
Bazen hayat çekilmez olabiliyordu. Sadece doğan güne gözlerini açmak bile insanın omuzlarında koca bir baskı yaratabiliyordu.
İşte ben de o anlardan birindeydim. Güneş tepeye doğru usul usul yükseliyordu ve ben hâlâ önünde oturduğum şöminedeki küllerin arasında saklanmış korların can çekişmesini izliyordum. Artık üşümüyordum. Adrian'ın verdiği battaniyeye sığınmıştım ve sonunda kendimi sıcak hissedebiliyordum.
Yine de içimdeki buz sarkıtları hâlâ yerlerini koruyordu ve onların kolay kolay erimeyeceğinden emindim.
Uyumamıştım ama her gözümü kapattığımda Leo'nun canavarlaşan yüzü gözlerimin önünde beliriyor ve kanlı ağzıyla bana şeytani gülümsemesini sunuyordu. Sivri dişleri, kan arzusuyla kırmızıya dönen gözleri... Soğuk bir ürperti tenimi yokladı, üzerimdeki battaniyeye rağmen titredim. Bunun illüzyonist zımbırtılardan olmasını ummaktan başka seçeneğim yoktu. Aksi hâlde çıldırıyormuş gibi hissediyordum.
Çıplak ayaklarla ormanda çılgın bir kaçış gerçekleştirdiğim için kesiklerle dolu olan tabanlarımdaki sızı hâlâ çok tazeydi. Dün geceyi hatırlamak bile istemiyordum. Gözkapaklarımı her kırptığımda derim sızlıyordu. Saatlerce ağlamıştım. Aynaya bakmadan da burnumun kızardığını, gözlerimin hâlâ kan çanağı olup şiştiğini rahatlıkla söyleyebilirdim. En son bu derece şiddetli ağladığımda hastanede olduğumu anımsıyordum ama neden orada olduğumu ve niçin öylesine ağladığımı hatırlamıyordum.
Neden hafızamda bazı noktalar silikti? Bu soruya cevap verememek beni delirtiyordu. Tüm bilgilerin yerlerinde durduğundan emindim, sadece onlara erişemiyordum. Aynı anda her şeyi bilip hiçbir şeyi bilmemek gibi bir şeydi. Zaten gerilmiş olan sinirlerimi iyice yıpratıyordu. Tanrım, adını geçtim, yüzünü bile hatırlayamadığım annemin kollarında olmayı istiyordum.
“Orada iskeletin kalıncaya kadar oturmayı mı planlıyorsun?”
Odanın içerisindeki her hareketini, nereye gittiğini ve ne yaptığını saniyesi saniyesine dinlediğim Adrian'ın huysuz homurtusuna aldırmadım. Hâlâ bana fazlasıyla korkutucu geliyordu. Ondan zarar görmeyeceğimi hissediyor olsam da tetikte kalmaktan kendimi alamıyordum.
Kendi kendine anlayamadığım dilde bir şeyler söyledi. “Banyoya sıcak su koydum ve giyebileceğin bir şeyler. Ortalıkta asiller gibi dolaşman sinirimi bozuyor.”
“Neden onlardan iğrenir gibi konuşuyorsun?” diye sordum. Aslında onunla konuşmayı planlamıyordum ama soru birden ağzımdan çıkıvermişti.
“Eğer aklın başında olsaydı bunu sorgulamak yerine sen de onlardan iğrenirdin.”
“Sana bir şey mi yaptılar?”
Duraksadığını hissettim. Ona böyle bir soru yöneltmemi beklemiyor olmalıydı. “Kendince saçma sapan sonuçlar çıkarmaya çalışmak yerine unuttuklarını hatırlamaya çalış,” dedi keskin bir sesle. “Adını bile hatırlamıyorsun. Sana bir isim bulsak iyi olacak.”
Omzumun üzerinden ona onu öldürmek istermiş gibi baktım, yine üstü çıplak vaziyetteydi. Benimle dalga geçmesi tepemi attırıyordu. “Benim zaten bir ismim var,” diye homurdandım. Evet, hatırlamadığım ismim!
“Peki onu benimle paylaşmaya ne dersin?”
Alayını görmezden gelip, “Paylaşacağım,” dedim yeniden önüme dönerken. Devamını dişlerimin arasından tıslayarak söyledim. “Hatırladığımda.”
“Bunun kaç yüzyıl süreceğini göreceğiz.”
“Gitmek istiyorum,” dedim birden. Sesim elimde olmadan kırık çıkmıştı. Benimle alay etmesine daha fazla katlanamayacaktım.
“Ah, yine ağlayacak mısın?” diye sordu. “Sabaha kadar hıçkırıp durman ve sürekli burnunu çekmen yüzünden uyuyamadım zaten. Daha fazla buna şahit olmak istemiyorum.”
Şu andan itibaren ondan korktuğum kadar ondan nefret ediyordum.
Omuzlarımdaki örtünün yere düşmesine izin verdim. Kirlenen ince geceliğimle saatlerdir oturduğum yerden ayaklandım. Bacaklarımın ağrıdığını ve sızladığını görmezden geldim, en azından bu kez uzun süredir hareket etmediğim için böyle olduklarını biliyordum. Saçlarımı bir arada tutması gereken ama iyice gevşediği için pek işe yaramayan tokayı çekip aldığımda saçlarım etrafıma düştü. Tanrım, saçlarım ne zamandan beri kızıldı? Normalde kahve tonlarında olduklarını biliyordum. Bu durum beni şaşırtsa da şu anda üzerine düşmemeyi seçerek dış kapıya doğru ilk adımımı attım.
