum ve hâlâ onunla göz göze gelmekten kaçındığım için yüzüne bakmak yerine pelerinin gizlediği güzel vücuduna bakmayı tercih ediyordum. Tam da pelerinin sökük kısımlarını incelerken, “Rheana,” diye fısıldadığında ondan kaçabilmek umuduyla hızla gözlerimi yummaktan kendimi alamamıştım.

“Biliyor musun, güzel Rheana?”

“N-neyi?” dedim kekelediğim için kendimden nefret ederek. Söyleyeceği şeye karşı hissettiğim beklenti o kadar büyüktü ki heyecandan kalbim delicesine atıyordu.

Sırıttı. “Sana daha çok içki içirmeliyim,” dediğinde kızgın bakan gözlerim ok gibi gözlerine saplandı.

“Sersem pislik!” diyerek elimi göğsüne geçirdim. Kahrolası melek benimle eğleniyordu.

Adrian daha geniş sırıtırken ileriden Tyler’ın bağırışını duymamız tüm anın bozulmasına neden oldu.

“Buranın çıkışı yok! Kapıya benzer hiçbir şey bulunmuyor. Siktir, yine o iğrenç yoldan geri dönmek istemiyorum.”

“Hey, melek oğlan. Orada ne olduğundan bize de bahsedecek misin? Eminim benim cadıyla öpüşmek istememden daha kötü bir şey olamazdır,” dedi Esta tiksintiyle. Henüz onları göremesem de onlara doğru ilerlemeye başladığımız için konuşmalarını rahatça duyabiliyordum.

“Bahsetmek istemiyorum. Bunu sorma.”

Danika, “Kurbağa!” diye coşkuyla bağırdı. Sanırım ne olduğunu hatırladığı için böylesine heyecanlı tepki vermişti. “Tanrım, kurbağa gördüğünü söylemişti! Ve sen beni öpebilmek için çırpınırken o da kurbağayı öpecekti. Kendi prensesini bulmaktan bahsediyordu. Siktir, o aptal hikâye burada da mı biliniyor? Ve bir kez daha siktir, gördüğü kurbağayı yakalayabilmek için meşaleyi düşürmüştü!”

Onlara ulaştığımızda Tyler’ı sanki kendisinden bahsedilmiyormuş gibi duvarları izlerken buldum ve Adrian pişkin pişkin sırıtmaya devam ediyordu. “Kendi soyundan birini istemediğini biliyordum ama dostum, istediğin şey bir kurbağa mıydı gerçekten de? Söylesene onu öptün mü?”

Esta homurdandı. “Bence kurbağa aldığı öpücükle ayaklanıp kadına dönmek yerine intihar etmiştir.”

Tyler birden kaşlarını çattı ve kızgın gözlerini Esta’ya dikti. “Seni öptüğümde hiç de intihar etmek ister gibi durmuyordun,” dediğinde aralarında esen soğuk rüzgâr hepimizin tenini yoklayınca konuyu değiştirmeyi üstlenen Danika oldu.

“Kapı, melek, kapı yok.”

Adrian gözlerini devirerek merdivenlerin ucundaki duvara doğru ilerleyip elinde taşıdığı meşaleyi duvardaki boş yere yerleştirdi. Bu esnada benden ayrılmıştı ve neyse ki artık kendi başıma ayakta durabilecek hâldeydim. İçimdeki sıkış tıkış hissi saymazsak iyi götürüyordum.

“Siktir,” dedi Adrian duvarı eliyle yokladığı sırada. “Büyü yapılmış, açılmıyor.”

Danika, “Baştan desene,” diye söylenip hızla büyü yaptığında Adrian, “Sakın deneme!” diye çıkışsa da geç kalmıştı. Tamamen taş duvar gibi görünen kapının hafifçe yerinden oynayarak iki yana açılmasıyla oluşan yarıklar öyle iyi kamufle olmuş haldeydi ki açılana kadar orada kapı olduğunu asla düşünmemiştim.

“Neden kızıyorsun? Açıldı işte,” dedi Danika, Adrian’ın tavrını garipsercesine.

“Evet, açıldı ve herkes birinin içeriye girdiğini öğrendi.”

Adrian’ın kızgın homurtusu kulaklarıma dolarken neden böyle söylediğini düşünüyordum ki açılan kapının üzerinden minik bir parıltı gelip geçti. Sanki kristal tozlar aşağıdan yukarıya doğru uçup gitmiş gibiydi.

“Bu da neydi?” diye sordum merakla.

“Geçide bir çeşit koruma kalkanı bırakılmış olmalı. Melek büyülerini melekler bozarsa sorun olmaz ama bir cadı bozarsa bu hemen anlaşılır,” dedi Tyler endişeli gözlerle saçlarını karıştırdığı sırada.

“Pekâlâ, yeterince sorunumuz yokmuş gibi bir de burada olduğumuz artık biliniyor, öyle mi? Bundan daha güzel bir şey olamazdı,” dedi Esta öfkeyle kaşlarını çatarken. Düşman bakışları doğrudan Danika’ya saplıydı ve Danika ise ciddi anlamda ürkmüş görünüyordu.

“Özür dilerim, tamam mı? Koruma büyüsü olduğunu nereden bilebilirdim. Sadece zaman kaybetmememiz için elimi çabuk tutmak istemiştim.”

Adrian hızla yanıma gelip yeniden elimi kavradı ve tehlike çanlarını çalarcasına, “Birinin büyü kullanarak içeriye girdiğini artık biliyorlar. Hızlı olmak zorundayız. Acele edin, yol doğrudan mahzenlere ulaşıyor. Kurdu alıp hemen çıkmalıyız,” diyerek beni kendisiyle birlikte yürütmeye başladı. Bu sırada planını anlatmaya devam ediyordu.

“Kurdu aldıktan sonra arka balkona ulaşıp kalabalığa karışacağız. Yeterince uzaklaşınca da Danika bizi yeniden büyüyle saklayacaksın ve öyle şehirden çıkacağız. Yeniden Saden Tepesi’ne çıktığımızda bu iş bitmiş olacak.”

Danika hızla karşılık verdi. “Neden şimdi büyü yapmıyorum? Hepimizi herkesten görünmez kılabilirim, burada olduğumuzu kimsenin ruhu bile duymaz.”

“Meleklerin şehrinde olduğunu unutuyorsun cadı,” dedi Adrian. Tanrım, sesi gergindi ve onun bile gerildiğini fark etmek beni iyice endişelendirmeye başlamıştı. “Burada büyü yaparsan kendini korumak yerine ölümün kollarına atmış olursun. Hiçbir melek burada, özellikle de şehrin kalbinde, kalbine yakın kısımlarda büyü yapılmasına göz yummaz. Az önceki gibi önlemler vardır. Büyü yaptığın anda herkes bundan haberdar olur. Sen kendini görünmez sandığın sırada kafan gövdenden ayrılır, kimin yaptığını bile görmezsin. Ve bil diye söylüyorum şu an şehrin kalbine oldukça yakın bir yerde bulunuyoruz.”

“Tamam, anladım, büyü yok, tamam. Pekâlâ, kurdu nerede bulacağımızı da biliyor musun?”

“Burada birkaç mahzen var, hepsine bakmamız gerekecek,” dedi Adrian açılan kapıdan beni çıkartırken. Diğerleri de peşimizden geldi. İlerlediğimiz yol loştu ve yeterince dikkat çekmişken elimizde yerimizi gösteren ışıkla yürümek aptallık olacağı için Esta meşaleyi orada bırakmıştı. Gerginlikle dudaklarımı kemirdiğim sırada, “Gardiyanlar var mıdır?” diye sormaktan kendimi alamadım.

“Elbette yok. Buradan kendi başına kaçabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi Adrian buzdan farksız bir alayla. “Eğer buraya hapsedilmişsen bağışlanmadığın müddetçe hücrelerden birinde çürürsün ama asla kaçamazsın.”

“Bizi yakalarlar mı?”

“Ganash farklı ırklarla oynamayı sever. Cadının peşine düşecektir.”

“Kanatları koparttığım da bir daha kimsenin peşine düşemeyecek,” dedi Danika öfkeyle. Ne kadar kendine güveniyormuş gibi görünse de korktuğunu biliyordum. Üstelik o pislik adamın kurda neler yaptığını da biliyordum.

“Bana gördüğün rüyadan bahset, Rheana. Etrafı tasvir edebilir misin?”

Dar koridorlarda hayalet gibi dolaşırken, “Sanırım bir kafesteydi, ayakları ve ellerinden zincirlenmişti. Tıpkı bir köpek gibi durmaya zorlanmıştı. Ayrıca boynunda kalınca zincir bulunuyordu,” dedim hızlı hızlı. Diğerleri bunları biliyor olmama şaşırsa da kimse yeni sorular sormadı.

“Kafesin dışarısı nasıldı? Nasıl bir odaydı?”

“Karanlıktı, hiç pencere yoktu. Ayrıca soğuktu ve kötü kokuyordu, tıpkı aşağıdaki tünel gibi. Sanırım bu sayede kurdu etkisiz kılabiliyor, değil mi? İğrenç! Bir de hücreye başka bir kapıyı açarak girdi. Yüzyıllardır yağlanmamış şekilde gıcırdayan bir kapıydı.”

Adrian birden durduğunda hepimiz onunla birlikte durduk. “Onu diğer mahzenlerden ayırmış,” dedi düşünceli düşünceli. Ardından yeniden hareket etmeye başladı. “Bu taraftan gideceğiz. Sanırım o mahzeni biliyorum.”

Hepsinin birbirine benzediği başka bir koridora geçtiğimizde o kadar sessiz hareket ediyorduk ki arkamda arkadaşlarımın olduğunu bilmesem yalnız olduğumu bile düşünebilirdim. Konuşmamız gerektiğinde bunu el kol hareketleriyle hallediyorduk. Ancak Esta’nın aniden, “Siktir, birileri geliyor!” diye tıslamasıyla hepimiz aynı elektrik akımına yakalanmış gibi irkilmiştik.

“Ben ses duyamıyorum,” diye fısıldadı Danika sesinin titrememesi için çabaladığından emindim. “Eğer beni korkutmak için yapıyorsan hiç komik değil.”

Tyler, “Bu durumda bile seninle alay edeceğini mi düşünüyorsun gerçekten? İblislerin duyuları iyi gelişmiştir,” diye hızlı hızlı durumu açıklamaya çalışırken yaklaşan ayak seslerini ancak duyabildik. Çok geçmeden de bulunduğumuz alana çıktığına emin olduğum kapılardan biri gürültüyle açıldı ve o adamın sesini yeniden duydum.

“Misafir ağırlamak için güzel bir akşam. Saklanıyor musun cadı? Buna hiç gerek yok, gecenin sonunda baş başa olacağımızdan emin olabilirsin.”

Ganash’ın avucuna yeni bir av düşüreceği için hayli keyifli ve heyecanlı çıkan sesi tüm tüylerimin diken diken olmasına neden olurken başkalarına ait adım seslerini işitmeye başladım, yalnız değildi. Dar koridorların üst kısımlarına sıra sıra dizilmiş meşalelerin tıpkı düğmesine basılınca kablolardan kayan elektrik akımı sayesinde teker teker yanan floresanlar gibi yanmaya başlamasıyla etraf tamamen aydınlandığında bizi saklayacak hiçbir şey kalmamıştı.

“Hadi ama, benden kaçamazsın. Yerinde olsaydım beni kızdırmadan ortalığa çıkardım.”

Ganash bir şeyler söylemeye devam ederken Adrian, “Kahretsin!” diye tıslayıp doğrudan üzerimize doğru gelen adım seslerinden bizi uzaklaştırmak istercesine hepimizi başka bir koridora soktu. Ancak belli ki tüm koridorlar birbirlerine bağlıydı ve onlara yakalanmadan kaçma şansımız yok gibiydi.

“Hâlâ saklanmaya devam mı edeceksin? Ah, seni zavallı şey,” dedi kıkırdayarak. Ardından onun gibi seviyesiz bir adam beklenmeyecek şekilde ciddileşti. “Onu bana bulun!”

Adrian kaçmaya teşebbüs bile etmeden hepimizi koridorlardan birinde bulunan kirişe doğru itti. Artık bizi görebilmeleri için yanımıza kadar gelmeleri gerekiyordu. Adrenalin yüzünden göğsüm şiddetle inip kalkıyordu ve kendimi onları alt edebilecek kadar güçlü hissediyordum. Kaç tane meleğin peşimizde olduğunu bilmesem de hepsinin boynunu kırabilirdim, buna inanıyordum.

“Saldıralım, başka seçenek yok. Onları alt edebiliriz,” dedi Esta omuzlarını gerip cesaretle bize bakarken. Danika kalmayı tercih etti. Tyler ise Esta’ya destek çıktı. “Ganash’ın hiçbir özelliği yok, onu alt etmek bizim için kolay. Halledebiliriz, Adrian. Saldıralım.” Hemen ardından ben de destek verircesine kafamı salladım. “Elimden geleni yaparım. Güçlü hissediyorum, onları alt edebilirim.”

Adım sesleri gittikçe bize doğru yaklaşırken hepimiz Adrian’ın onayını beklercesine ona bakıyorduk. O ise öfkeyle yüzünü örten pelerini savurup, “Olmaz!” diye tısladı. “Onları yeneriz ama her yeri ayağa kaldırmış oluruz, olmaz! Eğer gürültü çıkartırsak kurdu asla alamayız.”

Adım sesleri bulunduğumuz koridora doğru yaklaşmaya başladı, gürültüyle yutkundum. “Büyüyle-” diye söze başlamıştım ki Adrian beni susturmak istercesine elini havaya kaldırıp yumruk yaptı ve dudaklarının üzerine bastırarak, “Olmaz,” dedi. Sanki bağırmamak için kendini tutar gibiydi. “Büyü yapıldığında ne olduğunu gördün. Herkesi başımıza toplamak mı istiyorsun?”

“Tamam, pekâlâ, bir yol biliyorum,” dedi Danika birden. Üzerindeki pelerini sıyırıp yere düşmesine izin verdi. Neyi planladığını çözmeye çalışırken, “Ne yapıyorsun Danika?” diye sordum. Öfkeyle haykırmak isterken fısıltıyla konuşmak zorunda kalmak beni iyice germişti ve göğsümdeki sıkışıklık bu sayede birkaç kat daha artmıştı.

Danika korku dolu bakışlarını benden saklamaya çalışarak, “Yapmam gerekeni yapacağım tamam mı? Siz yola devam etmek zorundasınız, onları buradan uzaklaştıracağım,” dedi hızlı hızlı.

“Delirdin mi? Kendini ateşe atmana asla izin vermem!”

Ona engel olmak için kalkan ellerimi yakalayıp güven vermek istercesine sıktı. “Dinle, senin için çok az zaman kaldı. O şifayı almak zorundasın, Kiara. Ölmeni istemiyorum. Üstelik tüm bunları başına ben açtım, temizlemem gerekiyor-”

Kafamı şiddetle iki yana sallarken, “Ne kadar kötü biri olduğunu bilmiyorsun. Onu gördüm Danika, sen onun yapacaklarını kaldıramazsın,” dedim çaresizce gözlerine bakarak. Danika korkuyordu, korktuğunu biliyordum ama benim için cesur olmaya çalışıyordu.

“Diğer tarafta ne zorbalıklarla uğraşmak zorunda kaldığımı en iyi sen biliyorsun. Üstesinden gelebilirim. Beni düşünmene gerek yok tamam mı?”

Adım sesleri bulunduğumuz koridora çıkan köşeyi dönmek üzereydi. Danika bunun farkında olarak hızla ellerimden kurtulduğu sırada Esta, “Bekle, bu delilik,” diye tısladı. Ardından da öfkeli gözlerini Adrian’a dikti. “Öylece gitmesine izin mi vereceğiz. Ona neler yapar biliyorsun değil mi? Saldıralım, Adrian.”

Danika tüm korkusuna rağmen kocaman gülümseyerek Esta’ya baktı. “Beni önemsediğini düşünmeye başlayacağım iblis. Aşağıdayken beni öpmeye çalışman da bu yüzden miydi yoksa?”

“Önemseyeceğim en son kişisin. Ben sadece kayıp vermek istemiyorum,” dedi Esta bu durumda bile burnundan kıl aldırmaz tavrıyla.

Danika’nın gülümseyişi buruklaştı. “Bazen kazanabilmek için kayıplar verilmeli,” dedikten sonra kimsenin bir şey söylemesine müsaade etmeden Adrian’a dönüp, “Onu kurtar melek,” diye fısıldadı. Adrian gözlerinde kopan fırtınaları susturup sadece kafasını salladığında onun Danika'nın yapmaya kalktığı çılgınlığa engel olmayacağını anlayarak Danika’ya doğru atılmak istedim ama Adrian beni belimden yakalayarak kendisine doğru çekti ve hareket edemeyeceğim şekilde bana sarıldı. Bu sırada Danika sığındığımız kirişten dışarıya çıktı. Çığlık atmak istedim, Adrian bir eliyle dudaklarımın üzerini örttü. Kollarının arasında çırpındım, bırakmadı. Danika bile bile yakalanmak için ileriye doğru yürüdü. Güç damarlarımda fokurdadı.

“Sakın,” diye fısıldadı Adrian. “Sakın büyü yapma, ateş parçası, sakın. Diğerlerini düşün. Eğer büyü yaparsan hepsini aynı ateşe atmış olacaksın, yapma.”

Çaresizlik içime aktığında kendimi çok daha öfkeli hissettim. Gücüm dışarı taşmak için tüm kapıları zorluyordu, ancak onu içeride tutmaya devam ediyordum ve bunun için de ayrı güç uygulamak beni tüketmeye başlamıştı. Tanımadığım birinin, “İşte cadı burada,” deyişini işittiğimde karnıma saplanan ağrıyla iki büklüm oldum, Adrian beni tutmaya devam etti.

Danika’nın, “Evet, buradayım,” diye meydan okuduğunu duydum. “Gel de yakala pislik!”

Sonra büyü yaptığını hissettim. Çıkan gürültü ve inlemenin üzerine yabancı meleğin havada savrularak sertçe duvara çarptığı görüntüler zihnimde canlanmaya başladı. Ardından tüm ayak sesleri Danika’nın olduğu yere toplandığında Ganash’ın sapkın zevkleriyle parıldayan gözlerinin ona değdiğini bilmek dişlerimi sıkmama neden oldu. Keza sinir bozucu sesini duymam pek de uzun sürmemişti.

“Ah, seni küçük sefil şey. Düşündüğümden daha genç olman ne hoş. Zayıf gücünle beni korkutabileceğini mi sanıyorsun? Durma, devam et. Bana sunacağın şöleni izlemek zevkli olacak.”

“Kahrolası ucube!” dedi Danika sıkılı dişlerinin arasından. “Beni durdurmak için üç melekten fazlasına ihtiyacın var.” Yeniden büyü yaptığını hissettim. Olduğum yerde tüm gücüm zirveye toplanmışken onu bastırmak ve pasif kalmak çok zordu. Üstelik hiçbir şey yapmadan arkadaşımın kendisini kurban etmesini izlemek canımı sıkıyordu. Ben de farklı bir şey yaptım. Sonucunun ne olacağını ya da yakalanıp yakalanmayacağımızı düşünmeden hareket edip damarlarımda kaynayan gücümü Danika’ya yönelttim. Gözlerim kapanıp kafam transa geçmişim gibi Adrian’ın omzuna çarparken zihnimin içerisinde gözlerim açıldı ve onu gördüm, Ganash’ı. Şeytanların dans ettiği mavi gözlerinde saklanan saf kötülük kan dondurucuydu. Koluna doladığı, uçlarında kelepçeler olan kalın zincirle oynuyordu ve onu kullanacağı anın hayallerini kurduğuna yemin edebilirdim. Sırtını yasladığı duvardan beni izliyordu. Aslında beni değil, Danika’yı izliyordu. Nasıl mümkün olabilmişti bilmiyordum ama şu anda Danika’yla aynı bedeni paylaştığımı söyleyebilirdim.

Danika kafamın içerisinde, “Tehlikeli bir oyun oynuyorsun Kiara,” diye fısıldadı. Bu sırada üzerine gelen iki meleği büyü yaparak geriye doğru fırlattı. Daha güçlüydü, çünkü ona yardım ediyordum. Bunu fark ettiği anda, “Seni kurtarmaya çalışıyorum, bunu doğru şekilde yapmama izin ver lütfen,” diye yakardı. Kafamın içerisindeki sesini susturmak istesem de yapamadım. Onu tamamen ele geçirmek istesem de başaramadım.

“Kiara,” dedi melekler yeniden saldırıya geçmek için hazırlandığı sırada. “Eğer kendini kurtarmazsan boşuna ölmüş olacağım, bunu sakın unutma. GİT VE KENDİNİ KURTAR!”

Kafamın içerisinde attığı güçlü çığlıkla tüm odağımı dağıtmayı başardığında büyü bozuldu, yeniden kendi bedenimde gözlerimi açtım. Benden istediği şeye karşılık dehşetle kafamı iki yana sallarken, “Bu yaptığın büyük bir kumardı,” dedi Adrian öfkeyle. “Şimdi elimi ağzından çekeceğim, çığlık atarsan oradaki herkesi öldürmek zorunda kalacağım ve yakalanacağız. Bana yine kimse dokunamaz ama kendinin ve diğerlerinin sonunu getirmiş olursun. Onların senin yüzünden ölmesini ister misin? Ya da benden ebediyen ayrılmayı? İster misin, Rheana?”

Cevap veremedim. Adrian cevap vermemi beklemeden elini ağzımdan çekti, çünkü artık sesimi çıkartamayacağımı biliyordu. Onun elini çekmesiyle birlikte bu kez ben ellerimi yumruk yapıp ağzıma bastırdım, buna ihtiyacım vardı. Aksi takdirde kendimi tutamayacağımı biliyordum. Yanaklarımdan yuvarlanan devasa yaşlarla Danika’nın gittiği yöne bakarken Adrian beni başka bir yöne doğru yürümeye zorladı. Hâlâ bedenim kollarının arasındaydı. Ağzımı çözmeye cesaret edebiliyordu ama beni serbest bırakmaya cesaret edememişti.

Esta, “Adrian-” diye itiraz edecekti ki Adrian öfkeyle patladı. Kısık sesle konuşmak zorunda olmasa sesinin deprem etkisi yaratacağından emindim ve ayrıca bu tepkinin çaresizlikten kaynaklı olduğunu da anlamıştım.

“Siktir, Esta, yeter! Bunu ben de istemiyorum ama böyle olmak zorunda! Onu öldürmeyecek, onunla oynayacak; bu da vaktimiz var demek ama Rheana için vakit yok! Bu iş bittiğinde Danika için geri döneceğiz, bana öyle bakmayı kes!”

Tyler’ın Esta’yı peşimizden yürüttüğünü gördüm. Onun da suratı taş kadar sertti. Hiç yorum yapmıyor olsa bile durumdan hoşlanmadığını ve geri dönüp o meleğin kanatlarını kırmak istediğini anlamak zor değildi. Tam da biz oradan uzaklaşırken dar koridorlarda Ganash’ın iğrenç sesi yankılandı.

“Bu kadar oyun yeter cadı. Küçük büyülerinle dostlarımı geri püskürtmeye devam edebilirsin, yorulmanı sabırla bekleyebilirim ama artık sıkıldım. Seninle daha farklı oyunlar oynayabiliriz ama önce şartlarımızı eşitlememiz gerekiyor. Verald otunun cadılar üzerindeki etkisini hiç duymuş muydun?” Ganash kötü kahkahalarından birini atıp, “Onu yakalayın,” diye buyurdu ve o an, aslında meleklerin bilerek Danika'yla oynadığını anladığım andı.

Adrian birden durdu. Öfkenin kuşattığı bedeni hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Beni tutan elleri bile zayıflamıştı. İstesem tutuşundan sıyrılıp giderdim ama tavırları beni durduran en önemli etkendi. Sorgulayan endişeli gözlerimle ona doğru döndüğümde dişlerini sıktığı için seğiren yanak kaslarıyla karşılaştım. Bu sırada Ganash yeniden konuştu.

“Verald otu kaynatılıp özü elde edildiğinde ve bir cadının üzerine döküldüğünde tenini yakması dışında tüm güçlerini de felç ediyor. İşte, bu öz sayesinde eşit olacağız,” dedi sanki zaten halihazırda Danika’dan fazla fazla üstün değilmiş gibi. Sonra, sadece birkaç saniye sonra Danika’nın acı çığlığı koridora dolup çarptığı taş duvarlardan sekerek bize kadar ulaştı. Adrian olduğu yerde kalabilmek için yumruğunu duvara geçirdiğinde eğer gücü hâlâ aktif olsa binanın çatısına düşen yıldırımlar yüzünden kafamıza dökülen taşların altında kalabilirdik.

Derken bir zincir zemine düştü, çıkarttığı ses kanımı dondurdu. Ganash, “Bakalım cadı zincirlenmekten hoşlanacak mı?” dedi, kasıldım. Pençe şeklini alan ellerim havalandı, büyü yapacaktım, yapmak üzereydim ama Adrian diğer eliyle ellerimden birini yakalayıp sıktı. Fırtınaların koptuğu gözleri bana değmiyordu ama ben doğrudan ona bakıyordum. Danika bir kez daha acıyla çığlık attı. Esta’nın kulaklarını kapatıp küfrettiğini duydum, Tyler onunla ilgilendi.

“Adrian,” diye fısıldadım yıkımı taşıyan bir sesle. “Onu öldüreceğim.”

Adrian elimi daha kuvvetli sıktı. Diğer eli hâlâ yumruk şeklinde ve duvardaydı. Danika’nın canının acısıyla hıçkıra hıçkıra ağladığını duyduğumuzda üzerine bastığımız yer öyle kuvvetli sallandı ki duvarları oluşturan taşlardan gıcırtılar yükseldi, minik parçalar döküldü. Aslında bu topraktan gelen sarsıntılardan değildi. Bu, gökyüzünden doğan ve yeri döven görünmez bir yıldırımın etkisi gibiydi. Bunu yapan Adrian’dı.

“Gidelim,” dedi daha sonra, kan yüzümden çekildi. Ona inanamayan gözlerle baktım. Bir şey yapacağını, müdahale edeceğini beklerken elimi tutup beni yürümeye zorladı.

“Gitmek zorundayız.”

×

Bölüm : 21.06.2025 21:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...