7. Bölüm

6. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Sessizliği sevmezdim.

İlginç bir şekilde birçok şeyi unutmuşken kendimle ilgili çoğu şeyi hatırlıyordum. Eksikliğini en çok hissettiklerim isimler ve yüzlerdi. Arkamda sevdiklerimi bırakmıştım; annemi, babamı ve erkek kardeşimi. Arkadaşlarımı düşünmeye çalıştığımda gözümün önünde beliren hiçbir siluet yoktu. Sanırım pek sevilen biri değildim.

Tanrım, acaba yokluğumun farkında mıydılar? Beni arıyorlar mıydı? Ya da kendime bile sormaktan korktuğum asıl soru; beni özlüyorlar mıydı?

Kalbimin sızladığını hissettim. Yaşlar gözlerime hücum etse de akmalarına izin vermedim. Geri dönmek istiyordum. Bu garip yerde, tuhaf ve gerçekdışı varlıkların arasında bana yer yoktu. Evime dönmeliydim.

Evimi özlemiştim.

Derin bir solukla göğsümü şişirdim. Yorganın altındaki çıplak tenim kendi kendine ısınamayacak kadar soğuktu. Tir tir titriyordum ve buna engel olamıyordum. Örtüyü çenemin altına kadar çekmiştim. Dışarıda gök gürüldüyordu, ancak yağmur yağdığına dair hiçbir ses duyamıyordum. Bir saat öncesine kadar havanın açık ve bulutsuz olduğuna yemin edebilirdim ama şu anda bakmamış olsam bile gökyüzünde kara bulutların dolandığına emindim. Sanırım bu tuhaf yerin hava durumu da tuhaftı.

Yeniden derin bir solukla göğsümü şişirdiğimde Adrian’ın da içine sert bir soluk çektiğini işittim.

“Uyu, Rheana,” dedi kısık sesle. Sesinin bezgin veya bıkkın çıkmasını beklesem de beni yanıltmıştı. Sakindi. Sanki kıyamet kopsa bu sakinliği aynen devam edecekti.

“Neden benim peşimde?” diye sordum dişlerimin birbirine çarpmasına engel olmaya çalışarak. Adrian bedenime örttüğü örtünün üzerine uzanmıştı. Sırtım ona dönüktü ve ısınma umuduyla yatağın içerisinde büzüşmüştüm.

Burnundan sert bir nefes verdi. “Belasını arıyor.”

“Anlamıyorum ben... Ben onu rahatsız edecek bir şey mi yaptım?”

“Sen onun avıydın ve ben ondan avını aldım,” dediğinde o geceyi hatırladım. Adrian hiçbir şey yapmadan onlara geri adım attırmayı başarmıştı. Bu durum kanımı donduracak kadar beni ürküttü. Artık ona ne olduğunu sormaktan daha çok çekiniyordum.

“Yarım kalan işini tamamlamak için mi peşimde?”

“Evet. Ama beni kızdıracağını hesaba katmıyor.”

Dudağımı yaladım. “Neden senden çekiniyorlar ki?”

“Şeytandan herkes çekinir,” dedi kaskatı bir sesle. Tavrı birden sertleşmişti. Ürperdim.

“Kendinden neden böyle bahsediyorsun?”

“Nasıl?” diye sordu. Neyi kastettiğimi anladığına yemin edebilirdim.

“Şeytan.”

“Rheana,” dedi kısık sesle. “Hiçbir şeyden haberin yok. Olmasın, bu senin için daha iyi. Artık uyumalısın.”

Üstelememem gerektiğini bana netçe hissettirdiği için sustum. Evet uykum vardı, ancak o kadar üşüyordum ki bu hâlde uyumama imkân yoktu.

“Bana şu isimle seslenme,” diye söylendim. “Kulağa güzel bir şeymiş gibi geliyor ama anlamlarından hoşlanmıyorum.”

“Hmm... Ama ben bundan hoşlandım,” dedi beni şaşırtarak. Yüzüne baksam kıvrılmış dudağını görebilirdim. “Tam olarak seni yansıtıyor, Rheana.”

Gözlerimi devirdim. Bundan vazgeçmeyeceğini belli ediyordu. “O zaman sana kürksüz ayı dediğimde kızmayacaksın.”

“İkisinin arasında fark var ve eğer bana bir daha öyle seslenirsen sonu fena olur.”

Uyarısına karşılık derin bir iç çektim. Şu anda onunla isim tartışmasına girecek hâlim yoktu. “Sence Aissa bana yardım edebilecek mi?”

“Henüz biraz toy olsa da beceriklidir. Altından kalkacağını düşünüyorum.”

“Garip.”

“Garip olan ne?”

“Leo'yla konuşurken Aissa’ya hiç değer vermiyor gibiydin. Şimdiyse arkasında olduğunu belli ediyorsun.”

Uzun sayılacak bir süre zarfında sessiz kaldı. “Sadece... beni kızdırmaktan çekinmiyor.”

“O senin arkadaşın, değil mi? Ve Leo da?”

“Evet.”

“Ne güzel. Sanırım benim hiç arkadaşım yoktu,” dedim elimde olmadan yaralı bir sesle.

“Hatırlamıyor olabilirsin.”

“Kişiler hep var, bir gölge gibi. Yüzleri ve isimleri hatırlamıyorum. Annem, babam ve erkek kardeşim var, bunu biliyorum. Ama hiç arkadaşım yok. Sanırım pek sevilen biri değilim.”

“Ya da etrafındakiler çok aptaldı.”

Omuz silktim. İyi hissetmem için böyle konuştuğunu düşünüyordum ama şu anda iyi hissetmekten çok uzaktım. Dolu dolu olan gözlerimi kırpıştırarak yaşlardan kurtulmaya çalıştım. Ağlamayacaktım. Sürekli ağlamaktan bıkmıştım.

O sırada kurdun çok uzaklardan gelen uluma sesini işittiğimde tüm vücudum kasıldı. Gökyüzü ona karşılık verircesine gürüldedi. Olduğum yere daha çok sindim ve bu hâlim Adrian'ın gözünden kaçmadı.

“Ben yanındayken korkma Rheana.”

“Ya asıl senden korkuyorsam?”

“Benden kork,” dedi tereddüt bile etmeden. “Ve aynı zamanda benden korkma.”

Kuruyan boğazımı rahatlatmak istercesine yutkundum. Bir şeyler söylemek adına aralanan dudaklarımdan tek kelime dökülemeyince çareyi konuyu değiştirmekte buldum.

“Bir saat kadar öncesinde dışarı baktığımda gökyüzünün açık ve bulutsuz olduğundan emindim ama şimdi yağmur yağacak gibi.” Mümkünmüş gibi daha çok titrerken, “Tuhaf,” diye söylendim. Sanırım bu geceyi atlatamayacaktım. Donarak ölmem an meselesiydi.

Adrian yorum yapmadı ama hareketlendiğini hissettim. Yatak havalandı ve Adrian'ın ağırlığı yok oldu. Gidiyor muydu? Kalbim telaşla çarpmaya başladı. Bu gece yalnız kalmak istemiyordum ama eğer gitmek isterse yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Endişeyle dudaklarımı kemirdiğim sırada üzerimdeki örtü hafifçe çekildi ve yatak yeniden çöktü. Adrian örtünün altına girmişti. Üstelik bu yetmemiş gibi kolunu belime sararak beni kendisine doğru çekmişti. Çıplak sırtım çıplak göğsüne değdiği gibi kaskatı kesilen bedenimi ondan uzaklaştırmaya çalışırken, “Ne, ne yapıyorsun?” diye zayıf bir sesle sordum. Uzaklaşmama izin vermedi.

“Seni ısıtıyorum,” dedi sıradan bir konudan bahseder gibi. “O kadar titriyorsun ki yanında uyumamın imkânı yok.”

“Ya-yanımda mı uyuyacaksın?”