“Şimdi de çocuk gibi alınacak mısın?”
Adrian sanki hiç konuşmamış gibi yapmayı seçtim. Ondan korkarken bu biraz zor olsa da başarılı sayılırdım.
“Hey, sen,” diye seslendi. Adımı bilmediği için bir an duraksayıp dişlerini sıktığını göremesem de hissetmiştim. Yine anlamadığım dilde bir şeyler mırıldandı, umursamadım.
“Öylece çıkıp gidebileceğini mi sanıyorsun?”
Önüne kadar ilerlediğim dış kapıyı açmadan önce dönüp ona baktım. “Beni tehdit mi edeceksin? Umurumda değil. Burada seninle daha fazla kalmayacağım.”
“Dışarı çıktıktan kaç saniye sonra buraya koşarak geri döneceksin göreceğiz,” diye bana meydan okudu.
“Dönmeyeceğim.”
“Öyle mi? Dün gece kurtlarla karşılaştığında nasıl titrediğini unutmadım.”
“Güzel, benimle alay etmeye devam et,” dedim kendi kendime öfkeyle. Sözlerimi duyup duymamasını önemsemeden kapıyı açtım. Arkama bakmadan çıkıp gitmeyi ve neyle karşılaşırsam karşılaşayım geri dönmemeyi düşünüyordum, ta ki kapının önünde duran ve tam kapıyı çalmak üzere olan kadınla karşılaşana kadar. Benim boylarımda, küçük yüzlü ve dikkat çeken iri kahve gözlere sahip bir kadındı. Açık duran uzun siyaha çalan saçları kirli ve karışık görünüyordu. Yıpranmış bez çantası kolunda asılıyordu ve aksesuar olarak kullanmadığı içerisinden taşan birkaç ot yumağından açıkça belliydi. Asıl ilgimi çekense bana tuhaf gelen giyimiydi. Tarihi filmlerden fırlayan elbiselere benzer bir kıyafet giyiyordu. Aralarındaki tek fark elbisesinin eteğinin koca ve kabarık olmamasıydı. Dümdüz ve sadeydi. Uzun zamandır kullanılmış olduğunu belli edercesine rengi solgundu ve göğüs dekoltesi ilgi çekiciydi.
“Selam,” dedi beni dikkatle incelerken. Gözleri saçlarıma takıldığında kaşının hafifçe havaya kalkmasını kaçırmadım. “Tanrım, Leo cidden de haklıymış. Giyimin tıpkı onlara benziyor,” dedi üzerimdeki geceliğe bakarak. Sıradan bir gecelik onlar için neden sorun oluyordu anlayamıyordum.
“Ah, şey, sanırım önce tanışmalıydık değil mi? Ben Aissa.”
Boynundaki uçlarında tuhaf semboller bulunan kolyelerden gözlerimi çekmeye çalıştım. Bana birini, bir arkadaşımı çağrıştırmışlardı ama tabii ki kim olduğunu çıkartamamıştım. Sadece bir anda fazlasıyla rahatsız hissetmiştim.
Benden herhangi bir tepki alamadığında, “Adrian evde yok mu?” diye sordu. Yüzümde istemsizce tiksinti dolu bir ifade belirirken hâlâ tutmakta olduğum kapıyı geriye itip tamamen açılmasını sağladım ve bu sayede Adrian kadının kadrajına girmiş oldu.
“Ups,” dedi Aissa bir ardımdaki adama bir de bana bakarak. “Sanırım bazı şeyler yolunda gitmiyor.”
“Evet, şimdi gitmem gerek,” dedim yanından sıyrılıp geçmek isterken. Bana engel oldu. Sanki hastalıklıymışım gibi bedenime dokunmayıp ellerini iki yana açarak yolumu tıkadı.
“Bir dakika, bir dakika, önce bu sorunu çözelim ondan sonra istediğin yere gidersin, olur mu?”
“Benim hiçbir sorunum yok ama onun,” derken ardıma bakmadan Adrian'ı işaret ettim. “Ciddi sorunları olduğuna eminim.”
“Evet, bazen sorunlu biri gibi davranabiliyor,” dedi Aissa biraz kısık bir tonla. Ancak bunu Adrian'ın duyduğunu çıkardığı homurtulardan anlamıştım. “Ona aldırma,” diye devam etti Adrian umurunda değilmiş gibi davranarak. “Ben genelde öyle yapıyorum.”
Adrian biraz daha homurdandı. Eğer ona karşı büyük bir öfke hissetmiyor olsaydım Aissa'nın tepkisine gülebilirdim. Ancak hâlâ burnumdan soluduğum için yüzümü ekşitmekten ileriye gitmedim. Hâlim Aissa'nın da ilgisini çekmiş olmalıydı ki boğazını temizleyerek toparlandı ve yüzüne daha ciddi bir tavır yerleştirdi.
“İçeri gel, ne olduğunu anlayalım. Sanırım hafızanla ilgili sorunların var. Sana yardım edebilirim.”
Elimde olmadan, “Yeniden hatırlamamı sağlayabilir misin? Nasıl?” diye sordum umutla.
