5. Bölüm

4. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Şeytan.

Tüylerim diken diken oldu. Gözlerimin önünde kırmızı yüzlü, kırmızı gözlü, koca boynuzlu ve çarpık dişli çirkin bir suret belirdi. Şeytan denilince çocukluğumdan beri aklımda bu görsel canlanırdı. İzlediğim filmlerden bilinçaltıma yerleştiği için bu şekilde düşünüyor da olabilirdim. Ancak şu anda gözümün önünde beliren tek şey kırmızı gözlerden ibaretti. Kan kırmızısı bir çift göz bana bakıyormuş gibi hissediyordum. Ciğerlerime çektiğim büyük nefesi açıkla yutarken birden arkama döndüm. Artık sırtım Aissa'nın bizi buraya hapsetmek için ördüğü görünmez duvara değiyordu. Adrian'la o kadar yakındık ki nefes almak için her göğsümü şişirdiğimde onun çıplak göğsüne sürtünüyordum. Aramızdaki tek engelin ince geceliğim olduğu gerçeği içime tuhaf bir gerginlik dalgası yaymaya başlamıştı.

Zihnimdeki kan kırmızısı yansımasının aksine hâlâ cam mavisi olan gözleri üzerimdeydi. İçki şişesi elinde duruyordu ve beni bin parçaya bölmek istercesine bakıyordu. Saldırgan tutumu bana mıydı yoksa Aissa'nın attığı son dakika golüne miydi kestirmek imkânsızdı.

Her nefes aldığımda ona değen göğüslerimin üzerine düşüp duran bakışlarımı telaşla Adrian'ın yüzüne sabitlemeye çalıştım. Aralık dudaklarımdan içime çektiğim soluklar ciğerlerime yetmiyordu. Tuhaf bir anın içerisinde hapsolmuş gibiydim. Korkuyordum, endişe doluydum ve aynı zamanda var olan yakınlığımız garip bir şekilde boğazımın kurumasına neden oluyordu. Üstelik Adrian'ın bana yardımcı olmak gibi bir niyetinin olmadığı belliydi. Bana hâlâ aynı keskin bakışlarla bakmaya devam ediyordu.

“Beni öldürecek misin sahiden?” sorusu birden dudaklarımdan döküldü. Söylediğinde ciddi gibi duruyordu, ancak öte yandan bunu yapmayacağını içimde bir yerlerde hissedebiliyordum.

Konuşmamla birlikte gözleri kısa bir anlığına dudaklarıma kaydı. Cam mavisi gözlerindeki keskinlik artarken, “Neden yaşamana izin vereyim ki? Başıma bela olman için mi?” diye sordu.

Onu sertçe geriye itmek için sızlanan ellerimi yumruk yaparak bastırdım. “Belki de sen benim başıma bela oluyorsundur? Neden olaya diğer tarafından bakmayı reddediyorsun?”

Sanki aramızda çok mesafe varmış gibi bana doğru eğildi. Beyaza çalan gri tonlarındaki saçları varla yok arası tenimi okşadı. Uzaktan bakan biri öpüştüğümüzü bile zannedebilirdi ancak o daha çok tuhaf bir varlığı inceliyormuş gibi bakıyordu.

“Bana problem yaratacak olursan başına nasıl bela olacağımı görürsün. Pişman olacağın şeyler yapmadan önce bu sana ilk ve son uyarım. Eğer bir amaç için buraya gönderilmişsen iki gün sonra bu kapı açıldığında gitmen için sana şans tanıyacağım ama eğer kalmakta diretir ve niyetini belli edersen...” Boştaki eli birden boğazıma dolandı. Tenimi sıkmıyordu, bu bir uyarıydı. “Son nefesini verirken seni izleyen ben olurum.”

Gözlerim dehşetle açılırken, “Birini öldürmekten nasıl bu kadar basitmiş gibi konuşabilirsin?” diye sordum. Karşılık olarak hafifçe, çok ama çok hafifçe boğazıma sarılı olan parmaklarını sıktı.

“Çünkü basit.”

“Sen kesinlikle normal değilsin.”

“Değilim,” diyerek beni onayladı. “Birini öldürmem gerekirse öldürürüm. Ve emin ol burada kaldığın süre boyunca o küçük bakire ellerine birilerinin kanı bulaşacak.”

Yutkundum. “Çoktan bulaşmadığından nasıl emin olabiliyorsun? Belki ben de senin gibi bir katilimdir.”

Adrian hafifçe dudağının kenarını kıvırdı. Bu minik harekete odaklanan bakışlarım tüm diretmeme rağmen oradan ayrılmaya niyetli değildi. “Kız çocuğu,” dedi hâlâ izlediğim dudakları ağır ağır kıpırdanarak. Duyduğum kelimeyle kendime gelmeyi başarırken çatık kaşlarımı ona diktim. Beni küçümsüyor muydu? On sekiz yaşındaydım, benden büyük olduğu her hâlinden belliydi. Yirmilerinin ortalarında olduğunu söyleyebilirdim, ancak bu beni küçümseyebileceği anlamına gelmiyordu.

“Gözlerinde bir kız çocuğu saklı,” diye devam etti. “Sen günahın ne olduğunu henüz bilmiyorsun.”

İçimi görüyormuş gibi bakması beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Bu kadar dikkatli bakmak ve odağını asla başka yöne çevirmeden beni izlemek zorunda mıydı?

“Yine de benden şüpheleniyorsun?”

Kafasını salladı. “Kimse göründüğü kadar masum değildir. Sen de değilsin. El değmemiş, berrak bir su gibi dursan da değilsin.”

“Bence sen sorunlusun. Ciddi derecede paranoyan var,” dedim teşhisini koymuş gibi. “Bu çılgınlık seni tamamen ele geçirmiş, kimseye iyi yönde yaklaşamıyor olmanın nedeni bu.”

“Hakkımda istediğini düşünebilirsin,” derken nihâyet az da olsa geri çekilebildi. Uzun zaman sonra rahatça nefes alabiliyormuş gibi ciğerlerimi şişirdim. Elindeki şişeyi kafasına dikmeden hemen önce konuştu. “Ama unutma ki iki gün boyunca bana mahkumsun. Yerinde olsam beni iyi bir adam olarak düşünmeye çalışırdım. Aksi hâlde kafanda kurdukların yüzünden kalbin patlayabilir ya da tamamen aklını kaybedebilirsin.”

Tanrım, sözleri bir kulağımdan girip ötekinden çıkmıştı, çünkü şişedeki içkiden içerken dudaklarından sızan ve çenesine, oradan boynuna, oradan da göğsüne doğru kayan sıvının çizdiği yolu izliyordum. Soğuk bir ürpertinin tenimi yoklamasıyla ürperdim. Dikkatimi toplamak istercesine kafamı hafifçe iki yana sallarken gözlerimiz buluştu. Cam mavisi harelerinde alevler dans ediyor gibiydi. Kesinlikle karanlık ve ürkütücü bir adamdı. Ondan korkmalıydım. Ona karşı korkudan başka hiçbir şey hissetmemeliydim.

“Sana bir isim bulmalıyız,” dedi beklemediğim bir anda.

Dudaklarımı yaladım. “Buna gerek yok. İki gün sonra buradan çıkıp gideceğim.”

“İçkimi paylaşacağım kadının bir ismi olmalı,” derken az önce kafasına diktiği şişeyi bana doğru uzattı. Gözlerim istemsizce şişenin ağzına odaklandığında yeniden yutkundum. Aralık kalan dudaklarım her an bir şey söyleyecekmiş gibi gerilse de ne diyeceğimden emin değildim. Lanet olası şeyden iğrenmem gerekirken neden içimde garip bir heyecan kıpırdanmaları oluşuyordu?

Şişeyi havada sallayarak, “Al hadi,” diye ısrar etti. “Seni rahatlatır. Fazla düşünmekten kalan beynin yanmak üzere.”

“Hafızamdaki eksikliklerle dalga geçmeyi bırak,” diye homurdanırken sertçe elindeki şişeye uzandım. “Canımı sıkıyorsun.” Gözlerimi şişenin ağız kısmından bir an bile ayırmadan onu dudaklarıma doğru yaklaştırdım. Tüm tereddütlerime rağmen bunu yapmayı isteyen yanım bastırılamayacak kadar güçlüydü. Şişeye ağzımı dayamadan önce dudaklarımı yalarken Adrian'a alttan bir bakış attım, beni izliyordu ve doğruca dudaklarıma bakıyordu. Bu görüntü yanan bir evin içerisine atılmış gibi vücudumun ateşle sarılmasına neden oldu.

“Yoksa daha önce hiç içmedin mi?” diye sordu hâlâ aynı noktaya odaklıyken.

“İçtim tabii ki,” derken sesim elimde olmadan huysuz çıkmıştı. Ben küçük bir kız çocuğu değildim. Elbette ki alkol almışlığım vardı. Kimlerle birlikte olduğumu hatırlamasam da bir barda olduğumu ve elimde koca bir kadeh tuttuğumu netçe hatırlıyordum.

“O zaman sarhoş olmaktan korkuyorsun?”

Şişeyi hâlâ dudaklarımın dibinde tutmaya devam ederken, “Hayır, korkmuyorum,” diye çıkıştım. “Daha önce de sarhoş oldum.” Siktir, işte bunu hatırlamıyordum.

“Öyleyse ne bekliyorsun, iç şunu.”

Tam dudaklarım şişeye değmek üzereyken aklıma gelen düşünceyle duraksadım. Hareketlerimi pür dikkat izlediği için duraksamam karşısında huysuzlukla yüzü gerildi.

“İçinde başka bir şey olmadığını nerden bileceğim?”

İşte ancak bu sorum onu kendine getirmiş gibi şişeyle dudaklarım arasında gidip gelen bakışları gözlerime tırmandı. “Beni paranoyayla suçlayana da bakın,” dedi alayla, sesi bir nebze soğuktu. “Pek farkımız kalmadı gibi, ne dersin?”

“Tereddütlerimin olması çok normal,” diye kendimi savundum. “Seni tanımıyorum, burayı tanımıyorum ve uçuk kaçık şeylerin içerisindeyim. Belki de beni bayıltmak istiyorsun, belki de başka planların vardır. Bunları düşünmek zorundayım tamam mı?”

Söylediklerim hoşuna gitmemiş gibi kaşlarını çattı. “Başka planlar derken ne demek istedin?” diye sorduğunda cam mavisi gözleri bir anda buz sarkıtlarıyla dolmuştu.

Hızlı değişimi karşısında ne diyeceğimi bilemeyerek bocaladım. “Bilmiyorum, her şey olabilir.”

“Mesela? Ne olabilir?”

Olduğum yerde sıkışmış gibi rahatsızlıkla kıpırdandım. Konuyu üstelemesi beni çıkmaza sokuyordu ve duymak istediği cevabı almadan bu ısrarı kesmeyeceği her hâlinden belliydi.

“Aissa’yı geri çağırıp unuttuklarımı hatırlamam uğruna beynimi yakmayı göze alabilirsin,” dediğimde devamını duymak istercesine tek kaşını kaldırdı. Sanki cevaplar evin duvarlarında yazılıymış gibi etrafıma bakındım. “Bana zarar verebilirsin hatta öldürebilirsin,” diye devam ettiğimde bu kez dudağının bir kenarı çok ama çok hafifçe kıvrıldı. Eğer her hareketini incelemiyor olsam bunu rahatlıkla kaçırabilirdim. Ve bana kalırsa bu minik hareketin anlamı bunu ben uyanıkken de yapabileceğiydi. Tehlikeli biri olduğunun altını yeniden çizerken az sonra söyleyeceğim şey için, “Seni tanımıyorum,” diye ön hazırlık yaptım. “İsteğim dışında benden faydalanabilirsin bile.”

Beklemediğim şekilde gür bir kahkaha attı. Her ne kadar keyiften uzak olduğu belli olsa da ona hayranlıkla bakmaktan kendimi alamadım. Güzel bir yüzü vardı. Sırf bunun için bile onlarca kadın onun ağına düşebilirdi.

Elimde tutmaya devam ettiğim içki şişesine iri parmaklarını sarıp onu benden aldı ve şişeyi tuttuğu eliyle beni işaret etti. “Senden mi faydalanacağım?” dediğinde gerçekten utanmıştım. Bu konuyu neden açmıştım ki? Tüm hata bendeydi.

“Endişe etme, sen benim bakacağım son kadın bile olamazsın,” dedi aynı soğuk alayla. Hırsla dişlerimi sıktım. Peşimden yüzlercesini koşturduğumu iddia etmiyordum ama yüzüne bakılmayacak kadar kötü görünmediğimden de emindim.

“Ben gerçek dişilerle ilgilenirim. Senin gibi çocuksularla değil. Bu yüzden için rahat olabilir. Benden her şeyi bekleyebilirsin ama bunu asla.” Sözleriyle beni deşmemiş gibi umursamaz bir edayla şişedeki içkiden koca yudum alarak benden uzaklaştı. Ancak sanki bir şeyi hatırlamış gibi aniden durup yeniden bana dönmesi fazla uzun sürmedi.

“Ayrıca sana bir şey yapmak istesem seni bayıltmakla falan uğraşmam, yaparım. Bana engel olamazsın.”

İçim hırs ve kinlenmeyle fokurdarken, “Pislik,” diye ağzımın içerisinde tısladım. Cidden onu pataklamak istiyordum. Güzel suratındaki sinir bozucu soğuk alayı yumruğumla silmenin hayali bile beni coşturuyordu.

“Sadece bu kadar mı? Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun.”

Hâlâ benimle alay etmesi karşısında, “Tam bir göt gibi davranıyorsun,” dedim öfkeyle. Bana istediğini yapabilirdi. Var olan korkumu öfkeye çeviren bizzat oydu.

“Evet, bu daha iyi,” derken sönmüş şöminenin önündeki koltuğa ilerledi. Ona hakaret etmemden zevk duyan mazoşist miydi yoksa altında başka bir şey mi vardı emin olmak imkânsızdı.

Deri post serili ahşap koltuğa bedenini bıraktı. Umursamaz görünüyordu. Hâlâ buz gibi bakan gözlerini saymazsak olan biten hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi.

“Kapıyı kapatsan iyi edersin. Ev yeterince soğudu ve odunlar dışarıda,” diye beni uyardı. Kahretsin, şimdi dışarı çıkıp odun bile alamayacak mıydık? Soğuğu hatırlatmasıyla birlikte üşüyen tenim aklıma geldiğinde titredim. Kahrolası gecelikle ne kadar zamandır vakit geçirdiğimi bile bilmiyordum. Beni buna mecbur bıraktığı için Aissa'ya olan öfkemle dişlerimi sıkarken son kez şansımı demek istercesine elimi kapı boşluğuna uzattım ve evet, sikik görünmez duvar hâlâ oradaydı.

“Lanet olası,” diye homurdanarak ahşap kapıyı sertçe üzerine vurdum. Tanrım, bu evde, tanımadığım bir adamla baş başa kalmıştım ve normal olmadığını düşünürsek kesinlikle tehlikedeydim. Şu an dehşetle çığlık atıp birilerinin yardımıma koşmasını ummayı seçmememin tek nedeni beni delicesine ürküten ve korkutan bu adamın bana zarar vermeyeceğini hissettirmiş olmasıydı. Ne kadar bu düşünceden hoşlanmamış olsam da haklıydı, bana istediğini yapabilirdi. Ancak o bunun yerine içki teklif etmişti. En azından önümdeki iki gün için onu iyi bir adam olarak düşünebilirdim. Derin bir nefes aldım. Evet, bunu yapabilirdim.

Çıplak ayaklarımı yerde sürüye sürüye ona doğru yaklaştım. Ayak tabanlarımdaki kesikler her adım atışımda varlıklarını hatırlatıyorlardı. Canımı yakmaktan çok rahatsız edici sızılardan ibaretti. Ne hâlde olduğumu görmek için aynaya ihtiyaç duysam da karşılaşacağım görüntünün canımı sıkacağından emin olduğum için bu isteğimin peşine düşmüyordum. Berbat görünüyor olmam için ekstra bir olaya gerek yoktu, berbat göründüğümü biliyordum.

Adrian bana bakmıyordu. Yine orada yokmuşum gibi davranmaya başlamıştı. Pekâlâ, bunu ben de yapabilirdim. Ona hiçbir şey söylemeden elindeki içki şişesine uzandım. Cam mavisi gözlerinin bana döndüğünü hissediyordum ama bu kez ona bakmayan bendim. Tek kaşını kaldırarak beni izlediğinden adım kadar eminken sönmüş şöminenin önündeki yerime, oraya bıraktığım battaniyenin üzerine oturdum. Yüzüm şömineye doğru dönüktü. Adrian ise bana dönük otursa da beni sol profilden görebiliyordu.

Parmaklarımın arasındaki şişenin ağız kısmına kısa bir bakış atıp bekletmeden ilk yudumumu aldım. Dilime değen sıvı boğazımdan geçerken ardında ferah bir esinti bırakmıştı. Ancak birkaç saniye sonra geçtiği yolun yanmaya başladığını hissettim, midem kasıldı. Vücuduma hızlı enerji girişleri olduğunu fark ederken ikinci yudumumu aldım. Tadı kötü değildi, ancak bayılarak içtiğim de söylenemezdi.

“Bunun bir adı var mı?” diye sordum öylesine. Hâlâ bana baktığını biliyordum.

“Vahreln,” dedi tuhaf bir aksanla. Bazen kendi kendine bu aksana benzer konuştuğu olmuştu. “Buraya özgü bir içki, tadı tuhaf gelebilir.”

Üçüncü yudumumu aldım. “Yaşadığım dünyadan farklı bir yer nasıl var olabilir?”

“Cadılar işin içine girdiğinde aklının almayacağı birçok şey var olabilir,” dedi iç çekerek. “Burası onların eseri ve giriş çıkış anahtarları da sadece onlarda var.”

Dördüncü yudumumu almak üzereyken söylediklerinden sonra ona doğru döndüm. “Eğer Aissa cidden de bir cadıysa-"

“O sana bu konuda yardım edemez,” diyerek sözümü kesti. “Bu olay onun güçlerinin yetebileceği boyutlarda değil. Aissa sıradan bir cadı.”

“Ama yardım edebileceğini söylemişti.”

“Daha güçlü birini bulacaktır.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp önüme döndüm. Bakıştığım şişe henüz yarısına bile inmemişti ve tüm saçmalıklardan biraz olsun uzaklaşabilmek adına hepsini içebilirdim. Bir yudum daha mideme gönderdikten sonra, “Gerçekten de o bir cadı mı?” diye sormaktan kendimi alamadım.

“Bizi fare gibi buraya tıktığını gözlerinle gördün. Hâlâ neden gerçeği inkâr etmek için çabalıyorsun?”

“Çünkü tüm bunları aklım almıyor. Tamam, hepsini daha önce duymuştum. Cadı, vampir, kurtadam, ifrit, elf, goblin, trol, hobbit... Onlarcası var, hepsini duydum ama hepsi kitaplarda ya da filmlerdeydi. Hepsi hayal ürünüydü.”

Bana doğru eğilip şişeyi istercesine elini uzattı. Ona karşı çıkmadan şişeyi avucuna bıraktım. Geri çekildiğinde tereddüt dahi etmeden ya da yüzünde minicik bile iğrenme kırıntısı belirmeden şişeyi kafasına dikti. Peş peşe aldığı birkaç yudumu izlerken, başını geriye attığı için belirginleşen ve her yudumunda aşağı yukarı hareket eden âdemelmasını izliyordum.

“Burada hepsi gerçek,” diyerek aklımı başıma toplamamda yardımcı oldu. “Senin hayal ürünü olarak sınırlandırdığın her şey ama her şey burada gerçek. İki dünya ayrılmış olmasaydı hayal ürünü diye adlandırdığın tüm şeylerle yaşamayı öğrenmiş olacaktın. Ama dünya ikiye bölündü, sizin tarafta biz sadece efsane olarak kaldık.”

Evet, efsaneler konusunda haklıydı. Kulağa uyduruk gelse de hep bir ürkütücülüğü olan tonlarca efsane duymuştum. Belki de haklıydı, tüm bu efsanelerin kaynağı aslında onlardı. Yani dünya ikiye bölündüğünde onların silinen varlıklarının yerlerini efsaneler almıştı. Hatta belki de tüm o film ve kitap fikirlerinin ana kaynağı onlara dayanıyordu, yani gerçek varlıklara.

Düşüncelerimin derinliği ve doğru olma ihtimali beni ürkütürken Adrian'a şişeyi geri vermesini istercesine elimi uzattım. Sorun çıkarmadan şişeyi avucuma bıraktı. Şöminenin üzerinde başka içki şişesi yokmuş ya da evde bardak bulunmuyormuş gibi aynı şişeyi paylaşmaya devam ediyorduk ve bu ikimizin de umurunda değildi.

“Peki nasıl oluyor da aynı dili konuşabiliyoruz? Bazen bazı kelimeleri benden daha farklı telaffuz ediyorsun ama buna rağmen sorunsuz anlaşabiliyoruz.”

“Biraz beynini zorlarsan bunun cevabına zaten erişebilirsin,” dedi karşısında küçük bir çocuk varmış gibi. Benimle alay etmesi sinirlerimi bozuyordu. “Bir zamanlar dünyamız birdi. Yani bu da demek oluyor ki zaten aynı dili konuşuyorduk.”

Ağzıma doldurduğum sıvıyı mideme gönderirken düşündüm, haklı olabilirdi. Ne kadar durum hâlâ bana uçuk kaçık gelse bile en azından elle tutulur bir şeyler öğrenebiliyordum.

“Bazen başka bir dil kullanıyorsun. O ne?”

Surat ifadesinin sertleştiğini fark etmekte zorlanmadım. “Seni ilgilendirmeyen bir konu,” dedi kelimelerin altını kırmızı kalemle çizerek. Uyarısını dikkate alıp kafamı salladım. Merak tırnaklarını içime geçirse de üstelemeyecektim. “Teknolojik olarak alıştığım hiçbir şey yok,” diye mırıldandım konuyu değiştirmek istercesine. Tanrım, elektrik bile yoktu.

“Aradığın zımbırtılara benzer şeyler sadece asillerin yaşadığı yerlerde var.”

Yine aynı tiksinti dolu surat ifadesi yüzündeydi. “Neden burada yok?” diye sorarken kafamı kaldırıp evin tavanında şöyle bir gözlerimi gezdirdim. “Tarih öncesinde kalmış gibi.”

“İhtiyaç duymuyorum, bu bana yetiyor.”

“Araban da mı yok?”

“İnsan işi. İhtiyaç duyduğum bir şey değil,” dedi önemsiz bir konudan bahseder gibi. Tanrı aşkına bu dağ başına benzer yerde arabaya nasıl ihtiyaç duymazdı?

“Peki yakında arabası olan birileri var mı?”

Sıkkınlıkla ciğerlerini şişirip, “İhtiyaç duymayız,” dedi bininci kez söylediğini belli eden ifadesiyle.

“Tamam, anladım,” diyerek teslim oldum. Şişeden sıradaki yudumumu alırken hafiften başımın dönmeye başladığını hissedebiliyordum. Tuhaf bir tadı olan bu sıvının etkisi beni alaşağı edecek kadar güçlü değil gibi görünüyordu, en azından şimdilik durumu iyi idare ediyordum. Ayrıca zaten boka battığıma göre biraz daha derine inmekten çekinmemin anlamı yoktu.

Odalardan birinden gerinerek çıkan köpeği gördüğümde olduğum yerde gerildim. Keyifli mırıltılar çıkartırken doğruca Adrian'a bakıyordu. Ona nazlandığı ve ilgi beklediği her hâlinden belliydi. Sanki bunu biliyormuş gibi, “Gel Gece, gel kızım,” dedi Adrian elini bacağına vurarak. Kömür karası köpek zıplayarak Adrian'ın önünde bitti ve arka patilerinin üzerine kalkarak ön patilerini onun ayaklarının üzerine koydu. Kuyruğunu delicesine sallıyordu ve koca dili dışarıdaydı. Adrian köpeğin başını iki avucunun arasına alarak okşadı. Canını yakmadığından emindim ama hareketleri gözüme biraz sert gelmişti.

Köpek birkaç kez havlayarak neşesini belli ederken, “Ona düşmanmış gibi bakmayı kes,” dedi Adrian. Dünya umurunda değilmişçesine köpeğiyle ilgilenirken beni nasıl yakaladığına şaşırmadan edemiyordum. Köpek sanki oradaki varlığımı ancak hatırlamış gibi ön patileri hâlâ Adrian'ın kucağındayken dönüp bana baktı. Tanrıya yemin edebilirdim ki az önceki sevinçli suratı bana döndüğünde vahşi çizgilerle şekillenmiş, hatta hafifçe hırlayarak sivri dişlerini göstermişti.

“Seni sevmedi.”

“Sanki ben onu çok sevdim,” diye ağzımın içerisinde geveleyerek önüme döndüm. Bana dipsiz bir uçumu andıran kara gözlerini dikip bakması gerginliğimi arttırıyordu. Sanki her an üzerime atlayıp beni parçalayacakmış gibiydi.

Adrian köpeğine köşedeki minderine geçmesini buyurduktan sonra, “Onunla iyi anlaşsan iyi edersin. Pek uslu bir köpek olduğunu söyleyemem. Hoşlanmadıklarının etine dişlerini geçirmek gibi bir huyu var,” diyerek var olan korkumu harladı.

Yutkundum. “Bana bulaşmazsa ona bulaşmam,” dedim nereden geldiğini bilmediğim cesaretle. Adrian gülümsedi. Acaba güldüğünde ne kadar güzel olduğunun farkında mıydı?

“Sana bulaşsa bile ona bulaşmamanı tavsiye ederim. Çünkü seni parçalara ayırması sadece birkaç saniye sürer.”

Gece bunu onaylarcasına homurtu çıkardı. “Vahşi,” dedim burnumu kırıştırarak. “Sahibi sen olduğuna göre sen de vahşisin.”

“Hem de tahmin edemeyeceğin kadar.”

Bunu o kadar sıradan bir şeymiş gibi söylemişti ki kaybolmaya başlayan korkum yeniden beni ele geçirdi. Hem rahatlamamı istercesine benimle sohbet ediyor, içki içiyordu hem de kim olduğunu unutmamamı belli edercesine ummadığım bir anda karşımda dikiliyordu. Kesinlikle problemli biriydi ve midemin kasılmasına neden oluyordu. Bir mideye sahip olduğum ancak aklıma gelebildiğinde karnım isyan edercesine kıpırdandı. Tanrım çıkan gurultuyu duymamış olmasını dilemekten başka şansım yoktu. İşte şimdi neden içki içtiğimde midemin sızlandığını anlayabilmiştim. Aç karnıma gönderdiğim ilk şey içinde ne olduğunu bile bilmediğim tuhaf sıvıydı.

“Şey... ben...” Gözlerimi ondan kaçırdım. Ondan bir şey isteyecek olmak nedensizce beni geriyordu. “Yiyebileceğim bir şeyler var mı?”

“İçeride biraz salyangoz ve solucan çorbası olacaktı, gidip ye,” dedi aynı düz ifadesiyle. Çenem yere düşecekmiş gibi açılırken açlıktan kıvranan midem birden duruldu. Salyangoz ve solucan yemektense açlıktan ölmeyi tercih ederdim. Adrian ise ayaklanarak kalkmam için eliyle işaret etti.

“Hadi, beni takip et, henüz sana uyacak ismi bulamadığım küçük insan.”

Bu kez kaşlarım saçlarıma karışmak istercesine havalandı. Tanrım, hayır, o çorbayı yemeyecektim. “Düşündüm de ben böyle iyiyim,” dedim elimdeki şişeyi ona gösterip hızla dudaklarıma dayarken. “Sen gidip istediğin böceği yiyebilirsin.” Gözümün önünde çorbanın içerisinde yüzen birkaç böceği kaşıkladığı an belirince neredeyse kusacak gibi oldum. Tek kelimeyle iğrençti.

Odada bulunan çalışma masasına doğru ilerlerken, “Gerçekten safsın,” dedi eğlenir gibi. Ona anlamayan gözlerle baktım. Üzeri karmakarışık duran ahşap masanın çekmecelerini biraz karıştırdı. Bulduğu siyah lastiği dudaklarının arasında kıstırarak bana doğru döndü. Gözleri merakla onu izleyen gözlerimdeyken ellerini saçlarına götürüp bir araya toplamaya başladı. Çıplak göğsündeki göze batmayacak kasları vücudu gerildiği için daha belirginleşmişti ve yetmemiş gibi saçlarını toplamak için her kollarını oynattığında teni dalgalanıyordu. Önüme dönmem, aç bir kurt gibi onu izlememem gerekiyordu, ancak buna dur diyemiyordum.

Saçlarını arkasında topuz yaptı. Yeterince uzun olmadıkları için çok geçmeden birkaç tutamın yeniden önüne döküleceğinden emindim. Saçları topluyken daha sakin göründüğüne karar vermem fazla uzun sürmedi. Açıkken tehlikeli ve yabani duruyordu. Boğazımın kuruduğunu hissettim. Gözlerimi ondan ayırmadan şişeyi dudaklarıma dayayıp kana kana içtiğim sırada midemin kasılmasını aç karnına hâlâ ısrarla içki içmeme yoruyordum.

“Sadece şaka yapıyordum,” dediğinde neyden bahsettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. “Kalk, açlıktan bayılıp başıma bela olmanı istemiyorum. Bayılınca iki gün kendine gelemiyorsun. Cidden, bu kadar zayıf olmak canını sıkmıyor mu?”

Oturduğum yerden kalkma teşebbüsünde bulunmadan onu izlemeye devam ettim. “Olduğum şeyden şikâyetçi değilim,” dedim en sonunda. Omuz silkip içkiden yeniden yudumladım. “Kendimi böyle seviyorum. En azından bir canavar değilim.”

“Bilir misin, yersiz cesaret göstermek aptalların işidir,” dedi yine beni uyarırcasına. Yanıma yaklaşıp elimdeki şişeyi benden aldı. “Sana içki verdiğim için beni pişman edecek gibi duruyorsun.”

Homurdandım. “Beni rahat bırak, ne de olsa annem değilsin.”

“Annen olsaydım en fazla seni azarlayıp odana gönderirdim ama annen olmadığım için her şeyi yapabilirim.” Beklemediğim bir anda eğilerek beni kolumdan yakaladı ve sanki içi boş çuvalmışım gibi kolaylıkla ayağa kaldırdı. “Yürü, seni doyuralım.”

Kolumu bırakmadan beni mutfağa doğru ilerletti. Bana kendimi annesinin kıyafetin ensesinden yakaladığı yaramaz veletmişim gibi hissettiriyordu. “Aç değilim,” diye homurdandım. Sanki bu anı bekleyen midem beni yalancı çıkarmak istercesine guruldadı.

“Öyle mi? Seninle aynı fikirde olmayan birileri varmış gibi görünüyor.”

“Benimle alay etmeyi kes,” diye çıkıştım. Tırnaklarını çıkartan yavru kedi gibiydim ve karşımda Tibet Mastifi olduğunu unutuyordum. Beni saniyeler içerisinde yere serebilirdi ve işin kötü yanı bu konuda yapabileceğim pek bir şey yoktu, acısız yoldan ölmeyi dilemek dışında tabii.

“Reddedildi. Açıkçası bu hoşuma gitti. Uzun zamandır senin gibi eğlenebileceğim biriyle karşılaşmamıştım.”

Bir şeyler homurdandım. İyiden iyiye aklım bulanmaya başlamıştı. Söylediğim sözlerin pek de önünü arkasını düşündüğüm iddia edilemezdi. Dilimin ucuna ne gelirse onu yumurtlamaya başlamıştım ve bunun ne gibi tehlikeli sonuçlar doğuracağı şu an için umurumda değildi.

“Mağara adamı,” dedim dudak eğerek. “Kendini bu dağ başına kapattığın için insanlardan uzak kalmışsın. Bir kadına nasıl davranman gerektiğini bile unutmuşsun. Söylesene, ne zamandan beridir burada yalnızsın?”

Kasıldığını netçe hissettim. Tanrım tehlikeli sularda can simidim olmadan yüzüyordum ve boğulmam an meselesiydi. Mutfağa girdiğimizde beni köşede bulunan ahşap masaya doğru itti. Ayakta hafifçe yalpalansam da dengede durmayı başararak orada bulunan tek tabureye kendimi bıraktım. Pencereden içeriye vuran güneş ışığı sönmeye başlamıştı ve uykum vardı.

“Hödük,” diye homurdandım. “Beni tabureye itmek yerine oturmam için taburemi çekmen gerekiyordu. Hiç centilmen değilsin.”

“O sarhoş ağzını bağlamadan önce sussan iyi olur,” dedi bana ters ters bakarak. Ahşap dolapları karıştırmaya başladı. Hangi dolabın kapağını açsa etrafta kulak tırmalayan gıcırtı yankılanıyordu.

“Kaba kürksüz ayı,” dedim kısık sesle. Neyse ki bunu sessiz söylemeyi akıl edebilmiştim ama Adrian'ın kulaklarının iyi duyduğunu ne yazık ki bilmiyordum.

“Kafamı sikeyim, içmene niye izin verdiysem,” dedi o sırada açtığı dolabın kapağını kırarcasına üstüne çarparak. Çıkan ses yüzünden oturduğum yerde zıpladım. Can sağlığım için sussam iyi olacaktı.

“Özür dilerim,” dedim ortamı yatıştırmak istercesine. “Sana kürksüz ayı demek istememiştim ama sürekli çıplak gezdiğin için ve tam bir ayı olduğun için aklıma başka söz gelmedi. Baksana, neden giyinmiyorsun? Yoksa üstüne kıyafet alamayacak kadar kötü durumda mısın? Tanrım, özür dilerim, bunu yüzüne vurmak istememiştim. Tamam, kürksüz ayı olarak kalabilirsin, sorun yok.”

Elinde benim için hazırladığı tabakla öylece bana baktı. İçimden bir ses beni boğazlamak istediğini söylüyordu. Çıplak göğsü aldığı sık ve keskin nefesler yüzünden sürekli inip kalkıyordu. Ayrıca yüz ifadesi beni ürkütecek kadar sertti. Birden hareketlenip bana doğru yaklaştığında sırtımı ardımdaki duvarla bütünleştirmek zorunda kaldım. İşte şimdi beni öldürecekti.

Adrian aklımdaki kanlı planların dışında, elindeki tabağı fırlatırcasına masaya vurup, “Ye!” diye buyurdu. Ancak öyle bir bakıyordu ki sanki en ufak harekette bulunsam bana saldıracakmış gibiydi.

“Tamam, o böcekli çorbayı içeceğim tamam mı? Lütfen bana zarar verme,” dedim gözlerinin içerisine masum kedi bakışlarımdan göndererek. Yumuşar gibi oldu ya da bu sadece bir göz yanılmasıydı, çünkü cam mavisi gözleri hâlâ buzlarla kaplıydı. Hiçbir şey söylemeden çenesinin ucuyla masaya bıraktığı tabağı işaret etti. Hızla kafamı sallayıp böcek yemeye hevesliymişim gibi önüme döndüm ve kızarmış koca bir et parçasıyla karşılaştım.

“Ama bu böcek değil?” diye şaşkınlığımı dile getirdiğimde bana gözlerini devirdi. Yeniden, “Ye,” dedi bıkkınlıkla ve devamını kısık sesle getirdi. “Baş belası.”

Ahşaptan yontulmuş tabağın kenarındaki çatala uzandım. Neyse ki çatal ahşaptan değildi, tutma kısmında değişik işlemeleri olan çeliktendi. Evindeki birçok eşya ahşaptan oyulmuştu ve el emeği olduğu bazı yerlerinin yamuk yumuk olmasından belliydi. Tüm bunları o mu yapmıştı sormak istesem de sessizliğimi korudum. Mutfak içerisinden daha soğuktu ve hem açıktan hem de üzerimdeki aptal gecelik yüzünden donuyordum. Karşı köşede bulunan soba yanmıyordu. Etrafında odun kırıntıları olsa da içine atıp yakabileceğimiz büyüklükteki odun bulunmuyordu.

Aissa'ya bizi buraya hapsettiği için bir kez daha kızarken çatalımı ete batırdım, ancak o kadar sertti ki ağzıma atabileceğim parça koparmak imkânsızdı. “Şey... bana bıçak verebilir misin lütfen?” diye mırıldandım. Aynı masum bakışlar yüzümdeydi.

“Şöyle bakmayı kes, komik duruyorsun,” diye homurdanırken çekmecelerden birini açıp aldığı bıçağı bana uzattı. Tıpkı çatal gibi bıçağında üzerinde işlemeler vardı. Artık açlıktan ağrıyan karnıma bir şeyler gönderme umuduyla açlıktan gözüm dönmüş gibi yemeğe saldırdım.

“Gerçekten baş belasısın,” dedi beni dikkatle izlediği sırada. “Açlıktan ölmeden önce karnını doyurman gerektiğini de mi unuttun?”

“Senin yüzünden,” dedim ağzımın dolu olmasını umursamadan kestiğim yeni parçayı içine tıkıştırırken. “Beni korkutup durduğun için açlığımı bile unutmuşum.”

“Günde ne kadar yiyeceğe ihtiyacın var?”

Etten hiç de küçük olmayacak bir parçayı kesmeye çalıştığım sırada, “Bilmiyorum, hiç o yönden hesabını yapmadım ama gün içerisinde birkaç kez yemem gerekiyor,” dedim üzerinde pek de düşünmeden. Ciddi anlamda acıktığımı ancak anlayabiliyordum. Etin tadı alıştığım gibi olmasa da güzeldi, ancak midem bulanmaya başlamıştı. Sanırım sırayı şaşırmıştım, önce yemek yemem sonra içmem gerekiyordu.

Tuhaf bir ifadeyle beni izlediğini fark ettiğimde çatalın ucundaki eti ağzıma atmadan önce, “Bana ilginç bir hayvanmışım gibi bakma,” diye homurdandım.

“Yüzünün solgunlaşması açlıkla mı ilgili?”

Gerçekten de meraklı görünüyordu. Ağzımda çevirdiğim etin taşa döndüğünü hissederken kısaca kafamı sallamakla yetindim. Zaten soğuk olan et artık tamamen buz parçası gibiydi. Ayrıca mide bulantım iyice artmıştı. Kendini yeniden bana hatırlatan düşünceler yüzünden yediğim her şeyi kusabilirdim. O, benim gibi insan değildi, bu yüzden sıradan şeyleri bile bilmiyordu.

“Çok zayıfsın,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Bunu kilo olarak kastetmediğinden emindim. “Burada iki saat canlı kalamazsın.”

“Sürekli beni küçümsüyor ya da aşağılıyorsun,” diye çıkıştım. Kesmeye çalıştığım et sanki iyice sertleşmişti ya da içerisinde kemik olmalıydı. Yine de Adrian'a olan hırsımı ondan çıkarmak ister gibi bıçağı bastırmaya devam ettim.

“Bunu seni küçümsemek ya da aşağılamak için söylemedim. Ne görüyorsam o.”

“Sizin gibi bir canavar olmadığım için mutluyum tamam mı?”

“Bu iki oldu,” dedi kollarını göğsünün üzerinde bağlayarak. Yüzünde yine o tehlikeli ifadesi vardı. “Unutma ki canavar olarak tanımladığın birinin evinde kalıyorsun. Yerinde olsam sözlerimi iyi seçerdim.”

“İsteyerek değil.”

“Yine de burada olduğun gerçeğini değiştirmiyor.”

“Sadece iki gün sabret, sonra gideceğim ve beni bir daha hiç görmeyeceksin.”

“İsabet olur.”

Dişlerimi sıktım. Onu pataklama isteğiyle bıçağı sertçe ete geçirdiğimde ummadığım bir şey oldu. Bıçak etin sert yüzeyinden tepip yana sıçradı ve çatalı tutan diğer elimin derisini sıyırdı. Aniden elime giren sızı yüzünden çatalı masanın üzerine düşen bıçağın yanına fırlattım. Tanrım, kesik derin görünmüyordu, ancak sızısı sertti. Derimin üzerindeki yarıktan sızan kan damlaları avucuma doğru akmaya başlamıştı ve ben tam da o an dehşetle dolmuştum.

Yanımdaki adam bir canavardı.

Ve ben de onun akşam yemeği olabilirdim.

Korkuyla ayağa fırlayıp sırtımı evin duvarına yasladım. Kesilen yere diğer elimi bastırarak ortaya çıkan kanı saklamaya çalışırken, “Şey... üzgünüm. Ben... cidden üzgünüm, lütfen bana zarar verme,” diye bir şeyler saçmaladım. Adrian'a bakmaya bile korkuyordum. Leo'nun değişen yüzü aklıma gelmişti ve aynı anı yeniden yaşamak beni dehşete düşürüyordu. Gözlerimi sımsıkı kapamıştım. Sanki ona hiç bakmazsam ve kan arzusuyla yanan gözlerini görmezsem güvendeymişim gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.

Adrian'ın yanıma yaklaştığını işittim. “Hey, sakin ol.”

“Lütfen, lütfen canımı yakma.”

“Sakin ol,” dedi yeniden. Sesinde herhangi saldırgan bir tutum yoktu, ancak bu beni rahatlatmaya yetmiyordu. “Hadi, aç gözlerini, sorun yok.”

Kafamı şiddetle iki yana salladım. Gözlerim çoktan dolmuştu ve her an ağlamaya başlayabilirdim. “Lütfen,” diye sayıkladım. O ise uzanıp kesiğin üzerine bastırdığım elimi tuttu. Tenime değen teninden elektrik akımına tutulmuş gibi yerimde korkuyla sıçradım. Bana zarar vermemesiyle ilgili onlarca söz dudaklarımdan dökülürken, Adrian kesiğin üzerinde hafifçe parmaklarını dolaştırdı. Hasar kontrolü yapıyor gibiydi.

“Gözlerini aç,” dediğinde sanki bana biraz daha sokulmuş gibiydi. Yine kafamı iki yana salladım. Birkaç damla çoktan yanaklarıma dökülmüştü. Bu kez elini yüzüme çıkartarak yüzüme gelen saçlarımda gezdirdi.

“Kan arzusunda olan biri değilim,” diye fısıldadı. “Gözlerini aç, hadi.”

Sesi sanki büyülü bir fısıltıymış gibi beni etkisi altına aldığında gevşemem çok da uzun sürmedi. Başımın döndüğünü hissederken ıslak kirpiklerim hafifçe aralandı. Görmekten kaçındığım manzaraya benzer en ufak bir şey olmadığını fark ettiğimde tamamen gözlerimi açtım. Adrian hâlâ aynı yüzle bana bakıyordu. Leo gibi çehresinin değişmesini beklerken onun gözleri hâlâ cam mavisiydi ve kandan etkilenmediği her hâlinden belliydi.

Parmakları hâlâ saçlarımda gezinirken delici bakışları da oradaydı. Sık nefesler alıyordu ve bana çok yakındı. Duvarla onun iri bedeni arasında sıkışmıştım. Üstelik o Leo gibi olmasa da bir canavardı, ne olduğunu bilmediğim bir canavar hem de.

“Nesin sen?” diye tek nefeste sordum. Cevabını deli gibi merak ediyordum ve aynı zamanda cevabından deli gibi korkuyordum, çünkü bazen bilmemek en iyisiydi.

“Rheana,” dedi tuhaf bir aksanla. Saçlarımı geriye doğru itti ve nihayet gözlerini gözlerime sabitledi. Yüzünde değişik, anlam veremediğim bir ifade vardı.

Rheana.

Söylediği kelime zihnimde birkaç kez uğuldadı. Korkum daha da çoğaldı, çünkü bunu ilk kez duyuyordum ve beni neyin beklediğini bilmiyordum.

×××

 

 

 

Bölüm : 16.11.2024 12:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...