“Yanında kalmamı istemiştin,” diyerek bana ufak bir hatırlatma yaptı. “Ve senin kadar benim de uykuya ihtiyacım var.” Derin bir nefes aldı. “Kıpırdanıp durma.”

“Ama ben... ben çıplağım,” dedim çaresizce. Tanrım, o kadar sıcaktı ki ona yapışmamak için kendimi zor tutuyordum.

“Farkındayım Rheana, emin ol farkındayım,” dedi tuhaf bir iç çekmeyle. “Bu şekilde daha çabuk ısınırsın. Kapat artık gözlerini.”

Kalbim deli gibi atıyorken nasıl uyku hâline geçebilirdim? Ah, benimle dalga geçiyor olmalıydı. Elimde olmadan ona iyice sokuldum. Sırtım tamamen göğsüne yapışmıştı, aynı şekilde ayaklarım da ayaklarına yapışıktı. Resmen puzzle parçaları gibi birbirimize uyum sağlamıştık. Nefesi saçlarıma vuruyordu. Sanki yüzünü saçlarıma gömmüş gibiydi. Üzerime sarılı olan kolu ise çıplak göğüslerimi örten kollarımın etrafına dolanmıştı. Tanrım biz çok... çok sevgili gibiydik. Bunun düşüncesi bile alacağım solukları boğazıma diziyordu.

“Bunu yapmak zorunda değilsin,” diye fısıldadım. “Soğuğu sevmediğini söylemiştin ve ben şu anda çok soğuğum. Seni rahatsız etmek istemem. Zaten benim için yeterince şey yaptın.”

“Gün doğana kadar yanında kalacağım,” dedi sözlerimi duymamış gibi. “Ve gün doğduğunda bu geceyi unutacağım, Rheana, hiç yaşanmamış gibi.”

Ağır ağır kafamı salladım ve vücudumun gevşemesine izin verdim. Çok geçmeden onun sıcaklığı beni ele geçirmeye başladı. “Ben resmen donarken sen nasıl bu kadar sıcak olabiliyorsun?” diye sordum uyku tanelerinin sindiği sesimle. Isınmak anında uykumu getirmişti. Birden kendimi gözlerimi açık tutmakta zorlanırken buldum.

“Birincisi soğuğa alışığım, bugüne kadar bir kez bile üşümedim ya da sıcak beni bunaltmadı.”

“İkincisi?”

Aceleci tavrıma karşılık güldü. “İkincisi de havaya hükmeden benim, bu yüzden değişkenlikler beni etkilemez.”

“Ha-havaya hükmetmek mi? Bunu nasıl yapabilirsin?” diye sorduğumda şaşkınlığım açıkça belliydi. Bastıran uykudan dolayı gözlerim kapanmış olsa bile beynim hâlâ çalışıyordu ve uykuya direniyordu.

“Bazılarımızın atalarından gelen yetenekleri vardır.”

Anlamış gibi kafa sallasam da bu öylesine geçiştiremeyeceğim kadar derin bir konuydu. Daha fazla bilgi isteyen tarafım sonu gelmeyen sorularından liste bile yapmıştı, ancak kafam pek ayık olmadığı için bunu daha sonra konuşmak için rafa kaldırmayı seçtim.

“Demek bu yüzden çıplak geziyorsun,” dedim kendi kendime konuşarak. Elbette ki beni duymuştu.

“Tek nedeni bu olmasa da evet.”

“Hmm,” diye mırıldandım. Ses tonumdan uyumak üzere olduğum açıkça belli oluyordu. Direnmek için çabalıyordum ama beni saran sıcaklık güçlüydü.

“Ben... insanım, değil mi?” diye birden soruverdim. Leo’yla konuştuğumdan beri bu aklımı kurcalıyordu. Sormak için doğru zaman mıydı emin olamasam da soru çoktan ağzımdan çıkmıştı.

“Sanırım.”

“Peki o zaman neden senin çevrende bulundum? Madem buraya gelenler kendilerinden olanların yanında bulunuyor, ben neden senin yanındaydım?”

“Bilmiyorum, Rheana,” dedi cevapsız olmanın canını sıktığını belli ederek. “Ama benim gibi değilsin. Sen şeytan olamayacak kadar safsın.”

“Kendinden şöyle bahsetme.”

“Gerçek bu-"

“İnanmıyorum.”

“Beni tanımıyorsun,” diye karşı çıktı. “Emin ol tanımak da istemezsin.”

Gözlerim hâlâ kapalıyken kaşlarımı çattım. “Ben şu anda korktuğum için yanımda kalmayı kabul eden, ayrıca ısınmam için bana sarılan adamı tanıyorum. Ve bu adam şeytan olamaz, inanmıyorum.”

Adrian'ın taş kesildiğini hissettim. Yutkunuşu kulaklarıma ulaştı. Kısa bir sessizliğin ardından, “Uyu,” dedi sadece. Daha fazla konuşmak istemiyordu. Bense onunla saatlerce konuşabilirdim. Aklımda binlerce cevapsız soru vardı, ancak uykuya daha fazla direnemiyordum. Zihnime yoğun bir sis tabakası gibi uykunun sızmasına izin verirken, “Adrian?” diye fısıldadım. İşte şimdi bıkkın bir solukla göğsünü şişirdi.

“Uyu artık.”

Homurtusuna aldırmadan, “Ya sen yanımda olmadığında?” dedim sorarcasına. “O zaman ne yapacağım?”

Bana verdiği cevabı avuçlarımın arasına gömdüm ve uykunun tamamen beni ele geçirmesine izin verdim.

“Hiçbir zaman, hiçbir şeyden korkmayacaksın, ateş parçası.”

×××

Kulaklarıma havlama sesi çalındı. Birden korkuyla gözlerimi açtım ve yattığım yerden sıçradım. Ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerim bulunduğum odada hızla tur attı. Bembeyaz nevresimlerin serili olduğu, beni şaşırtmayacak şekilde ahşap olan ve dört bir tarafındaki yine ahşap direklere gelişigüzel sarılmış olan cibinlik benzeri tüllerle süslenmiş büyük bir yatağın içerisindeydim. Odanın sol tarafında çift kapaklı dolap ve onun hemen yanında da birkaç çekmeceli komodin bulunuyordu. Sağ köşedeyse ahşap çerçeveli, kenar kısımları kararmış boy aynası vardı.

Buram buram burnuma dolan tanıdık koku ayaklarımı birbirine sürtmeme neden olurken yeniden yatağa uzandım ve kalın yorganı boğazıma kadar çektim. Başımda ince bir ağrı vardı. Çıplak olmama rağmen bedenim sıcacıktı ve bu sıcaklıktan ayrılmaya niyetim yoktu, çünkü üzerimi açtığım minicik anda etrafın hâlâ soğuk olduğuyla yüzleşmiştim. Şömine yanana kadar buradan çıkmamak benim için en doğru karar olacaktı.

Dün gece neler olmuştu? Hatırlamadıklarım listeme dün geceyi de ekleyebilirdim, çünkü bazı anlara erişemiyordum. Tek hatırladığım Adrian'la yakınlaşmamız, kurt ve yeniden Adrian'la yakınlaşmamızdı. Acı çekermiş gibi inleyerek yatağın içerisinde döndüm. Çarşafa sinmiş kokusunu almakta zorlanmıyordum. Yatak ona ait olduğu için kokunun bu kadar yoğun olduğunu düşünerek konuyu kapatabilirdim ama dün gece burada birlikte uyuduğumuzu hatırlıyordum. Üstelik çıplaktım.

“Tanrım,” diye inleyerek yüzümü yatağa gömdüm. Bu olanlara inanamıyordum. Aptal gibi davranmıştım. Bir daha kesinlikle içmeyecektim, hele de ne halt olduğunu bilmediğim içkilerden uzak duracaktım.