Kafasını salladı. “Gel, elimden geleni yapacağım.”
Kararsız kaldım. Sonunda gün ışığıyla aydınlanan etrafta gözlerimi kısaca gezdirirken sertçe yutkunduğumu karşımdaki kadına çaktırmamaya çalıştım. Tanrım, dışarıda beklediğim gibi kalabalık bir cadde, yüksek binalar yoktu. Etrafta dolaşan başka bir insan bile yoktu. Küçük taşlı bir yol alabildiğine görünen ormana doğru ilerliyordu. Issız, terk edilmiş, dağ başında bir yerdeymişim gibi hissetmekten kendimi alamamıştım.
“Pekâlâ,” diye mırıldandım. “Ne olduğunu öğrendikten sonra gideceğim,” diye ısrar ettim. Aissa kafasını salladı ve ben bir kez daha yutkundum. Buradan şehre nasıl inecektim? Üstelik o kurtlarla yeniden karşılaşmayacağımın garantisini kim verebilirdi?
İstemeye istemeye yeniden içeriye girdiğimde Adrian'a kaçamak bir bakış attım. Kollarını çıplak göğsünde bağlamış, sırtını kapı pervazına yaslamış duruyordu ve yüzünde gidemeyeceğini biliyordum ifadesi asılıydı. Onu görmezden gelmeye çalıştım. O da benimle daha fazla uğraşmak yerine hedefini Aissa'ya çevirdi.
“Leo'yu beklemeden buraya geleceğini biliyordum.”
“Tabii ki gelecektim. Burada aydınlatılması gereken esrarengiz olaylar var ve bilirsin işte, gizem çözmeyi severim.”
Bir an için Aissa bana eğlenceli ve kafa dengi biri gibi gözüktü. Onu sevebilirmişim gibi hissettim ama bir an sonra o hissi kışkışladım. Çünkü o da beni ürkütüyordu. Leo gibi olabilirdi ya da daha kötüsü.
Çantasını kütükten evirilmiş sehpanın üzerine bırakarak içini karıştırmaya başladı. İsmini bilmediğim birkaç ot çeşidini, kurumuş bitki yapraklarını, cildinde anlamadığım dilde bir şeyler yazan kitabı ve aynı şekilde kabzasında değişik figürler bulunan çift ağızlı hançeri gün yüzüne çıkardı.
“Gel tatlım, şuraya otur.”
Gerginlikle kolumu sıvazladım. Yaptığımın doğru olup olmadığından emin değildim ve korkuyordum. Üstelik hiçbiri bana yardımcı olmuyor sanki tüm bu saçmalıklar sıradan şeylermiş gibi davranıyorlardı.
Odanın içerisinde dolanarak bulduğu mumları sehpanın üzerine taşıyan Aissa'yı dikkatle izlerken, “Bana ne yapacaksın?” diye sordum. Sesim endişeliydi ve gözlerim sürekli orada bulunan hançere düşüyordu.
“Her an üzerine atlayıp seni öldürecekmişiz gibi davranmayı kes,” dedi Adrian ters ters. Odanın içerisinde ilerleyip kürk serili olan tekli ahşap koltuklardan birine oturdu. Oturduğu yerde yayılanları sevmezdim ama nedensizce kendimi bunu ona yakıştırırken buldum. Dağınık gri saçları omuzlarına dökülüyordu ve dışarıdaki serinliğe rağmen ısrarla çıplak tuttuğu teni göz kamaştırıcıydı. Tanrım, eğer beni korkutmuyor olsaydı ve ondan nefret etmiyor olsaydım bana odaklı olan cam mavisi gözlerine büyülenmiş gibi bakabilirdim.
“Her an üzerime atlayıp beni öldürmeyeceğinize nasıl emin olabilirim?” diye sorarken en az onun kadar aksiydim. İçimde arsızca ona diklenmek ve sınırlarını zorlamak isteyen bir yanım vardı. Beni sürekli sinirlendirdiği için böyle hissediyor olmam normaldi.
“Seni öldürmek isteseydik şu an zaten ölüydün.”
“Sana güvenmiyorum,” diye tısladım. Tırnaklarımı yüzüne geçirmek ve tenini ortadan ikiye ayırmak istiyordum.
“Güvenmemeni tavsiye ederim,” dedi. “Çünkü seni öldürmeyeceğime dair söz vermedim.”
Aissa, “Kesin şunu,” diyerek araya girdi. Bize yaramazlık yapan iki küçük veletmişiz gibi baktığında nedensizce utandığımı hissettim. “Sen, çeneni kapa,” dedi Adrian'a kötü bir bakış atarken. Sonra bana döndü. “Sen de korkma. Sana zarar verecek değilim. Sadece ne olduğunu anlamaya çalışacağım. Şimdi şuraya otur, hadi.”
Karşı koymak yerine sessizce söylenilen yere, sehpanın önüne geçip diz çöktüm. Bulduğu iki mumu da alarak sehpanın diğer tarafına aynı benim gibi diz çöken Aissa'yı merakla izliyordum. Mumları aralıklarla bir daire oluşturacak şekilde dizmeye başlamıştı.
“Sen... sen...” diye mırıldanmıştım ki devamında ne diyeceğimi bilemeyerek öylece kalakaldım. Ancak Aissa ne soracağımı anlamış gibi tebessüm etti.
“Ben cadıyım.”
İstemsizce irileşen gözlerim hızla Adrian'ı buldu ve zaten bana baktığını fark ettim. Dilimin ucundaki sorunun gözlerimden okunduğuna yemin edebilirdim. Acaba o bu saçmalıkların neresinde bulunuyordu? Kendini ne olarak ifade ediyordu? Birden bu soruların cevabını öğrenmek istemediğimi fark ettim. Bana yeteri kadar korkutucu gelirken daha fazlasına şu anda gerek yoktu.
“Bu... gerçek mi? Gerçekten cadı mısın? Büyü falan da yapıyor musun yoksa isim yapmak için mi kendinden böyle bahsediyorsun?”
Bana şaşırmış gibi baktı. Ancak bu o kadar kısa sürdü ki emin olamadım. Açıklama yapmak yerine ellerini avuç içleri yukarıya bakacak şekilde yavaşça havaya kaldırdı ve bu hareketiyle birlikte sehpanın üzerindeki tüm mumlar alev aldı. Ona dehşetle baktım. Aptal gibi hâlâ tüm bu olan bitenlerin gerçekdışı olduğu konusunda ısrar ediyordum ve bu yüzden gözümle gördüklerim beni dehşete düşürüyordu.
“En son ne yaşadığını hatırlıyor musun? Hafızan hangi andan itibaren eksik?”
Şaşkınlığımı içime gömmeye çalışırken, “Bilmiyorum... sanırım, sanırım en son yatağımdaydım,” dedim zihnimi zorlayarak. “Evet, evet, yatağımdaydım. O andan sonrası korkunç bir kâbus gibi onlarca ses ve görüntü var ama her şey yarım yamalak.”
Aissa bu kez Adrian'a döndü. “Onu sokakta bulmuştun değil mi?” Adrian konuşmak yerine hafifçe kafasını öne doğru eğip ardından da geri kaldırdı. Hareketiyle birlikte yüzünün etrafında salınan saçları sanki tenime değmiş gibi ürperdim.
“Ne hâldeydi? Yani, demek istediğim tartaklanmış gibi miydi?”
“Şu andakinden daha iyiydi,” derken keskin gözlerini benden ayırmadan cevap vermişti. En derinlerime gömdüğüm sırlarımı görüyormuş gibi bakıyordu ve bu durum beni geriyordu. “Bir asili andıran kıyafetinin üzerindeki çim ve çamur izleri ve avuçlarındaki, kollarıyla bacaklarındaki çizikler dün gece ormanda yuvarlandığı için oldu.”
Vücudumdaki yaraları biliyor olması irkilmeme neden olurken, “Yuvarlanmıyordum kaçıyordum,” diye homurdandım.
“Öyle mi? Gözüme toprak banyosu yapan bir tavuk gibi görünüyordun.”
Çenem yere düşecekmiş gibi açıldı. “Sen... sen...” Dişlerimi sıktım. “Sen tam bir kürksüz ayısın!”
Aissa'nın şokla donan suratı birkaç saniye sonra yerini kahkahalara bıraktı. Aramızda tek gülen oydu, çünkü Adrian bana beni öldürecekmiş gibi bakıyordu ve bense kaşlarımı çatmış, kollarımı göğsümde kavuşturmuş karşısında dik durmaya çabalıyordum. İşin aslı korkudan kalbim delicesine atıyordu.
Tek kaşını tehlikeli bir ağırlıkta havaya kaldırıp, “Kürksüz ayı, öyle mi?” diye sordu.
Yutkundum ama geri adım atmayacaktım. “Bu soğukta çıplak gezen tek kişi sensin,” dedim ona verdiğim ismi açıklamak istercesine.
Aissa karnını tuta tuta gülmeye devam ediyordu. Ancak ikimiz de onu görmezden geliyorduk. “Tavuk,” dedi gözünü bir kez olsun kırpmadan bana bakarken. “Akşam yemeğine yahni olmak istiyor sanırım.”
Tam ağzımı açmış bir şeyler söyleyecektim ki Aissa yaşaran gözlerini elinin tersiyle kurulayarak, “Tamam, bu kadar yeter, asıl konuya dönebilir miyiz lütfen?” diye sordu. Ama sonra sanki ciddiyet ortamının oluşmasını isteyen başkasıymış gibi Adrian'a bakarak yeniden kahkahayı patlattı. “Kürksüz ayı,” dedi kıkır kıkır gülerek. Adrian'ın sinirden kızarmaya başlayan yüzünü gördüğümde gülmek için gerilen dudağımı ısırdım.
“Özür dilerim, ah, gerçekten özür dilerim Adrian ama... ama bunu hiç beklememiştim. Tanrım, Leo ve diğer çocuklar da burada olmalıydı.”
Adrian, Aissa'nın kendini bir türlü toparlayamaması karşısında, “Eğer bunu onlardan duyarsam başına bela olurum,” diye tısladı. “Beni duydun mu Aissa? Ciddiyim.”
“Tamam, tamam, seninle uğraşmak istemiyorum.” Aissa boğazını temizleyip ıslak gözlerini ovaladı. Her an yeniden kahkahayı basacakmış gibi durduğu için ona biraz yardımcı olmak ve aklını var olan konuya çekmek istedim.
“Neden ne hâlde olduğumu sordun ki? Bunun konumuzla ne ilgisi var?”
Tam da umduğum gibi hızla ortadaki probleme odaklandı. “Tahmin yürütmeye çalışıyorum. Eğer tartaklanmış olsaydın birinin sana zor kullandığını ve belki de büyü yapmış olabileceğini düşünebilirdim. Ya da bilirsin işte, asillerin seni kullanmış olabileceğini... Her neyse, madem ki görünürde iyiydin o zaman başka seçenekler düşünmem gerekecek.”
Neden asillerden bahsederken hepsinin yüzünde aynı iğrenme oluşuyordu merak ediyordum. Onlar kimdi ve neden bu kadar açıkça nefretle anılıyorlardı artık ciddi anlamda ilgimi çekmeye başlamıştı.
“Nerede yaşadığını, aileni ya da sana yakın olan birilerini... Aralarından hiçbirini hatırlamıyor musun? En ufak bir şey bile mi?”
“Adımı bile hatırlamıyorum,” dedim ona durumun ne kadar vahim olduğunu hatırlatmak istercesine.
“Ah, evet, anladım,” diye mırıldanıp gözlerini kaçırdı. “Uzak Diyar'dan gelmiş olabilirsin. Böyle bir seçeneğimiz var. O taraftan buraya gelen pek çok insan oldu. Şey... Sanırım macerayı seviyorsunuz.”
“Bahsettiğin yer bana hiç tanıdık gelmiyor,” diye yakındım. Bana aldırmayarak ortaya attığı teorisini sürdürmeye devam etti. “Buraya geldiğinde belki de bir cadı veya kâhine sataştın. Sana büyü yapmış olabilirler. Bunu yapan birkaç kişiyi duymuştum. Beynini yakıyorlar ve seni diğerlerinin önüne bir ziyafetmişsin gibi bırakıyorlar. Belki de diğerlerinden önce Adrian seni bulduğu için şanslısın.”
Adrian olaya müdahale etmekte gecikmedi. “Başta ben de Uzak Diyar'dan olabileceğini düşünmüştüm ama artık bundan emin değilim. Oradaki insanlara göre fazla çelimsiz ve savunmasız. Onlar kadar gelişmemiş. Duyuları kör, sezileri eh, az da olsa çalışıyor ama asla onlar kadar olamaz.”
“Leo bana onun insan olduğunu söylemişti,” dedi Aissa düşünceli bir edayla çenesini sıvazlayıp sanki bir deney faresiymişim gibi beni incelerken.
“İnsan,” dedi Adrian kafasını sallayarak. “Ama diğerleri gibi evrilmeden böylesine zayıf kalması imkânsız. Şuna baksana dokunduğunda parçalanacak bir bebek gibi duruyor.”
“Belki de insan değildir,” dedi Aissa beni şoka uğratarak. “Belki de ne olduğunu bile unutmuştur. Ya da belki de insandır ama yine ne olduğunu unuttuğu için bu kadar zayıftır.”
“İnsan değilse bunu anlamaz mıydık?”
“Hadi kurtları dolunayda, vampirleri ufak bir kan damlasıyla anlayabilirsin, tamam. Peki ya cadıları, melekleri ve iblisleri?”
“Melek veya iblis değil.”
Aissa duraksadı. “Geriye tek bir seçenek kalıyor,” derken beni inceliyordu. “Şu saçlarına baksana, daha önce hiç böylesine güzel kızıl rengi görmemiştim. Yanan bir alev gibi. Sadece baktığında bile büyülenmiş hissediyorsun.”
“Benim saçlarım kızıl değil,” diye müdahale ettim. “En azından değildi. Bunu hatırlıyorum tamam mı, saçlarım kahve tonlarındaydı. Ama nasıl bu hâle geldiklerini bilmiyorum.”
Adrian ben hiç konuşmamışım gibi davrandı. “Eğer cadı olsaydı kurtlar ona saldırdığında tepki verirdi. Her şeyi unutmuş olsa bile doğası gereği kendini korurdu.”
“Sanırım haklısın. O zaman onun bir insan olduğunu düşünerek hareket edelim.”
“Dinle, ne olduğu pek de umurumda değil Aissa. Tek bilmek istediğim beni nerden tanıdığı. Aynı belaya yeniden bulaşmak istemediğimi biliyorsun. Bu yüzden her seçeneği düşünmem gerekiyor.”
Aissa duraksadı. Ağzı birkaç kez açılıp kapanırken bana kaçamak bir bakış attı. “Aklında ne var Adrian?”
“Sharon her yolu deneyecek kadar kaçık bir kadın. Bana huzur vermeye niyeti olmadığını biliyorum. Bence onu özellikle seçti ve istediği gibi şekil vermek için büyüye başvurdu. Onu ilk gördüğümde açıkça beni tanıyor gibi bakıyordu ve karşılaşmamızdan dolayı şaşkındı ama yeniden uyandığında o andan geriye hiçbir şey kalmamıştı.”
“Bilemiyorum, Sharon çok tehlikeli ve çok öfkeli. İstediğini alana kadar durmayacağından eminim ama bu olay... bilmiyorum, sanki onunla ilgili değil gibi.”
“Ne kadar sınırı aşacağını asla bilemezsin. Bu yüzden bir şeyler yap Aissa. Onun hafızasını yeniden çalıştırmalısın.”
“Ben ufak dokunuşlar yapacağımızı sanıyordum. İstediğin şey çok büyük. Bu büyüler risklidir. Her şeyi hatırlayabilir ya da tümüyle aklını kaybedebilir.”
“Elinden ne geliyorsa.”
Aissa sıkıntılı bir solukla ciğerlerini şişirdiği sırada, “Siz delirdiniz mi?” diye çıkışarak hızla ayağa fırladım. “Dakikalardır bir şeyler saçmalıyorsunuz ve ben bir kuklaymışım gibi davranıyorsunuz.” Hâlâ oturmaya devam eden Adrian'a alev püsküren bakışlarımı çevirdim. “Sharon'dan kaçık olarak bahsederken kendinin ne kadar kaçık olduğunun farkında bile değilsin. Hafızasını kaybeden biri asla verilen görevleri yerine getiremez. O kadar paranoyaksın ki bu gözlerini kör edecek, doğru düşünmene engel olacak kadar seni ele geçirmiş.”
“Hey-"
Söze karışmaya çalışan Aissa'yı elimi havaya kaldırarak susturdum. “Cadı saçmalıkların umurumda değil. Tüm bu saçmalıklar umurumda değil,” diye bağırdım. “Hepsi saçmalıktan ibaret! Benim dünyam böyle bir yer değil! Aklımla oynamayı bırakın, bunlar gerçek değil, olamaz!”
Gerisin geri birkaç adım kapıya doğru ilerledim. Bu sırada beni durdurmak istercesine ayağa fırlayan Aissa'yı fark ettiğimde adımlarım hızlandı. Neredeyse koşuyordum ve bana yetişmesinin imkânsız olduğundan emindim. Bunun verdiği rahatlıkla kapı koluna uzandığım sırada sırtıma çarpan ve saçlarımı hafifçe uçuşturan rüzgârla titredim. Nedensizce tüylerimi diken diken eden bu kısa anın üzerinde durmamayı seçerek kapı koluna asıldım ama kapı bir milim dahi yerinden oynamadı. Görüntüsüyle tek tekmeyle yeri boylayacak olan ahşap kapı şu anda kaya parçası gibi yolumu tıkamıştı. Onu hareket dahi ettiremiyordum. Yine de pes etmeksizin kapı kulpunu ısrarla çekiştirmeye devam ederken omzumun üzerinden dönüp ardımdakilere bakındım ve Aissa'yı biraz ötemde durarak elini bana doğru uzatmış şekilde yakaladım. Bir şey yaptığı kesindi ama büyü olduğuna inanmak istemiyordum.
“Sakin ol,” dedi bu kez iki elini de havaya kaldırarak. “Sakin ol, lütfen, sana zarar vermeyeceğiz.”
“Gitmek istiyorum buradan,” diye haykırdım. “Açın kapıyı! Bu deliliğe daha fazla tahammül etmeyeceğim.”
“Sakin ol,” diyerek bana bir adım yaklaştı. Kaçacak yerim olmadığı için ona saldırgan ifademle bakmakla yetindim. “Sakin ol, bak burası böyle bir yer. Bunu zaten biliyordun ama bir şekilde unutmuşsun hepsi bu. Korkmana gerek yok.”
“Benim hatırlamadıklarım adım, ailem, bana ne olduğu, buraya nasıl geldiğim; yoksa tüm bunların filmlerden ibaret olduğunu biliyorum. Hepsi aptal efsanelerde anlatılan, insanları korkutmak için ortaya atılan batıl şeyler, gerçekliği yok. Gerçek olmasının imkânı yok! Sizin gibi bazı aptal insanlar bu saçmalıkların gerçekliğine kendisini fazla kaptırmış tüm mesele bu!” diye çıkıştığımda kadının yüz ifadesi tuhaf bir hâl aldı.
“Film mi? Efsane mi?”
“Kes şunu! Sanki ilk kez duyuyormuş gibi davranarak beni kandıramazsın! Ne tür bir oyun peşindesiniz bilmiyorum ama aklımla oynamanıza izin vermeyeceğim. Gitmek istiyorum, beni duydunuz mu? Açın şu lanet kapıyı!”
Kapı koluna bir kez daha asıldım ve yine açılmadığında ayağımın acıyacağını bile bile hırsla tekmeyi geçirdim. Bu sırada Aissa hâlâ oturduğu yerden kalkmayan Adrian'a doğru döndü. Aralarında benim anlamadığım bir bakışma geçerken ısrarla kapıyı zorluyordum ama lanet şeyin açılmaya niyeti yoktu. Aissa yeniden bana döndüğünde bu kez gözlerindeki bakış olayı kavradığını belli eden cinstendi. “Sen diğer taraftan buraya geldin,” dedi tekdüze bir sesle. Buna şaşırmışa benziyordu.
“Bunun mümkün olmadığını sanıyordum,” dedi Adrian, kaşları çatıktı. Aissa gözlerini benden ayırmadan cevap verdi.
“Artık çok nadir ama mümkün olduğunu biliyorum. Bak bu konu beni aşıyor, daha bilge birinden yardım almalıyız. Ancak, evet, mümkün Adrian. Ona baksana, buraya ait olmadığı her hâlinden belli değil mi zaten?”
Adrian, “Buraya ait değilse burada ne işi var?” diye sorduktan hemen sonra asıl noktaya değinmeyi ihmal etmedi. “Ve beni nasıl tanıyor olabilir?”
“Büyük Tufan zamanında nasıl bu tarafta insanlar kalmışsa diğer tarafta da bizim gibiler kaldı. Ancak yapılan büyü bizi buraya hapsettiği için güçlerimiz de burasıyla sınırlı kılındı. Yani demem o ki, o kendisini insan sanan ama aslında insan olmayanlardan sadece biri.”
Adrian, “Bu beni nasıl tanıdığını açıklamıyor,” diye homurdandı.
Tanrım, sakalsız yüzüne tırnaklarımı geçirip boydan boya çizmek istiyordum. Onu tanımadığımı daha kaç kez söylemem gerekecekti?
“Seninle ne gibi bir bağı olduğu konusunda tahminim yok. Sizin soyunuzdan olmadığını söylüyorsun, o zaman başka bir şey olmalı. Bunu çözmem biraz zaman alabilir ya da onun unuttuklarını yeniden hatırlamasını bekleyebiliriz.”
“Siz aklınızı kaçırmışsınız,” dedim kafamı iki yana sallayarak. Hayalimde deli gömleği giydirdiğim ikiliyi umursamadan tekrar kapıyla ilgilenmeye koyuldum. Kolumu bacağımı kırmak uğruna bile olsa bu kapıyı açacak ve bu lanet yerden çıkıp gidecektim.
“Hey, dinle, nasıl göründüğünü biliyorum,” dedi Aissa bana yaklaşırken. “Sana burayı anlatmama izin vermelisin. Dışarıda bilmediğin onlarca tehlike var ve sen fazla savunmasızsın.”
“Saçmalıklarınızı dinlemeyeceğim,” dedim sertçe. Yeniden kapının koluna asıldım. O kadar uğraş vermeme rağmen en ufak bir sallantı dahi olmamıştı. Sinirle elimi kapının ahşap yüzüne geçirdiğim sırada Aissa kolumu tutarak beni kendine doğru çevirmek istedi. Ancak teni tenime değdiği anda sanki etime elektrik akımı verilmiş gibi yerimde sıçrayıp ondan kaçtım. Aissa'nınsa ağzından acı dolu bir inilti döküldüğünde aynı etkiyi onun da yaşadığını anlamıştım.
“Bu neydi?” dedim şokla.
“Yüce tanrım, sadece seni sakinleştirmek için büyü kullanmak istemiştim,” dedi tıpkı benim gibi yüzü şokla şekillenmişken. İri gözleri kocaman açılmıştı. “Ama resmen... resmen üzerinde bir kalkan varmış gibi geri tepti.”
“Aman ne güzel başımızdaki bela gittikçe büyüyor desene,” dedi Adrian kendi kendine konuşuyormuş gibi. Sözlerine rağmen gözleri ilgi ve merakla üzerimde geziniyordu.
Aissa, “Dinle,” diyerek söze girdiğinde hâlâ şok dolu ve bir o kadar da düşünceliydi. Siyaha çalan saçlarına oranla daha açık tonlardaki kaşları çatık, yüzü gergindi. “Bu çok garip, ilk kez başıma geliyor ve ben Büyük Tufan'da neler olduğunu herkesin bildiği kadar biliyorum ama bize yardımcı olabilecek birilerini bulabilirim. Sana ne olduğunu, nasıl buraya geldiğini ancak böyle öğrenebiliriz. Şimdi her şeyden önce sakin kalmalısın ve ben geri dönene kadar buradan ayrılmamalısın.”
İtiraz etmek için aralanan dudaklarım onun hızlı müdahalesiyle öylece kalakaldı. “Dışarıdaki tehlikeleri bilmiyorsun,” derken aceleyle sehpaya doğru ilerledi ve eşyalarını bez çantasına geri tıkmaya başladı. “Her şeyden emin olabilmemiz için daha bilge bir cadıya ihtiyacımız var. Ben bunu ayarlayana kadar burada kal. İki güne kadar geri dönmüş olurum. Biraz sabretmelisin ve eğer canını seviyorsan burada kalmalısın. Umarım yeterince açık olabilmişimdir.”
Sonra benim konuşmama yine müsaade etmeyerek bu kez Adrian’a döndü. “Gitmeliyim, bundan emin olmak için yapmam gerekenler var. Ona göz kulak ol Adrian, sorun çıkarma.”
Adrian kısaca kafasını sallamakla yetindiğinde şaşkındım. İşin aslı beni evinde istemeyeceğini düşünmüştüm. İstememek için onlarca nedeni vardı ve benim de burada kalmamak için yüzlerce nedenim vardı. Ancak bir mecburiyete itilmiştik.
Aissa yanında dikildiğim kapıya yaklaşırken elini hafifçe havada kaydırdı ve kapıdan açıldığını belirten o tiz ses duyuldu. Önümden geçip gitmeden önce yanımda durarak, “Lütfen, ben dönene kadar burada kal. Dışarısı senin için güvenli değil,” dedi kaçıp gitmeyeceğimden emin olmak istercesine. Yutkundum. Elimde olmadan gözlerim odanın içerisinde kayarak Adrian'ı buldu. Dışarısının güvenli olmadığını dün gece zaten yaşayıp görmüştüm, ancak sorun şuydu ki içerisi de bana pek güvenli gelmiyordu.
Sanki endişelerimi anlamış gibi, “Ona aldırma,” diye fısıldadı Aissa. “Bazen çekilmez huysuz keçinin teki de olsa kötü biri değildir. Bu yüzden korkmana gerek yok. Unutma ki seni o sokakta terk edebilirdi ama yardım etmeyi seçti.”
Bunu içinde iyilik olduğunu için mi yapmıştı yoksa onu tanıdığımı düşündüğü için mi yapmıştı asla emin olamayacak olsam da ikinci seçenek bana daha ağır geliyordu. Yine de sessizliğimi korudum ve sadece kafamı sallamakla yetindim.
Aissa olumlu karşılamama rağmen sanki sakin kalmayacağımızı biliyormuş gibi tereddütlüydü. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Ancak daha fazla üstelememeyi seçerek kendisini evden dışarıya atması fazla uzun sürmemişti. Vakit kaybetmek istemediği her hâlinden belliydi. Elbisesinin eteğine basmamak için önünü kaldırıp hızlı adımlarla uzaklaşmasını izlerken birden durması kaşlarımı çatmama neden oldu. Bize doğru döndüğünü gördüğümde ne söyleyeceğini merak etmiştim, çünkü aklına bir şey gelmiş gibiydi.
“Baksanıza ikinize de güvenmiyorum,” dedi gözlerini benim ve Adrian'ın üzerinde gezdirirken. Neden birden bunu söylediğini çözmeye çalışırken Adrian'ın hışımla ayağa fırladığını göz ucuyla izledim.
“Sakın bunu yapma Aissa!”
“Üzgünüm, Adrian. Geri döndüğümde onun burada olacağından emin olmalıyım ve senin onu kaçırtmayacağından.”
Adrian, “Aissa!” diye kükrerken kapıya doğru ilerliyordu. Bense donmuş gibi olduğum yerden neler olacağını izliyordum. Aissa bildiğini okuyacağını belli edercesine ellerini iki yana doğru kaldırdığında ve anlamadığım dilde bir şeyler söylediğinde nerden geldiğini bilmediğim ılık bir rüzgâr tenime değerek saçlarımı havalandırdı. Hangi dilde konuştuysa bu Adrian'ın ara sıra kullandığı dilden daha farklıydı. İşinin bittiğini belli edercesine ellerini indirdikten sonra Adrian'ın kükremelerini duymazdan gelerek hızlı adımlarla evden uzaklaştı.
“Geri döndüğünde onu bulamayacaksın Aissa!” diye bağırdı Adrian kapının hemen önünde durarak. Öfkeli görünüyordu. Birden elini kaldırıp görünmez bir duvara yumruk atacakmış gibi hızla kapının dışarıya sağladığı açıklığa indirdi ve eli gerçekten de o boşlukta olan bir şeye çarptı.
“Beni duydun mu seni lanet cadı! Geri döndüğünde onu bulamayacaksın, çünkü onu öldürmüş olacağım!”
Saf bir öfkeyle sarf edilen bu cümle kanımı dondurdu. Biraz ötemdeki adamdan kaçmak istercesine gerisin geri ardımdaki duvara doğru ilerledim. Sırtımı girinti çıkıntıları tenime batan ahşaba yasladığım sırada Adrian, “Bunu sana ödeteceğim,” diyerek bir kez daha elini önündeki boşluğa geçirdi. Görünürde orası bomboştu ancak eli bir duvara vuruyormuş gibi havada asılı kalıyordu.
Aissa çoktan gözden kaybolmuştu ve beni bu canavarla baş başa bırakmıştı. Buradan bir an önce gitmem gerektiğini hissederken Adrian kapının önünden çekilip sanki düşüncelerimi yıkarcasına kapıyı büyük bir gürültüyle üzerine vurdu. Sırtımı dayadığım ahşabın titrediğini netçe hissederken yutkundum. Korku tırnaklarıyla kalbimi avucuna almış yavaşça sıkıyordu. Bana ne yapacağını düşünerek zihnimden yüzlerce kanlı sahne geçirirken Adrian bana bir kez olsun bakmadan odanın içerisinde ilerledi ve şöminenin üzerindeki rafta dizili dura şişelerden birini alıp bardağa dökme gereksinimi duymadan kafasına dikti.
Bu fırsatı değerlendirmem gerektiğini düşünerek hızla kapıya doğru atıldım. Nihâyet lanet kapıyı açmayı başarmıştım ve göz ucuyla takip ettiğim Adrian'ın bana engel olmak gibi bir niyeti olmadığı istifini bile bozmamasından belliydi. Yine de hızlı olmak zorundaydım. Ayaklarımın çıplak ve dün geceden yaralı olmalarını umursamadan tüm gücümle koşmalıydım. Dışarıya doğru ilk adımımı attığım anda bir şeye çarptım. Ellerimi havaya kaldırarak görünmeyen duvarın üzerinde gezdirdim. Böyle bir şeyin mümkün olması beni dehşete düşürürken Adrian'ın sıcak nefesini ensemde hissettim.
“Bunun ne olduğunu bilmek ister misin?” dedi tehlikeli bir tonla. “Bu, iki gün boyunca buradan çıkamayacaksın demek. Peki buranın kime ait olduğunu bilmeyi de ister misin?” Kafamı iki yana salladım. Tanrım, ağlamak üzereydim. O ise beni umursamadan sanki onaylamışım gibi konuşmaya devam etti.
“Burası şeytanın ini ve sen burada, şeytanla baş başasın.”
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |