24. Bölüm

23. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Tavandan aşağıya sarkıtılmış devasa avizeyi oluşturan çemberlerin üzerindeki onlarca mum aynı anda yanıyordu. Taş şömineye atılmış odunlar çatırdıyor, açık bırakılan pencereden içeriye dolan rüzgâr ise yatağın dört bir yanına asılmış olan tülleri uçuşturuyordu. Misafir, yatağın hemen sol tarafındaki özel yerindeydi. Ev sahiplerinden biriyse yatağın tam ortasında kıvrılmıştı ve derin uykudaydı.

Yanan mumlardan biri tıpkı ağlar gibi bir damla döktü.

Rüzgârla uçuşan tüllerin uçları yatağın üzerindeki ev sahibinin geceden kara tenini yalayarak geçti.

Ev sahibi uyandı.

Kara gözlerini örten ince perde ikiye yırtılır gibi açıldığında dudakları aralandı ve çatallı dili dışarıya çıkıp ölümü çağrıştıran tıslama sesini çıkarttı. Üst üstte doladığını bedenini esnetmek istercesine usulca kıpırdandı ve kömürden kara teni, dört bir tarafa yerleştirilmiş olan mumların altında ışıldadı. Sahibinin ona Hisham diye seslendiği, türünün en zehirli kara yılanı yattığı yumuşak yatağın içerisinde sağa sola kıvrılıp en uca geldikten sonra doğrularak başını kaldırdı. Saldırgan gözleri sol tarafta kalan misafirdeydi ve duruşu merhamet barındırmıyordu. Çatallı dili bir kez daha dışarıya çıkıp öne uzandı. Çıkardığı tıslama sesi tıpkı bir çana vurulmuş gibi odanın içerisinde dağıldıktan sonra dilini havayı yalayarak geriye çekti.

Ve misafir nihâyet uyandı.

Danika Fager gözlerini açtığında ilk yaptığı şey odayı oluşturan tüm taşları yerinden oynatmak istercesine çığlık atmaktı. Kollarını ve ayaklarını çekiştirip ardına bakmadan kaçmak için ne gerekiyorsa yapacak hâldeyken olduğu yerden bir milim bile kıpırdayamamış olmak onu bir kez daha çığlık atmaya itmişti, çünkü tavandan sarkan bir demir parçasına elleri kelepçelenmiş hâldeydi ve ayak bileklerine de aynı kelepçelerden takılıydı. Ona hareket alanı olarak kısacık bir mesafe bırakılmıştı ve kahrolası kıyafetleri üzerinde bile değildi. Düştüğü derin uykunun kollarından çıkmasına neden olan tıslama sesini bir kez daha duyduğunda korkulu gözleri bulunduğu odayı hızla tarayıp sesin kaynağını buldu. Tam karşısındaki yatakta, her an üzerine doğru atlayıp sivri dişlerindeki zehri damarlarına akıtacakmış gibi hazırda bekleyen kara yılanla göz göze geldiğinde öyle büyük bir çığlık attı ki diğer iki çığlığı şimdikinin yanında basit bir ıslık olarak kalmıştı.

İçerisine tıkıldığı odanın çift kanatlı kapısı gıcırdayarak iki yana açıldığında genç kadının dehşeti ağırlayan gözleri hızla o tarafa döndü. Bir yardım ararcasına gelene baktı ve gördüğü sırıtan yüz her şeyin kafasına dank etmesini sağladı. Gelen adam onu zindanlarda dolaşırken yakalayan, ele geçirdiği kurda işkenceler eden cani melek Ganash’tı. Onu tanıdığında korku iyice içine yerleşti, kelepçelerden kurtulabilmek için delicesine çekiştirdiği ellerinin hareketleri ağırlaştı, aynı esnada içeriye giren adamın yüzündeki sinsi sırıtış genişledi.

“Cadı sesinin hangi seviyeye kadar ulaşabileceğini mi deniyor?” dedi Ganash eğlenen tavrıyla. Odaya girip ardından kapıyı kapatmayı da ihmal etmedi.

Danika kuyruğu dik tutmaya çabalayarak, “Cadı seni hangi şekillerde öldürebileceğini düşünüyor,” diye tıslayıp kelepçelere hırsla asıldı.

“Karşımda çıplak ve kelepçeli dururken tek düşüneceğin sana neler yapacağım olmalı.”

Genç kadının alt dudağı hafifçe titredi ama bunu ona belli etmemek adına çırpındı. Kendini Kiara için feda etmişti ve bu uğurda başına gelebilecekleri düşünmek için artık çok geç kalmıştı. Ne kadar korksa da kahrolası cani meleğin karşısında bunu belli etmeyecekti. “Cesaretin varsa kelepçeleri çöz,” diye tısladı. “Benimle eşit şartlarda olmaktan korkuyorsun değil mi?”

Ganash odanın içerisinde ilerlerken gür bir kahkaha patlattı. “Kendini benimle eşit mi görüyorsun?” derken eliyle iri cüssesini gösterdi ve kadına küçümseyerek baktı. “Sen reddedilmiş soydansın cadı, bir köpekle bile eşit olamayacak kadar değersizsin.”

Danika parmaklarını doladığı kelepçenin zincirini sıktı ve öfkeli gözlerini meleğin üzerinden koparmadan zihninden büyülü sözcükleri geçirdi. Ardından zincire asıldı, işe yaramadı ve Danika başka bir büyü denedi. Bu sırada Ganash şeytani bir hazla dolu olan bedenini odanın içerisinde ilerletip yatağının önüne geldi. Kara yılan tıpkı uysal bir kedi gibi sahibinin eline doğru uzandı ve başını okşamasını istercesine kafasını eğdi. Ganash parmaklarını yılanın siyahın en keskin rengindeki pullu derisinin üzerinde gezdirdikten sonra avucunu açıp ona doğru uzatarak sessiz davetini sundu. Zehriyle yetişkin birini sadece birkaç saniyede ölümle tanıştırabilecek güçte olan yılan bu davete dilini dışarıya çıkartıp mırıltı şeklinde tıslayarak karşılık verdi ve önünde bekleyen avuca doğru kafasını uzatıp tıpkı bir sarmaşık gibi meleğin koluna dolandı. Yağ misali kayarak ilerlerken sergilediği kıvrak dans nefes kesiciydi. Sahibinin kolundan omzuna omzundan da boynuna dolanıp Ganash’ın gövdesinden çıkan ikinci bir baş gibi sağ omzunun üzerindeki yerini aldı.

Danika karşısında çift başlı bir yılan görmüşçesine yüzünü ekşitip iri yılanın sanki sahiplenircesine sahibinin çıplak üst vücuduna dolanmasını tiksinerek izledi. Yılan o kadar uzundu ki kuyruğu hâlâ yere sürtünüyordu ve emindi ki eğer onun akşam yemeği olursa tüm bedenini vücuduna sığdırması sadece birkaç saniyesini alacaktı. “Evcil hayvanına ne kadar benzediğinden haberin var mıydı?” dedi iğrendiğini gizlemeden. Sanki yılan kendi vücuduna dolanmış gibi tüm tüyleri diken diken olmuştu. Gerçeği söylemek gerekirse hayvanın ıslak gibi görünen soğuk teninin yaydığı hissiyatı henüz onunla temas etmeden bile hissedebiliyordu.

“Seninle gerçekten eğleneceğim,” dedi Ganash, gözlerinde ellerini sabırsızca birbirine sürten birinin aç bakışları vardı. “Bir cadıya göre çok cesur duruyorsun. Bunu sevdim.”

“Sense bir meleğe göre... Tüh! Melekler zaten o kadar iğrençler ki sana diyecek farklı bir şey bulamadım,” dedi sahte bir üzüntüyle. Bu sırada bir kez daha büyü yapmayı denedi. Kahrolası güçleri nereye gitmişti?

Ganash dudaklarına yerleşen güzel kıvrımla birlikte, “Hayatım, bu yaptığın kaçıncı büyü?” diye sordu. Danika irkildi ve yakalandığı için ağzının içerisinde küfrettikten sonra konuştu.

“Ellerimi çözecek kadar kibar olmadığın için bunu kendi başıma halletmeye çalışıyorum.”

Melek sırıttı ve kadına doğru bir adım attı. “Boşuna çabalara girmek yerine bana sorabilirdin.”

Danika aralarında kalan iki adımlık mesafe yüzünden korkudan kalbinin ritmini şaşırdığını belli etmemeye çalışırken, “Ellerimi çözer misin?” diye çabucak sordu.

“Hayır,” dedi melek. Bir adım daha attı. “Nedenini de bilmek ister misin?”

Danika gerildiğini maskelemek için çabaladığı sırada, “Ah, hadi ama... benden bu kadar korkmamalısın,” diye takıldı. İşin aslı orada yaşadığı gerginlik yüzünden yüzyıllarca hayatta kalmış bir mermer heykele dönmek üzereydi.

Ganash hâlâ gülüyor olsa da yüzündeki sevimli ifadeyi bozan mavi gözleri şeytani bir bakışla doluydu. “Çünkü bu pozisyondayken bedenin tam istediğim şekilde karşımda duruyor cadı,” dedi dilini üst dudağının üzerinde kaydırarak. “Savunmasızsın. Sana ne istersem onu yapabilirim ve sen hiçbir karşılık veremezsin.”

Melek o son adımı da attığında Danika onu ve yılanı birkaç karış uzağında görmeye tahammül edemiyormuş gibi gözlerini yummaktan kendini zor aldı. Beceriksizce gülümsemeye çalışırken, “Eğer karşılık veremeyeceksem ne anlamı kalacak ki?” diye sordu.

Ganash tıpkı kusursuzca oyulmuş mermer gibi ışığın altında adeta parıldayan tenini hafifçe gerdi ve az önce yılanı okşadığı elini yeniden hareketlendirip Danika’nın çenesine dokundu. Onu etkisiz hâle getirmek için üzerine boca ettiği iksirin zehri teninin bazı kısımlarını yakmış ve etinin kabarmasına neden olmuştu. Kadının kafasını yukarıya kaldırıp sanki tezgâhtan meyve seçer gibi gözlerini yüzünün her tarafında gezdirdikten sonra, “Bana karşılık vermek ister miydin cadı?” dedi bir anda arzu frekansına geçen sesiyle.

“Eğer izin verirsen,” dedi genç kadın korku ve gerginlik yüzünden soluk soluğa kalmış şekilde. “...sana karşılık veririm.”

Ganash, “Ağzını arala bakalım,” diyerek baş parmağını kadının dudaklarına bastırdı. “Yala,” diye buyurdu daha sonra. “Ne kadar becerikli olduğunu gösterirsen önümde dizlerinin üzerine çökmene izin verebilirim. Ağzını doldurmak hoşuma gider.”

Danika dudaklarının arasına sızan iri parmak sanki boğazının derinliklerine değmiş ve onu kusmaya itmiş gibi midesini dolduran bulantıyla savaşırken sürdürdüğü oyunu bir anda sonlandırdı ve adamın parmağını tüm gücüyle ısırdı. Keşke vampir dişlerim olsaydı, diye zihninden geçirdiği sırada birden Leo’nun yüzünün gözlerinin önünde belirmesiyle tüm dengesi şaştı. Ganash acıyla hırlayıp diğer eliyle kadının çenesini öyle kuvvetli sıktı ki Danika uğradığı dengesizlikle sıkılı dişlerinin çözülmesine engel olamadı. Gözlerinin önünde hâlâ Leo’nun sırıtan yüzü asılıydı ta ki Ganash’ın sert tokadı yanağında patlayana kadar.

“Beni kandırabileceğini mi sandın? Senin ucuz numaralarını daha önce kaç kişi denedi biliyor musun cadı?” Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Her şeyden önce senin yalancılardan ve numaracılardan asla hoşlanmadığımı bilmen gerekiyor. Acemiliğine mi vermeliyim? Asla. Cezasını ödeyeceksin.”

Danika ağzına dolan kanı kafasına yana doğru eğerek yere tükürdü. Ardından maskelediği öfkesini ve nefretini yüzüne yansıttı. Bileklerini saran zincirlere tüm gücüyle asılıp, “Yemin ederim ki seni öldüreceğim,” diye bağırdı. “Beni yakaladığın anda öldürmediğin için çok pişman olacaksın melek!”

Ganash onun sinirlerini biraz daha bozmak istercesine kafasını salladı. “Hep aynı sözler,” dedi alayla. “Bunu kimse başaramadı, sen mi başaracaksın?”

“Beni küçük görmeyi de sana ödeteceğim!”

“Güzel. Önümde domaldığın anlarda seni öldüresiye becerirken de bunları aklından geçirmeyi unutma. Çünkü öfke ve nefretten aldığım zevkin tadı hiçbirinde yok.”

Danika gözü dönmüş bir şekilde, “Sikik orospu çocuğu-” diye başlamıştı ki Ganash’ın boynuna tıpkı bir atkı gibi dolanmış olan kara yılan, bu hakaretlere sabır göstermeyeceğini belli edercesine ağzını olabildiğince açarak zehirli dişlerini öne çıkartıp ileriye doğru atıldı ve Danika’yla arasında bir santim kala durdu. Genç kadın burnunun ucundaki zehirli yılanın tehditkâr duruşuyla birlikte söyleyeceği tüm sözleri unuturken gürültüyle yutkundu. Kahretsin ki altını ıslatmanın kıyısındaydı.

“Ne diyordun tatlım? Birden sesin kesildi,” dedi melek keyifle. Avıyla eğlendiğini saklamıyordu. O, avının korkusuyla beslenen, nefretiyle haz duyan bir adamdı.

Danika kendine mıhlı olan dikey elips şekildeki tehlikeli ince gözlere nefes bile almadan bakarken şakaklarından kayan terlerin farkında değildi. Yılan her an hançer kadar sivri duran dişlerini tenine geçirecekmiş gibi durduğu için en ufak harekette bile bulunmuyordu.

“Şşş... Hisham, benim kara elmasım, sakinleş,” dedi Ganash tatlı bir sesle. Diğer elinin parmakları hayvanın parlak derisinde gezinerek onu yatıştırmanın peşindeydi. “Avımızı yeterince korkuttun. Senden korkuyor, bu kadarı ona yeterli.” Kıkırdadı. “Aksi hâlde ürkek kalbi patlayacak.”

Kara yılan sanki uyarırcasına tısladı, çatallı dili Danika’nın yüzüne değerek onu tepeden tırnağa ürküttükten sonra birden geriye çekildi ve sahibinin omzundaki yerine geri dönüp düşman bakışlarını avın üzerinde tutmaya devam etti. Danika ancak rahat bir soluk verirken Ganash, “Şimdi,” dedi kelimeyi uzatarak ve eliyle kadını işaret etti. “Seni dinliyorum.”

“Ne duymak istiyorsun? Daha çok küfür mü?”

Melek, kara yılanın pullu derisinden çektiği parmaklarının tersini Danika'nın boynuna değdirdi. Kadının geri çekilmek adına kıpırdanmasını umursamadan parmaklarını çıplak teninde kaydırırken, “Avlarımın ağzını bağlamaktan hoşlanmam, seslerinin çıkmasını tercih ederim ve aynı zamanda seslerinin kesileceği şekilde onlara davranırım,” dedi sır veriyormuş gibi kısık sesle konuşarak. Parmaklarını biraz daha kaydırıp kadının sol göğsünün üzerine doğru ilerletti. “Bu anlarının tadını çıkartmaya devam edebilirsin ama çok kısa süre sonra tek yapacağın çığlık atmak olarak.”

Danika adamın karşısında çırılçıplak kalan bedenini saklama dürtüsüyle kıvrandı ve tenine değen parmaklarının ardında bıraktığı soğuk hisle savaşmaya çalıştı. Daha önce de hayatından geçip giden birkaç kişinin yanında çırılçıplak kaldığı olmuştu ama hiçbirinde şu anki kadar rahatsız hissetmemiş, midesi bulanmamıştı. Dudaklarını iğrentiyle ekşitmekten kendini alamayıp, “Tek bildiğin şey bu değil mi? Sapkın dürtülerinin esiri olmuşsun melek, tıpkı bir köle gibi,” dedi.

“Ama zincirler senin bedenine sarılı. Bence sen daha çok köleye benziyorsun. Bense sınırları zorlamayı seven biriyim sadece.”

Ganash, kadının minik bir tomurcuğu andıran meme ucuna hafifçe parmaklarını sürterek geçti, Danika içine sert bir soluk çekti. Sanki ona biraz daha eziyet etmek istercesine bu kez işaret parmağının tırnağıyla kadının koyu bir halka şeklindeki meme ucunun etrafında ağır hareketlerle daire çizmeye başladı. Cadının bedeni istemsizce bu uyarana tepki verdiğinde meme ucu belirginleşmeye başlamıştı ve Danika onu oradan kesip atacak kadar kendine öfkelenmişti.

“Sen iğrenç pisliğin tekisin!”

Güldü ve parmağını kadının üzerinden çekip ellerini pantolonunun ceplerine tıktı. Bir baş belasıyla uğraşıyormuş gibi hafifçe kafasını iki yana sallarken aynı gülümseme dudaklarında asılı hâlde, “Seni dinliyorum,” dedi yeniden. İşte bu net bir uyarıydı. Her ne kadar yakışıklı yüzünde çekici bir sırıtış asılı olsa da altında yatan ölümcül tehdit ortadaydı ve Danika bunu ayırt edecek kadar akıllıydı.

“Neyi bilmek istiyorsun?”

“Zindanımın derinliklerinde ne aradığını anlatmakla başlayabilirsin.”

Ganash ağır adımlarla Danika’nın etrafında yürümeye başladığında kadın biraz daha gerildi, saç dipleri terledi ve endişeyle yanağının içini dişledi. Ona buraya bir asil meleğin öncülüğünde geldiğini ve oyuncak ettiği kurdu kaçırmaya niyetli olduklarını elbette söylemeyecekti. Başına neler gelebileceği düşünmeden kendisini feda etmiş olsa da seçtiği bu yolu sonuna kadar yürüyecekti. Ölmek onu korkutuyordu ama arkadaşı için bunu göze almıştı.

“Bu gece biraz içtim tamam mı? O yerin altındaki lağıma düşmüşüm, nasıl olduğunu bile anlamadım. Çıkmak için elimden geleni yaptım işte. Sonra da beni yakaladın.”

“Bir bakalım doğru mu anlamışım? Meleklerin şehrindesin ve sokaklarında öylece dolaşırken zindanlarıma çıkan tünele düşüyorsun. Üstelik o tüneli sorunsuzca geçip içeriye kadar girebiliyorsun, öyle mi?”

Danika üşümeye başladığını hissetti. Gerginlik, tıpkı arkasında duran ve soğuk nefesini ensesine üfleyen bir zebani gibiydi. Aslında bahsettiği zebani Ganash’ın ta kendisi de olabilirdi, çünkü şu anda tam da arkasında duruyordu. “Evet, aynen öyle. Tüm hikâye bu. Sarhoş olmasam sence o bok çukuruna girer miydim?”

Ganash çevik bir hareketle Danika’nın arkasından sokulup onu sertçe tutarak kendisine doğru çekti. Bedenleri büsbütün bir hâle gelirken yılan tısladı ve kadın kurtulmak için çırpındı. “Ah, güzelim, zaten ayık kafayla şehrime geleceğini hiç sanmıyorum,” dedi melek, cadının çıplak karnına ellerini yerleştirip onu tamamen kafeslerken. Sonra kulağına doğru eğildi. “Ya gerçekten sarhoşsun ya da aptalın tekisin.”

Danika dişlerini sıkarak kendisini sakin olmaya zorladı. Şu anda tek yapmak istediği deli gibi çırpınmak ve çığlık atmak olsa da bunun işe yaramayacağını ne yazık ki bildiği için soğukkanlılığını korumak zorundaydı. Adamın mide bulandırıcı yakınlığını göz ardı etmeye çalışarak hızlı hızlı konuştu.

“Zaten yeterince zeki olsaydım büyü yapmazdım, değil mi? Kendimi ele vermeyi isteyecek kadar delirmedim.”

“Değil mi?” diye tekrar etti. “Ama biliyor musun, buna hiç inanmadım cadı.”

“Sana doğruluğunu göstermem fazla vaktimi almaz ama bunun için ellerimi çözmelisin.”

“Büyü yapmana izin verecek kadar delirmedim. Bu zincirler çok özel şekilde dövüldü. Senin gibi yaramazlıklara kalkışan cadıları etkisiz birer kedi yavrusuna çevirmekte üstlerine yok. Ancak eğer zincirlerden hoşlanmadıysan Verald otunu yeniden kullanabilirim. Ama seni etkisiz kılmak için gerektiğinden fazla kullanmam gerekir ve bu da her yanının yanıklarla dolmasına sebep olur. İster misin?”

Danika ellerinin üzerindeki ve boynunun bir kısmındaki kabarıkların acısını hâlâ hissediyordu. Sadece birkaç damlası bile felç geçiriyormuş gibi hissetmesine neden olmuş, acıdan bayılacak kadar kendini kaybetmesini sağlamıştı. Ürkek bir hareketle kafasını hızlı hızlı iki yana sallarken önüne bırakılan seçeneklerin berbatlığı karşısında midesine saplanan ağrıyla ayak parmak uçlarını sıktı.

“Güzel,” dedi Ganash memnuniyetle. Elleri kadının bacaklarına doğru kaydı ve büyük avuçlarıyla tenini tıpkı bir yorgan gibi örttü. “Teninin lekelerle dolmasını istemem,” dedikten sonra omuz silkti. “En azından şimdilik.”

“Bana ne yapacaksın?” diye sordu Danika sertçe yutkunduğu sırada. “Şu anda resmen beni taciz ediyorsun. Bu boktan şehirde hiç kanun yok mu? Adalet talep ediyorum.”

Ganash aniden kadının kalçasına sıkı bir şaplak geçirdi, Danika’nın nefesi kesildi ve dudaklarından minik bir çığlık döküldü. “Atlantis’in karanlık zindanlarından sorumlu olan asil melek benim,” dedi bu kez vurduğu yeri masaj yaparcasına okşayarak. “Bu ne anlama geliyor biliyor musun? Burada tüm kuralları benim koyduğum anlamına geliyor. Eğer bir adalet arıyorsan onu sana verecek olan benim ve bilmen gereken diğer şeyse; şehrime kaçak yollarla giren cadılardan hiç haz etmediğim.”

“O yüzden mi beni okşuyorsun?” dedi Danika dişlerinin arasından. “Çek şu pis toynaklarını üzerimden!”

Ganash kafasını geriye atarak kahkahasını serbest bıraktı. “Güzel bir tanışmamız olsun istemiştim. Sanırım oldu. Şimdi de...” derken bu kez tırnaklarını geçirerek kadının kalçalarını kavradı. “...seni asıl Ganash ile tanıştıracağım ve o andan sonra adımı duyduğunda tek yapacağın korkudan titremek ve dua etmek olacak.” Burnunu kadının kısa saçlarının arasına gezdirip kokusunu ciğerlerine doldurdu. “Sadece ayak seslerimi duymak bile kalbinin deli gibi atmasına neden olacak. Şu anda olduğundan biraz daha şiddetli şekilde.”

“Ah, dostum, sen cidden bir kaçıksın. Senden korkmuyorum. Beni hemen şimdi öldürebilirsin.”

Yılan tısladı. “Bu kadar kolay kurtulmayı hak etmiyorsun cadı. Henüz senden neyin peşinde olduğunu bile öğrenmedim.”

“Sana ne olduğunu anlattım. O çukura yanlışlıkla düştüm, bu yüzden beni zincirlemeye hakkın bile yok.”

“Ah, benim aptal kölem,” dedi melek kafasını hafifçe iki yana sallarken. “Sana aynı soruyu bir daha sormayacağım. Durmam için istediğim cevapları teker teker ortaya dökeceksin ama sana bir sır vereyim mi?” Kulağına doğru eğilip kısık sesle devamını getirdi. “Durmak isteyeceğimi hiç sanmıyorum.”

Danika dilinin ucuna dizilen küfürleri etrafa saçmak için derin bir soluk almıştı ki yılanın ürpertici tıslamasını işitti. Kara yılan kulağının hemen dibindeydi. Genç kadın nefes almayı bile bırakırken yılan usulca havada kayarak çıplak omzuna değdi ve Danika görünmez tuşuna basılmış gibi çırpınmaya başladı. Zincirleri çekiştirip arkasındaki iri bedeninin sahibini itmeye çalıştı.

“Uzak tut onu benden! Onu benden uzak tut seni kaçık piç kurusu!”

Ganash keyifliydi. “Hisham seninle oynamak istiyorsa yerinde olsam onu geri çevirmezdim.”

Kara yılan, sahibini onaylamak istercesine kadını uyarır gibi ağzını olabildiğince açarak tısladı. Danika daha çok çırpındı ve küfürler yağdırdı. Pekâlâ, artık korku tamamen onu ele geçirmiş hâldeydi ve ne yaparsa yapsın bulunduğu durumdan kurtulamıyor olmak onu delirtmeye başlamıştı. Yılan soğuk tenini Danika’nın bedenine sürterek vücudunun bir kısmını daha onun üzerine yığdı. Genç kadın kusmamak için kendisini kasmak zorunda kalırken yılanın değdiği noktaları donduran soğukluğu yüzünden içi titremişti.

“Göster marifetlerini benim kudretli yılanım,” dedi Ganash hafifçe geriye çekilip önünde sergilenen gösteriyi şeytanların dans ettiği gözleriyle takip ettiği sırada. Kara yılan, cadının tüm itiraz çığlıklarına ve kurtulma çabalarına rağmen ağır ağır onun bedenine dolandı ve ilk olarak boynunun etrafında dönerek onu sanki bir saniye sonra boğacakmış gibi sıktı. Danika daha çok çıldırıp bağırdı. Yılan, kadının çıplak göğsünden aşağıya doğru kaydı. Gittiği yön Danika’yı dehşete düşürdüğünde nihayet küfürlerine ara verip birkaç saniye donakalmış şekilde bekledi. Yılan, kasıklarına doğru ilerliyordu.

Danika dehşetle çığlık atıp, “Onu durdur! Sikik piç kurusu melek, hayvanını durdur! Lütfen... lütfen durdur! Tanrım! DURDUR ŞUNU!” diye haykırdı.

“Yalvarmayı bile beceremiyorsun,” dedi melek kıkırdarken.

“Siktir! Durdur onu!”

Ganash çıkan gürültüye artık sabredemiyormuş gibi birden Danika’nın saçlarını eline doladığında onlara tüm gücüyle asılmaktan geri kalmadı. Kadın, boynuna tıpkı bir medikal boyunluk gibi dolanmış olan yılan yüzünden kafasını doğru düzgün hareket ettiremezken üstüne bir de saçlarına asılınmış olması karşısında tamamen hareketsiz kalmıştı.

“Yılanım seninle oynamak istiyorsa oynayacak! Kıpırdama! Yoksa seni asla kıpırdayamayacağın şekilde zincirlerim ve uzuvlarının deforme olup kopma noktasına gelmesi umurumda bile olmaz.”

Danika aldığı yeni tehditle kıpırdayamaz hâle geldi. Öylece yılanın teninde kaymasına izin vermek çaresizlikten gözlerinin yaşarmasına neden olurken ellerini saran zincirlere sıkı sıkı tutundu. Yılan tam kasıklarının üzerindeydi ve bedeninin neredeyse tamamını Danika’nın bedenine taşımıştı. Genç kadın istemediğini belli edercesine kafasını olabildiğince iki yana sallarken yılan bacaklarının arasındaki hâlihazırdaki çıplaklığa doğru sokuldu. Tüm bedeni bir daha asla hareket edemeyeceği şekilde kasılırken o kadar şiddetli nefes alıp veriyordu ki göğsü körükten farksızdı.

Sonra birden kapı açıldı.

Yılan aniden çıkagelen misafire nefretini kusarcasına hafifçe kapıya doğru atılıp öfkeyle tısladı. Gelen soy bağı olmayan bir başka asil melekti. “Kardeşim, bilmen gerekenler var,” diyerek odaya girdiğinde gözlerinin önüne serilen görüntü onu rahatsız etmedi, aksine kadın şu an için önemsemediği bir ayrıntıydı.

“Ne oldu Dalen? Anlat.”

“Biri zindanımıza girip köpeği kaçırdı.”

Ganash öfkeyle omuzlarını gerip kadının saçlarını serbest bıraktı ve ondan ayrıldı. İçeriye giren diğer adama doğru adımlarken, “Kim buna cesaret edebilir?” diye sordu.

Dalen tüm ciddiyetine rağmen hafifçe sırıttı. “Kim olduğunu duyduğunda suratının gireceği şekli cidden merak ediyorum.”

“Ah, kesin hoşlanmayacağım bir isim. Söyle, Dalen, kim?”

“Adrian.”

“Adrian?”

“Evet, o Adrian, Ganash. Şehri ve ailemizi terk eden şu şımarık asil melek.”

“Şeytan mı?” dedi şaşkınlıkla. “Bak sen... işte bu hiç beklenmedik bir şeydi.” Ardından topuklarının üzerinde dönüp Danika’ya baktı. Kadın göz göze gelmemek için elinden geleni yapıyordu. Dalen de kardeşinin hemen yanına kadar geldiğinde artık onun gözleri de kadının üzerindeydi.

“Onunla bir ilgisi olabilir mi?”

Ganash şeytanice dudağının kenarını eğriltti. “Öğrenmek için önümüzde uzun bir zaman var.”

“Peki... Eşlik etmemde sakınca var mı?”

“Ah, kardeşim, sormana bile gerek yok. Yeni oyuncağımızla biraz eğlenelim, eminim karşılığında güzel cevaplar alacağız.”

Danika öyle gürültülü yutkundu ki çıkarttığı ses kulaklarını bir an için sağır etmeye yetmişti. Üzerine doğru gelen iki ölümcül melek ve bedenine dolanmış zehirli kara yılanın karşısında hiç şansı yoktu. Ganash haklıydı. Korkudan titriyordu ve tek yapabildiği kurtulabilmek için dua etmekti.

Açık pencereden içeriye dolan rüzgâr sertleşti.

Mumlardan biri rüzgârla savaşacak gücünü yitirerek söndü.

Cadının acı çığlıkları odanın duvarlarında yankılandı.

×××

Tatlı kuş cıvıltılarını duyuyordum. Bana ailemle birlikte hafta sonları gittiğimiz piknikleri anımsatmıştı. Erkek kardeşimle beraber kırlarda koşup eğlendiğimiz anlara ait gülüşmeler, şen çığlıklar hâlâ zihnimin bir odasında saklıydı ve ben o odanın önündeydim. İçerisinde bulunan anılar artık geçmişe aitti, yenileri yoktu, olmayacaktı.

Birden odanın kapısı kapandı, zihnimin derinden sarsıldığını hissettim. Beni karanlığa hapsetmiş olan göz kapaklarım hafifçe kıpırdandı. Neredeydim ya da ne hâldeydim bilmiyordum. Bir yerde yatar durumda olduğumu kavramam bile uzun sürmüştü. Başımda sinsi bir ağrı vardı ve düşünmek işkence gibiydi. Yorgun hissediyordum, sanki büyük bir savaştan çıkmış gibi kılımı kıpırdatacak güce bile sahip değildim.

Aynı zamanda güç damarlarımda tıpkı taşmaya hazırlanan bir volkan gibi fokurduyordu.

Göz kapaklarım hızla birbirinden ayrıldığında, sanki bu anı uzun süredir sabırsızlıkla bekliyorlarmış gibi tavanla arama giren tanıdık iki yüz vardı. Esta ve Tyler'ın bana odaklı olan endişeli ve meraklı bakışları gözlerimle buluştuğunda orada her ne gördülerse irkilerek geri çekildiler. Esta’nın, “Siktir, işte başlıyoruz. Bu bakışı biliyorum,” deyişi kulaklarıma çalındığı sırada sızlayan bedenime rağmen aniden doğruldum ve bunu yaparken hiç zorlanmadım. Oturur hâle geldiğimde Nadial bulunduğumuz çadırın içerisine yenice giriyordu ve Arugan ise girişin hemen orada hazırda beklerken kollarını göğsünde bağlamış şekilde dik dik bana bakıyordu. Beni uyanık bulmak Nadial’ı duraksattı. Şamanı bile gerdiğimi hissedebiliyordum. Dışarıdan birkaç kurdun uluduğunu duydum. Sanırım şu anda Geinna’daydım; kurtların ininde.

Gözlerim rahatsız edecek şekilde Nadial’ın üzerine saplıyken çadırın ortasında bulunan ateşteki közler aniden canlanarak alevler çıkartmaya başladı, güçlü çatırdamalarını duydum. Közlerin üzerine bırakılmış kazanın içerisinde her ne varsa çıkarttığı fokurdama sesleriyle etrafa sinen gerginliği iyice arttırdı. Aynı esnada tıpkı bir robot gibi sert ve keskin bir hareketle doğruldum. Vücudum biraz sonra büyük bir yıkımı başlatacakmışçasına dik ve saldırgan duruyordu.

Güç, saldırmamı emrediyordu.

Güç, bana ilk kez açıkça buyuruyordu ve itaat bekliyordu.

Parmak uçlarıma doluşan enerjiyle birlikte ellerimi hareket ettirerek kendimi gevşetmeye çalıştım. Şu an için mantıklı düşünmem imkânsız gibi bir şeydi. Tek istediğim yıkımdı. Her yeri ve herkesi yok etmeyi arzuluyordum.

Nadial, onu ilk gördüğümdeki gibi uzun tüylerin ve bin bir çeşit boncuğun bulunduğu başlığını takıyordu. Sarıya çalan gözleri bekleyişteydi ve sanırım anlayış taşıyordu. Yine de değişik sembollerin çizili olduğu çehresi gergindi. Boyuna taktığı çeşit çeşit kolyelerin iplerini sıkıp onu onlarla boğmayı arzuladığımı bilse hâlâ karşımda aynı şekilde sabit durabilir miydi düşünmeden edemiyordum. Çünkü yaşadığım şeyleri tartıya koyduğumda suçlu gördüğüm ilk kişi bana şifa vereceğini zırvalayan bu kahrolası şamandı.

Aklını kaçırmış bir deli gibi tehlikeli bir gülümseme dudaklarıma konarken, “Sen öldün,” dedim sanki güzel bir şey söylüyormuş edasıyla. Arugan yine sadece bacak arasını örtecek kadar giyinikti ve belindeki kemere tıkıştırdığı hançeri hızla çekmişti. Nadial onu durdurmak istercesine elini adamın önüne doğru uzatırken gülümsemem biraz daha tehlike kazandı ve elim birden havalandı. Şaman tıpkı bir bez bebek gibi yerden yükseldiğinde boğazındaki görünmez ipten kurtulmak istercesine çırpınmaya başladı.

“Onu hemen durdurun yoksa-”

Diğer elim de aniden havalandığında Arugan’ın cümlesi yarıda kesildi ve o da artık havadaydı. Ayaklarını çırpıyordu ve bir damla nefes alabilmek için ağzını açıp açıp duruyordu. İkisinin çıkarttığı boğuk sesler içimde taşıdığım karanlık gücü memnun ederken Tyler’ın, “Onu nasıl durdurabiliriz? Esta, bir şeyler düşün!” deyişini işittim. Esta oralı bile değildi. Kollarını göğsünün hemen altında bağlamış sergilediğim şovu keyifle izlemekteydi.

“Boş versene, ikisini de sevmemiştim.” Omuz silkti. “Geberip gitmeleri umurumda bile değil.”

“Saçmalama! Dışarıda milyon tane kurt var, hepsi bize saldırır! Aklını mı kaçırdın?”

“Bu kadar ödlek olma,” derken gözlerini devirdi. “Onların sivri dişleri varsa senin de kanatların var. Yani... arkana bakmadan kaçabilirsin ve bunu görmezden gelebilirim.”

“Siktir, Esta, gerçekten! Konu bu değil, onların değer verdiklerini öldürüp öylece gidemezsin. Bir ordu gibi peşinden gelip izini sürer ve seni avlarlar. Sikik kanatlarının olması hiçbir işe yaramaz.”

“Biliyor musun? Tüm keyifli anlarımın içine etmenden hiç hoşlanmıyorum. Böyle yapmaya devam et ve senden neden ayrıldığımı asla unutmamamı sağla, tamam mı?”

“Ne? Ne yani benden bu yüzden mi ayrıldın?”

Tyler’ın bir anda tek önem verdiği nokta bu soru olduğunda eğer normal bir anda olsaydım şaşkın suratındaki ifadeye gülebilirdim ama şu anda pek de normal değildim. Onlara bakmadığım hâlde her hareketlerini kafamın içerisinde görebiliyordum. Sanki etrafta yüzlerce kamera vardı ve hepsinin kablosu zihnime uzanıyordu. Parmaklarım pençe şeklini alıp iyice kısıldığı sırada kurbanlarımın gözleri irileşti, çünkü boyunlarına doladığım görünmez iplerin sıkılığını arttırmıştım. Çadırın etrafını bir çember gibi sarmış olan diğer kurtlardan yükselen hırıltılar beni eğlendirmekten ileriye gitmiyordu. Sanki bir sürü değil on sürü gelse hepsini dağıtacakmış kadar güçlü hissediyordum.

“Cadı,” diye seslendi derinden gelen tanıdık bir ses. “Karanlığa bu kadar kolay mı teslim olacaksın?”

Kaşlarım çatıldı. O sesi benden başkasının duymadığına emindim, ses zihnimin içerisindeydi. Duraksamamı hissetmiş gibi, “Eğer ipleri ona bırakırsan bir daha geri alamayacaksın,” diye devam etti. “Hiçleşmek mi istiyorsun?”

Sürdürdüğüm eylemi durdurmak adına tırnaklarımı avuçlarıma bastırarak kendimi dizginlemeye çalıştım. Gözlerimi kapattım ve derin bir soluk aldım. Vücudumu ateş yumağına dönmüşçesine yakan his yavaşça sönmeye başladı. Güç, bir yılanın dilini geriye çekmesi gibi ardında içimi ürpertecek bir soğukluk bırakarak duruldu. Bir şeyin yere düştüğünü işittim ve gözlerimi açtığımda Nadial ile Arugan’ı yere kapaklanmış nefeslerini düzene sokmaya çalışırken gördüm. Ardından ben de olduğum yerde sendeledim, vücudumdaki yorgunluk yeniden beni ele geçirdi. Esta imdadıma yetişircesine iki adımda yanımda bitip kolunu belime dolarken, “Güzel gösteriydi,” diye belirtmeyi ihmal etmedi. “Sonunun daha bitirici olmasını ummuştum ama neyse... İyi misin?”

Kafamı yavaşça iki yana salladım, anladığını belli edercesine belimi sıkıp, “Her şeyi yoluna koyacağız, tamam mı?” diye mırıldandı.

Ona buna inanmak istercesine baktım. Kalbimde tuhaf bir ağrı vardı ve bunun son bulması için ortaya atılacak her türlü yalana ve umuda kolayca kanabilirdim. Arugan hâlâ boğazını sıvazlayıp dururken aniden, “Kardeşim!” bağırdığında irkilmekten kendimi alamadım. Sesindeki endişeyi hissetmemenin imkânı yoktu. Düştüğü yerden tökezleyerek kalkıp çadırın diğer tarafına doğru koştu ve ancak o an Youla’nın da orada olduğunu fark edebildim. Yere serilmiş döşekte tıpkı bir ölü gibi yatıyordu. Örtünün dışında kalan vücudundaki yaraların üzerine lapa benzeri bir şey sürülmüştü, sanırım şifalı bir kür olmalıydı.

Arugan koca cüssesiyle etrafa zarar vermeden hareket dahi edemeyecekmiş gibi görünürken Youla’nın yanında diz çöküp kadının cılız elini avucuna aldığında gözüme oldukça güçsüz ve bitik görünmüştü. Genç kadının yastığın üzerine düşmüş saçlarını diğer eliyle okşarken, “Elini oynattı, Nadial, gördüm,” diye sayıkladı. “Uyanıyor mu? Söylesene, uyanacak mı?”

“Uyanacak,” dedim yavaşça. Nadial ise düştüğü yerden doğrulurken bana kısa bir bakış atmaktan ileriye gidemedi.

Arugan, “Sana mı sordum?” diye çıkıştı. Yerdeki kadına bakarken yumuşacık olan gözleri bana döndüğünde yeniden öfkeyle kuşanmıştı. “Onun başına ne geldiyse hepsi senin takıldığın o şeytan ve onun iğrenç ailesi yüzünden!”

“Eğer ona bir daha şeytan dersen-”

“Aptal cadı! O meleğin sana değer verdiğini mi sanıyorsun? Kendi ailesini parçaladı, var olmasını sağlayan babasını öldürdü! Sonra da onlara sırtını dönüp gitti. Kendisini var eden her şeyi terk etmiş bir şeytana dönmüş birisi o! Bak, şimdi de seni terk etti!”

Dişlerimi sıktım. Esta, “Orada dur bakalım, Adrian onu terk etmedi. Şamanınızın yaptığı sikik zehrin şifasını alabilmesi için kendisini feda etti!” diye kızdı.

“Ne fedakarlık ama! Yeryüzündeki en güzel kadının yatağına geri döndü. Eminim bunu yaptığı için canı yanıyordur,” derken alayla güldü. “Günün sonunda sadece siz hayal kırıklığına uğrayacaksınız.”

Arugan bana sert bir tekme savursa bu kadar canım yanmazdı. Sözleri birer kıymık hâlini alıp göğsüme saplandığında kaburgalarımın altındaki kalbim bulunduğu alana sığamıyormuş gibi kıvrandı. Karşımdaki adam beni kızdırmaktan korkmuyordu. Az önce onu öldürmenin kıyısına getirmiş olmam umurunda bile değildi. Bana meydan okurcasına bakıyordu; sanki ne yaparsam yapayım ona bundan fazla acı veremezmişim gibi. Ona karşılık bense tamamen ışığını kaybetmiş hâldeydim. Hayat bana küsmüşçesine tüm ışıltısını benden saklamıştı ve bana bakanlar acıdan başka bir şey göremeyecekmiş gibiydi.

Nadial yıkıma uğradığımı hissedercesine, “Melek bu cadıyla eş. Ondan başkasının yanında yaşayamaz,” diyerek bana bir kez bile bakmadan yanımdan geçip Youla’nın başucuna sindi ve kadının alnını kontrol ederek ateşini ölçtü. Sanırım teninin ısısı biraz fazla gelmiş olacak ki kalkıp bir köşede hazırda duran kasedeki suyu ve bezleri alarak yeniden az önceki yerine döndü.

“Pekâlâ, tamam, şimdi bize ne yapabileceğini söyle şaman,” dedi Esta sabırsızca.

Nadial kasenin içerisinde ıslattığı bezi sıkarak genç kadının alnına yerleştirirken, “Anlaşmamız bitti, artık gidebilirsiniz,” dedi.

“Ne demek gidebilirsiniz? Her şeyi mahvettikten sonra bir de bizi kovuyor musun?” dedi Tyler, öfkelendiğini saklamıyordu ya da her zaman yaptığını yapıp ortalığı yumuşatmayı denemiyordu. Sanki artık onun bile sabrı kalmamıştı.

“Her şeyi mahveden ben miyim yoksa yanınızda duran o melez mi?” dedi yine bize bakmayıp Youla’yla ilgilendiği sırada. “Uğursuzluğunu gittiği her yere götürüyor. Zamanla bastığı toprağı bile kurutacak. Onun dost olduğunu sanıyorsunuz ama düşman olduğunu öğreneceksiniz.”

“Sen doğuştan zehirlisin,” dedi aynı ses zihnimin içerisinde. Bu Youla’ydı.

Nadial, “Artık gidin, burada istenmiyorsunuz. Eğer kalmakta ısrar ederseniz bunu saldırı olarak sayacağım,” diye devam etti.

“Onu yaşadığı tüm aşağılanmadan kurtarıp buraya getirmiş olmamızın karşılığı bu mu?” diye bağırdı Esta birden hiddetlenerek. Şamanın üzerine yürür gibi ileri çıktığında beni bırakmıştı. “Bu zavallı kızı kurtarabilmek için iki kişi kendisini feda etti!”

“İkisi de bunu Youla için yapmadı, kimi kandırmaya çalışıyorsun iblis?” dedi Nadial buna kızmışçasına. “Eğer Nare tehlikede olmasaydı kılınızı kıpırdatmayacağınızdan eminim. O asil melek başka türlü Atlantis’e asla geri dönmezdi. Ya da siz hiçbir fedakarlıkta bulunmazdınız.”

“Biliyor musun size köpek muamelesi yapıldığı için üzülmeye bile değmezmiş!”

Nadial yeniden ıslattığı bezi sıkarken duraksadı ve sonunda yüzünü Esta’ya doğru çevirdi. “Beni suçlayabilir ya da nefret edebilirsin. İstersen merhametsiz olduğumu düşün ama bu, şartlarını benim belirlediğim ve her şeyimi ortaya serecek kadar büyük bir kumar oynadığım anlaşmaydı. İstediğimi aldım, istediğinizi aldınız; bitti. Söz verdiğim şekilde cadı şifaya kavuştu. Artık gidin ve bir daha şehrimin sınırlarından bile geçmeyin.”

“Her şeyi bombok ettin ve şimdi de kenara çekiliyorsun!”

“Daha fazlasını da yapabilirdim,” dedi şaman geri adım atmaksızın. “Onu ölüme terk edebilirdim,” derken çenesinin ucuyla beni işaret etti. “Günün birinde gerçekten ölmesi gerektiğini sen de anlayacaksın ama o zaman çok geç kalmış olacaksın.”

“O, bizim kurtarıcımız olacak,” dedi Esta. Kendinden emin tavrı beni bile şaşırtmıştı. Aynı konunun daha önce bahsi geçmişti ama böylesine inanarak söyleyeceğini hiç düşünmemiştim.

Nadial gülümsedi. “O, hepimizin kıyameti olacak.”

“Karanlık,” dedi Youla yeniden zihnimin içerisinde. “Sensin.”

“Kafamın içerisinden çık!” diye bağırdım elimde olmadan. Tüm gözler merakla üzerime döndü, bense sadece yerde sere serpe yatan kadına odaklıydım. “Senin benimle derdin ne? Sadece kurtulmanı istemiştim!”

“Minnettarım melez.”

“Seninle konuşuyor mu?” dedi Nadial şaşkınlıkla. Ardından yerdeki genç kadına döndü. “Yüce tanrım, ondan uzak dur kızım, ona bulaşan zarar görür.”

“Benden bir ucubeymişim gibi bahsetmeyi bırak,” dedim aynı öfkeyle. “Senin yüzünden Adrian’ı kaybettim,” derken bunu söylemek bile kalbimin deşilmesine neden oldu. “Sırtıma işlediğin o dövme olmasaydı şu anda neler yapabilirdim hayal edebiliyor musun? Bize dayattığın şey yüzünden onu geride bırakmak zorunda kaldım. Ve sen, seni öldürmediğim için şükretmen gerekirken hâlâ benden iğrenç bir şeyden bahseder gibi bahsediyorsun.”

“O dövme var olduğu sürece arzularının esiri olmadan mantıklı düşünebileceğini sanmıştım ama şu anda görüyorum ki dövme olsun ya da olmasın söz konusu melek olduğunda mantıklı düşünme yetini kaybetmişsin. Senin gibi ölümcül bir güç taşıyan biri için bu çok tehlikeli. Felaketlere sebep olabilirsin.”

“Biliyor musun, hiçbiri umurumda değil. Onu geri istiyorum.”

Şaman bana dümdüz bir bakış attı. “Öyleyse git ve al.”

Ellerimi sıktım. “O kadar kolay olmayacağını biliyorsun.”

“Ah, evet, güzelliğiyle bir azizi bile önünde diz çöktürebilecek güçteki Sharon, meleğine çoktan diz çöktürdü. Üstelik melek omzunda mührü taşıyor, yani seni yok sayması o kadar kolay ki.”

“Sen,” diye tıslayıp bir adım öne çıktım. “Sen tam şeytansın! Tüm bunları planladın mı? Yoksa Sharon’a mı hizmet ediyorsun?”

“Yaptığım tek plan Youla’yı geriye alabilmek içindi ve kusursuzca işe yaradı. Gerisi beni ilgilendirmiyor. Gidin, bu son uyarım.”

“Teşekkür etmeyi bile bilmeyen küstahın tekisin,” dedi Esta öfkeyle.

Arugan hızlı hareket etti, ne ara yerinden fırladığını bile yakalayamamıştım. Üstelik Esta da onun ani saldırısına hazırlıksız yakalanmıştı. Adamın keskin hançerinin ucu Esta’nın boğazına değerken saçlarını çekiştirerek eline dolamayı da ihmal etmemişti. “Size gitmeniz söylendi,” dedi Arugan sıkılı dişlerinin arasından. “Ve siz gitmek yerine burada çene çalmaya devam ediyorsunuz. Çeneni ikiye ayırmak benim için çok kolay, anlıyor musun iblis?”

Tyler savaşmaya hazırlanırcasına birden kanatlarını serbest bıraktığında çadırın dayanıksız örtüsü ortaya serilen kanatların yaydığı rüzgârla savrulup hışırdadı. Koca kanatlar olaya dahil olduğunda çadır artık bize küçük gelmeye başlamıştı ve olay çığırından çıkmak üzereydi. “Tüm uzuvlarını o tuttuğun hançerle küçük parçalara ayırırım,” dedi Tyler. Saldırgandı ve dahası saldırmak üzereydi.

“Kendini asil melek mi sanıyorsun?” dedi Arugan alayla. “Seni parçalamak için tek bir kurt bile yeter.”

Esta, “Ama beni parçalamak için fazlası gerek,” dedikten hemen sonra dirseğini Arugan’ın karnına geçirdi. Bunu yaparken tüm gücünü kullandığını anlamak zor değildi. Arugan aldığı sert darbenin ardından gözlerini öyle çok irileştirmişti ki gözüme fazlasıyla komik görünmüştü. Esta hızlıydı. Acımasız ve sertti. Bir yılan gibi kıvrak hareketle kıvrılıp adamın minicik boşluk anından yararlanarak elinden kurtulmuştu. Devamında geçirdiği hızlı darbelerden sonra hançer artık Esta’nın elindeydi ve bacaklarının arasını tutarak yere diz çökmüş, boğazına dayanan hançer yüzünden kafasını geriye atmak zorunda kalmış olan da Arugan’dı.

“Rakibini asla küçümsememelisin koca oğlan.”

“Senin tüm kemiklerini ezeceğim,” dedi genç adam bulunduğu duruma rağmen dik dik.

“Bense öncesinde senin derini yüzeceğim ve sana söz, kurtçuk, ardından hançeri avucuna bırakacağım. Kullanabilecek misin göreceğiz.”

“Yeter, kesin şunu!” dedi Nadial emredercesine. Çadırın etrafındaki kurtlardan peş peşe ulumalar yükseldi. Şamanın öfkeli gözleri yeniden beni bulduğunda, “Seni ölüme terk etmem gerekirken iyileşmen için kanımdan doğan bir şifa hazırladım. Ölmek üzereydin, Nare, zehir düşündüğümden daha hızlı seni bitirmişti. Şimdi işte sapasağlamsın, söz verdiğim gibi. Artık bitti. Eğer meleği geri istiyorsan gidip onu kendin alacaksın ya da dövmenin yok olmasını bekleyeceksin. Dövme ortadan kalktığında melek ve sen yeniden birbirinize çekileceksiniz. Sana verebileceğim başka çözüm yolu yok,” dedi netçe.

İtiraz etmek için dudaklarım aralansa da birden bundan vazgeçtim, çünkü şaman haklıydı. Ondan bana çare bulmasını ummak hataydı, çareyi kendim bulmak zorundaydım. Bir müddet kadının sarıya çalan gözlerine düz düz bakıp, “Esta,” dedim hançeri Arugan’ın boğazından çekmesini istercesine. “Gidelim.”

“Seni şanslı hergele,” dedi Esta memnuniyetsizce. Hançeri çekmeden önce iyice adamın boğazına bastırıp derisini yaraladı. Kan damlaları ince çizgiler şeklinde adamın boynundan kayarken hançeri çekip Arugan’ın yere değen dizlerinin hemen önüne sapladı. Hançer yerdeki kalın halıyı bile delerek toprağa batmıştı.

Arkamı dönmeden önce son kez çadırın içerisinde gözlerimi gezdirdim ve hedefim Youla’ya döndüğünde duraksadım. Gözleri kapalıydı ama her şeyi duyduğundan emindim. Belki de bizden o kadar nefret ediyordu ki yüzümüzü görmek bile istemediği için hâlâ uyuyor numarası çekiyordu. Ona daha fazla işkence etmemek adına yavaşça arkamı döndüm. Gitmek için hazırdım ama son anda aklıma gelen şeyle birlikte yeniden hızla yüzümü Youla’ya döndüm.

“Neden beni durdurdun?” diye sordum biraz isyan edercesine. “Orada hepsini öldürmek üzereydim. Neden beni etkisiz hâle getirdin? Sen yaptın biliyorum. Ne yaptığını anlamadım ama bir şey yaptın! Bana nedenini söyle.” Bir aydınlanma yaşadım ve bunun hemen ardından öfke yeniden beni ele geçirdi. “Belki de... belki de karışmasaydın Adrian geride kalmak zorunda bile kalmayacaktı!”

Youla nihâyet bir yaşam belirtisi göstererek usulca göz kapaklarını kırpıştırdı ve ardından tıpkı şamanınkilere benzeyen sarımsı gözlerini sonunda açtı. Bedeni hâlâ bir ölünün teni kadar solgun dururken buna tezat capcanlı olan bakışları doğrudan ve sadece bana odaklıydı. Kuru ve kabuklanmış dudakları kıpırdandığında oradaki herkes gibi ne söyleyeceğine kilitlenmiş hâldeydim.

“Seni durdurmasaydım... ölecektin.”

Soğuk bir ürperti sırtımdan kayarak geçti. Onu kurtarmıştım ve o da sanırım kendince beni kurtarmıştı. Daha fazla konuşmaya gerek yokmuşçasına kafamı sallamakla yetindim. Ardından yeniden sırtımı döndüm ve bu kez durmadan hızlı adımlarla çadırdan çıktım. Esta ve Tyler da peşimdeydi. Çıkmamla birlikte hırlayarak geriye çekilip bize alan açma nezaketi gösteren kalabalık sürüye dalgın dalgın bakarken Youla’nın tanıdık sesi yeniden zihnime doluştu.

“Teşekkür ederim.”

Gürültülü bir soluk aldım, ses yine zihnimde canlandı.

“Meleğini geri al. Ancak o, taşıdığın karanlığı söndürebilir.”

×××

“Pekâlâ, bu yaptığımız delilik tamam mı?”

“Sakin ol, zaten uzun süredir bir deli gibi davranmıyor muyuz?”

“Tyler, bu resmen ölüme yürümek. Kahrolası bir pelerinin altında saklanamayız anlamıyor musun?”

“Anlıyorum-”

“Üstelik bu kez yanımızda bir asil melek kartımız da yok.”

“Anlıyorum-”

“Ah, yüce tanrılar! Başka bir kelime bilmez misin sen?”

Arkamda kalan Esta ve Tyler’ın kendi aralarındaki sözüm ona kısık sesli olan tartışmalarını netçe duyabiliyordum. Bu kez itiraz etme eylemini devralan Esta’ydı, temkinli davranmaya çalışıyordu. Onun aksine Tyler ise istediğim yönde tepkiler veriyordu. Tatlı güneş ışıklarının altında cıvıl cıvıl parıldayan denizi izlerken derin bir solukla göğsümü şişirip, “Bana katılmak istemiyorsan bunu anlarım Esta,” dedim yavaşça. İblis nefes almayı bile kesecek derecede duraksadı.

“Dinle cadı, tüm eğlenceyi sana bırakacak değilim. Elbette burada olacağım.”

“Öyleyse lütfen olumsuz konuşmayı sonlandır.”

“Bak Kiara ya da Nare...” Görmesem de yüzünü buruşturduğundan emindim. “Bu kadar çok isminin olmasından nefret ediyorum.”

“Nare,” dedim gözlerimi minik dalgaların üzerinden çekmeden. “Benim adım bu. Kiara diğer dünyada kaldı.”

Esta derin bir soluk alırken birkaç adımla yanıma kadar gelip tıpkı benim gibi denizi izlemeye başladı. “Gerginim,” dedi itiraf edercesine. “Sinirlerim bozuk. Bu sikik şehir sinirlerimi bozuyor.”

“Bize ait olanları aldığımızda burayı terk edeceğiz. Bir daha dönmemek üzere.”

“Buna gerçekten inanıyor musun?”

“Evet.”

“Baksana, sanırım dünya değiştirdikten sonra yaşadıkların yüzünden akıl sağlığında bozulmalar oluşmaya başladı. Etrafına bak, Atlantis’tesin!” derken sona doğru sesi hafif yükselmişti. “Bu boktan şehrin her yanı binlerce melekle dolu ve yetmezmiş gibi bunların bir kısmını da asiller oluşturuyor. Melez olabilirsin ama koca bir şehre karşı hiçsin. Şu anda aptalca davranıyorsun ve seni kendine getirmek için tokatlayabilirim. Ciddiyim. İstemen yeterli. Ya da böyle devam et ve ben de bunu kullanayım.”

“Beni tokatlamana izin vereceğimi sanmıyorum.”

“Öyle mi?” diyerek kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “Üzgünüm ama pek izin bekleyen biri değilimdir.”

Denizin minik dalgaları bulunduğumuz avluyu çevreleyen duvarların eteklerine çarparak iç gıdıklayıcı ritimler çıkartırken, “Kalbim acıyor, Esta,” dedim duruşumun sağlamlığına tezat acıyla.

İblis hafifçe omuzlarını düşürdü, sanırım onu tam yerinden vurmuştum. “Biliyorum,” dedi ağzında yuvarlayarak. “Kalpsiz biri olduğumu düşünebilirsin, böyle düşünmene neden olacak şeyler yapmış olabilirim ama biliyorum işte, tamam mı?”

“Tamam.”

Omzunu omzuma çarparak beni dürtüp hafifçe güldü. “Hey, beni böyle kolayca onaylaman çok sinir bozucu.”

Ben de gülümsemeye çalıştım ama aynı esnada iri bir damla yanağımdan kayarak düştü. “Onu özledim.”

“Sen ciddi misin? Tek yaptığı seninle uğraşmaktı ve bil diye söylüyorum kızım, o herif kendini beğenmişin tekiydi. Ayrıca bu konuda yeryüzündeki kimse onunla yarışamaz.”

Keyfimi yerine getirmeye çalışması hiçbir işe yaramadı, çünkü özlem beni ele geçirmiş durumdaydı. Bu en sevdiğin tatlıyı yapmak için saatlerce uğraşıp, çatalına koyduğun lokmadan tat alamamak gibi bir şeydi. Onsuz hayat tatsızdı.

“Sence şu anda... iyi midir?”

“Ah, elbette. Kuşkun bile olmasın. Herkese kan kusturduğuna bahse girerim.”

Ama hava öylesine güzeldi ki sanki Adrian en mutlu gününü yaşıyormuş gibiydi. Bu dünyaya geldiğimden beridir gökyüzü en mükemmel hâlindeydi ve ben bundan zevk alamıyordum. Güneşi gördükçe kalbimi görünmez bir el avuçlayıp sıkıyordu. Boğazımdaki düğümü rahatlatmak istercesine sertçe yutkunurken, “Söylesene, onu geride bırakalı kaç gün geçti?” diye sordum. Şu anda tam da Adrian’ı bıraktığımız yerdeydik.

“Bugün ikinci gün.”

“Üçüncü gün olmayacak,” dedim kendi kendime. Esta bunu duymuş olsa bile yorum yapmadı. “Onu geri istiyorum.”

“Geri alacaksın da zaten. Melek senin,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Zora başvurmadan önce kolayı seçemez misin? Sadece birkaç gün daha sabretmen gerekecek. Şamanı duydun, dövmeler silindiğinde ölümcül bir istekle birbirinize çekileceksiniz. Altın ay zımbırtısı tamamlandığı gece Adrian sana doğru koşmak için yola çıkacak-”

“Anlamıyorsun, ondan ayrı bir saniye bile geçirmek bana acı veriyor. Bekleyemem Esta,” derken kafamı şiddetle iki yana salladım. “Benden onu Sharon’un yanında bırakmamı nasıl isteyebilirsin? Üstelik Sharon’un onu neden istediğini de biliyorsun.”

“Evet, evet, tamam, şu çocuk yapma olayı,” der demez bunu ağzından kaçırdığına pişman olmuşçasına birkaç saniye suspus kesildikten sonra hızlı hızlı devam etti. “Pekâlâ, her neyse, Adrian kendini feda etmiş olabilir ama bunu senin şehirden güvenli bir şekilde çıkman için yaptı. Seni çabucak şehirden çıkardık ve güvene aldık. Yani Adrian başka istekleri kabul etmek zorunda değil, emin olabilirsin.”

“Gerçekten de emin olabilir miyim?”

Esta kısa bir duraksama yaşadı, gerildi. “Siktir, olma, tamam mı? Yerinde ben olsaydım asla olamazdım. Tyler’ı başkasıyla düşünmek bile...” Tepesinden aşağıya bir kova soğuk su dökülmüşçesine irkildi. “Siktir, hemen şimdi kıçımızı kaldıralım ve gidip Adrian’ı geri alalım. Muhtemelen bu uğurda öleceğiz ama hiç değilse çabalamış oluruz.”

Bu esnada sessizliğe gömülerek varlığını bize unutturan Tyler yavaşça boğazını temizleyerek yanımıza yanaştı ve o da denizi seyretmeye başladı. “Birlikte Atlantis’ten birini kaçırdık. Şimdi de başarılı olacağımıza inanıyorum.”

Esta sessizce iç geçirdi. “Bunu Adrian’ın yardımıyla yapmıştık. Şimdiyse o yok-”

“Ama melezimiz var,” dedi Tyler birden. “Ve bu kez gücü oldukça yerinde.”

“Burada büyü yapmak belayı peşimize çekecek, Tyler. Danika’yı bu yüzden kaybettiğimizi unutmuşa benziyorsun.”

“Çeksin.”

“Çeksin mi?”

“Evet, çeksin. Neden çekiniyorsun ki? Bu şehir yıkılmayı çoktan hak etti. Burada çok kişinin canı yandı, artık bedel ödemeliler. Adrian’ı geri aldığımızda Sharon bir kez daha öylece gitmemize izin verecek mi sanıyorsun? Biz bir savaş başlatmak üzereyiz.”

“Ve bundan korkmadığını görmek... ah, siktir, çok ateşli değil mi?” dedi Esta bana sorarcasına. Umutsuz bir vakayla karşı karşıya kalmışım gibi gözlerimi devirerek kafamı iki yana salladım.

“Ciddi ol, Esta,” dedi Tyler boğazını temizlediği esnada. “Lütfen.”

“Ne? Bacaklarımın arasının sızladığını bilmek istemez miydin?”

“Tanrım,” diye inledim. “Siz delisiniz.”

“İşte böyle, biraz neşelen,” dedi Esta yeniden omzunu omzuma çarparken. “Birazdan gerçek bir deliliğe karışacağız ve öncesinde kafanı dağıtman iyi gelir. Keşke biraz içkimiz olsaydı.”

“Korkuyorum,” dedim birden, bunu duymayı beklemedikleri için ikisi de şaşırdı. “Savaştan değil. Taşıdığım güçten artık korkuyorum. Benden bağımsız hareket edeceği anı kolluyor gibi. Onu nasıl yöneteceğimi bile bilmiyorum.”

“Karanlık büyü yıkımdan, ölümden ve kandan beslenir. Eminim şehirde olduğumuzun farkında olanlar vardır ve eğer bize saldırırlarsa tam da bunlar olacak. Bir şekilde o karanlık gücü sabit tutmak zorundasın. Asla zinciri koparmasına izin verme, Nare,” dedi Tyler. Onun bile bana bu isimle seslenmesi kulağıma garip gelse de yadırgamadım. “Biz daima yanında olacağız.”

“Benim yüzümden sizden birine bir şey olursa-”

“Kendini ölmüş bil,” dedi Esta hızla. Bu konuşmayı yapmak istemediğini anlamak için bilge olmaya gerek yoktu. Ardından fazla vakit kaybetmişçesine toparlanıp denize sırtını döndü. “Uygulayacağımız bir plan var mı?”

“Şehirde kutlamalar devam ediyor. Aralarına karışarak saraya kadar gidebiliriz sanırım,” dedi Tyler fikrini sunarcasına.

“Sharon geri döneceğimizi düşünerek önlem almıştır ama başka yolumuz yok gibi görünüyor. Aralarına karışalım. Umarım dar sokaklarında kaybolmayız.”

“Adrian kadar olmasa da şehri biliyorum, Esta. Bazen bana güvenmeyi dene.”

“Pekâlâ koca oğlan, önden git.”

Tyler ilerleyeceğimiz yolu belirledi. Onu takip ederek şehrin içine doğru karıştık. Üzerimizde yine bizi saklayan pelerinlerimiz vardı, şapkalarıyla kafalarımızı örtmüştük. Gündüz vakti dikkat çekme olasılığımız daha fazlaydı ama sanırım bu durum en az benim kadar diğerlerinin de umurunda değildi. Kimse bizimle ilgilenmiyor olsa bile üzerimizde gezen birkaç gözün ağırlığını hisseder gibiydim. Bu kez kolay olmayacaktı ama bu kez buraya ilk geldiğim andaki tedirginliği ve endişeyi taşımıyordum. Hedefe odaklanmış hâldeydim ve tek gayem başarıya ulaşmaktı.

“Takip ediliyoruz,” dedi Tyler sadece bizim duyacağımız seviyede konuşarak. Bunu fark ettiğini belli etmemek için yürümeye devam ediyordu. “Esta, on adım gerinde üç melek.”

“Tamam, onları bana bırak.”

“Bekle, bırak takip etsinler,” dedim Esta’nın kolunu tutarak. “Sharon’a hizmet ediyor olmalılar. Atağa geçtiklerinde Sharon’un yakınlarda olduğunu varsayabiliriz.”

Tyler yeniden konuştu. “Yan sokakta bizimle aynı yönde hareket eden iki melek daha var.”

“Ödlek sürtük sıkı önlem almış. Sanırım tepemizde uçan birkaç melek de bu güruha dâhil,” dedi Esta.

“Onları fark ettiğimizi belli etmeden devam edelim. İleride ciddi bir kalabalık var. Saray orada mı?” diye sordum merakla yolun ucundaki kalabalığa bakarken. Tıpkı buraya ilk geldiğim gecedeki gibi herkes eğleniyordu. Süsler, mumlar ve tüller her yerdeydi. Sarmaşık şeklinde tüm yolun üzerine sarkıtılmış rengarenk çiçekler hem çok hoş görünüyordu hem de mükemmel kokuyordu.

“Hayır, saray biraz daha uzakta ama sanırım orada asillerden birileri var,” dedi Tyler adımlarını hızlandırırken. “Bu kadar coşku olduğuna göre bu Adrian olabilir. Gerçi... onu böylesine coşkuyla karşılayacaklarını sanmıyorum ama... bu şehre güven olmaz.”

“Havanın güzel olmasından şikayet edeceğimi düşünmezdim ama güneş şu anda sinirlerimi bozuyor. Yoksa Adrian’a yine güçlerini sınırlandıracak bir şeyler mi içirdiler? Normal şartlarda şu anda burada fırtınaların çıkması gerekiyordu.”

Esta’nın yorumuna karşılık veremedim. Söylediklerini göz ardı etmeye çalışsam da bunu da beceremedim. İçim içimi yiyordu. Ne olmuştu? Ona ne yapmışlardı? Kendi isteğiyle Sharon’a diz çökmediğini biliyordum, benim için yapmıştı. Tanrım, siktir! Ne demişti o?

“Gitmelerine izin ver. Eğer gitmelerine izin verirsen seçilmiş eşin olarak üzerime ne düşüyorsa yapacağım.”

“Tanrım, hayır,” dedim kendi kendime. “Lütfen düşündüğüm şey olmasın tanrım, lütfen.”

“Bir şey mi dedin?” diye sordu Esta. Kafamı hızlı hızlı iki yana sallayarak onu geçiştirdim. Artık boğazıma sarılmış olan iplerin baskısı daha sıkıydı, yutkunmak işkenceden farksızdı ve kalbim acıdan kıvranıyordu.

“Sizce...” dedi Esta boğazını temizleyerek. Doğrudan attığı adımlara bakıyordu. “Danika ne âlemdedir?”

“Onu da geri alacağız,” dedi Tyler hızla, sanki Esta'nın endişelerini yatıştırmak ister gibiydi. “İkisi de yeterince fedakarlıkta bulundu. Şimdi sıra bizde. Onları geri almak için ne gerekiyorsa yapacağız.”

“Dinleyin, sizi bu savaşa çekmem ne kadar doğru bilmiyorum ama kendinizi hiçbir şeye zorunlu hissetmenizi istemem-”

“Kapa çeneni, Nare,” dedi Tyler aniden kabaca. Ardından bunu kendine yakıştıramamış olacak ki, “Lütfen,” diye ekleme gereği duydu. “Hâlâ kendini bizden ayrı mı tutuyorsun? Biz aynı takımdayız.”

Esta da ona katıldı. “Bir gün bunu onaylayacağımı da hiç düşünmezdim ama evet, öyle. Ve evet, kapa çeneni.”

“Tamam,” diyerek ağzıma fermuar çekiyormuşçasına elimi dudaklarımın üzerinden çektim. Yanımda yürüyen iblis bana yandan bir bakış atıp sırıttı.

“Aferin, uslu kız.”

Kalabalığa iyice yaklaştığımızda gerginliğim had safhadaydı. Orada kimi göreceğim ve nasıl göreceğim konusunda endişelerim vardı. “Sharon’un annesi Defna ve babası Glen orada. Hanne Kulesi’nden haklı selamlıyorlar,” dedi Tyler. Önümüzden yürüdüğü için ve boyu bizden hayli uzun olduğu için avantajlıydı. “Burası çoğunlukla aile toplantılarının yapıldığı yerdir.”

“Gerçekten halk tarafından seviliyorlar mı yoksa her şey gösteriden ibaret mi?” diye sormaktan kendimi alamadım.

“Bu konu uzunca tartışılır ama şundan emin olabilirsin ki asil oldukları için ağır bir sorumluluk taşıdıklarını düşünerek herkes onlara saygı duyuyor.”

“Ne sorumluluk ama! Saçma sapan bir şey,” diye homurdandım.

“Bunu biraz daha yüksek sesle söyle de seni parçalasınlar,” dedi Esta takılırcasına.

“Ben onları parçalayacağım, haberleri yok-” diye söze girmiştim ki ansızın önümde duruveren Tyler’ın sırtına çarptığımda cümlem yarıda kesilmişti. “Neler oluyor?” diye sordum merakla. Tyler’ın bir kaya kadar sert olan bedeni oldukça gerilmişti. Üstelik etrafımızdaki kalabalıktan artık neşeli mırıldanmalar yerine sessiz homurtular yükselmeye başlamıştı.

“Adrian da balkona çıktı,” dedi ve ekledi. “Sharon yanında.”

Sanki önümdeki tek engel Tyler’mış gibi onu kenara itip Adrian’ı görebilmek için parmaklarımın ucuna yükseldim. Kafamı biraz daha sağa doğru uzattığımda sonunda özlediğim yüzünü görebilmek bir saniyeliğine de olsa tüm acılarımı dindirmişti. Ancak hemen sonra kalbim daha şiddetli sarsılmıştı, çünkü Sharon’un hemen yanında duruyordu ve asla orada zoraki şekilde duruyormuş gibi değildi. Suratında aptal bir tebessüm vardı ve koluna dolanmış, bedenine yaslanmış hâlde duran Sharon’a doğru hafifçe kafasını eğmiş hâldeydi. Üzerindeki bembeyaz bol kesim gömleğin içerisinde, açık bıraktığı saçlarının esen tatlı rüzgârla uçuşmasını izlerken kalbime o kadar yabancı görünmüştü ki bunun acısı çok daha sertti.

“Onda bir terslik olduğunun farkındasınız değil mi? Yüzünde mecburiyet adına hiçbir ifade barınmıyor,” dedi Esta şaşkınlıkla.

Onu daha iyi incelemek istercesine bir adım daha ileriye çıktım. Etrafımdaki kalabalık bir nebze daha sessizdi. Sanki Adrian’dan pek hoşlanmıyorlardı. Bunun için yeterli sebepleri olduğunu düşünebilirdim. O, şehrini ve ailesini terk etmişti. Ayrıca babasının ölümüne neden olmuştu. İsyan edenler hoş karşılanmazdı. Adrian da hoş karşılanmıyordu ama sanırım nihayetinde her şey yoluna girdiği için halk memnuniyetsiz bir memnuniyetin içerisindeydi.

Sharon güzel gülümsemesiyle sanki dünyanın en merhametli kalbine sahip olan prensesiymiş gibi üzerinde bulunduğu yaklaşık dört metrelik yükseklikteki balkondan bakarak aşağıdaki kalabalıkta gözlerini gezdiriyordu. Cam mavisi gözleri yavaşça kayarak beni bulduğunda yüzündeki gülümseme biraz daha genişledi. Burada olduğumdan haberi vardı ve beni umursamıyordu. Halkından biriymişim gibi bana bakıp gülümsüyordu. Yumruklarımı sıktım. Güç birden damarlarımda çağlayıp parmak uçlarıma doğru kaydı.

“Hey, Kiara,” dedi Esta çabucak. Elini omzuma koyarak beni sakinleştirmek istediyse de bana dokunduğu anda sanki elektrik akımına tutulmuş gibi hızla elini geri çekti. “Nare,” dedi bu kez hatasını düzeltircesine. “Görünmez bir alev topuna dönmüş gibisin. Görünmese bile hissediliyor. Olay çıkartmak için doğru an olduğundan emin değilim. Biraz sakin olmayı dene, bunu yapabilirsin.”

Esta hızlı hızlı konuşurken benim odaklandığım tek şey Sharon’un bana tepeden tepeden bakarak Adrian’a biraz daha sokulması, boştaki elini kaldırıp onun göğsüne yerleştirmesi ve sinsi bir yılan gibi yukarıya doğru kaydırarak çenesine götürmesiydi. Devamında Adrian’ın başını kendisine doğru çekti ve dudaklarını ona doğru uzattı.

Adrian itaatkâr bir âşık gibi onu öptü.

Esta, “Siktir,” dedi sessizce. “Öldür onu, bunu hak etti. Şu andan itibaren seni asla durdurmam.”

Güç, tıpkı yanan bir meşale gibi çağlayarak yumruk yaptığım ellerimin etrafını sardı. Sıcaklığını hissedebiliyordum. Buradaki her şeyi yakabilecek güce erişmem zor değildi, çünkü içimdeki karanlık, yıkımı arzuladığı için hayli heyecanlanmıştı. Kaba, derinden gelen hırıltılı bir ses zihnimin çukurunda dalgalanıyordu.

“Yok et!”

Şovunu sergiledikten sonra sinsi bir sırıtışla Adrian’dan ayrılan Sharon’a diktiğim gözlerimi bir an olsun ondan çekmeden ileriye doğru adım atmak istedim ve görünmez bir duvara çarptım. Avuçlarımı saran alevler yavaşça geriye çekilip sönerken ellerimi kaldırıp önümdeki duvarın üzerine yerleştirdim. Etrafımda bulunan diğerleri geçip gidebiliyorken benim önüme bir sınır çekilmişti. Bu sırada Tyler ve Esta aynı anda yanıma gelip ileriyi yokladıklarında aynı duvarla onların da karşılaşması beni şaşırtmamıştı.

Tyler, “Başımız dertte,” diye fısıldadı. “Hazırlıklı olun.”

“Ah, işte bela ayağımıza geldi,” dedi Esta hemen sonrasında. Kafasını sağa sola eğerek kütletip sol tarafa doğru döndü. Onun duyuları güçlüydü. Sol tarafımda kimi göreceğime dair zerre endişe ve korku taşımadan öfkeli bakışlarımı sonunda Sharon’dan kopartarak o yöne döndüm. Liya arkasında ufak bir melek ordusuyla birkaç adım uzağımızda duruyordu ve suratındaki eğlenen ifadeyi saklamıyordu.

Esta ve Tyler aynı anda üzerlerindeki pelerinden kurtulup omuzlarını gererek kanatlarını serbest bıraktı. Esta’nın yarasa kanadına benzeyen derimsi kanatları, tepelerindeki sivri kıymıklarla oldukça ürkütücü görünüyordu. Tyler’ın sırtından dökülen siyah tüylerse sert bir yumuşaklığa sahipti. İkisinin ortasında duruyordum. Esta solumda, Tyler ise sağımdaydı.

Liya iplerini boğazının üzerinde düğüm yaptığı kürklü ve uzun kuyruklu kan kırmızısı bir pelerin giyiyordu. Saçları açıktı, ayrıca çiçeklerle süslenmişti. Sanki bu şehre ait, bu şehirdekilerden biriymiş gibi görünmesi bile mide bulandırıcıydı. Tamamen Sharon’un kuklasına dönmüştü. Bir cadı için bu oldukça gurursuz bir durumdu.

“Beni hiç şaşırtmadınız. Geri döneceğinizi biliyordum,” dedi bize tıpkı mide bulandırıcı böceklere bakıyormuş gibi bakarak. “Ve sizin için gerçekten güzel sürprizler hazırladım. Birlikte uzun bir zamanımız olacak.”

Esta kanatlarını esnetti. “Bu kez seni öldüreceğim.”

“Ruhunuz bile duymadan sizi bir kafesin içerisinde hapsettim,” dedi Liya kendini beğenmiş ifadesiyle. “Kimse sizi görmüyor, kimse duymayacak da.”

İblis ufacık endişelenme belirtisi göstermedi. “Elim senden güçlü bebeğim.”

“Öyle mi? Yanındaki ufak cadıya mı güveniyorsun? Üç kişi, bir şehre mi baş kaldıracak?” Güldü. “Karşımda bir hiçsiniz. Bana sonsuzluk onuru verildi, sizi yok etmek benim için hiçbir şey.”

“Yalakalıkla kazandığın şeyleri ödül yerine mi koyuyorsun seni evcil yavru köpek?”

Liya, Esta’yla sürtüşmeye devam ederken sağımda kalan Tyler’a doğru hafifçe eğildim. “Sonsuzluk onuru ne demek?” diye sorduğum sırada gözlerim kadının boynundaki kolyeye takıldı. Minik bir iksir şişesi kadar tombul zümrüt taşından oluşuyordu. Taşın etrafını sarmaşık gibi sarmış olan altın kıvrımlar ve süslemeler bulunuyordu. Pek ebatlı olmasa da dikkat çektiği ortadaydı.

“Sanırım Sharon ona bu şehirde özgürce büyü yapma izni vermiş.”

“Kolyeyle alakalı olabilir mi?”

“Hiçbir fikrim yok,” dedi. “Ortalık yerde büyü yapıyor ve kimse bunu fark etmedi. Ayrıca sanırım artık daha güçlü.”

“Bir melezden bile mi?”

Tyler hafif bir gülme sesi çıkarttı. “Kehanetlerde anlatılan bir melezden güçlü çok az şey vardır.”

Yavaşça kafamı salladığım sırada gözlerim kısa bir anlığına kuleye döndü. Adrian artık orada değildi, diğerleri de değildi. Kulenin altında yoğunlaşmış kalabalık ileriye doğru hareket hâlindeydi. Buradan anladığım onların bizden uzaklaşıyor olmasıydı. Sharon öleceğimden o kadar emindi ki izleme gereği bile duymamıştı.

“İtiraf etmem gerekirse prenses gitmenize izin verdiğinde buna öfkelenmiştim,” dedi Liya birkaç adım bize yaklaşırken. “Ama sonra bana endişe etmememi, geri döneceğinizi söyledi. Sanırım kahin dostunuz bunu görmüş.” Bu kâhin Hudson’dı ve onun hainliği hâlâ canımı sıkıyordu. “Kâhin başka neler gördü bilmek ister misiniz?”

“Eminim senin ölümünü görmüştür ama sana söylemeyecek kadar düzenbazdır,” dedi Esta kendinden emin bir şekilde. Hatta o kadar emindi ki tavrı bir an için Liya’yı duraksatmıştı.

“Hayır, iblis, ölen siz olacaksınız.”

“Öyle mi? Peki o kıymetsiz canını kurtarmak için türlü oyunlar çeviren kâhin hangi cehennemde, Liya? Neden senin yanında değil? Hiç düşündün mü?” dedi Tyler. Ardından tehlikeli bir şekilde güldü.

Liya yüzündeki kendini beğenmiş ifadesinin sarsılmasına izin vermedi. “Prensesin başka isteklerini yerine getirmekle görevli. Yoksa burada olmayı çok istemişti. Ona köpeğinizden daha az değer verdiğinizi biliyor ve kimi kollayacağını bilecek kadar da akıllı biri.”

“Şu anda sağ çaprazında kalan binanın ikinci katındaki dördüncü pencerenin ardından gizlice bizi gözetliyor,” dedi Tyler. Blöf yapmıyordu. Sanırım gerçekten de Hudson gizlice olacakları izliyordu. “Eğer kazanacağınızı bilse tam arkanda olurdu ama kaybedeceğini biliyor.”

Liya, “Bu oyuna düşmeyeceğim,” derken kafasını yavaşça iki yana salladı. Tyler’ın söylediği yere bakmamak için kendisiyle savaştığına yemin edebilirdim, gözlerine kuşku sinmişti. “Yeterince çene çaldınız. Şimdi diz çökün ve merhamet dilenin.” Omuz silkti. “Belki size acırım.”

“Diz çökelim? Senin yaptığın gibi mi?” dedim ruhsuz bir alayla. Liya’nın düşman bakışları anında üzerime saplandı. Esta’ya bile merhametli davranabilirdi ama konu ben olduğumda tamamen nefret balonuna dönüşüyordu.

“Bir asil melek seni şımarttı diye kendini gereğinden fazla önemli görüyorsun,” dedi içinde biriktirdiği kanı kusar gibi. “Ama artık asil melek yanında değil, hiçbir zaman da olmayacak. O, eşinin yanında ve ona tıpkı evcil bir köpek kadar bağlı.”

Hırsla dişlerimi sıktım. “Ona ne yaptın?”

“Bunu bilmene izin vereceğim. Yaptığım büyü o kendini beğenmiş asil meleği Sharon’un emirlerini harfiyen yerine getirecek bir kuklaya çevirdi. Bir zamanlar seni sevmiş olsa bile artık onun için koca bir hiçsin. Prenses ondan seni öldürmesini istese bunu tereddüt etmeden yapar. Bir şeyi daha bilmek ister misin cadı? Yapacak da. Seni o öldürecek.”

Birden gülümsedim. Dudaklarımdaki kıvrım büyüdükçe büyüdü. Daha sonra kıkırdamaya başladım ve çok geçmeden kıkırtılarım kahkahalara dönüştü. Gözlerimin kenarları yaşaracak kadar güldüm. Çünkü Adrian’ın isteyerek Sharon’un yanında durmadığından emin olmuştum ve şu durumda bu bilgi içimdeki yangına buz kadar soğuk suların dökülmesini sağlamıştı. Biraz gerimde kalan Esta ve Tyler’ın ne olduğunu anlamaya çalışırcasına birbirlerine baktıklarından emindim. Çevremdekiler bana delirmiş gözüyle bakıyordu. Bu durumu umursamadan gülmeye devam ettim ve sonra birden durdum. Tıpkı gerçek bir deliye ait olacak bir tavırla yüzümdeki gülümsemenin yerini hiddetiyle bakanı ürkütecek öfke duygusu aldı. Aynı alev içimde yeniden yanmaya başladı ama bu kez kaynağı hüzün değildi.

“Bu sana komik mi geldi?”

“Hayır, asla,” dedim. “Dinle, Liya, sana bir şans veriyorum. Tek şans. Eğer yaptığın lanet büyüyü hemen, şimdi bozarsan seni affedeceğim.”

Bu kez kahkaha atma sırası Liya’daydı. “Asla. Büyüyü asla bozmayacağım. Tüm keşişlerin, kadim cadıların, usta kâhinlerin bile çözemeyeceği kadar karmaşık bir büyü. Eğer sana izin versem çözmen tüm ömrünü alırdı ama neyse ki bunun için endişelenmene gerek yok, çünkü öyle bir fırsatın olmayacak.”

“Pekâlâ,” dedim teklifimi reddetmesi önemsizmiş omuz silkerek. “Bunun için pişman olacaksın.”

Cadı asla gardımı indirmemem ve en az onun kadar tepeden konuşmamdan dolayı öfkelendi. “Cadılardan birine zarar vermeyeceğime dair yemin etmiştim ama seninle bu yemini bozacak olmak beni rahatsız etmiyor. Gözümde hiçbir değerin yok. Sen kutsal soyumuza layık bile değilsin.”

Bir adım öne çıktım. Liya’nın etrafındaki melekler kanatlarını gererek hazırda beklediklerini gösterip, gözümü korkutmak istercesine gerildiler. “Eğer içini rahatlatacaksa ben teknik olarak zaten saf bir cadı değilim, Liya,” dedim yavaşça. Kadının kaşları çatıldı.

“Korkudan aslını reddedecek kadar saçmalayamaya mı başladın şimdi de?”

“Korku mu?” Güldüm. “Şu anda en son hissedeceğim şey bile değil.” Kafam hafifçe sol omzuma doğru düştü. Ona onu çözmek istercesine baktım. “Ne olduğumu gerçekten de bilmiyor musun?”

“Kes saçmalamayı cadı! Seni neden dinleyerek vakit kaybediyorum ki?” derken kendi kendine konuşur gibiydi. Ancak sesine sinen gerginliği yakalamıştım. “Yakalayın onları! Üçünü de saraya ait zindanlardaki en karanlık odaya hapsedin!”

Emir verildiğinde buna itaat eden onlarca melek sert adımlarla üzerimize doğru gelmeye başladığında, Liya’nın yanlış tercih yaptığını belli edercesine kafamı hafifçe iki yana salladım. Ardından, “Meleze saldırmak ölümdür,” dedim, meleklerin adımları bir an için kesildi. Korkunç bir uğultu etrafa dağıldı, Liya’nın bakışları büyüdü.

“Ne? Ne saçmalıyorsun sen?”

“Ah, yoksa kâhin size bundan bahsetmemiş miydi?”

Liya telaşla etrafındaki meleklere yeniden emretti. “Ne dediğini bilmeyecek kadar aklını kaybetmiş! Yakalayın! Zincire vurun! Bir daha güneşin yüzünü göremeyecek!”

Ellerim yumruk şeklindeydi ve tüm gücümle sıkıyordum. Avuçlarıma gömülen sivri tırnaklarımın verdiği taze sızılar yerini korurken omuzlarımı iyice dikleştirdim. “Ben bir melezim,” dediğim anda ellerimi sertçe iki yana açtım ve büyüm etrafa dağılarak herkese ulaştı. O an bizi yakalamak için üzerimize gelen tüm melekler bir anda yere yığıldı, gözleri açıktı ve artık cansız bakıyorlardı.

Liya şok doluydu. Benim melez olduğumu bilmiyordu ve şu anda emindim ki eğer bilseydi bile bu kadar güçlü olabileceğimi asla tahmin etmezdi. Korkunç bir şeye tanık oluyormuşçasına etrafımızda yere düşen bedenlere bakarken ellerim bu kez yavaşça geriye çekildi ve önümde birleşti. Bizden bağımsız etrafta kutlamalar yapmaya devam eden tüm melekler, burunlarına eter dayatılmış gibi teker teker yere düşmeye başladı. Meleklerin şehri tümüyle sessizliğe gömüldü. İşte bu, toplu bir ölüm değildi, kısa bir uykuydu. Ve işte bu, Liya’yı ciddi anlamda korkutmuştu.

“Ben bir cadı ve bir asil melek meleziyim,” dedim Atlantis’in göbeğinde tüm gücümle bağırarak. “Adrian benim eşim ve sen cadı, onu benden almalarına yardım ettiğin için öleceksin!”

Liya dehşet balonlarının patladığı gözlerini iri iri açmışken gerisin geri kaçmak için elbisesinin eteklerini toplamıştı ki elim birden öne doğru uzandı ve onu yakasından kavramışım gibi parmaklarımı sıktım. Güç kanımı kaynatıyor, zihnime emirler yağdırıyordu. Serbest kalmak için an kolluyor, kızıl gözlerini sürekli şehre çevirip yıkım arzuluyordu. Yine de şimdilik kontrol hâlâ bendeydi.

Genç cadı kıpırdayamaz hâlde, ağzı şoktan aralık kalmış suratıyla karşımdaydı. Artık bana bir böceğe bakar gibi bakmıyordu. Korkusu o kadar büyüktü ki dikkat kesilsem kalp atışlarındaki dehşeti bile duyabilirdim. Titreyen dudakları birbirine çarpıp dururken, “Büyüyü bozamayacaksın!” diye çığlık atıp kafasını hızlı hızlı iki yana salladı. Son çırpınışlarını gerçekleştirdiğinin farkındaydı ve gitmeden önce canımı yakmak için zehirli dilini dışarıya çıkarmaktan çekinmiyordu.

İçimdeki karanlık, onun bu zavallı çıkışına karşılık merhametsizce güldü ve birden kontrolü ele geçirdi. Havadaki elim bükülüp parmaklarım iyice avuçlarıma saplanırken Liya ellerini boğazına dayayarak öğürür gibi sesler çıkardı. “Beni hiçbir şey durduramaz,” dedim kaba bir sesle. Sanki konuşan ben değildim.

Liya ölmek üzereyken bile sayıklamaya devam etti. “Başaramayacaksın,” derken boğulurcasına sesler çıkartıyordu. “Bu... senin... ebedi... lanetin... olacak...”

Öfkem katlandı. Aynı esnada Liya’nın boğazı tıpkı yanmış ve sönmeye yüz tutmuş köz gibi kararmaya başladı. Derisi çatladı, oluşan yarıklardan alev olukları göründü. Aralanan ağzından kapkara duman çıktı. Boğazından başlayıp tüm bedeni yanan bir ağaç gibi kararmaya yüz tuttu. Havada acıyla kıvranarak çıkardığı boğuk sesler birkaç saniye sonra yerini sessizliğe bıraktığında kafası geriye doğru düştü. Ondan geriye içinde yaktığım görünmez ateşin çatırdamaları kaldı.

Tyler temkinli bir tavırla omzuma dokunduğunda irkildim, o da elektrik akımına kapılmış gibi kasıldı, ancak elini omzumdan çekmedi. “Bitti, Nare,” dedi yavaşça. “Bitti.”

Gözlerimi yumdum ve derin bir soluk aldım. İçimdeki canavar etkisini kaybetti. Havadaki elim yavaşça aşağıya düştüğünde hemen ardından bir patırtı duydum. Gözlerim açıldı. Liya artık yerdeydi. Aralık kalan ağzından zift kadar kara olan duman sızmaya devam ediyordu ve gözleri irice açılmış hâlde kalakalmıştı. Ağır adımlarla ona doğru ilerlerken kendimi buldum. Yanına ulaştığımda üzerine doğru eğilip boynundan sarkan kolyeye uzandım. “Aissa’yı kaybettiğin için gerçekten üzgünüm,” diye fısıldadım. Zümrüt taşlı kolyeyi kavrayıp zincirini koparttım ve burnuma dolan yanmış et kokusuna dayanamayarak hızla ayağa kalktım.

“Ama sana olanlar için üzgün değilim.”

Esta havaya yumruk atar gibi yaptıktan sonra, “Sana elimin güçlü olduğunu söylemiştim sürtük!” diye coşkuyla bağırdı. Ardından ellerini hevesle birbirine sürttü. “Şimdi ne yapıyoruz? Gidip tüm asilleri öldürelim mi? Sonra da şehri yakarız ve arkamıza bile bakmadan bu kahrolası yeri terk ederiz.”

Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Önce büyüyü bozmam gerekiyor.”

“Tamam, Adrian’ı alalım, bu sikik şehirden çıkalım ve sonra büyüyü çözmeye bakalım.”

“Adrian artık tamamen Sharon’un himayesinde. Bize saldırır. Ölümcül derecede etkili olduğunu unutma,” dedi Tyler.

“Biz de büyüyü bozana kadar onu uyutmaya devam ederiz.”

Kafamı kaldırıp gökyüzüne çevirdiğimde güneşin etrafında toplanmaya başlayan koyu bulutlara bakarak iç geçirdim. “O, uyurken bile bastırılamaz derecede etkili.”

“Şu iksir zımbırtısından içiririz?”

Onaylarcasına ağır ağır kafamı salladım. “Beni öldüreceğini bilsem de onu yeniden geride bırakmayacağım,” derken içimde garip bir ağrı vardı. “Gidip onu alalım.”

Esta ve Tyler aldıkları emri onaylayan askerler gibi aynı anda kafalarını sallayarak beni onayladılar ve ilerideki kuleye doğru adımlamaya başladık. Artık bizi tutan görünmez kafesten eser dahi kalmadığı için özgürce hareket edebiliyorduk. Sokak boyu yere serilmiş olan bedenlerin üzerinden geçerken üçümüz de sessizdik. Dağılmış tezgâhlardan dökülen envaiçeşit meyveler sokak boyu yere serilmişti. Bir meleğin açık alanda kurduğu ocağın üzerinde kaynayan şerbete atılmış çörekleri kömür kadar kararmış hâle gelmişti. Çalgı aletleri yerlerdeydi. Şiirler söyleyen halk taş zeminin üzerinde boyu boyunca uzanmaktaydı. Usul usul şiddetlenen rüzgârın etraftaki rüzgâr çanlarına vurmasıyla çıkan o hoş şangırtılar dışında tek bir ses bile yoktu.

Az önce Adrian’ı üzerinde gördüğüm kulenin önüne ulaştığımızda onu nerede bulacağıma dair tüm sorular zihnimden kayboldu, çünkü Adrian tam da kuleyi bünyesinde barındıran binadan çıkmak üzereyken büyümün etkisiyle yere yığılmıştı. Sharon hemen yanındaydı. Ancak Sharon’un annesi ve babasını görmemiştim, sanırım onlar henüz binadan çıkmadan büyü onları yakalamıştı.

Titrek adımlarla yerde yatan adama doğru gittiğim sırada Esta ayağının ucuyla dibindeki meleği hafifçe dürttü. “Ölmediklerinden emin miyiz?”

“Yaşıyorlar,” dedim. Hepsi ölecek olsa umurumda bile olmadı ama aralarında Adrian olduğu için yaşamalarına izin vermiştim.

“Pekâlâ, süper güç, ne zamana kadar bir ceset gibi yerde kalacaklar?”

“Bilmiyorum.”

“Yani... bu bir gün sonra ya da bir saniye sonra uyanabilecekleri anlamına mı geliyor?”

Derin bir solukla göğsümü şişirdim. “Bilmiyorum, Esta.”

“Pekâlâ. Tamam. Birkaçının karnını deşebilir miyim?”

Ciddi ciddi bunu sorması karşısında gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. Bazen yaramaz bir kız çocuğu gibi davranıyordu. İşin garibi bu hâllerini eğlenceli buluyordum ve artık ondan pek rahatsız olmuyordum.

Tyler, “Onu alıp buradan gittiğimizde burada işler çok karışacak,” dedi düşünceli bir tavırla. “Sharon bunu bizim yaptığımızı elbette anlayacak.”

Gözlerim Adrian’ın biraz ötesindeki kadına kaydı. Sanki kaz tüyü yatağında derin bir uykunun kollarındaymış gibi yatan Sharon’un güzel yüzüne nefretle baktım. “Ne olacağı umurumda bile değil. Benim olanı almasına izin vermeyeceğim. Şimdiye kadar nasıl bir oyun çevirmişse yine kendisine çözüm yolları bulacağından eminim.”

“Dinleyin, hiç değilse onun karnını deşeyim. Böylelikle tüm sorun biter,” dedi Esta ve çevik bir hareketle önündeki bedenin üzerinden sıçrayıp beni geçerek Sharon’un tepesinde bitti. Ardından kadının yüzüne doğru eğildi ve onu tıpkı bir deney faresiymiş gibi incelemeye başladı.

“Kahrolası o kadar güzel ki tüm tercihlerim erkeklerden yöne olmasına rağmen ona baktığımda fikrimi değiştirmem çok kolay.”

“Ne hoş bir itiraf,” dedi Tyler homurdanarak.

“Bence ölmeli,” dedi Esta elini uzatıp sivri tırnağını kadının alnından şakağına doğru kaydırdığı sırada.

“Düşmanını savunmasız hâldeyken öldürmek onursuzca bir davranış,” dedi Tyler. İkimiz de ona dönüp dik dik baktığımızda omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ne? Sizce doğru mu?”

Esta, “Hangi şekilde olduğunun ne önemi var ki?” derken tırnağını kadının yanağına bastırdı ve çenesine kadar düz bir çizgi çekti. Bir hançer kadar keskin olan tırnaklarını geri çektiğinde Sharon’un yanağından kan damlaları dökülüyordu. Bu sırada gökyüzünde büyük bir homurdanma oluştuğunda Esta hızla ayağa kalkıp ölümcül bakışlarını bu kez Adrian’a yöneltti.

“Bizi yine ıslak köpek yavrusuna çevirecek.”

Adrian’a dokunma isteğim o kadar güçlüydü ki kendimi onun yanında diz çökerken bulduğumda ne Sharon umurumdaydı ne de başkası. Gözlerim özlemle güzel yüzünün her köşesinde gezinip dururken neden titrediğini bilmediğim elimi yavaşça yanağına yasladım, her zamanki gibi sıcaktı. Ona dokunuşumla birlikte havadaki uğursuz homurdanma bir anlığına sekteye uğradı. Bu durum şaşırmama neden olurken Tyler’ın endişeli sesini işittim. “Melekler! Kıpırdanmaya başladılar. Ya onları yeniden uyut ya da buradan hemen gidelim.”

Hızla elimi geri çekerek, “Tamam, gidelim,” dedim kafamı salladığım sırada. “Tyler, onu sen al.”

“Umarım seni taşırken uyanmazsın dostum,” dedi Tyler. Sanırım bu konuda bazı endişeleri vardı. “Ve uyandığında beni çarpmazsan mutlu olurum.”

Hafifçe sırıtmıştım ki Esta son anda bir şeyi hatırlamış gibi, “Danika!” diye bağırdı. “Danika ne olacak? Onu geride mi bırakacağız?”

Tyler konuşmama izin vermeden konuyu ele aldı. “Tamam, şöyle yapacağız; önce Adrian’ı buradan uzaklaştıracağız. Nare onunla kalacak ve büyü kısmını çözene kadar bir şekilde onu zapt edecek.” Adrian’ı kucaklamak için yere eğildiği sırada duraksayıp bana kısa bir bakış attı. “Burada sana gerçekten büyük bir iş düşüyor. Umarım kafana bir yıldırım düşmez,” dediğinde gülmekten kendimi alamadım. “Ardından Esta’yla ben şehre geri dönüp Danika’yı oradan almanın planını kurarız. Yardım alabileceğim tanıdıklarım var. Başka sorununuz var mı? Varsa bile sonraya saklayın, çünkü artık gerçekten gitmemiz gerekiyor.”

Sonra havalandık. Kapkaranlık bir kalple girdiğim şehirden bir nebze daha ferah şekilde ayrılıyordum. İstediğimi almıştım ama bazı bozukluklar vardı ve ne derece olduğunu bilmemek ürkütücüydü. Adrian yeniden gözlerini açtığında nasıl olacaktı düşünmeden edemiyordum.

Beni özlemiş gibi mi bakacaktı?

Yoksa nefret eder gibi mi?

×××

Sevgili okurlar, yazılı bölümler buraya kadardı. Devamını ne zaman getireceğimiz belirsiz. Şimdilik önceliğimiz Nefes Nefese hikayesidir. Sevgiler 🩷

 

 

Bölüm : 17.09.2025 18:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...