Gecenin kısım kısım anıları zihnimin perdesine yansıdığında yutkunmak zorunda kaldım. O kadar yakındık ki sanki hâlâ onu hissedebiliyordum. Dokunuşunda en ufak bir art niyet sezmesem de bu durum yanaklarıma ateş basmasına engel değildi. Tamam, daha önceleri ufak kaçamaklarım olmuştu. Öpüşmeler, sarılmalar ve üstünkörü elleşmeleri saymazsak kimseyle çıplak bir şekilde sarılıp uyumamıştım. On altı yaşlarındayken kendi yaşıtımdaki bir oğlanla birlikte olmak üzereydim ama işler pek de istediğimiz gibi gitmemişti ve korkup yarıda bırakmak zorunda kalmıştık. O anları hatırlamak tüylerimi diken diken etti. Daha sonra o tarz girişimlerden kaçınmıştım, içimde korku kalmıştı. Ama Adrian'ın yanındayken korkuyu hiç hissetmemiştim. Bu iyi bir şey miydi yoksa daha kötü müydü emin olamıyordum.

Adrian yabani ve vahşi bir canavardı. Tıpkı peşimdeki kurt gibi ve Leo gibi. Ama bunu kendime kabul ettiremiyordum. Sanki o iyi biriymiş gibi hissediyordum ve bunun bana bazen gönülsüz de olsa yardım edişinden kaynaklı olduğunu biliyordum. Güzel yüzünün ardında sakladıklarını henüz bana göstermediği için hakkında olumsuz düşünemiyordum. Üstelik burada ilk gördüğüm ve ilk tanıdığım oydu. Bu yüzden onun kötü yüzünü görebileceğim düşüncesi beni dehşete düşürüyordu. Çıplak denizde tutunduğun can simidinin elinden kayıp gitmesi gibi bir şey olurdu. Tepeden tırnağa irkildim. Tanrım, kötü tarafıyla karşılaşmak istemiyordum. Onu düşündüğümde aklımda Leo'nun değişen yüzü gibi korkunç bir anın belirmesini istemiyordum.

Kapının hafifçe açıldığını çıkardığı gıcırtılardan anladığımda tüm zihnimi oraya yönelttim. Acaba uyuyor numarası yapsam işe yarar mıydı? Çünkü henüz onunla göz göze gelmekten çekiniyordum. Tüm gece bir bebek gibi ondan ilgi beklemiştim ve bu iğrençti.

Yüzümü ekşittiğim sırada Gece'nin havladığını duydum. Hızla kafamı kaldırıp baktığımda odaya giren köpekle göz göze geldim. Sanırım onunla asla anlaşamayacaktım, çünkü bana bakışları hiç hoş değildi. Sanki saldırmak istiyor da biri tasmasından asılarak onu durduruyormuş gibi birkaç kez peş peşe havlayarak dişlerini gösterdi. Onu Doberman cinsindeki köpeklere benzetiyordum, belirgin tek farkları Gece’nin daha büyük ve yapılı olmasıydı. Yutkunup, “Git buradan,” diye ona karşılık verdim. Birkaç kez daha havladı. Sanki sahibinin yatağında olmamdan rahatsızdı ya da Adrian onu sırf beni uyandırsın diye yanıma göndermiş de olabilirdi.

“Bak, ben senin için tehdit değilim tamam mı? Bana havlamayı kes ve gözlerini dikip bakma.”

Gece sanki bir ayrıntıyı unutmuşum da onu hatırlatmak istercesine yerinde sağa sola zıplayarak havladı. Kafasının birkaç kez içeriye doğru dönmesiyle derdinin ne olduğunu anlamıştım.

“Onun için de tehdit değilim tamam mı, oldu mu?” dedim homurdanarak. Karşılık olarak bana yeniden havladı ve başka bir şey söylememe izin vermeden arkasını dönüp burnuyla açtığı kapıdan çıkarak ortalıktan kayboldu. Gözlerimi devirdim. Köpeği de en az kendisi kadar anlaşılmazdı.

Yorganla boğuşarak yatağa yeniden gömüldüğüm sırada içeriden gelen konuşma seslerini işittim. Leo gelmiş olamazdı, çünkü hava aydınlıktı. Belki de gelen Aissa'ydı. Ani bir heyecanla üzerimdeki yorganı tekmeleyerek attım. Çıplak olduğumu fark edene kadar her şey iyiydi. Elimi alnıma çarparken yorganı itmemle yere düşen kıyafetleri fark ettim. Sanırım Adrian'ın bana son iyiliği kıyafet bırakmış olmasıydı.

Büyük, oldukça bol kazak siyaha çalan gri tonlarındaydı. Altına giyebileceğim tek şey bana Eskimoları andıran uzun yün çoraplardı. Öyle kalınlardı ki kurşun bile geçirmeyeceklerinden emindim. Kazağı hızla üzerime giydim, sutyensiz olmak biraz rahatsız edici olsa da pek göze batan göğüslere sahip olmadığım için önemsememeyi seçtim. Ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıtarak çorapları giymeye koyuldum. Diz kapağımın biraz altına kadar uzanıyorlardı ve düşmemeleri için bağlayabileceğim ipleri vardı. Bu iyiydi çünkü bana göre fazla bollardı ve kolayca düşebilirlerdi.

Giyinmeyi hallettikten sonra yatağı üstünkörü topladım. Özen gösteremeyecek kadar merak dolu olduğum için eserim yamuk yumuktu. Aldırmadım ve hızlı adımlarla kapıya yöneldim. Ayağımdaki kalın çoraplar sayesinde terlik ihtiyacı bile duymuyordum. Tam kapının koluna elimi uzattığım sırada çaprazımdaki boy aynasına yansıyan görüntü gözüme alınca öylece kalakaldım. Kendimle yüzleşmeye ne kadar hazırdım?

Kapının ardından gelen seslere odaklanmak istesem de yapamayınca geri çekildim ve çekinik adımlarla aynanın karşısına geçtim. Gördüğüm kadın bendim ama aynı zamanda ben değildim. Üzerimde yorgan taşıyormuşum gibi bana bol ve büyük duran kazak dizlerimin biraz üstüne kadar uzanıyordu. Ayrıca bacaklarımın görünen kısımları çizikler içerisindeydi. Ormandaki kaçış maceram aklıma düştüğünde ayak tabanlarım sızladı. Neyse ki aldığım yaraların sızıları artık canımı yakacak kadar kuvvetli değildi.

Ellerim yüzüme tırmandı. Gerçekliğini kontrol etmek istercesine tenimde parmaklarımı gezdirdim. Farklar hızla dikkatimi çekti. Kahverengi göz harelerimin içine yayılmış kehribar tonlarını yakaladım. Egzotik duruyordu. Başka birinde görsem hayran olabilirdim ama şu anda bana sadece korku vermişti. Omuzlarıma dökülen saçlarıma dokundum, yanan aleve benziyordu. Bazı yerleri daha koyuyken bazı yerleri bakır-turuncuya çalıyordu. Uzun süredir yıkamadığım için sönük dursalar da rengi dikkat çekecek kadar parlaktı.

Birden aynada başka bir yüz belirdi. Kahverengi gözlü, yıkamayı unuttuğu kahverengi saçlarını kafasının tepesinde topuz yapmış, gözaltları morarmış bu görüntü bana aitti, gerçek bana. İrkilerek kafamı iki yana salladığımda gözümün önüne düşen hayal silindi ve yerini şu anki görüntü aldı.

Bana benzeyen ama bana yabancı olan ben.

Gözlerimi aynadaki aksimden kaçırdım. Sanki gerçek benliğim aynanın içerisine hapsolmuş da beni oradan izliyormuş gibi aynadan uzaklaştım. Bana ne olduğunu ciddi anlamda merak ediyordum. Eski hâlime dönebilecek miydim? Burada kafayı sıyırmadan bunu başarabilecek miydim? Ya da her şeyden önemlisi kaç gün daha burada canlı kalabilecektim?

İçime dolan sıkıntıyla yeniden kapıya yöneldim. Ne yapacağımı bile bilmiyordum. Aissa büyüyü kaldırdığında gitmem gerekecekti. Nereye gidecektim? Üstelik peşimde vahşi bir kurt vardı. Yüzüm iyice asıldı. Odadan çıkarken somurtuyordum ve ne yapacağımı düşünüyordum. Öyle ki köşesinde yatan köpeğin kafasını kaldırma zahmetine bile girmeden bana hırlamasını umursamamıştım ya da ondan korkmamıştım. Düşünceli gözlerim salonda Adrian'ı bulmakta zorlanmadı. Açık kapının oradaydı ve henüz tanımadığım bir kadınla konuşuyordu. Ben ortaya çıktığımda ikisinin de gözleri üzerime dönmüştü. Tanrım, Adrian'ın üzerindeki gömlek miydi yoksa göz yanılması mı yaşıyordum? Düğmelerini iliklememiş olsa bile ilk kez üzerinde kıyafetle onu gördüğüm için kaşlarım havalanmıştı. Ayrıca saçları hâlâ bağlıydı.

“Bu o mu?” dedi kadın hızla. Adrian kafasını sallamakla yetindi. Kadın ise beni tepeden tırnağa süzmekle meşguldü.

“Adını bile hatırlamıyor öyle mi?”

“Evet.”

Sanki ben orada değilmişim gibi ya da konuşmaları anlamıyormuşum gibi Adrian'a hitaben konuşması sinirlerimi daha çok bozmuştu. Kadının her zerresinden soğukluk akıyordu. Boyu benim kadar uzundu. Fazlasıyla zayıftı ve giyimi Aissa'dan daha farklıydı. Bana izlediğim Amazon filmlerindeki savaşçı kadınları anımsatmıştı. Tayt benzeri dar bir pantolon giyiyordu ve üzerinde enseden bağlamalı büstiyer tarzında göbeğini açık bırakan siyah, kenarları dantelli kıyafeti vardı. Muhtemelen sırtı da açıktaydı ve evet, o da dışarıda kırk derece sıcaklık varmış kadar rahattı.

Kısa saçları yüzünün etrafında salınırken, “Ben Esta,” diyerek sonunda doğrudan benimle muhatap oldu. Karşılık olarak ona verebileceğim ismimi hatırlamadığım için kısaca kafamı sallamakla yetindim. Adrian'ın beni dikkatle izlediğinden emindim ancak ona bakmamaya özen gösteriyordum. Aynı şekilde Esta'da beni bir açık ararcasına inceliyordu. Dalgalı kısa saçları yüzüne yakışıyordu. Sağ şakağından yanağına doğru uzanan ve garip çizgilerden oluşan dövmesi vardı. Çikolata rengindeki teni parlak ve güzeldi. Ayrıca en çok dikkatimi çeken siyaha yakın göz rengiydi. Ürkütücü duruyordu ve gözlerinin hafif çekik olmasıyla bütünleşen keskin bakışları resmen ben tehlikeliyim diyordu.

Benimle daha fazla ilgilenmeden dikkatini yeniden Adrian'a çevirdi. Aramızda sevimli bir bağ oluştuğunu söyleyemezdim. Daha çok bana bir sorunmuşum gibi hissettirmişti. Bedenime büyük gelen kazağın kollarını kıvırmakla vakit geçirip orada değilmişim gibi davranırken, “Liya ve Aissa yakında burada olur. Gece Leo'nun yardımıyla istedikleri cadıya ulaşmışlar,” dedi Esta.

Göz ucuyla izlediğim Adrian kafasını salladı. “Tyler nerede? Tüm bunlardan haberi var mı?”

Esta'nın gözlerindeki dalgalanmaları yakaladım. “Birazdan burada olur,” derken bakışlarını kaçırmıştı.

“Cadının kim olduğunu biliyor musun?”

“Bilmiyorum ama güçlü biri sanırım. Görüştükleri diğer cadılar tarafından ona yönlendirilmişler. Önde gelenlerden olabilir.”

“Bundan hoşlanmadım,” dedi Adrian bir şey onu rahatsız etmiş gibi.

Esta durumu anlarmış gibi kafasını salladı. “Tüm bunlara neden katlanıyorsun ki? Cadıları dâhil etmeye gerek yoktu.”

“Hafızasını kaybetmeden önce beni tanıyordu. Bunun nasıl mümkün olduğunu öğrenmeden peşini bırakmayacağım ve bunu sadece cadılar sağlayabilir.”

Esta kıstığı gözlerini kısaca bana değdirdi. “Gerçekten buna inanıyor musun? Numara yapıyor olamaz mı?”

Hırsla ellerimi sıkarken cevap vermek için ağzımı aralamıştım ki Adrian benden önce davrandı. “Numara yapmıyor, o buraya ait değil.”

Esta, “Ben hâlâ Sharon'un oyuncağı olabileceğini düşünüyorum,” dedi ellerini göğüslerinin üzerinde bağlarken. “Onda hoşuma gitmeyen bir şeyler var.”

Kaçamakça izlediğim Adrian'ın birden bana doğru dönmesiyle yutkundum. Bana yeniden kuşkuyla bakmaması için o cam mavisi gözlerine yalvarırcasına bakıyordum. Bu saçmalıkla bir kez daha savaşmak istemiyordum. Ben kimsenin oyuncağı değildim, olmayacaktım da. Fakat Adrian’ın gözbebeklerine yerleşen soru işaretlerini gördüğümde göğsüme bir şeyin saplandığını hissettim. İşte yine kuşkunun koyu tonu cam mavisi gözlerine sinmişti.

Kafamı hafifçe iki yana sallarken, “Sharon'la ilgim yok, kim olduğunu bilmiyorum bile,” dedim inanması umuduyla.

Esta, “Bir sözüyle ona inanmaya devam mı edeceksin Adrian? Hem de sen?” dedi iğnelercesine.

“Neden ben düşmanmışım gibi davranıyorsun?” diye çıkıştım. “Başıma neler geldiğini bile bilmiyorsun ama onu üzerime kışkırtmaya çalışıyorsun.”

“Senin ne yaşadığını bilmiyorum, umurumda da değil ama onun ne yaşadığını biliyorum,” dedi beni ezmek istercesine üzerime doğru yürüyerek. Neyse ki aramızdaki büyü onu dışarda tutuyordu. “Ve aynı şeyleri yaşamaması için her şeyi yaparım. Ben değer verdiklerimi korurum ve sen değer verdiğim biri değilsin.”

Sözleri kör bir bıçak gibi bedenime saplandı. Acıyı en derinlerimde hissettim. Kızgın yüz ifadem sarsılarak gevşedi. Gözlerime sinen üzüntüyü onlara belli etmemek için kafamı başka yöne çevirdim. Ciğerlerimi derin bir solukla şişirdikten sonra, “Haklısın, herkes değer verdiğini korumalı,” dedim başımı ağı ağır sallayarak. Ardından konuşmalarına izin vermeden, “Ben içerideyim,” diye mırıldanıp mutfağa doğru ilerledim. Beni durduracak tek bir söz söylememeleri iyice canımı sıkarken büyü kalktığında buradan gitmem gerektiğinden iyice emin oldum. Dışarıda geçireceğim ilk gecede peşimdeki kurt tarafından avlanacak olsam bile artık burada kalamazdım.

Sarılıp, kolları arasında soluklanabileceğim tek bir kişinin bile olmadığını bildiğim için kollarımı kendime sararak bu açıklığı örtmeye çalıştım. Ailenin ve arkadaşların kıymetini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Yanağımdan kayan damlayı hızla kuruladım. Ağlamayacaktım. Aklımı başka şeylere yorma umuduyla mutfakta gözlerimi gezdirdiğimde yemek masasının üzerindeki sandviçler gözüme ilişti. Tabaktaki iki sandviçin yanındaki ahşap kupada dün içtiğim çaydan bulunuyordu. Midemin guruldamasını yatıştırmak istercesine elimi karnımın üzerine bastırdım. Adrian bunları kendisi için hazırlamış olabilirdi. Acıkmış olsam bile onun kendisi için hazırladığı yemeğe konacak değildim.

Yutkunup masadan uzaklaştım. Bu sırada tezgâhın üzerindeki torbanın açık olan ağzından gördüğüm ekmekler dikkatimi çekti. Almamda sakınca olup olmayacağından emin değildim, bu yüzden kapıya doğru kaçamak bir bakış attım. Midem isyan edercesine homurdandı. Sanırım bir dilim almam sorun çıkarmazdı. Uzanıp kaya kadar sert olan ekmekten biraz kopardım. Sanki günlerce aç kalmışım gibi hızla kenarından ısırırken pencereye doğru ilerledim. Adrian perdeleri süs olarak kullanıyor olmalıydı, çünkü gece olduğunda bile onları örtme gereği duymuyordu.

Dışarıda kasvetli, sisli bir hava vardı. Yağmur yağdığını belli edercesine yerler ıslaktı. Ekmekten ikinci ısırığımı aldığım sırada Gece'nin mutfağa girdiğini gördüm. Aldırmadım, şu an ondan korkmak yerine düşünmem gereken başka dertlerim vardı. Gece aramızda belli bir mesafe bırakmaya özen göstererek biraz ötemde oturdu. Pencereden dışarısını izlemeye devam ederken, “Ne istiyorsun?” diye öylesine sordum. Ekmeği yeniden ısıracağım sırada köpeğin de acıkmış olabileceği aklıma geldi. Ona yandan bir bakış attığımda dilini dışarı çıkarmış beni izlediğini gördüm.

“Sen de mi acıktın?” dedim çevreme şöyle bir bakınarak. Ona ne verebilirdim bilmiyordum ve pek etrafı karıştırmayı da istemiyordum. Bu yüzden elimdeki ekmeğin bir kısmını kopardım. “Seninle paylaşabileceğim sadece bu var,” diyerek ona ekmeği gösterdim. Havlayarak karşılık verdi. Ekmek istediği için mi yoksa yanına yaklaşmamı istemediği için mi havlamıştı emin olamamıştım. Elimdeki ekmeği ona göstere göstere yanına doğru bir adım attım, Gece bana hırladı. Ben de çareyi yere çömelip ekmek parçasını, kolumu olabildiğince önüne doğru uzatarak bırakmakta buldum. Gece yine bana hırladı, sonraysa eğilip önüne koyduğum ekmeği kokladı ve çok geçmeden de burun çevirerek kafasını kaldırdı.

Hâlâ yere çömelmiş durmaya devam ederken, “Sen de değer verdiğini korumaya çalışıyorsun değil mi?” dedim sanki köpek bana cevap verebilecekmiş gibi. Ekmeği parmaklarımın arasında çevirdim, tüm iştahım kaçmıştı. Beni iri iri açtığı gözleriyle izleyen köpeğe bakarak hafifçe tebessüm ettim.

“Sen iyi bir köpeksin Gece.”

“Şimdi de köpeğimle konuşmaya mı başladın?”

Adrian'ı kapıda gördüğümde hızla toparlanarak ayağa kalktım. Üst başımı düzeltme bahanesiyle ona bakmamaya dikkat ederken, “Sanırım o aç,” diye mırıldandım. Mutfağın içerisinde ilerledi. Bozulmamış yemek masasına bakarken kaşlarını çattığını fark ettim ama bir şey söylememeyi tercih ederek köpeğin yanına kadar geldi. Ondan kaçmak istercesine pencereyle neredeyse bütünleşmiştim.

“Aç değil,” dedi yere bıraktığım ekmek parçasına bakarak. “Gece daha çok et yemeyi sever.”

Kafamı sallamakla yetindim. Aramızda kalan kısacık mesafeyi de kapattığında gerginliğim artmıştı. Onu hemen arkamda hissetmek boğazımın kurumasına neden oluyordu.

“Sorun ne Rheana, neden yüzün asık?”

İçime derin, titrek bir soluk çektim. “Bana öyle seslenme.”

“Nasıl sesleneyim?”

“Bu isimle değil,” diye geveledim. Elimde kalan ekmekle stresimi atmak istercesine oynadığımın farkında bile değildim.

“Neden yemeğini yemedin?”

Şaşkınca, “Onu... onu benim için mi hazırladın?” diye sordum Adrian'a doğru dönerken. Tanrım, gerçekten de fazla yakınımdaydı. Rengi solgun kirli beyaz tonlarındaki gömleğin salaşlığı ona serseri bir hava katmıştı.

“Sık sık yemeğe ihtiyacın olduğunu söylemiştin. Yine ten rengin soluk duruyor, gidip yemeğini ye.”

“Bunu yapmayı kes,” dedim birden sertçe. “Beni düşünüyormuşsun gibi davranmana gerek yok, kendi başımın çaresine bakarım.”

“Rheana-"

“Aklımı karıştırmanı istemiyorum,” diyerek sözünü kestim. Yüzüne baka baka konuşmakta zorlandığımı hissedince yeniden pencereye doğru döndüm. “Değer verdiğin biri için kahvaltı hazırlarsın, ben değer verdiğin biri değilim. Ben isteklerin uğruna kolayca kurban edebileceğin, öldürmekten çekinmeyeceğin biriyim.”

Aramızda sessizlik oluştu. Tanrım, deli gibi ağlamak istiyordum ama bunu yapmayacaktım. Dişlerimi sıkarak gözlerime hücum eden yaşları geri göndermeye çalışırken, “Esta'nın söyledikleri seni incitmiş,” dedi Adrian yavaşça. “O genellikle böyledir, sivri dilini törpülemeyi hiçbir zaman başaramadı.”

Omuz silktim. “Ama söyledikleri doğruydu. Beni istememesinin nedenini anlayabiliyorum. Davetsiz misafirleri kimse sevmez.” Yutkundum. “Sen de sevmiyorsun, biliyorum.” Yine gözlerime hücum eden aptal yaşları akıtmamak için var gücümle uğraştım. “Mecbur kaldığın için benimle ilgilenmek zorunda değilsin.” Duruşumu dikleştirmeye çalıştım. “Ama ben birinin casusu değilim tamam mı? Beni istemeyebilirsiniz, sorun olarak görebilirsiniz ama bununla suçlayamazsınız.”

“Seni suçlamıyorum Rheana-"

Hızla ona doğru dönüp, “Ama bana bakarken gözlerindeki kuşkuyu görebiliyorum,” diye parladım. “Şüphe dolusun, tanrı aşkına sana ne yapabilirim ki ben? Şu hâlime baksana,” diyerek kollarımı iki yana açıp kendimi sergiledim. “İsmimi bile hatırlamıyorum. Kahrolası sikik ismimi bile! Bilinmezliğin içerisinde gibiyim, korkuyorum. Buradan gitmek istiyorum ama nereye gideceğimi, nasıl gideceğimi bile bilmiyorum. Yapayalnızım ben,” dedim acıyı en derinimde hissederek. “Bu çukurda yapayalnızım ve kaybolmak üzereyim. Çaresizliğimi göremiyor musun da hâlâ ısrarla benden şüphelenmeye devam edebiliyorsun?”

Adrian'ın bakışları sarsıldı. Böyle tepki vermemi beklemiyor olmalıydı. Aslında bu kadar yükseleceğimi ben bile ummamıştım. Endişelerim birden beni ele geçirmişti ve aptal gibi tüm korkularımı ona anlatmıştım. Kendimi sakinleştirmek istercesine ellerimi yüzüme bastırdım. Avucumdaki ekmek parçasını pencerenin pervazına bırakmıştım.

Sessiz geçen birkaç uzun saniyeyi bozmakta gecikmeyerek, “Her neyse, neye istiyorsan ona inan,” dedim ağzımın içerisinde. Kendimi toparlamak adına birkaç kez derin soluklar aldım. “O cadı hafızamı düzeltebilecek mi?” diye sordum az önce içimi ortaya dökmemişim gibi ciddiyetle.

Adrian cevap vermeden önce yine sessizlik oluştu. Yüzümün her karesini karış karış incelediğini biliyordum. Ona karşılık vermedim. Yorgun bakışlarımı çenesinden yukarıya çıkarmamak için diretiyordum.

“Önde gelenlerden biriyse bunu başarabilir,” dedi bana çok uzun zaman geçmiş gibi gelirken. Sesi durgundu, sanki aklındaki derin düşüncelerle boğuşuyordu.

“Önde gelenler derken asillerden mi bahsediyorsun?”

“Sadece melekler asillerden olabilir, cadılar asla.”

İşte bu dikkatimi çekmiş, aklımın dağılmasına yardımcı olmuştu. “Melekler mi? Melekler de mi var?” Kafasını sallamakla yetindi. “Hani şu kanatları olan varlıklar?” diye üsteledim. Şaşkınlığım sesimden okunuyordu.

“Evet, kanatlı olanlar.”

“Uçmak harika olurdu,” dedim iç çekerek. Sonra bunu sesli düşündüğümü fark edip çenemi kapattım. Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum, çünkü var olan tüm can sıkıntımın acısını ondan çıkarmak isteyen yanım kuvvetliydi. Kahrolası gerçekten de dün gece hiç yaşanmamış gibi davranıyordu ve bu daha çok sinirlerimi bozuyordu.

“Tyler geliyor,” dedi pencereden dışarıya bakarak. “İçeri gel, diğerleri de gelmek üzeredir.”

Kafamı sallamakla yetinip Adrian'ın birkaç adım peşinden ilerleyerek onu takip ettim. Gece bizimle gelmemeyi tercih etti. Aslında yeniden Esta'yla yüz yüze gelmeyi istemiyordum, ancak pek seçeneğim yok gibiydi. Salona geri döndüğümde kapının orada görmeyi beklediğim Esta'dan eser yoktu, buna sevinmiştim. Adrian çalışma masasına doğru ilerleyip üzerindeki kâğıtları karıştırırken adımlarım beni dış kapıya götürdü. Ellerimi görünmez duvara dayayarak etrafı kontrol ettim. Bugün kapı açılacaktı ve buradan gidecektim.

Derken tam da o sırada bir şey dikkatimi çekti. Gökyüzündeki sis yumağının içerisinden süzülen bir kuş doğruca eve yaklaşıyordu ve yaklaştıkça ebadı büyüyordu. İri iri açtığım gözlerle bu olayı izlerken havada uçanın kuş olmadığını anlamam çok uzun sürmedi. Bu... bu bir melekti. Havada süzülen gri-siyah kanatları kusursuzdu. Öyle ki gözlerimi onlardan alamıyordum. Tüylerinin ipekten olduğuna yemin edebilirdim. Havada ağır ağır hareket eden kanatlarını izlerken gözlerim büyüyordu. İhtişamlıydı. Bir an için tüylerine dokunma isteğiyle avuç içlerim yandı. Dokunmasam bile yumuşaklığını tenimde hisseder gibi oldum. Hayranlıkla meleğin kanatlarını çırparak yerdeki tozları uçuşturmasını ve yavaşça yere konmasını izlerken, “Çok güzel,” diye fısıldadım. Yere konmasıyla oluşan rüzgâr çimensiz zemine dağıldı. İlk kez burada karşılaştığım bir yaratık beni korkutmamış, aksine heyecanlandırmıştı.

“Güzel olan ne?” diye sordu Adrian, hemen arkamdaydı. Bana yaklaştığını bile hissetmemiştim.

“Kanatları,” dedim yere indikten sonra gözlerimi alamadığım kanatlarını kendine doğru çeken ve sırtına saklayan adamı izlerken. Efsanevi Yunan tanrıları gibi kusursuz, parlak, heykelden farksız cildi vardı.

“Melekler ilgini mi çekti?”

Kafamı iki yana sallayarak etkisinden kurtulmaya çalıştım. “Ben... bu çok şahane değil mi? Kanatları var ve istediği yere uçabiliyor,” dedim saf bir hayranlıkla.

“O da buradaki canavarlardan biri,” diye bana hatırlattı. Sesindeki iğnelemeyi kaçırmadım.

“En azından vahşi görünmüyor.”

“Diğerlerine vahşiliği öğreten bizzat onlar.”

“Neyse ne,” diye homurdandım. Derdinin ne olduğunu düşünmeyecek kadar kafam doluydu. Altında kot benzeri pantolon bulunan adamın üstü çıplaktı, ancak bize doğru yaklaşırken pantolonunun bel kısmına sıkıştırdığı gömleği fark etmiştim. Zaten o da üzerini giymekte gecikmedi. Kıyafetini böyle taşımak zorunda kalmak can sıkıcı olmalıydı. Sanırım kanatları yüzünden kıyafetleri parçalandığı için bu yolu seçmişti.

Yabancı adam kısa saçlı kafasını giyindiği tişörtten çıkartırken, “Adrian,” diyerek selam verdi. Sivri çeneli yüzü sakalsızdı. Kahverengi gözlerindeki ağırlık dikkatimi çekmişti. Sanki genç bir bedene tıkıştırılmış yaşlı ruhu taşıyormuş gibi hissetmiştim. Her şeyden önce vücudu oldukça yapılıydı. İki parmağıyla hafif bir baskı uygulasa bileğimi kırabilirdi.

“Tyler,” diye karşılık verdi Adrian. “Neredeler?”

“Birkaç dakika içerisinde arabaları görünür.”

Tyler giydiği tişörtün yaka kısmını düzeltirken boğazını kaplayan dövmeyi fark ettim. İki yana açılmış melek kanadı şeklindeydi. Ayrıca kulakları da delikti ve küpe takıyordu.

“Esta buraya gelecekti?” dedi sorarcasına. Sesi tam da kalıplı vücuduna uyacak şekilde kalındı.

“Ondan ufak bir işi halletmesini istedim, gecikmez.”

Tyler kafasını sallayıp odağını bana çevirdi. Yaklaşan nal seslerini duyar gibiyken, “Nasıl gidiyor?” diye sordu. Açıkçası onun da tıpkı Esta gibi beni umursamamasını ya da onlar için sorun olduğumu belli etmesini beklemiştim ama Tyler şu an için olumlu yaklaşıyordu. Hiç değilse bana bakan kahve gözleri şüphe dolu değildi.

“Ne kadar iyi gidebilirse,” diye mırıldandım. Eve doğru gelen yolun ucunda beliren at arabası gözlerime ilişti. Tanrım, neden yüzyıl öncesindeymiş gibi yaşıyorlardı? Bir yerden başka bir yere gitmek eziyet olmalıydı, tabii eğer kanatların yoksa.

Aklıma düşen düşünceyle hızla Adrian'a döndüm. “Sen asillerden ne zaman bahsetsen onları kötülüyorsun ve yüzünde hep tiksinme beliriyor. Ama ona karşı böyle değilsin,” dedim Tyler'ı göstererek.

Adrian dümdüz ifadesiyle cevap verdi. “Çünkü Tyler onlardan değil.”

“Ama sen söylemiştin ki... Sadece meleklerin asillerden olabileceğini söylemiştin.”

“Gördüğün her melek asillerden değildir,” dedi Tyler söze karışarak. “Ben sıradan olanlardanım.”

“Pekâlâ.” Başımı salladım. İşin aslı kafam iyice karışmıştı. “Peki nasıl onlardan olabilirsin? Ya da kimler asil olabilir?”

Cevap Adrian'dan geldi. “Asil olunmaz, asil doğulur. Bu tamamen soy ile alakalı.”

Yeniden kafamı salladım ama sorularımın bitmediği yüz ifademden bile belliydi. “Peki bir meleğin asil olduğunu nasıl anlayabilirim? Yani... bence kanatları olması bile bunun için yeterli. Mükemmel bir şey olmalı.”

Tyler, Adrian'a baktı ve cevap verecek olanın o olduğunu belli edercesine dönüp yaklaşan aracı izlemeye koyuldu. Adrian'ın yeniden buz dağlarının arkasına geçtiğini hissederken, “Eğer gördüğün meleğin kanatlarına serpiştirilmiş altın rengi varsa senin için geç olmadan oradan kaçmalısın,” dedi karanlık bir tonla. Birden gerildim. Ağzımın içerisinde, “Burada o kadar uzun hayatta kalabileceğimi sanmıyorum,” diye gevelerken ben de gelen at arabasına döndüm.

Arabayı süren yaşlı adam evin biraz ilerisinde, arabayı çeken iki kar beyazı atın iplerine asılarak onları durmaya zorladı. Atlar bile kusursuz derecede güzeldi, alışageldiğimden daha asil görünüyorlardı. Araba durur durmaz açılan kapısından fırlayan Aissa'yı gördüm, endişeliydi. Çamurlanmış elbisesinin eteğini tutarak eve doğru koşmaya başladı. Aynı zamanda bağırıyordu da.

“Adrian, ona zarar vermiş olduğuna inanamıyorum? Bunu gerçekten yapmış olamazsın! Beni o kadar hayal kırıklığına uğrattın ki-" dediği sırada benimle göz göze gelince olduğu yerde kalakaldı. Tepeden tırnağa beni süzdükten sonra, “İyisin,” dedi sanki bunu beklemiyormuş gibi. “Ama Leo demişti ki... ve ben de havadaki uğursuzluğu sezince...” Kafasını iki yana sallayıp kızgın gözlerini Adrian'a dikti. “Blöf yaptın değil mi? Bunu anlamalıydım.”

“Kaldır şu büyüyü Aissa, kendi iyiliğin için, hemen,” dedi Adrian sertçe. Sanki her an Aissa'ya saldırabilirmiş gibi bakıyordu. Aissa ise bundan zerre kadar etkilenmezken perdeyi çeker gibi elini havada savurdu ve yüzüme çarpan hafif rüzgârdan engelin kalktığını anladım.

İşte, buradaki maceram bitmek üzereydi.

At arabasından inen diğer ikiliye gözüm kaydı. Tıpkı Aissa gibi eski tarz elbiselerden giyen kadın otuzlarında görünüyordu. Onun hemen ardından elindeki asadan destek alarak inen diğer kadınsa tahminimce yetmişlerine yaklaşmış olmalıydı. Sırtı hafif kamburdu ve bu yürüyüşünü bile etkiliyordu. Giydiği pelerinin şapkası kafasında örtülü olduğu için yüzünü pek seçemiyordum ama her adımında salınan beyaz saçları beline kadar uzanıyor olmalıydı.

Tuhaf bir ürperti bedenimi yokladığında gözlerimi yaşlı kadının üzerinden ayıramıyordum. Sanki bakışlarımı hissetmiş gibi o da gözlerini üzerime dikmişti. Yaklaştıkça netleşen yüzü kırışıklarla doluydu ve ürkütücü duruyordu. Sadece boynundan sarkan tuhaf kolyeler bile ondan uzak durmam için yeterliydi.

“Cidden mi? Getirecek başka cadı kalmamış mıydı?” dedi Adrian memnuniyetsizce.

“Durumu kime anlatsam beni ona yönlendirdi,” dedi Aissa başka çaresi olmadığını belli ederek. “Biliyorsun Victoria civardaki en güçlü ve kadim cadılardan.”

“Ve ondan nefret ediyorum.”

Aissa, “İyi yönünden bakarsak,” derken, yaşlı kadın iyice yaklaştığı için sesini kısık tutmuştu. “O da senden nefret ediyor.”

“Yanındaki kim?” diye sordum gözlerimi yaşlı cadının üzerinden ayırmadan. Bu hâlde bile diğer kadının memnuniyetsizliğini fark edebilmiştim. Burada olmak istemediği her hâlinden belliydi.

“O benim ablam,” dedi Aissa. “Yani... ablam gibidir. Akraba sayılırız. Neyse ne işte, adı Liya.”

Kafamı salladım. Kapının önünden çekilerek gelenlerin içeriye girmesi için yol verdim. Yaşlı kadın gözlerini üzerimden çekmeden salona geçti. Aissa içeri girmek istemediği her hâlinden belli olan Liya'yı kolundan tutarak zorla sürükledi. Tyler ise sessizce salonda bir köşeye geçti. Adrian'ın peşinden ilerlemeden önce emin olmak istercesine elimi kapıdan dışarıya uzattım, artık engel yoktu.

“Beni bu saçmalığa ikna ettiğine inanamıyorum Aissa.”

“Liya lütfen, şimdi sırası değil.”

Liya'nın devam eden homurtuları beni kendime getirdiğinde elimi hızla kapıdan çekip onlara döndüm. Liya gruptan olabildiğince uzaktaydı ve kemikli, sert hatlı yüzü asıktı. Üstelik bana baktığında sanki düşmanına bakıyormuş gibiydi.

Tek eksik kişinin Leo olduğunu düşünerek içeriye doğru ilerledim. Güneş tepede olduğu için karanlığa saklanmış olmalıydı. Bu sırada mutfak kapısında görünen Gece dişlerini göstererek hırladı ve peş peşe havladı. Her zamanki gibi saldırgandı, ancak bu kez hedefindeki ben değildim, yaşlı kadındı. Victoria, üzerine atlamak için sahibinden ufak bir hamle bekleyen köpeğin homurtularını görmezden geldi. O kadar rahattı ki bu hâli beni daha çok geriyordu.

Gözlerini üzerimden ayırmadan, “Yaklaş kızım,” diyerek eliyle beni yanına çağırdı. Tereddütlüydüm ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Arayış içerisindeki gözlerim odadakilerin üzerinde dolandı ve en sonunda Adrian'ı buldu. Bana herhangi bir şey söylemesini beklesem de sessizdi. Gözlerimi kaçırıp kendi kendime kafamı salladım. Sanırım burada yalnız olduğumu kabullenmem gerekiyordu. Kalbim telaşla ve biraz da korkuyla çarparken yaşlı kadına doğru ilerledim. Çember misali kadının etrafını saran diğer kalabalıktan sıyrılmak adına son adımımı atacağım sırada Adrian kolunu önüme uzatarak ilerlememe engel oldu. Hızla inip kalkan göğsüm koluna değerken ne yapmaya çalıştığını anlamak istercesine ona döndüm, o ise sadece yaşlı kadına bakıyordu.

“Cadı,” dedi soğuk bir vurguyla. Sanki ondan iğreniyor gibiydi. “Kendi rızanla evime kadar gelmeyi kabul etmenin altında ne yatıyor?”

“Seninle ilgisi yok şeytan,” dedi yaşlı kadın tıpkı Adrian gibi soğukça. Son kelimeye yaptığı vurgu tüylerimi ürpertti. “Onun için buradayım.”

“Sen çıkarın olmadan parmağını kıpırdatmazsın. Beni mi kandırıyorsun?”

Tyler'ın savaşmaya hazır şekilde Adrian'ın yanına geçmesi dikkatimden kaçmazken kapıdaki hareketliliği fark ettim. Esta gelmişti ve ortada ne döndüğünü bile önemsemeden o da Tyler’ın yanındaki yerini almıştı. Kısık, tehlike saçan gözleri yaşlı kadının üzerindeydi. “Vay, vay. Tatlı kıçını kaldırıp buraya kadar gelenin sen olacağını hiç düşünmemiştim,” dediğinde bir an için gülecektim. Esta korkusuz görünüyordu. Duruşundan bile kendine güven akıyordu ve asla yenilmeyecek gibiydi.

“Lütfen sakin olun,” diye müdahale ederken Adrian'ın önüme set çektiği kolunu yavaşça indirdim. “Tepki göreceğini bile bile buraya gelmişse ortada önemli bir şey olmalı.”

“Önemli olan sensin kızım. Sana yardım etmek için buradayım.”

Adrian'ın koluma sarılan parmaklarını hissettim. Canımı yakmayacak şekilde etimi sıktı, sanırım bu bir çeşit uyarıydı. Ama ona aldırmadım.

“Bana ne olup bittiğini açıklayabilir misin? Aissa iki dünya arası yolculuk yaptığımı iddia ediyor.”

Yaşlı kadın asasının ucunu yere sürte sürte etrafımda daire çizerken, “Bu mümkün,” diyerek söze girdi. “Dünyalarımız ayrıldığında buradaki kadim soylardan bazıları orada kaldı. Var olan özellikleri bu taraf ile sınırlı kılındığı için senin geldiğin tarafta kalanlar sıradan insanlar gibi hayat sürdü. Ancak soyları nesilden nesile akmaya devam etti. Elçilerden biri onları fark edene kadar orada, içlerindeki zenginlikten habersizce yaşadılar. Fark edildiklerindeyse ait oldukları dünyaya, yani buraya gönderildiler.”

“Bana da olan bu muydu yani?” diye sorduğumda sesimden duyduklarıma inanmadığım açıkça anlaşılıyordu. Yaşlı kadın ağır ağır kafasını salladı. Bu sırada yere çizdiği çemberi tamamlamak adına arkama geçmişti. Adrian ise hâlâ yanımdaydı ve Victoria'nın çemberi tamamlamasının önünde büyük bir engeldi.

“Sadece ona ne olduğunu öğrenmeye çalışacak, sorun yok Adrian,” dedi Aissa müdahale ederek. Adrian ters bakışlarını bu kez ona dikti. Durumdan memnun olmadığı suratına yerleşen sert çizgilerden belliyken yavaşça kolumu serbest bıraktı ve benden iki adım uzaklaştı. Aramıza giren mesafe yüzünden birden üşüdüğümü hissederken bozuntuya vermemeye çalışarak Victoria'nın tamamladığı çembere baktım. Sanki asasının ucundan ateş çıkmış da yerdeki ahşabı yakmış gibi geçtiği yerlere siyah çizgi çekmişti.

“Hafızamı düzeltebilecek misin?” Yaşlı kadın kafasını salladığında, “Beynimi tamamen yakmayacağını nerden bileceğim?” diye sordum. Adrian bu korkuyu içime ektiği için ondan kurtulamıyordum.

“Ben Üçlüler'denim, bunu yapmak benim için hiçbir şey.”

“İşte bu yüzden sana güvenmiyorum,” dedi Adrian tıslar gibi. “Kadim cadılar ne zamandan beri ayak işlerine koşuyor?”

“Sanırım bunu bize Aissa açıklamalı,” dedi Esta kollarını göğsünde bağlarken. “Sonuçta üç kız kardeşten birini buraya getiren o.”

Liya sahiplenircesine Aissa'nın önüne geçip, “Sadece size yardım etmeye çalışıyordu, onu suçlamak yerine minnet duymalısınız. Bu iş için kendisini tehlikeye attığını görmezden gelemezsiniz,” dedi saldırgan bir tutumla. Aissa'ya karşı fazla korumacıydı ve bunun nedenini henüz anlayamamıştım.

Esta geri adım atmadı. “Görmezden gelsek bile sen sürekli hatırlatacağa benziyorsun.”

“Tartışmayı bırakın,” dedi Aissa biraz öfkeyle. “Ortadaki soruna odaklanalım olur mu?” Evet, sanırım o sorun bendim. “Öğrendiğim kadarıyla artık diğer dünyadan buraya gönderilecek varlık kalmamış ama o gönderildi. Eğer gönderildiyse insan değil demektir. Ve eğer sabırlı olursan seninle ne ilgisi olduğunu da öğrenebiliriz Adrian.”

“Saçmalık,” dedim birden. “Ben insanım ve bundan eminim.”

Yaşlı kadın pelerinin iç cebini karıştırarak bir şey çıkardı. Kırışık elinden sarkan zincirin ucunda kızıl taş vardı ve garip şekilde bana oldukça tanıdık gelmişti. İstemsizce birkaç adım geri çekilmek istediğimde kadının etrafıma çizdiği çembere çarptım. Kahrolası beni ufacık çemberin içerisine hapsetmişti.

“Bana ne yapacaksın? Neden buradan çıkamıyorum?”

“Bu kolyeyi daha önce gördün, değil mi?”

Gözlerim hipnoz olmuş gibi kızıl taşı parlayan kolyedeyken, “Bilmiyorum,” diyerek kafamı iki yana salladım. “Ben... bilmiyorum.”

“Sakin ol kızım, sana zarar vermeyeceğim,” dedi bana yaklaşırken. İstemediğimi belli edercesine kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. Paniklemiştim ve sıkıştırıldığım küçük alanda sanki hava tükeniyormuş gibi gittikçe nefes alamaz hâldeydim. Hızlı hızlı soluk alıp versem de bana yetmiyordu. Aralanan dudaklarımdan çaresiz çığlıklar döküleceği sırada yanımda Adrian'ın varlığını hissettim ve koluma sarılan parmaklarından tenime yayılan güce tutundum.

“Sakin ol,” diye fısıldadı. Sesini sadece ben duyabiliyordum. “Benim evimde sana zarar vermeye cesaret edemez.”

Ben çemberden çıkamıyorken Adrian nasıl içeri girebiliyordu anlayamasam da kafamı sallayarak onu onayladım. Kalbim delicesine atıyordu. Ancak onun bana destek çıkmasıyla bir nebze de olsa rahat nefes alabilmiştim. Yanımda olması iyi hissettiriyordu.

Yaşlı kadın kolyeyi alnıma doğru yaklaştırdı ve yavaşça tenime bastırdı. Değdiği bölgenin yandığını hissettim. Tepeden tırnağa irkilirken damarlarım dolaşan enerjiyi fark ettim ve aynı anda sanki elektrik çarpmış gibi Adrian'ın bana dokunan parmaklarından kaçtım. Aynı hissi onun da yaşadığını içine çektiği sert nefesle anlarken Aissa'nın, “Üzerinde bir çeşit kalkan gibi büyü var. Geri tepebilir Victoria, dikkatli ol,” dediğini zar zor işittim. Kulaklarım uğulduyordu. Annemin sesi, babamın ve erkek kardeşimin sesi, okuldaki arkadaşlarımdan senelerce bana ders vermiş öğretmenlerimin sesleri ve geçtiğim sokaklardan duyduğum tüm sesler birbirine karışmıştı. Ellerimi kulaklarıma bastırırken, “Bana ne yapıyorsun?” diye bağırdım. Sesimin acılığı kulaklarımı sızlatmıştı.

Başım dönüyordu. Etrafımdaki her şey silinmiş gibiydi. Söylenenleri anlamakta zorlansam da Adrian'ın bana seslendiğini duyar gibiydim, ancak cevap vermeyecek hâldeydim.

Derken sesler çoğaldı, dengemi şaşırdım. Bedenimin yere düştüğünü hissederken gözlerimin önünde beliren tek şey karanlıktı. Biri beni tutmuştu ve birileri bağırıyordu. Sonra ses yumağının arasından annemin ince sesi bana ulaştı.

“Kiara...”

×××

 

 

 

Bölüm : 20.11.2024 20:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...