
Ancumah Tapınağı’na uzanan asma köprüler gerildiklerini uçurumun derinliklerinden gelen sert rüzgârlarla dövülüyorlardı. Sağa sola savrulurken çıkarttıkları tiz feryatlar tapınağın etrafındaki sivri kayalıkları kamçılıyor, ardından da havada dağılıyordu. Gece açıktı, gökyüzü sakindi ama tapınağın etrafı kara dumanlarla çevriliydi. Yıkım buradan geçeli çok olmamıştı ve ardında habis bir hastalık gibi yayılan uğursuzluğu bırakmıştı.
Ancumah Tapınağı artık bir harabeydi.
Tıpkı ölü bir bedenin soğukluğunu taşıyan duvarları esen sert rüzgâra bile dayanamıyor, toz toz dökülüp, onu var eden devasa kayalığın eteklerine serpiliyordu. Bir misafirin artık asla uğramak istemeyeceği kanla ıslanmış, ölümle damgalanmış olan tapınağın soğuk duvarlarında, yakılan ateşin alevden gölgeleri havada süzülerek dans ediyordu.
Üç kadim cadı aynı şarkıyı söylüyordu.
Unutulmuş bir lisana ait olan sözler havaya karıştıkça tapınağın tam ortasında yakılan ateş güçleniyor, hiddetleniyor ve bakanın gözlerini yakacak derece ışık saçıyordu.
Sabin, Alef ve Palu... Kadim soylardan gelen bu üç cadı atalarından miras kalan makamı devralmışlardı. Yeni Üç Kız Kardeş’i, yeni Üçlüler’i onlar oluşturuyor ve güç asalarını ellerinde bulunduruyorlardı. Tam da burada öldürülen, bastıkları taşlara kanları akıtılan diğer kız kardeşlerinin huzur bulmamış ruhlarını hissederek ve yanan ateşin üzerinde birleştirdikleri asalar aracılığıyla onların güçlerini kendilerine çekerek bir devrim yaratmaya hazırlanıyorlardı.
Üçlüler bir ağızdan söyledikleri şarkıya devam ederken, “Taşı geri alın,” diye fısıldadı ölülerden biri. Tüyleri diken diken eden hırıltılı sesi tıpkı yukarıdan hızla geçen bir yırtıcı kuş gibi gelip geçti. “Taş,” dedi başka bir ses, konuşan sanki bir yılanmış gibi dili çatallıydı. “Taş bize ait. O cadı bize ihanet etti.”
“Cezalandırılmalı.”
“Cezalandırılmalı.”
“Cezalandırılmalı.”
Tapınağın duvarlarında ölülerin çığlıkları can buldu. Yanan ateş harlandı, odunların çıkarttığı çıtırtılar bir çeşit çatallı dil olup tek bir ismi fısıldadı:
Danika Fager
×××
Mahzenin dar koridorlarında yürürken attığım adımlar tıpkı kafamın içi gibi dağınık ve sarsaktı. Çıkışını asla bulamayacağımız bir labirentte saatlerdir yürüyormuş hissiyle doluydum. Tüm duvarlar aynıydı, tüm yollar, tüm dönüşler ve tüm bağlantı yolları birbirlerinin kopyası şeklinde dizayn edilmişti. Yabancı biri için şaşırtmaca niyetiyle yapıldığına yemin edebilirdim ama burada burayı iyi bilen biri bile yolunu şaşırabilirdi.
“Adrian, eğer yolu bilmiyorsan lütfen söyle,” dedi Esta buz gibi bir alayla. Kızgındı, burnundan soluyordu ve çatacak yer arıyordu. Danika’yla başından beri hiç anlaşamadığı hâlde onu geride bırakmış olmak Esta’nın bile hoşuna gitmemişti.
Adrian cevap verme gereksinimi dahi duymadı. Tek yaptığı elimi daha sıkı tutmaktı. Beni durdurduğu için, Danika’yı o iğrenç meleğin ellerinde bıraktığı için ve en çok da engel olabileceği hâlde sırf gürültü çıkartmamak adına tepkisiz kalmasından dolayı kızgındım. Tüm bunları benim için yaptığını bilmekse daha kötü hissetmeme neden oluyordu. O şeytani meleğin Danika’ya ne tür eziyetler yaptığını düşünerek kendime işkence ediyordum. Kalbim sızlıyordu ve göğsüm o kadar sıkış tıkıştı ki artık nefes almak eziyet hâline gelmeye başlamıştı.
Hemen arkamdan gelen Tyler’ın aniden, “İyi misin?” diye sormasıyla birlikte yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Sanırım garipliğin farkındaydı, Adrian da farkındaydı; elimi tutan elinden gerildiğini anlamıştım.
“İyiyim, sorun yok.”
“Çok hızlı nefes alıp veriyorsun,” dedi sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi seviyesi düşük bir sesle.
“Burası fazla boğucu,” diye yalan söyledim. Saç diplerim ter içerisindeydi, onları bağlamak zorunda kalmıştım. Günlerce susuz kalmışım gibi ağzım kupkuruydu ve yaklaşmakta olan bir şeyi hissetmişçesine bekleyişteydim. Ne olduğunu bilmiyordum, tamamen histen ibaretti.
Girdiğimiz kaçıncı koridor olduğunu saymadığım son koridordan da çıktığımızda karşımızda beliren kapı bin yıldır buradaymış gibi önümüzü kesmişti. Sivri dikenlere benzer çelikten uzantılarıyla duvara sabitlenmiş, sanki duvardan doğmuş gibiydi ve güç kullanarak onu kırmanın imkânı olmadığını anlamak zor değildi. Kapı sadece ona baktığımda bile geçit vermeyecek şekilde duruyordu. Ayrıca bir kilidi dahi yoktu. Orta kısmında tıpkı bir karadeliği andıran boşluk vardı ve görüntüsü bile ürkünçtü.
“Şimdi ne yapıyoruz?”
Adrian, Tyler’ın sorusunu cevaplamadan önce elimi serbest bıraktı ve öne çıkarak kapıya doğru yaklaştı. “Eğer biri kaçak yollarla buraya kadar gelmeyi başarsa bile, aradığı kişi bu kapının ardındaysa yıllarca uğraşsa da içeriye giremez,” derken ellerini kapının çelikten yüzeyine bastırıp okşar gibi yavaşça kaydırdı. Üzerine kazınmış garip şekilleri ancak fark edebildiğimde gözlerimi iyice açarak ne olduklarını anlamaya çalıştım. Sanırım üzerinde farklı bir dilde bir şeyler yazıyordu.
“Bu bize buraya kadardı deme şeklin mi?” dedi Esta biraz şaşkınlıkla.
“Bu, bir asil melek olmadan ardını asla göremeyeceğin kapılardan-”
“Ah, işe bak ki bizim bir asil meleğimiz var. Aç artık şunu.”
Adrian derin bir soluk alarak sağ elini kapının ortasındaki karadeliğe doğru yaklaştırdığı sırada, “Bekle, güvenilir olduğundan emin misin?” diye sordu Tyler. Adrian’ın tek yaptığı kafasını sallamak oldu. Elini o karadeliğe yerleştirmesini dudaklarımı kemirerek izledim. Birazdan acıyla çığlık atmasını ve etrafa kanlar sıçramasını bekliyor olmam zamanında izlediğim korku filmlerinden ötürüydü ya da en az o filmleri kadar korkunç olan bir diyarda mahsur kalmamdan ötürü de olabilirdi. Artık iyi şeyler düşünmek gittikçe zorlaşmaya başlamıştı.
Neyse ki etrafa tek bir kan damlası bile sıçramadı. Bunun yerine kapı açıldığını belli edercesine homurdandı. Birbirine dikilmiş gibi geçmiş olan çelik kıvrımlar iki yana ayrılıp duvarın içerisine girerek yolumuzu açtı ve çıkarttığı iğrenç çığlıklara benzeyen seslerin 5 mil öteden duyulabileceğine yemin edebilirdim.
“Umarım duyan olmamıştır,” diye kendi kendime konuştuğum sırada Esta ise, “Kapının açıldığını haber veren bir büyü yok muydu yani?” diye hayalleri suya düşmüş bir şekilde homurdandı. “O lanet meleği nasıl öldüreceğimi bile düşünmüştüm, kahrolası!”
“İşte,” dedi Adrian açılan kapıdan içeriye doğru birkaç adım atarken. “Burada yan yana dizilmiş beş kapı var. Ardındaki odaların hepsi birbirinin aynısı. Artık tek yapmamız gereken odaları gezerek kurdu bulmak.”
“Çok karanlık,” diye hayıflandım. “Biraz ışığa ihtiyacım var. Kapıları görmüyorum bile.”
Adrian hareketlendi, çıkan hışırtılardan sonra duvara sürttüğüne emin olduğum minik kibritle taşların arasına sıra sıra yerleştirilmiş meşalelerden birini yakıp onu eline aldı ve karşımızda dizili olan kapıları seçeceğimiz şekilde meşaleyi öne doğru uzattı. Normalden daha gergindi, hatta onu hiç bu kadar gergin görmemiştim. Onun bile bu kadar tepki veriyor olması yüzünden istemsizce her an karşımıza bir şey çıkacakmış gibi tetikte bekliyordum ve bu aşırı yorucuydu.
Göğsüm daha şiddetli inip kalkmaya başladığında ayakta dimdik durabilmek için duvara tutunmak zorunda kaldım. Durumumun şiddetlendiğini pek belli etmemeye çalışıyordum, dayanabilirdim, dayanabilmeyi diliyordum. Eğer ben kehanetlerle dilden dile aktarılmış olan o melezsem aptal bir zehir beni yıkmaya yetmemeliydi. Güçlüydüm, bunu biliyordum, gücü damarlarımda hissediyordum. Hatta bazen benim bile korkmama neden olacak kadar karanlık olduğunun farkındaydım. Tüm bu güce sahipken ve benim için çabalayan birileri varken bir zehirle de pekâlâ başa çıkabilirdim.
Kendi kendime verdiğim motivasyon bir nebze daha iyi hissetmeme neden olduğu sırada Adrian, “Gelin, burada,” diyerek sanki kurdu oraya koyan kendisiymiş gibi sağdan ikinci kapıya doğru ilerledi. Başından beri tek yaptığımız onu takip etmekken bu kez ileriye doğru adım atamadım, bir şey beni engelledi ve bu şey kalbimin buz tutmasına neden oldu. Esta ve Tyler’ın da yanımda kalakaldığını fark etmek içime yerleşen o soğukluğun çoğalmasına neden olurken, “Bu kapı,” dedi Adrian coşkuyla. Açmak için kulpa uzandı ama sonra birden durup omzunun üzerinden bize doğru döndü ve bizi olduğumuz yerde görmek kaşlarının çatılmasına neden oldu.
Tyler, “Dostum,” dedi yavaşça. Sesinde şüphe vardı, gözleri kuşku doluydu. “O kapı olduğundan nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun? Siktir, Adrian, tüm bu sikik yolları nasıl biliyor olabilirsin?”
“Çünkü buraya daha önce gelmiş,” dedi Esta, soğukluk tüm bedenimi ele geçirdi.
“Ne saçmalıyorsunuz-”
“Gerçeği söyle, Adrian,” dedi Esta o sert üslubuyla. “Burayı iyi biliyorsun. Belki de o iğrenç melekle birlikte burada takıldın-”
Birisi karnıma sert bir tekme geçirmiş gibi birden iki büklüm kalıp acıyla inledim. Tyler beni yakaladı. Adrian yanıma doğru koştuğunda içgüdüsel olarak ondan kaçmak için geri çekilmem karşısında adımları bıçak gibi kesilip bana donuklaşan cam mavisi gözlerini dikti. Orada hayal kırıklığı olduğunu görmek dudaklarımdan ikinci bir iniltinin dökülmesine neden olduğunda meşaleyi tutan parmaklarının sıkılaştığını fark ettim, parmak uçları beyaza bürünmüştü. Ardından, “Birçok iğrençliğini yapmış olabilirim ama bunu yapmadım,” dedi, kelimeleri buzdan kıymıklar şeklinde üzerimize yağdı, üçümüz de irkildik. “Neye istiyorsanız ona inanın tamam mı? Burayı biliyorum çünkü burası benim evim. Ben o iğrenç asil meleklerdenim. Dost olmamız bu gerçeği değiştirmiyor.”
Sonra döndü ve seçtiği kapıya doğru ilerleyip kulpunu çekiştirdi. Gürültü çıkartmayı zerre kadar umursamayarak kapıyı ardına vurduğunda hızla dışarıya akan ve burun deliklerime sızan o tanıdık kokuyu soludum. Acı yüzünden nefes nefese bir hâlde, “Doğru kapı,” diye fısıldadığımda Esta ve Tyler birbirine bakındı; sanırım Adrian da yoğun kokunun yardımıyla seçimini yapmıştı. “Deli olduğumu düşünebilirsiniz ama bir rüya görmüştüm-”
“Pekâlâ, ikiniz de delisiniz ve bunda hepimiz hem fikiriz,” dedi Tyler doğrulmama yardımcı olduğu sırada. “Yürüyebilecek misin? Seni taşıyabilirim?”
“Yürüyebilirim,” dedim bir elimi karnıma bastırıp nefesimi kesen ağrının azalmasını umarak. “Yürüyeceğim,” dediğimdeyse zehre karşı bir yenilgi daha almamdan ötürü sesim hırs dolu çıkmıştı. Açtığı kapının eşiğinde tıpkı bir duvar gibi dikilmekte olan Adrian’a doğru ağır adımlarla ilerledim. Hiçbir şey söylemeden beni izliyordu ve her adımımda dişlerini daha çok sıkıyordu. Sanırım ona hepimizin bir özür borcu vardı. Sessizce iç geçirdim, şu anda isteyeceğim en son şey kalbini kırmaktı ama o kadar gergindim ki bir anda ipin ucunu kaçırmıştım ve içim şüpheyle doluvermişti.
Tyler boğazını temizledikten sonra Adrian’dan başka her yere bakarken, “Bu koku bizi etkileyecek mi?” diye sordu. Normal şartlarda Esta onunla alay ederdi ama şimdiyse sessiz kalmayı tercih ederek hücreye ilk giren kişi olmuştu. Adrian ise sadece kısa bir ses çıkartarak kokunun bizi etkilemeyeceğini belirtmekle yetinmişti.
Tyler başka bir şey söylemeden Esta’nın peşinden hücreye girecekken Adrian elindeki meşaleyi sanki ona vurmak ister gibi sert bir hareketle Tyler’a uzattı, irkildim. Tyler bile hafifçe irkildi. Ardından da hızla meşaleyi kapıp içeriye girdi. Kalan iki adımı daha atıp Adrian’ın yanına ulaştığımda üzerimde gezinen keskin bakışları yüzüme tırmandı, dudaklarımı birbirine bastırarak ona karşılık verdim. Sonunda, “Ne zamandan beri ağrı oluyor?” diye sordu.
“Biraz öncesine kadar dayanabileceğim seviyedeydi.”
Yüzü mümkünmüş gibi iyiden iyiye sertleşti. “Buraya hiç gelmemeliydin,” diye tısladı. Sonra aniden dudaklarını birbirine bastırıp sustu. Sanırım aynı isyanı bininci kez yaptığını o da fark etmişti ve yeterince sinirli değilmiş gibi bir de buna sinirlenmişti. Güzel gür kaşlarını normal hâlinde görmeyi özlediğimi fark etmiştim, bu aralar sürekli çatık şekildelerdi.
Adrian, “Gel yanıma,” diye söylendiğinde ona garip garip baktım. Zaten dibinde duruyordum, elini uzatması yeterliydi. “Tutun bana, hadi.”
“Sana sarılmamı mı istiyorsun?”
“Evet?”
“Sen neden sarılmıyorsun?”
“Yine kaçarsın belki?” dediğinde sesindeki soğuk alaya bulanmış olan hüzün kalbime hançer gibi saplandı.
“Sadece refleksti-”
“Ne olursa olsun!”
“Senden asla kaçmam,” dedim ona bir yemin sunarcasına. Göğsüne doğru atılıp kollarımı bedenine doladım, kolunu belime sararak beni kavradı. Gürültüyle iç çekerken gözlerimi yumup kokusunu soludum ve kendi kendime konuşur gibi söylendim. “Bunun için aklımı kaybetmiş olmam gerekir.”
“Az önce aklın hâlâ başında gibiydi,” dedi iğnelemekten geri kalmayarak.
“Refleksti-”
“Her ne sikik şeyse!”
Aynı anda içeriden Esta’nın küfrettiğini duydum. “Piç kurusu! Kızgın zincirlerle o artık meleğin sırtını dağlayıp, o sikik kanatlarını bir daha dışarıya çıkartmayacak hâle getireceğim!”
Adrian’la birlikte hızla içeri girdiğimizde Tyler’ı kurdun tutulduğu demir kapıyı yerinden sökerken yakaladım. Üzerindeki asma kilidi kırmak onun için hiçbir şeymiş gibi tutup asılmış ve kilit avucunun içerisinde parçalara ayrılmıştı. Ardından da kapıya sert bir tekme geçirerek onun titreyerek açılmasını sağlamıştı. Kurt, yani Youla, tıpkı rüyamda gördüğüm şekilde duruyordu. Elleri ve ayakları kelepçelenmiş hâldeydi. Boğazında kalın tasma bulunuyordu ve bir köpek gibi elleri ve ayaklarının üzerinde durmaya zorlanmıştı. Çıplaktı. Meşalenin vurduğu teni çürükler, kesikler ve yanıklarla doluydu. Açık kalan siyah saçları yüzünü örttüğü için ve olduğu biçimde sabit kalacağı şekilde zincirlendiği için dönüp bize bakamıyordu.
Tyler elindeki meşaleyi Esta’ya doğru fırlattı, iblis meşaleyi havada yakalarken Tyler tereddüt dahi etmeden kafese girerek genç kadına doğru ilerledi. Onun zayıf düşmüş çıplak bedenine bir kez bile gözlerini değdirmemiş olması dikkatimden kaçmamıştı. Kurdu bu hâlde görmek yeni bir ağrı dalgasının bedenimde gezintiye çıkmasına neden olsa da kafese doğru adımlamaya başladım. Adrian da benimle birlikte geldi, sanırım her an yere yığılabileceğimin farkındaydı. Tyler, Youla’yı sabitleyen zincirlerden birini tutup kopartırken dişlerinin arasından tıslama benzeri zorlanma homurtusu çıkartmış ve hemen diğerine uzatmıştı.
Giydiğim pelerini omuzlarımdan söküp çıkarttıktan sonra yere diz çökerek genç kadının çıplak bedenini onunla gizledim. Parmaklarım tıpkı bir ölünün teni kadar soğuk olan omuzlarına hafifçe değdiğinde kurt dokunuşumla irkildi, bense soğukluğu yüzünden sıçrayarak geri çekildim.
“Bu koku kurtboğan özü mü?” dedi Esta öylece beklemek sabrını zorluyormuş gibi sürekli sağa sola hareket ettiği sırada.
“Biraz kurtboğan otunun özü köpeğin tüm asiliğini söndürmeye yetiyor,” dedim tıpkı izlediğim bir filmden ezberlediğim kesitmiş gibi. Söylediğim şey benim bile kanımı dondururken Tyler üçüncü zinciri kopartmak üzereydi ki duraksadı, Esta volta atmayı kesti, Adrian ise sadece bana bakıyordu ve ne olduğunu bir tek o biliyordu. Derin bir soluk alıp, “Gördüğüm rüyada böyle söylemişti,” diyerek Esta ve Tyler’ın aklındaki sorulara açıklık getirmeyi umdum.
“O pisliği nasıl rüyanda görmüş olabilirsin?”
Esta’nın yüzünü buruşturarak sorduğu soruya karşılık, “Sanırım bunu yapan oydu,” dedim gözlerimi Youla'nın üzerine diktiğim sırada. “İleride güçlü bir şaman olacaksın, bu şimdiden ortada.”
Nadial’ın neden onu kurtarmayı bu kadar istediği ve bu uğurda tüm kabilesini tehlikeye atmayı göze aldığını artık anlayabiliyordum. Youla henüz çok gençti, belki de benden bile gençti ama güçlüydü. Gelecek vaat eden yeteneklerden biri olduğuna emindim. Onun için bir soy feda edilebilirdi ve Nadial beni zehirleyerek bunu yapmıştı.
Genç kadının pelerinin altındaki titreyen teni dikkatimi çektiğinde içime yayılan acıyla sertçe yutkundum. Burası oldukça soğuktu ve o, şimdiye kadar bu soğukta çıplak kalmıştı. Ellerim tamamen istemsizce havalanıp kadının omzuna konduğunda irkilmesini görmezden gelmeye çalıştım.
“Seni buradan çıkartacağız, Youla, bize güven.”
Adrian kadının ayaklarına uzanıp onu yere bağlayan zincirlerin ucundaki kelepçeyi yakaladı ve ciddi derecede güç uyguladığını ortaya seren şekilde dişlerini sıkarak kelepçeyi koparttı, kurdun bir ayağa artık serbestti. Adrian ikinci kelepçeye uzandığı esnada, “Bedensel güç meleklere özgü bir şey mi?” diye sormaktan kendimi alamadım.
“Bu züppeler çoğu yönden tanrıların torpilini almış, değil mi?” dedi Esta alayla.
“Sanırım iblislerin pek torpili yok.”
“Yanlış,” dedikten hemen sonra bulunduğumuz kafesi çerçeveleyen demir parmaklıklara sert bir tekme savurdu. İçeriye doğru göçen demirlere bakarken gözlerim iri iriydi. Esta ise eğlenen suratıyla beni izliyordu.
“İblisler meleklerle eştir.”
“Hiçbir varlık meleklerle eş değildir. Biz yüce olanlarız. Sizse bizlerin reddettiği ve yeraltının derinliklerine ittiği düşmüş soydan geliyorsunuz,” dedi Adrian. Ciddi derecede sinir bozucu bir alayla konuşmuştu ve bunu bilerek yaptığından emindim.
“Çok komik asil popo. Seninle dalaşmayacağım tamam mı? İşine bak.”
Bir an için buna gülmekten kendimi alamadım. Adrian ise homurdanarak Youla’nın diğer ayağındaki kelepçeyi koparttı. Zincirin yere düşerken çıkarttığı tiz ses hücrenin soğuk duvarlarında yankılanırken, “Diğer tarafta melekler daima iyi ve yol gösteren olarak, iblislerse kötü ve kötü olan her şeye teşvik edici olarak anlatılırdı,” dediğimde Esta kahkaha attı.
“Melekler kendilerini iyi göstermede o kadar iyilerdir ki kalbine bir kazık saplasalar bile tıpkı bir aptal gibi hâlâ onların iyi olduğunu düşünerek ölürsün.”
Adrian söyleneni hiç duymamış gibi kısık sesle ıslık çalarak bu kez hedefini Youla’nın dizlerini yere kilitlemiş olan kelepçelere çevirdi. Kurdu serbest bırakabilmek için ona dokunmak zorunda kalıyordu ve dikkat etmiştim ki Adrian ne zaman ona temas etse kadın tepeden tırnağa titreme nöbetine tutuluyordu. Acınası hâli içimi sızlatıyorken vücudumdaki ağırlığın arttığını hissediyordum. Bana her ne oluyorsa ivme kazanmış gibiydi ve artık ağrı bedenimi yoklayıp gitmiyordu, daima vardı. Rahatsız edici, nereden geldiğini çözemediğim sızı şeklindeydi. Dayanılmayacak seviyede değildi ama huzur verdiğini de söyleyemeyecektim.
Tyler, “Bu sonuncusuydu,” diyerek koparttığı zincirin yere düşmesine izin verdi. Zincirler her yerdeydi, kadını hem yere hem de duvara sabitlemişlerdi. Sanırım kurt soyu da melekler ve iblisler kadar güçlüydü. Aksi hâlde tüm bunlara ihtiyaç duyulmazdı.
“Ellerini de kurtarır mısın?” dedim, Tyler ikiletmeden kadının bileklerini çürütmüş olan kalın kelepçelere yöneldi. Onlar da yerinden sökülürken Adrian kadının boğazındaki tasmayı çıkartmak için doğruldu. Tasmanın tüm çevresi keskin kıymıklarla doluydu ve onunla uyumanın imkânı bile yoktu. Zaten kadının yatmasına izin verildiğini bile düşünmüyordum ama olur da kafası düşecek olursa kıymıklar boynuna batacaktı ve acı çekmeyi göze alacaktı.
“Tanrım,” dedim hem öfke hem de acıyla. Adrian’ın tutup ikiye ayırdığı tasmanın altındaki deri berbat hâldeydi. Kıymıkların açtığı yaralar taptaze ve derin görünüyordu. İnce ince kan damlaları kadının boynuna doğru kayarken, “Nasıl bu kadar merhametsiz olabiliyor?” dedim inanamıyormuş gibi.
Kimse yorumda bulunmazken Youla artık o şekilde kalmaya dayanamıyormuş gibi birden devrildi ve devrildiği nokta tam olarak benim kucağım olduğu için onu tutmak zorunda kalmıştım. Kollarımda hareketsiz kalan bedenine baktığımda bir ölü olduğunu düşünmememin tek nedeni gözlerindeki can yakıcı bakıştı. Önüne düşmüş olan kirli saçlarının arasından görebildiğim gözleri nefret, korku ve en çok da acıyı ağırlıyordu.
Esta, “Yaşıyor, değil mi?” diye sordu. Sesi şüphe doluydu, çünkü emin olmak imkânsızdı.
Ben tıpkı hareket etme kabiliyetini kaybetmiş bir robot gibi öylece dururken Tyler, kadını kontrol etmek için kıpırdandı. Ancak ona dokunmasını istemezmişim gibi aniden, “Yaşıyor,” dedim biraz sert bir uslüpla, durdu. Tepkim beni bile şaşırtmıştı. “O, yaşıyor.”
“Başka şansı da yok,” dedi Adrian gaddar bir tavırla. Ayaklanıp hücrenin çıkışına doğru geriledi. “Kaldır onu Tyler. Çıkalım.”
Tyler aldığı emre itaat eden askerler gibi Youla'yı almak için eğildiğinde kollarımı sonunda hareket ettirerek kadını ona vermeyeceğimi belli edercesine kendime doğru çektim. “Dokunma!” diye tısladığımda Tyler kaşlarını çattı, yüzü hızla gerildi. Hatta şaşırdığını bile söyleyebilirdim. Tıpkı onun gibi buna ben de şaşırmıştım, çünkü bilinçli yaptığım bir şey değildi. Üstelik Tyler sanki düşmanımmış gibi ona bakıyordum, bunu fark etmek irkilmeme neden olmuştu.
“Hey, orada neler oluyor?”
“Melek ona dokunmayacak,” dedim öfkeyle, Esta sert tepkime karşılık şaşkın suratıyla kalakaldı. Adrian ise hücrenin açık kapısına sert bir tekme savurup gürültü çıkartmayı yine zerre kadar umursamıyormuş gibi davranırken, “Kes şunu!” diye hırladı, bakışları doğrudan Youla’nın üzerindeydi. Bir kez daha irkildiğimde kollarımda olan kadını hızla yere iterek kendimden uzaklaştırdım ve hücrenin demir parmaklıklarından destek alarak ayaklandım. Bu sırada Adrian sere serpe yerde yatan kadının üzerine tıpkı bir ölüm meleği gibi dikildi.
“Eğer bir kez daha aramızdan birini etkin altına almaya kalkarsan Nadial’a senin cesedini götürürüm. Sonra da senin cesedinin yanı tüm kabilenin cesetleriyle dolar. Beni anladın mı?”
Youla sanki tüm gücünü kullanırmış gibi zorlanarak yattığı yerde hafifçe döndü ve yorgun gözlerini Adrian’ın üzerine dikti. O gözlerde hiç tanık olmadığım kadar güçlü bir iğrenme ve nefret vardı. Adrian’ın ellerini yumruk yapıp sıktığını, bedeninin saldırmaya hazırlanır gibi gerildiğini fark ettiğimde nefesimi tuttum. Sanırım Youla şimdi de onu etkisi altına almıştı. Ufacıktı, bedeni kıpırdayamayacak kadar güçsüzdü, ruhsal olarak büyük çöküntüye uğramıştı, onu var eden gücü bastırılmış ve sınırlandırılmıştı ama yine de Youla göz korkutacak derecede etkiliydi.
Adrian bir anda, “O aptal kurdun boynuna açtığı bıçak yaralarını göster, Nare,” diye buyurduğunda olduğum yerde sıçramaktan kendimi alamadım. Bana bu isimle seslenmesine alışkın değildim ve bu durum otomatikman beni daha çok germişti. Bedenimdeki ağrıların artışı yüzünden dişlerimi sıkarken boyun kısmımı ortaya serecek şekilde kıyafetimin yakasına asıldım. Bu sırada Tyler, “Ne oluyor Adrian?” diye merakla ve biraz da endişeyle sordu. Adrian ise onu hiç duymamış gibi birden bana doğru dönüp iki koca adımla dibimde bitti. Eli havalanıp kesiklerden birinin üzerine kondu, acıyla inleyip geri kaçtım. Minicik iki kesiğin bu kadar acı vermesini yadırgadığımda bakışlarım boynuma doğru düştü ve tıpkı çürümek üzere olan bir et parçası gibi garipleşmiş tenimle karşılaşmak beni dumura uğrattı.
Tyler kötü bir koku almış gibi burnunu kırıştırdı. “Hoşuma gitmeyecek şeyler duyacağım,” dedi kendi kendine.
“Kaldırın onu,” dedi Adrian sıkılı dişlerinin arasından. “Beş dakikada şehri terk edeceğiz, kıpırdayın!”
Hızla, “Ne dedi sana?” diye sordum, ellerini daha çok sıktı.
“Fazla zamanın kalmadığını.” Gözlerini yumup dudaklarını birbirine bastırdı ve bunu hazmetmeye çalışırcasına bir süre bekledikten sonra katlanmış olan bir öfkeyle tısladı. “İki kesik olması daha fazla zehir demek, daha fazla zehirse...” Devamını kendini kasarak güçlükle getirdi. “...bu boktan sürecin hızlanmış olması demek!”
“Tamam, tamam, sakin olun,” dedi Esta hızla müdahale ederek. Omuzlarına endişenin ağırlığı sinmiş olsa da soğukkanlı görünüyordu. “Kurdu ben alacağım, sanırım bir meleğin daha kendisine dokunmasını istemiyor. Sonra da hemen burayı terk edeceğiz. Olabilecek en hızlı şekilde. Atlantis’in neredeyse kalbine kadar sızıp birini kaçırıyoruz, bunu yapabilmişsek gerisini de yapabiliriz.”
Damarlarımda dolaşan zehir tıpkı kötü kahkaha atan biri gibi duyduklarına gülercesine vücudumu turladı ve tepeden tırnağa ürpermeme neden oldu. Sertçe yutkunarak bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kimse Esta’nın tırmanan gerginliği törpüleme çabasını umursamış gibi görünmüyordu; Esta bile. Onun hızla hareket ederek hücreye girip elindeki meşaleyi Tyler’a doğru atmasını ve Youla’yı kucaklayarak kaldırmasını yanaklarımın içlerini kemirerek izledim. Yüzünde zorlandığına dair en ufak bir iz bile belirmeden onunla birlikte hücreden çıktığında Tyler koca elini sırtıma yerleştirerek bana destek oldu. Adrian ise Esta’nın hemen ardındaydı ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi görünüyordu.
Tyler, “Geldiğimiz yerden mi çıkacağız?” diye sorarken sesini düz tutmuş olsa da bunun düşüncesinin dahi onu gerdiğinin herkes farkındaydı.
“Başka bir yol daha var ama yakalanma tehlikemiz yüksek. Vakit kaybetme şansımız olmadığı için aynı yolu kullanacağız. En azından birileri yolumuzu keserek bizi durdurmaz.”
Adrian başka hiçbir şey söylemedi ve labirente benzeyen koridorlarda bizi ilerletmeye başladı. Her an bir köşeden birinin çıkacağını düşünerek endişeyle adım atarken durumumun hız kazandığını artık daha net hissedebiliyordum. Ağrı gittikçe artıyordu, ciğerlerim içime çektiğim nefeslerle doyuma ulaşamıyordu ve acı göğüs kafesime yerleşmeye başlamıştı. Yeniden o kötü kokulu yeraltı tünelinde kendimi bulduğumda içimdeki sıkıntı katlandı. Danika’nın burayı lağıma benzettiği anlar henüz çok tazeydi. Onunla geldiğimiz yolu onsuz dönecek olmak hepimizi derin bir sessizliğe gömmüştü. Tüneldeki kokudan etkilenip sapıtmak pek de umurumuzda değil gibiydi. Tyler bile çekinmeden, hepimizden önce oraya girmişti.
Adrian pelerinlerimizle ağzımızı ve burnumuzu kapatmamızı istemişti. Benim pelerinim Youla’nın üzerinde olduğu için kazağımı burnuma doğru çekmiştim. Ayrıca sık sık nefes almamaya dikkat etmemizi de tembihlemişti, ancak benim bunu uygulamama imkân bile yoktu. Ciğerlerim iflas etmek üzereymiş gibi can çekişiyordu ve bu hâldeyken oksijen tüpü taksam bile yeterli gelmeyeceğe benziyordu. Yine de yürümeye devam ettim. Tyler’dan destek alıyordum ve belime doladığı güçlü kolu tüm yükümü sırtlıyordu. Adrian önümüzden hızlı hızlı ilerliyordu. Sanırım zaman kaybetmemeyi o kadar kafasına takmıştı ki tek düşündüğü oydu.
İlerledikçe koku iyice ciğerlerime dolduğu için tüm vücudum gevşemeye başladı, Tyler bunu fark ederek beni daha güçlü tuttu, hafifçe sırıttım. Aslında gerçeği itiraf etmem gerekirse bu kokuyu sevmiştim. Bana her şeyi unutturacak kadar güçlüydü. Ağrıyı ya da acıyı, korkuyu ya da endişeyi... ölümü bile. Ölümü bile unutuyordum. Sanki yeryüzünün en sert içkisinden koca bir şişe içmişim kadar kendimden geçmemi sağlıyordu. Kafam çoktan uçmuştu ve ben yine ipin ucunu kaçırmıştım.
“Bir bok çukurunda dolaşmanın bu kadar iyi hissettireceğini kim derdi ki?” diye kendi kendime konuştuğumda kucağında kurdu taşımaya devam ederek önümüzden ilerleyen Esta omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. Buranın havasını filtrelemek için ağzını burnunu kapattığı için gözüme oldukça komik görünmüştü.
“Çeneni kapat ve mümkünse nefes alma.”
“Tanrım, tıpkı bir yılan gibisin. Dişlerini geçirip duruyorsun!”
Benimle muhatap olarak sağladığı nefes düzenini bozmamak adına sadece ufak bir homurtu çıkartmakla yetindiğinde geniş geniş sırıttım. Bakışlarım doğrudan Esta’nın dolgun kalçalarındaydı. “Gerçekten çok seksi,” derken Tyler’ı dürttüm. “Böyle iri kalçalara sahip olduğun için çok şanslısın Ty.” Esta dehşetle bana doğru dönerken Tyler ufak çaplı öksürük krizine girdi. Tavırlarına karşılık, “Ne? Herkes sizin seks yaptığınızı biliyor. Neden yapmıyormuş gibi davranıyorsunuz ki?” dedim dudaklarımı bükerek.
“Bence gerçekten de çeneni kapatmalısın,” dedi Tyler. “Hayır, bu kez saçma sapan şeyler yapmayacağım. Beni konuşturma nefes almak zorunda kalıyorum!”
“Belki de bu kez kurbağa yerine iblisi öpersin,” dedim sırıtmaya devam ederek. “Ah, şu an Adrian’ın beni öpmesi için her şeyi verebilirdim. Nerede o? Neden o kadar ileride? Tanrım, onun yanında olmalıyım, benden uzaklaşması sinirlerimi bozuyor.”
Aniden ileriye doğru fırlamamı Tyler beklemiyor olacaktı ki ardımdan, “Hey!” diye bağırdı. İlk adımlarım dengeli ve güzelken anlayamadığım bir şekilde ayağım takıldığında yeri boylamam pek uzun sürmedi. Islak zemine düştüğümde tam karşımda kalan örümcek ağlarıyla tıpkı bir kefen gibi sarılmış iskeletle göz göze gelmek dudaklarımdan büyük bir çığlığın dökülmesine neden oldu. Ağrı tüm bedenimi sardı, kıvrandım ve sanki ondan kurtulabilecekmişim gibi havayı tekmeledim. Tyler’ın beni sakinleştirmek için bir şeyler söylediğini duyuyordum ama kelimeleri anlamam imkânsız gibiydi. Sadece çığlık atıyordum. Ta ki onun sıcak ellerini yüzümde hissedene kadar. Benim için sert bir ağrı kesici kadar etkili olan parmakları tenimde dolaşırken, “Rheana,” diye çaresizlikle tekrarladı. Tanrım, Adrian’a çaresizliği asla yakıştıramıyordum. Onun her zaman bir çare bulması gerekiyordu. Tek ihtiyacım göğsüne sığınmakmış gibi ona doğru sokulduğumda beni öyle güzel sarıp sarmaladı ki tıpkı bir yorgan gibi vücudumun her yanını örttüğü hissettim.
“Siz durmayın, yolu biliyorsunuz, hemen çıkmak zorundasınız, hadi!”
“Ama onun yardıma ihtiyacı var gibi görünüyor-” dedi Esta.
“Ben hallederim, gidin. Asla durmayın.”
Adım sesleri zemine düşerek duvarlarda yankılanmaya başladığında bunu dinlemek bile bana acı verdi. “Adrian,” diye sayıkladım. “Biraz dinlenelim, lütfen. Çok acıyor.” Güçlükle yutkundum. “Neden bu kadar acıyor?”
“Beni dinle,” derken gözlerine bakmamı sağladı. “Ben yanındayım, Rheana. Acını dindireceğim sana söz veriyorum.”
Pelerinin yakasına yapışmış olan ellerimden birini güçlükle çözüp yüzüne tırmandırdım. Pürüzsüz teninin üzerinde parmaklarımı kaydırırken, “Bu kadar güzel olman haksızlık,” diye sızlandım. Aslında Tyler giderken meşaleyi de götürdüğü için ve bizden epey uzaklaştıkları için ışık çok zayıftı ama bu önemli değildi. Onun yüzünü ezbere biliyordum. Adrian sertçe yutkundu ve beni tamamen kucağına alıp ayaklanmak için eğildi, onu durdurdum. “Bekle, böyle kalalım. Gitmek istemiyorum.”
“Gitmemiz gerekiyor. Vakit-”
Parmaklarımı dudaklarına bastırarak onu susturduğumda yüzünü net göremiyor olsam da tıpkı harikulade bir şeye bakıyormuş gibi büyülenmişçesine ona bakıyordum. “Ben... ölüyorum, Adrian,” diye fısıldadım. Yanağımdan koca bir damla yuvarlandı. “Geç kaldık, hissedebiliyorum. Artık beni bırakmalısın.”
Kafasını şiddetle iki yana salladığını hissettim. “Asla,” dedi beni kucaklayarak ayağa kalktığı sırada. Yüzü bir kaya kadar sertti. “Seni asla bırakmayacağım.”
Gökyüzü homurdandı.
Bastığı yer sarsıldı.
“Bu bir yemin mi?”
“Evet. Yeniden iyi olacaksın. Sana yemin ederim bunu sağlayacağım.”
“Söz mü?”
“Artık ağlama,” dedi yürüğü yoldan gözlerini ayırmadan. Karanlıkta çok iyi görüyormuş gibi hiçbir şeye takılmadan hızlı hızlı ilerliyordu. “Sana tüm sözleri verirsem ağlamayı keser misin?”
Burnumu çekip, “Tüm sözleri istiyorum,” dedim hafif gülümserken. Sonra ağrı bir kırbaç gibi bedenimde şakırcasına çoğaldı, inledim. Adrian beni daha sıkı tuttu. Kollarının arasında kafamı şiddetle iki yana sallayarak ve kendimi kasarak acıdan kurtulmaya çalıştım. Hızla yürümeye devam ederken saçlarımı öperek beni yatıştırmayı denedi. Ağlamak istemiyordum ama elimden gelen başka bir şey de yoktu.
“Ne yapabilirim? Senin için ne yapabilirim söyle bana, Rheana?” dedi Adrian acıyla kıvranmama daha fazla dayanamayarak.
“Dur,” diye sızlandım. Sanki ne yapacağını şaşırmış gibi aniden durdu. Acı yüzünden şiddetle nefes alıp verirken, “Öp beni,” diye fısıldadım. Adrian saçmaladığımı umursamadan beni öptü. Dudakları dudaklarıma öyle yoğun dokundu ki bana verdiği tatlı his o uğursuz acıyı bastırmaya yetti. Hiç değilse dayanabileceğim seviyeye inmesinden memnundum. Onu doyasıya öptüm, kana kana içtim ve tıpkı keskin bir ağrı kesici gibi acımı yatıştırmasını takip ettim.
Bu bir veda öpücüğü değildi.
Aslında... bu bir veda öpücüğüydü.
Göz kapaklarımı hafifçe aralayarak hâlâ beni öpmeye devam eden adamın karanlıkta kalan yüzünü hayalimde canlandırmayı denedim, zor değildi. Kaşları çatık olmalıydı ve yüzünün her karesi acıyla şekilliydi, emindim. Beni aklımı başımdan almak istercesine öpüyordu, başarıyordu da ama bana hissettirdiklerine karşın kendisi resmen acı çekiyordu.
Ondan usulca ayrılıp hafifçe gülümsedim. “Beni bir daha öpecek misin?” diye yavaşça sorduğumda Adrian gürültüyle yutkunup yeniden yürümeye başladı.
“Seni o kadar öpeceğim ki günleri ve sayıları şaşıracaksın.”
Kıkırdadım. Daha çok saçmaladım. Ağladım. Güldüm. Bazen kahkaha bile attım. Tünelden çıkana kadar ve temiz havayı ciğerlerime doldurana kadar tıpkı ağzının ayarını tutturamayan bir ayyaş gibi davrandım. Temiz hava beni kendime getirdiğindeyse sessizliğe sığınarak Adrian’ın göğsünde saklanmayı seçtim. Çıkışta bizi bekleyen Esta ve Tyler'ın benim için endişe taşıyan bakışlarından kaçmak adına da gözlerimi sımsıkı yumarak bekledim.
Esta boğazını temizleyerek, “Kurdu bu şekilde dışarıya çıkarttığımızda dikkat çekmeyecek miyiz?” diye sordu.
“Onu camdan bir heykel taşıyormuş gibi tutmak yerine çocuğunu tanıyormuş gibi tutarsan dikkat çekmeyiz. Zaten ufak tefek bir şey, anlaşılmaz.”
“Peki ya o?”
Adrian’ın bana baktığını hissettim. Ardından sıkıntıyla göğsünü şişirdi. “Siktir, yeter bu kadar, uçalım-”
“Delirdin mi? Buraya kadar gelmişken yakalanmadan şu kahrolası yerden çıkıp gidelim,” dedi Tyler hızla.
Rahatsızca kıpırdanırken, “Yürüyebilirim,” diye mırıldandım. Mırıltım bile güçsüzdü. Adrian istemeye istemeye beni ayaklarımın üzerine indirdi ama beni tutmaya devam etti. “Pelerinini ver, Tyler. Kızıl saçlarıyla burada herkesten çok dikkat çekiyor.”
Tyler ikiletmeden pelerini çıkartıp omuzlarıma bıraktı. Adrian ise onu giymeme yardımcı olduktan sonra şapkasıyla da kafamı kapattı. Ardından kolunu belime sıkıca dolayıp tüm ağırlığımı üzerine alarak ilerlemeye başladı. Bana kalan sadece adım atıyormuş gibi görünmekti.
“Tyler’ı tanıyan çıkarsa sorun olmayacak mı?” diye sormaktan kendimi alamazken tedirgince sürekli etrafta göz gezdiriyordum.
“Olmaz. O, buraya sık sık gelen bir melek.”
“Seninle dost olduğunu biliniyorsa-”
“Bilmiyorlar,” dedi hızla. “Hiçbir asil melek sıradan meleklerle dostluk kurmaz.”
Garip ve saçma bir kural daha, diye düşündüm. Bu sırada sokağı dolduran kalabalığa karışmıştık. Çevremizdekiler tıpkı bıraktığımız şekilde eğlenmeye devam ediyorlardı. Uyuyakalan çocuğunu omzuna yatırmış gibi görünen Esta’ya dikkat eden bile yoktu. Ağrı bir kez daha bedenimi yokladığında dişlerimi sıkarak ve Adrian’ın pelerinini avuçlayarak kendimi sakinleştirmeyi denedim. Acıyla kısılan gözlerim garip hâlimi yadırgayan ve sorgulayan birkaç gözle kesişse de umursamadım. Yine nefes almanın güçleştiği anlardan birindeydim. Kafamı hafifçe geriye atarak daha rahat soluk almayı umduğum esnada berrak gökyüzü dikkatimi çekti.
“Sence,” dedim acı yüzünden sıkılı dişlerimin arasından. “Annen burada olduğunu biliyor mu?”
Beni iyice kavrarken, “Biliyor,” dedi sadece.
“Ya yolumuzu keserse?”
“Kesmeyecek.”
“Nasıl emin olabilirsin ki?”
“Bilmiyorum, Rheana. Eğer yolumu kesecek olursa ona ne yaparım bilmiyorum. Beni durdurmaya kalkarsa...” kafasını şiddetle iki yana salladı. “Bilmiyorum.”
“Kimseye zarar vermeni istemiyorum, tamam mı?”
“Benden bir söz daha duymak mı istiyorsun?”
“Evet? Söz ver.”
“Sen zarar görmediğin sürece kimseye zarar vermeyeceğim, oldu mu?”
Burnumu kırıştırdım. “Çok hilekâr bir meleksin.”
Homurtumu duymazdan geldi. “Hâlâ canın yanıyor mu?”
Ona cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki orta yaşlı bir kadın aniden yolumuzu kestiğinde irkilmekten kendimi alamamıştım. Esta ve Tyler önden gidiyordu, durdurulduğumuzu fark etmemişlerdi bile. Yakalandığımızı düşünerek korku tufanının kanıma karışmasına izin verirken kadın bize genişçe gülümseyip taşıdığı tepsideki halka şekildeki çörekleri göstererek, “Kral ve kraliçelerin ikramı, lütfen siz de bir tane alın,” diye şakıdı. Birkaç tel beyazın karıştığı saçları upuzundu ve aralarındaki minik örgülere geçirilmiş rengarenk çiçekler o kadar güzel görünüyordu ki hayran kalmamak imkânsızdı. Hafif dolgun vücuduna seçtiği ince askılı, düz elbisesiyle ve güzel gülümsemesiyle dost canlısı görünüyordu.
Onlara kanma.
Tekrar irkildim ve kafamı hafifçe iki yana salladım. Kadın bizdeki garipliği fark etmiş gibi duraksadığında dudaklarındaki gülümseme solmaya başladı. Gözleri önce benim üzerimde dolandı ve tam Adrian’a döneceği sırada buna engel olmak istercesine, “İkram için teşekkürler,” diyerek tepsideki çöreklerden birine uzandım. Kadın yeniden bana odaklandı ve gülümsemesi yeniden can bulacaktı ki yine duraksadı. Bu kez tüm ifadesi donmuştu. Bana iri iri açtığı gözleriyle bakarken, “Kan,” diye sayıklayarak elini yüzüme doğru uzattı. Adrian kadına müsaade vermeden beni kendisine doğru çevirdiğinde, “Burnun kanıyor,” dedi dişlerinin arasından. Baş parmağını tenime bastırarak akan kanı sildi. Tıpkı ateşe dokunmuşum gibi çöreği bırakıp elimi burnuma götürdüğümde parmak uçlarıma az da olsa bulaşan kan katran karası rengindeydi. Adrian artık dikkat çekmeyi umursamadan beni yürütmeye devam ettiği esnada omzumun üzerinden dönüp baktığım kadını gidişimizi izlerken yakaladım. Üstelik sorguladığı o kadar belliydi ki kaşları çatık duruyordu.
“Tamam, iyiyim, sakin ol,” dedim kalabalıkta daha fazla dikkat çekecek hareketlerde bulunmaması için. Çünkü fark etmiştim ki hızımız birkaç meraklı gözün üzerimize dönmesine neden olmuştu.
“İyi değilsin! Beni kandırmaya çalışma,” diye tısladı.
“Sakin ol, lütfen. Beni geriyorsun, işte bu iyi hissettirmiyor.”
Küfretti. Bunu farklı bir lisanda yaptı. Ne dediğini anlayamadım ama küfrettiğinden o kadar emindim ki sormama bile gerek yoktu. “Birkaç dakika sonra doğu balkonuna ulaşacağız. Oradan uçarak bu sikik şehri terk edeceğiz. Geinna’ya ulaşmamız ise en fazla yarım saat sürecek. Az kaldı, Rheana.”
“Oradan uçup giderken ya birilerinin dikkatini çekersek?”
“İndiğimiz tepeyi hatırlıyor musun? Orası Saden Tepesi. Sadece şehrin doğusundaki balkon oraya bakıyor ve orası tercih edilen bir ulaşım yönü değil. Ziyaretçiler oradan inmektense altın kapıdan geçmeyi tercih eder. Çünkü Saden Tepesi’nin eteklerinde rüzgâr çok şiddetlidir ve kolayca dengeni kaybedebilirsin, yaş almış bir melek bile olsan. Hatta çocuk melekler uçma eğitimlerinin son kademesine geldiklerinde o tepeye çıkartılırlar ve aşağıya sorunsuzca inmeyi başardıklarında ancak eğitimleri son bulur.”
“Ve sen benimle oradan aşağıya atladığında kanatlarını bile açmadın,” dedim inanamaz gibi. “Kendine bu kadar güvenme. Günün birinde gerçekten düştüğünde egon için hiç de iyi olmayacak.”
“Dizlerin yaralanmadan ayağa kalkamazsın, Rheana.”
“Dur bir dakika! Yoksa çocukken tek başına çıkıp atladığın tepe orası mıydı?” diye sordum afallayarak.
“Evet. Kemiklerim kırılmıştı. Birkaç kez.”
“Sen bir çocukken bile deli olabilecek tek meleksin!”
“Ve sen de bu deli meleğe asla bozulmayacak bir bağla bağlısın,” derken dönüp bana göz kırptı. Sanırım artık bir nebze daha rahattı, çünkü kalabalıktan sıyrılmıştık ve indiğimiz balkona ulaşmamıza çok az kalmıştı.
Umutsuz bir vakayla karşı karşıyaymışım gibi kafamı iki yana sallayıp vücudumdaki tüm sızlanmaya rağmen dudaklarımda yer edinmek için bekleyen gülümsemeye izin verdim. Kafamı çevirip Adrian’a döndüğümde o gülümseme hâlâ dudaklarımdaydı. Adrian ise bana parlayan mavi gözleriyle karşılık veriyordu. Bu anın ebediyen sürmesini dilediğimi fark ettim. Bana daima içimi sıcacık edecek, her şeyi ve her şeyi unutturacak şekilde bakmalıydı.
Hafifçe boğazımı temizlerken, “Önüne bakmalısın,” diye fısıldadım. “Düşebiliriz.”
“Bir asil melek yanındayken düşmekten asla korkmamalısın,” dedi tüm egosuyla ve muzip tavrıyla. Benimle uğraşıyordu.
“Arshala’da tepeden aşağıya yuvarlandığın anları unutmadım,” diye ona hatırlattığımda Adrian hızla yüzünü buruşturdu.
“Gerzek cadılar yüzünden,” diye homurdanıp sonunda önüne döndüğünde birden duraksadı, kaşları çatıldı, gözlerine düşen soruları yakaladım. Ne göreceğimden korkarak gürültüyle yutkunup önüme döndüğümde Esta ve Tyler'ı balkona çıkan dar sokağın başında kazık yutmuş gibi dikilirken yakaladım. Doğrudan ileriye bakıyorlardı ve bir sorun olduğu fazlasıyla açıktı.
“Orada biri mi var?” diye sordum endişeyle.
“Muhtemelen.”
“Ne yapacağız?”
“Onu öldüreceğiz,” dedi beni dumura uğratacak kadar soğukkanlı ve duygusuz bir şekilde.
“Saçmalama, Adrian! Belki de sadece yalnız kalmak isteyen biridir? Ölmeyi hak etmiyor-”
“Sessiz ol,” diyerek beni susturduğunda diğerlerinin yanına ulaşmıştık. Adrian beni Tyler’a bırakırken, “Tanıdık mı?” diye sordu, tam karşımızda, mermerden yapılma balkon tırabzanlarına ellerini iki yana açarak dayamış kadına bakarak.
“Değil,” dedi Esta. “Plan ne?”
“Gitmesini bekleme şansımız yok,” dedi Adrian. Sadece bu cevapla bile onu öldüreceğini belli etmişti. “Başka zaman olsa beni görecek olması umurumda olmazdı ama beni tanır ve saraya haber verirse işler karışabilir. Bizimse hemen buradan ayrılmamız gerekiyor.”
Esta sadece kafasını sallamakla yetindi. Tyler ise, “Eğer istersen ben yapabilirim,” diye seçenek sundu. Sakinlikleri ve soğukkanlılıkla birini öldürmeyi kendi aralarında paylaşmaları dehşetle onları izlememe neden olurken ağrının yeniden yükseldiğini hissettim.
“Ben hallederim,” dedi Adrian yanımızdan geçip üç bir yanı tamamen açık olan büyük balkona çıktığı sırada. Taş zeminde sessiz adımlarla ilerlerken endişeli gözlerle kadını izliyordum. Denizden esen rüzgâr koyu renk saçlarıyla dans içerisindeydi. Giydiği elbise ince bir gecelik misali ayakuçlarına kadar uzanıyordu. Sanki dikkatli bakarsam vücudunu netçe görebilirmişim gibi hissetmekten kendimi alamazken elbisesinin düşmüş askılarında gözlerimi gezdirdim. Duruşu kendinden emindi. Sanki arkasından sinsice yaklaşan ve sonu olacak meleği görse bile karşısında aynı şekilde dimdik durmaya devam edecekti.
“Bir şeyler beni rahatsız ediyor,” dedi Esta huzursuzca yerinde kıpırdarken. “Ve bilirsiniz işte, bir şeyler beni rahatsız ettiğinde altından hep bir bokluk çıkar.”
“Etrafı dinle iblis,” diye buyurdu Tyler birden. Soğuk tavrı, duruşunun yaydığı tehlike gözüme o kadar farklı gelmişti ki şaşırmadan edememiştim. “Çevremizde başkaları da var mı?”
“Eğer konuşmama yemini etmediyseler başka ses yok,” dedi Esta hâlâ kulak kesilmiş bir hâldeyken. “Siktir, Leo şu anda çok işimize yarayabilirdi. Onun damarlara kan pompalayan kalplere karşı üstün duyarlılığı bize avantaj sağlardı.”
Adrian kadınla arasında birkaç adım kala birden durduğunda Esta irkildi. Ben ne olduğunu bile anlayamazken Tyler hızla, “Ne duydun?” diye sordu ve Esta ezberlediği satırları okuyan bir robot gibi tekrarladı.
“Avlanmak için oldukça güzel bir akşam, değil mi melek?”
Tyler küfretti, sertçe yutkundum ve tüm ağrıma rağmen ileriye doğru fırladım. Beni durdurmaya bile çalışmadılar, çünkü ikisi de hemen arkamdaydı. Burnumdan akan sıcak sıvıyı önemsemeden elimin tersiyle sildim. Durumum kötüydü ama endişe beni ayakta tutmak için şimdilik yeterli geliyordu.
Adrian kafasını örten pelerinin şapkasını yavaşça geriye itti. Kadın kafasını hafifçe havaya kaldırıp gökyüzünü kokladı. “Gökyüzünde sessiz bir fırtına kopuyor, farkında mısın?” diye sorduğunda sesi bana unuttuğum bir tınıyı anımsatmıştı. Hafifçe güldüğünü işittim. “Farkındasın tabii,” dedi, Adrian ellerini sıktı. Kadın sonunda bize dönmek için hareketlendi, nefesimi tuttum. “O fırtınayı yaratan sensin,” derken kahverengi gözleri üzerimize düştü.
“Liya,” dedi Adrian gözlerini hafifçe kısarak. Aklımdan silinip giden ismi bir anda duymak, o isimi taşıyan kadınla göz göze gelmek beni büyük bir sarsıntıya uğrattı. Bizi kıskacına almış olan gözlerinde taşıdığı nefret kan donduracak kadar sertti. Dudaklarında eğrelti duran tebessüm sahte ve soğuktu. Liya bize karşı daima mesafeliydi ama şu anda aramızdaki uçurumlar o kadar büyüktü ki ona ulaşmak artık tamamen imkânsızdı.
“Görüşmeyeli nasıl gidiyor melek?” diye sordu sanki birbirlerini uzun zamandır görmemiş olan iki dostlarmış gibi. Aslında yüzünde tiksinme saklıydı. “Görüyorum ki cadıyı hâlâ geri gönderememişsin.”
“Ne istiyorsun?”
“Ölüm,” dedi ve güldü.
“Eğer biri ölecekse o sen olacaksın, Liya. Kendini geliştirmişsin, karşımda daha güçlü bir cadı görüyorum ama bana kafa tutamazsın.”
“Size olan nefretimi de görebiliyor musun melek? Sizi darmadağın etmek için her şeyi yapabileceğimin farkında mısın? Tıpkı beni darmadağın ettiğiniz gibi.”
“O gece olanlardan bizi sorumlu tutamazsın,” diye tısladı Esta birden. “Aissa’yı kimse zorlamadı. Üçlülerden birini bulan da oydu, davete gelen de!”
Liya’nın öfke kusan gözleri yavaşça kayarak Esta’yı buldu. “O, henüz toy bir kızdı ve siz aranızdaki saçma arkadaşlığı kullanarak onu manipüle ettiniz,” dedi asla aksini kabul etmeyeceğini belli eden tavrıyla. “Siz, soyunun sonuncu cadısını öldürdünüz.”
“Her zaman kibirli ve iğrenç bir sürtüktün Liya,” dedi Esta eteğindeki taşları ortaya döker gibi düşmanca. “Ama senin aksine Aissa bizim dostumuzdu-”
Liya’nın gözleri öfkeyle parıldadı. Tersine esen rüzgâr bir anda yön değiştirip saçlarını havaya doğru uçurdu. “Söylesene iblis ardından kaç gün yas tuttunuz? Bir? İki? Hiç? Onu hiç önemsemediniz bile. Şimdi de ondan dostun olarak bahsetmekten utanmıyorsun, öyle mi?”
Esta hâlâ kucağında taşıdığı Youla’yı yavaşça yere bırakıp vücudunu gerdirdi. “Pekâlâ, seninle durup laflayacak kadar vaktim yok, dövüş mü istiyorsun? Gel cadı. Sataşmak için yanlış geceyi seçtiğini sana göstermekten asla çekinmem.”
Liya kulağa tatlı gelebilecek bir kahkaha attı. “Biliyor musun, senden her zaman nefret ettim,” dedi sanki güzel bir iltifatta bulunuyormuş gibi. Konuşmaya devam ettikçe yüzündeki gülümseme kademe kademe soluyor, yerini saf nefrete bırakıyordu. “Seni öldürmenin hayallerini kurdum, binlerce kez. Ama şimdi ilgileneceğim son kişi bile değilsin. Orada sessizce bekle iblis ve sırayı sana getirmemem için dua et.”
“Bize açıkça ölüm tehdidi savuruyorsun,” dedi Tyler altını çizer gibi. “Bunun geri dönüşü olmaz. Öfkene kapılarak hareket ediyorsun, Liya, yapma. Sen bu değilsin.”
“Tek ailem olan cadı sizin yüzünüzden öldüğünde her şey değişti, Tyler. Aissa yaşıyorken de dost değildik, şimdi hiç değiliz.”
“Bana olan nefretin yüzünden onlara yüz çevirme,” dedim kendimi tutamayarak. “Aissa benim yüzümden öldü, tek suçlu benim, biliyorsun. Onlarla düşman olmak zorunda değilsin, Liya.”
Sonunda gözleri asıl hedefini bulmuş gibi bana odaklandığında sertçe yutkunduğumu ona belli etmemeye çalıştım. “Sana zarar vermek onlarla düşman olmak demek değil mi zaten? Kendinden başka kimseyi sevmeyen şu iblis bile sana dokunmama izin vermez. Ama biliyor musun Nare,” dedi, kaşlarım çatıldı. “Sana dokunmama gerek bile yok. Kanında dolaşan zehrin kokusunu buradan alabiliyorum. Seni tüketmek üzere. Fazla zamanın kalmadı, hissediyor musun? Üstelik çok yakında şafak sökecek. Cadı, meleğin kollarında ölecek.”
“Sen bunu... nasıl bilebilirsin?” diye sayıkladığım sırada Tyler, “Hudson,” diye tısladı. Onun hemen ardından Esta’dan da öfkeli bir tıslama döküldü. “Onu öldürmeliydik!”
Nedense bu ihaneti Hudson’a konduramadım. Güvenilmez olduğunu biliyordum ama yine de bununla yüzleşmek içimdeki o umut dallarını kırdığı için beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Adrian yumruklarını tüm gücüyle sıktı, gökyüzü garip bir homurtu çıkarttı. Sanırım gücü geri gelmek için sınırları zorluyordu. “Felaketi gördüğünü düşünüyorsun ama henüz benim felaketimle tanışmadın, Liya,” dedi tehditkârca. Liya korkmuş gibi görünmedi ama ben korktum. O an Adrian’dan ciddi anlamda korkmuştum.
“Buraya geldiğin anlaşılmasın diye güçlerini bastırmışsın. Karşımda sıradan bir melekten farkın yok, Adrian. Senden korktuğumu mu düşünüyorsun?” Güldü ve nereden vuracağını çok iyi biliyormuş gibi devamını getirdi. “Canavar kendisini en büyük sanıyor.”
Canavar.
Sharon.
Adrian öylece donup kalırken arkamızdan yükselen alkış sesiyle irkildim. Omzumun üzerinden geriye döndüğümde aynı anda devasa balkona çıkan onlarca melekle karşılaştım, hepsi savaşmaya hazırmış gibi kanatlarını çıkartmıştı. Fakat aralarından sadece biri tüm dikkatimi üzerinde toplamayı başarmıştı. Onu tanımıyordum ve aynı zamanda çok iyi tanıyordum. O, Sharon’du. Adrian sahte eşi. Benim kız kardeşim.
Midemin çalkalanmasını görmezden gelmeye çalıştım. Orada dimdik durmak benim için artık çok zordu ama bunu başardım. Yanımıza doğru havada süzülürcesine yürüyerek gelen kadının tüm ayrıntılarını inceleyip eleğimden geçirdim. Tanrım, o çok güzeldi. Böyle bir güzelliği daha önce hiç görmemiştim. Dolgun dudaklarına yerleşmiş olan gülümseme öylesine çekici ve hoş duruyordu ki etkilenmemek imkânsızdı. Kanatları açık değildi ama minik örgülerle ve incilerle süslenmiş uzun beyaz saçları ardında tıpkı kanatları andıracak şekilde rüzgârla oynaşıyordu. Giydiği kızıl renkli saten elbisenin her bir yanından dökülen tülleri de bu oynaşmaya karışıyordu.
“Siktir. Onunla göz göze gelmemeye çalış, seni kolayca etkileyebilir. Sürtük çok güzel,” diye fısıldadı Esta hem hayranlık hem de nefretle.
Sharon sanki ben orada değilmişim gibi bir kez olsun bana bakmadan yanımıza kadar yaklaştığında cam mavisi gözlerinin doğrudan Adrian’ın üzerinde olduğunu bilmek içimde o gözleri oyma isteğinin oluşmasına neden oluyordu. Adrian ise hâlâ Liya’ya dönük şekilde duruyordu ve arkasında kalan kadının kim olduğunu bilse de ona yüzünü dönmemeye yeminliymiş gibi duruşunu koruyordu.
Sharon, “Hoş gösteriydi, Liya,” diye şakıdı. Tatlı sesi kulaklarıma ulaştığında nahifliği karşısında iç çekmemek için kendimi tutmak zorunda kaldım. “Beni şaşırtmadın.”
“Bu sikik bir şaka olmalı, Liya,” dedi Tyler şok ve öfkeyle. “Aklını mı kaçırdın? Yoksa bir cadı olduğunu, onunsa bir asil melek olduğunu mu unuttun?”
Liya elbisesinin salaş eteklerini tutarak Sharon’a doğru ilerleyip kadının sağındaki yerini aldığında seçtiği taraftan pişmanlık duymadığı ortadaydı. Çenesini iyice havaya kaldırıp, “Gelmiş geçmiş en kudretli asil meleğin karşısında boyun eğmek benim için onurdur,” derken Sharon’a saygısını sunarcasına hafifçe dizlerini kırarak eğildi.
Liya ya aklını kaçırmıştı ya da o kadar iyi bir oyuncuydu ki intikamı uğruna Sharon’un kuklası olmayı kabul etmiş ve bu uğurda soyuna bile ihanet etmişti. Ona inanamaz gözlerle bakarken Sharon’un sol tarafında, onun arkasında saklanır gibi duran Hudson’ı görür gibi oldum. Kafasını yana doğru eğerek doğrudan bana bakmış ve onu yakaladığımı gördüğünde hızla geriye kaçmıştı. İspiyoncu bir köstebeğe göre endişeli görünüyordu. Sanki bir şeyler onun için yolunda değildi. Kendime onu düşünmeyi bırakmayı emrettim. Hudson tıpkı Liya gibi kendi yolunu çizmişti ve Sharon’un tarafında olması onu benim düşmanım yapıyordu.
Sharon yanımızdan geçerek hâlâ sırtı dönük şekilde duran Adrian’a yaklaştı. Hareket etmesiyle Hudson tamamen ortaya çıkarken Tyler’ın onu görünce hırlar gibi düşmanca bir ses çıkarttığını hissettim, Hudson irkilerek yerinde sıçradı ve birkaç adım daha geri kaçtı. Bu sırada Sharon, “Adrian,” diye şakıdı. Sesi mükemmel ahenkle bütünleşmiş bir müziği dinlemek kadar yatıştırıcı ve hoştu. Uzanıp elini Adrian’ın omzuna yerleştirdi. “Sonunda bana geri döndün.”
Tısladım, duymazdan geldi. Omuzumdaki dövme bulunduğu deriyi yırtıp özgürlüğüne kavuşacakmış gibi sızladı. Ellerim tıpkı Adrian’ınkiler gibi yumruk şeklini aldı. Güç, damarlarımda dolaşan zehirli kanı elinin tersiyle bir kenara itip yerini aldı ama aynı zamanda burnumdan o siyah kan aktı.
Adrian hışımla yüzünü döndüğünde Sharon’un eli aşağıya düştü, nefesimi tutarak onu dikkatle izledim. Doğrudan Sharon’un gözlerine bakıyordu ama hayranlık adına hiçbir duygu yoktu. Adrian, onun etkisine kapılmıyordu. Sharon, bana karşı bile etkiliyken ona karşı etkisizdi ve bunun farkındaydı, sertleşen yüzünden pekâlâ durumu anlayabilmiştim.
“Oyun oynamayı kes, Sharon!” diye tısladı. “Geri dönmediğimi biliyorsun. Asla dönmeyeceğimi bildiğin gibi!”
Sharon sanki güzel bir iltifat almış gibi gülümseyerek ağır adımlarla Adrian’ın etrafında bir çember çizercesine dolaşmaya başladı. Tanrım, gülümseyişiyle birlikte yüzü olduğundan daha da güzelleşmişti ama bu kez o tebessümün altındaki şeytanlığı fark etmek beni kendime getirdiği için etkisine kapılmamıştım. Sanırım Sharon sadece güzelliğiyle karşısındakine diz çöktürebilirdi ve bunu yaparken hafifçe gülümsemesi bile yeterliydi.
“Senin de artık bazı şeyleri bilmen gerekiyor, Adrian. Bir daha bu şehirden öylece çıkıp gidemeyeceğini bilmen gibi.”
Liya kendinden emin bir tavırla, “Asil melek artık seçilmiş eşinin yanında kalacak,” dedi, Adrian’a meydan okurcasına bakıyordu. Hırsla dişlerimi birbirine geçirdim. Gökyüzü yeniden homurdandı, tepemizdeki berrak gökteki yıldızları ve altın suyuna batırılmış gibi bir kısmı altın rengini almış olan ayı gölgeleyen karanlık sis yumağı usul usul etrafa sızmaya başladı. Ancak rahat bir soluk alabildiğimi hissettim, Adrian geri dönüyordu.
“Beni bir cadı, lanetli bir kâhin ve birkaç melekle durdurabileceğini mi sanıyorsun?” diye sordu Adrian, aynı anda gökyüzü ona eşlik ediyormuş gibi çığlık attı. “Tüm şehri buraya toplasan bile bana engel olamazsın.” Durdu ve devamını daha ağır bir tonlamayla getirdi. “Değil tüm melekleri, yüce melekleri bile getirsen beni burada tutamazsın.”
“Ah, elbette, gücünün sınırları aştığından haberim var,” dedi Sharon gökyüzüne kısa bir bakış atarken. Hava tamamen kararmış, karanlık bulutlar gökteki yerlerini almıştı ve aralarından sık sık sızan mavili morlu şimşekler bir görünüp bir kayboluyordu. “Gürültü çıkartmak mı istiyorsun? Çıkartabilirsin. Artık tüm şehir burada olduğunu biliyor. Bir hastalık gibi taşıdığın şeytani gücü ortaya sermekten çekinme. Bu işin sonunda önümde diz çöktüğünde herkese bana olan arzundan dolayı etrafı dağıttığını söylemekten çekinmem.”
Gökyüzü yarılacakmış gibi titredi.
Bir yıldırım düştü.
Deniz, üzerine bıçak gibi saplanan yıldırımla birlikte ikiye ayrıldı ve ayrılan parçalar havaya yükseldi. Çıkan gürültünün korkunçluğu, denizin havalanan suyu balkona doğru kusmasıyla birleştiğinde irkilmekten kendimi alamadım. Üzerimize su damlaları sıçramıştı ve su zemine tamamen bulaştığı için ayakkabılarımız artık ıslaktı.
Sharon havanın ürkünçlüğünü güzel tebessümüyle karşılarken ellerinden birini Adrian’ın yanağına yerleştirdi, içime bir pençe saplanıp tırnaklarını geçirdiği yeri eşeledi. “Beni öldürecekmiş gibi bakıyorsun, Adrian,” dedi yavaşça. “Bu beni korkutmuyor, aksine kırıyor. Bir zamanlar bana hayranlıkla ve aşkla bakan o adamı hatırlıyorum. O, hâlâ içeride.”
Adrian’ın dudaklarında buzdan bir kıvrım yerleşti. “Onu kendi ellerinle öldürdün.”
“Ve kendi ellerimle dirilteceğim.”
Adrian sanki kadının dokunuşuna artık tahammül edemiyormuş gibi elini sertçe itti. “Gerçekleri bildiğini biliyorum. Artık boşuna zorlamayı kes. Seninle ben eş değil-”
Sharon, “Şşş,” diyerek Adrian sözünü kesti. “Tehlikeli cümleler kuruyorsun sevgilim. Tehlikeli cümleler beraberinde ölüm getirir. Ben, senin eşinim ve sen, bana olan arzuna daha fazla dayanamayıp geri döndün.” Güldü. “Herkes bu hikâyeyi bilecek.”
“Hayalci!” diye tısladım birden kendimi tutamayarak. Sharon duraksadı, yüzünü bana dönmeden önce birkaç saniye öylece durdu. Sanki oradaki varlığımın yeni farkına varıyormuş gibi davranması sinirlerimi iyice gerdiğinde, “Senin bu kadar hayalperest olacağını hiç düşünmemiştim,” diye devam ettim.
Liya’nın öfkeyle, “Onunla böyle konuşmaya nasıl cüret edersin?” diye çıkışmasını Sharon elini havaya kaldırarak böldü. Sinirlerim bozulmuş gibi güldüm. Tanrım, ikisi de delinin tekiydi.
Sharon nihayet yüzünü bana döndüğünde çekinmeden gözlerine baktım. Bana kafasını hafifçe sağ omzuna eğerek tatlı tatlı bakıyordu. Birkaç dakika öncesinde olsaydı ona kanabilirdim ama şu anda o kadar öfke doluydum ki beni etkisi altına almasının imkânı bile yoktu.
“Nefes alacağı tam bir saati bile kalmamış olan cadı,” dedi yine sevimli bir tınıyla. Sanki bana iltifat ediyordu. “Söylesene damarlarına zehir pompalayan kalbin daha ne kadar dayanacak?”
“Seni öldürmeye yetecek kadar güçlüyüm!”
“Beni öldürmeyi isteyen o kadar çok kişi var ki... sen aralarında önemsiz bir isimsin, yaşamı bir köpeğe bağlı olan cadı.”
Gözlerim kısa bir anlığına ayaklarımın dibinde duran Youla’ya değdi. Yerde sere serpe yatıyordu ve balkona doluşan sular onu ıslatmıştı. Titremek dışında hiçbir tepki vermiyordu. Bakışlarımı ondan koparıp yeniden Sharon'a sapladığımda, “Benim bir adım var,” diye tısladım ve sonra o ismin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. “Nare.”
“Ateşten gelen,” dedi Sharon küçümsercesine beni tepeden tırnağa süzerken. “Bu isme yakışacak kadar güçlü değilsin. Sen sıradan bir cadısın ve tıpkı diğer sıradan cadılar gibi sefilce ölüp gideceksin.”
Kaşlarım çatıldı. Melez konusundan haberi yok muydu yoksa bu da oynadığı oyunun bir parçası mıydı emin olamamıştım. Adrian da emin olamamışa benziyordu, şüphe gözlerine sinmişti. Her şeyi ortaya sermemi istemezcesine müdahale ederek, “Yolumdan çekil, Sharon,” dedi soğukça. “Burayı gazabımla sınamadan önce geri çekil.”
Sharon gözlerini benden ayırmadan karşılık verdi. “Biliyor musun Adrian? Sanırım yeniden gitmene izin verebilirim. Ama onu götürmene izin vereceğimi sanmıyorum. Cadı burada acıyla kıvrana kıvrana ölecek, her saniyesini izleyeceğim.”
Gökyüzü gürledi, şimşekler birbirlerine çakarak havada minik alev topları gibi etrafa saçıldı. Adrian yeniden tekrarladı. Bu kez daha tehditkârdı. “Yolumdan çekil.”
Sharon onu umursamadan devam etti. “Sen diğer ikisiyle birlikte gidebilirsin. Eğer isterseniz köpeği de alabilirsiniz ama cadı kalacak ve ölecek.” Dudaklarına şeytani bir kıvrım yerleşti. “Sonra sen geri dönmek zorunda kalacaksın. Sana yemin ederim ki bana yerde sürünerek geri döneceksin, çünkü başka gidebileceğin hiçbir kapı olmayacak.”
Bir bez parçasının yırtılma sesi havaya karıştı ve hemen ardından Adrian’ın göz kamaştırıcı kanatları havayı kılıç gibi ikiye böldü. Parçalanan kıyafetleri ayaklarının dibindeydi. Tamamen çıplak kalan göğsü mermer kadar pürüzsüz, sert ve gergindi. “Eğer biri ölecekse bu senden başkası olmayacak,” dedi, kızgın şimşekler havada patlayarak tıpkı göğün kan damarlarıymış gibi tepemizde dağıldı.
Sharon nihayet öfkeyle gözlerini kısıp Adrian’a döndü. “Sen asil meleksin, bir cadının yatağını isteyemezsin!” diye tısladı.
“Ben kimseye bağlı olmayan bir asil meleğim,” dedi Adrian sesini sadece yakınında olanların duyabileceği seviyede tutarak. “İstersem bir kurtla, istersem iblisle ve eğer istersem de bir cadıyla olurum. İstediğim zaman, istediğimle.”
“Sen seçilmiş bir asil meleksin. Benden başkasını isteyebilirsin ama benden başkasıyla olamazsın.”
“Hırsların yüzünden nelerle oynadığını öğrenmeyi ve sonucunda cezalandırılmanı izlemeyi çok istiyorum,” dedi Adrian, kadına ondan iğreniyormuş gibi bakarken. “Ama şimdi değil. Şimdi önceliğim sen değilsin.”
Sharon savaşmaya hazırlanırcasına omuzlarını dikleştirdi. “Önceliğinde cadı var, öyle mi? Eğer öyleyse sana onun ölümünü izleterek yıkımınla keyifleneceğim.”
Rüzgâr bedenlerimizin arasına girerek kıyafetlerimizi uçuştururken hazırda bekleyen melekler yağmur damlaları gibi üzerimize yağmaya başladı. Sharon gaddar bir tavırla olduğu yerde dikilmeye devam ederken meleklerden biri Adrian’ın üzerine çullandı. Adrian onunla boğuşurken aynı anda bir başkasını daha alt edebilecek kadar hızlıydı. Esta ve Tyler kanatlarını ortaya çıkartarak saldıran meleklerle savaşa tutuşurken Hudson’ı korkak adımlarla gerisin geri kaçarken yakaladım ama ona odaklanacak kadar vaktim olmadı. Çünkü Liya’nin sinsi gözleri görüş alanıma girmiş, önce bana değip ardından da yerdeki kurda sekmişti. Beni öldürmeye giden kestirme yolun Youla’yı öldürmek olduğunu biliyordu, bu yüzden doğrudan ona saldıracağını anlamıştım.
Öfke tıpkı havai fişekler gibi içimde patladı. Gücün kollarımdan parmak uçlarıma yayıldığını hissettim. Burnumdan dudaklarıma kayan ıslaklığı önemsemeden dışarıya taşmak için hazırda bekleyen o gücü serbest bıraktım. Kapıyı açıp onu özgür bıraktığım anda beynimin içerisinde acı bir çığlık sesi yankılandı, sanki biri can çekişiyordu. Yaptığım büyü benden sekerek yere çarptı ve üzerinde bulunan herkesi titretti. Hemen ardından hepsi boğazlarını tutarak bir yudum nefes için çırpınmaya başladı.
Tyler havada tuttuğu meleğin can çekiştiğini gördüğünde onu serbest bıraktı, melek yere düştüğünde hâlâ boğazını tutmaya devam ediyordu. Esta boynundan kıstırdığı meleğin can çekişmesini umursamadı ve işini yarım bırakmamaya yeminliymiş gibi meleğin boynunu kırdı. Adrian üzerine saldıran meleklerin kıvranan hâllerini merhametsiz suratıyla izliyordu ve üzerimize mermi gibi yağan yağmur onun artan öfkesini açıkça belli ediyordu. Nefes alamayanlar kervanında Liya da vardı ve benden böyle bir geri dönüş beklemediği için yüzü şok doluydu. Gözlerini iri iri açmış şekilde boğazını tutuyordu. Orada kaç melek vardı bilmiyordum ama hepsinin nefesini kesmiştim ve boyunlarını kırmak için elimi hafifçe çevirmem yeterliydi.
Sharon tüm askerlerinin kullanım dışı kalmasını şaşkınlıkla izlerken yüzünü yeniden bana çevirdi ve sanki o an benimle yeni tanışıyormuş gibi baktı. Gücümün büyüklüğü onu bile dumura uğratmışa benziyordu. Düşman olup büyümden etkilenmeyen tek kişiydi, buna izin veren bendim. Onu sona bırakacaktım. Sona kalmayı ve daha özel muameleyi hak ediyordu.
Göz pınarlarımın ıslandığını hissettiğimde ağlamadığımdan emindim ama akan damlaların soğukluğu geçtiği yerleri üşütmüştü. Bunların gözyaşı olmadığını bir zaman sonra anlamıştım. Bunlar kan damlalarıydı. Burnum, gözlerim ve hatta kulaklarım bile kanıyordu.
Sanırım tükeniyordum.
Onları öldürmek için çıktığım bu yolda kendimi öldürüyordum.
Birden ayak bileğime sarılan elin varlığıyla irkildim. O el Youla’ya aitti. Bana bir şey yaptı, ne yaptı anlayamamıştım ama bir anda tüm dengemi sarsmıştı. Son hareketi yapıp herkesin boynunu kırmak üzereydim ki güç aniden vücudumu terk etti. Boş bir çuval gibi yere yığıldım. Gerçekten boş bir çuval gibiydim, en tepeden yere çakılmak beni afallatmıştı. Üstelik göz kapaklarımı kırpıp açacak gücüm bile kalmamıştı. Sadece minik bir aralık kendime açabilmiştim ve olup bitenleri oradan takip ediyordum. Yere yığılmamla birlikte Adrian’ın bana doğru fırladığını gördüm. Yanıma geldiğinde beni kucağına çekmek için uzandı ama sonra sanki ateşe uzanmış gibi birden durdu, geri çekildi. Hudson’ın ortaya attığı kehanetin onu durdurduğunu biliyordum.
Ölüm asil meleğin kollarında olacaktı.
Her şeye rağmen ona yalvarırcasına baktım. Beni göğsüne çekmesi, sarıp sarmalaması için her şeyimi verebilirdim. Ama o bunu yapmadı. Bana uzanmak için kıvranan ellerini yere bastırıp zemindeki taşları sökmek istercesine tırnaklarını onlara geçirdi. “Rheana,” diye fısıldadı harfler dudaklarından güçlükle dökülüyormuş gibi kendisini kasarak. Ona karşılık vermek istesem bile konuşabilecek hâlde değildim. Kalp atışlarım ağırlaşmıştı. Göğsüm artık o kadar yavaş inip kalkıyordu ki nefes aldığımı ben bile anlamakta zorlanıyordum.
Sert bir rüzgâr esti. Adrian’ın beyaza çalan saçları yüzünün etrafında uçuşup cam mavisi gözlerine sinen acıyı, çaresizliği ve korkuyu gölgeledi. Ona baktığımda ilk kez gözlerinde korku görüyordum. Doğduğu şehre, ait olduğu soya ve bağlı olduğu kurallara bile umarsızca sırtını dönebilen o asil melek ilk kez korkuyla bakıyordu.
Tüm diretmesine rağmen eli tıpkı mıknatısa çekilen demir parçası gibi yerdeki elime doğru kaydı. Parmakları parmaklarıma cansız bir tutuşla değerken, “Rheana,” diye fısıldadı, aldığım soluk boğazıma takıldı. “Sönüyorsun ateş parçası.”
Sönüyordum.
Ölüyordum.
Adrian’ın arkasında kalmaya devam eden Sharon izlediği manzara yüzünden rengi kaçmış bir yüzle ve donuklaşmış bakışlarla bana bakarken, “Zavallı şeyin fazla vakti kalmamışa benziyor,” dedi, sertçe yutkundum. “Gücü bile onu terk etti. Çok geçmeden canı da onu terk edecek.”
“Siktir git, seni ucube! Karşımıza çıkmasaydın onun kurtulma şansı vardı!” diye bağırdı Esta onu tanıdığımdan beridir onda görmediğim şekilde büyük bir öfkeyle. “Başından beri ölmeyi hak eden tek kişi sendin!” dedi daha sonra ve birden Sharon’a doğru atıldı. Ancak ona ulaşamadan Liya yaptığı büyüyle müdahale etti ve Esta’yı arkasında kalan mermer tırabzanlara fırlattı. İblis acıyla inlerken Tyler müdahale etmek istedi ama onu da iki melek yakaladı ve olduğu yerde kalmaya zorladı.
Sharon yaramazlık yapan çocuklarına onaylamaz bakış atarcasına kafasını hafifçe iki yana sallayıp, “Cadı hâlâ kurtulabilir,” dedi ışıl ışıl parıldayan cam mavisi gözleriyle. “Onu kurtarmak senin elin elinde Adrian. Ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Adrian buna dayanamıyormuş gibi gözlerini yumdu. Kalbim can çekişircesine sızlarken kafamı çok hafifçe iki yana sallayabildim. Göz pınarlarım bu kez kanla değil yaşla doldu. Adrian sessiz çığlıklarımı duydu, durma noktasına giden kalbimin dehşetle atmaya başladığını hissetti.
Ve parmaklarıma dokunan parmaklarını geri çekti.
Üzerime kar yağdığını hissettim. Sıcak olan ne varsa dondurdu. Adrian yavaşça ayaklanırken yüzündeki ifade bir duvar kadar soğuk, düz, sert ve cansızdı. Gökyüzünde kopan fırtınaya tezat, yeri döven sert yağmur damlalarına karşın bir ölü gibi donuklaşmış şekilde hareket ediyordu. Gözlerime son kez baktığında ona engel olabilmek için son bir çırpınış gerçekleştirmeye çalışsam da bedenimin üzerinde hiçbir kontrolüm yoktu.
Sonra Adrian gözlerini benden çekti.
O an, tam da o saniye ölüm göğsüme yerleşti.
Tüm duygulardan arınmış ve sanki ruhunu bile kaybetmiş şekilde bana ardını döndü, dünyam sarsıldı. Bana ardını dönüp Sharon’a gitmesi beynimde deprem etkisi oluşturdu. Kalbime sert bir ağrı saplandı. Bu, zehirden kaynaklı değildi.
Adrian, Sharon’un tam önünde durduğunda gökyüzündeki fırtına o kadar şiddetlenmişti ki tüm şehri yok etmek için ufak bir izin yeterliydi. Ancak Adrian o izni vermek yerine gökyüzünü bile şoka uğratmak istercesine birden diz çöktü.
“Gitmelerine izin ver,” dedi. “Eğer gitmelerine izin verirsen seçilmiş eşin olarak üzerime ne düşüyorsa yapacağım.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |