
9. BÖLÜM
×××
Rüzgârın uğultusu daha önce beni hiç bu kadar korkutmamıştı ya da gök gürültüsü hiçbir zaman kanımı dondurmamıştı.
Dışarıdaki fırtına gittikçe güçleniyordu. At arabasının minik camlarını döven rüzgâr, her seferinde yerimde sıçramama neden oluyordu. Daha ne kadar şiddetlenebileceğini düşündükçe kalbimin sıkıştığını hissediyordum. Atlar artık yolda ilerlemekte zorlanmaya başlamışlardı, huysuz kişnemeleri rüzgârın acı çığlıklarına karışıyordu.
Tüm bu gerilimin kaynağında olduğunu bildiğim Adrian ise kafasını geriye yaslamış, gözlerini kapatmış öylece duruyordu. Birbirine çarpan kızgın bulutların yaydığı kıvılcımlar aracılığıyla görebildiğim yüzünde okuyabileceğim hiçbir ifade yoktu. Sanki dışarıda kopan fırtına umurunda değildi ve buna neden olan da kendisi değilmiş gibiydi.
Saatlerdir yoldaydık, güneş batmıştı. Ki zaten tapınağa yaklaştıkça havayı kara bulutlar kapladığı için bir zaman sonra güneşi hiç göremez olmuştum. Derin bir iç çektim, Adrian'ı düşünmekten kendimi alamıyordum. Onu bu derece öfkelendiren neydi saatlerdir aklımı kurcalıyordu. Cadılardan bu kadar mı nefret ediyordu? Ya da üzgün olabilir miydi? İkinci soruyu hızla eledim, çünkü üzgün olmasını gerektirecek hiçbir neden bulamamıştım. Muhtemelen üçlüleri sevmediği için onlarla birlikte hareket edecek olmak canını sıkıyor, onu geriyor olmalıydı.
Arabayı süren adamın dizginlere sertçe asıldığını içinde bulunduğumuz kabinin sarsılmasıyla anladım. Bir elimi oturduğum koltuğa, diğer elimi de minik pencereye dayayarak kendimi sabit tutmaya çalışırken araba tamamen durdu. Gelmiş olmalıydık. Kalbim heyecandan ötürü şiddetle çarpmaya başladı. Adrian'ın hareketlendiğini fark ettim, gözlerim karanlığa alıştığı için onu seçebiliyordum. Hiçbir şey söylemeden kapıyı açıp aşağıya indiğinde hızla onu takip ettim.
Arabanın durduğu yerde yol son bulmuştu, devamında meşalelerle aydınlatılmış asma köprü pek de araba için uygun değildi. Görebildiğim kadarıyla etrafı izlemekten kendimi alamazken rüzgâr sertçe yüzüme çarpıp zaten bol bağlanmış olan saçlarımı çekiştirdi. Lastiğin kaydığını hissetsem de onu düzeltmedim. Adrian, arabacıya doğru yaklaşıp cebinden çıkardığı ufak keseyi ona fırlatırken, “Fırtına çıkacak. Geri dönerken hızlı ol,” diye uyardı. Adam aldığı uyarıyla birlikte hızla yola koyulduğunda arkasından bakakaldım.
“Neden onu gönderdin? Sen nasıl geri döneceksin?”
“Bu durumda beni mi düşünüyorsun?” diye sordu, o sırada çarpan şimşek sayesinde dudağının kenarındaki kıvrımı yakaladım, alışageldiğim gibi sıcak değildi. “Önce kendinin nasıl geri döneceğini düşünmen gerekmiyor mu?”
“Başının çaresine bakacağına şüphem yok,” diye geveleyerek meşalelere doğru yaklaştım, peşimden gelmeye başladı. Işıklı yol sanırım ilerlememiz gereken yoldu. Gündüz olmasını ve etrafı netçe görebilmeyi dilerdim, bu tarafı benim dünyamdan ayıran farklılıklar var mıydı merak ediyordum.
“Bir hokus pokus yapmaya ne dersin? Güneşi görmek daha çok işime yarayabilirdi.”
Adım adım beni takip ederken, “Geceyi gündüz yapabileceğimi söylediğimi hatırlamıyorum,” diye söylendi. “Etrafa değil önüne bak, aşağısı uçurum.”
Atacağım adım havada kaldığında dehşetle bağırdım. “Bunu şimdi mi söylüyorsun? Ya düşseydim?”
Sırtımı dayayabileceğim yıkılmaz bir dağ gibi hemen arkamda durdu. Ben daha varlığının dayanılmaz etkisiyle savaşırken sağ elinin avucunu karnıma yerleştirip beni kendisine doğru çektiği sırada, “Seni yakalardım,” dedi. Yutkunamadım. Bir adım ötemdeki uçurumdan yükselen rüzgâr yüzüme çarpıyordu ama ben onu bile hissedemez durumdaydım.
“Buradaki en ölümcül vadideyiz. Aşağıda kıymık gibi yontulmuş binlerce sivri kayalık var. Düşsen senden geri ufacık parça bile kalmaz.” Saçlarıma doğru eğildiğini hissettim ve konuştuğunda dudakları sol kulağıma çok yakındı. “Ama ben düşmene izin vermem Rheana. Seni tutarım.”
Sesinden akan güven beni hızla kucakladı. Sanki kendimi boşluğa bıraksam asla düşmeyecekmiş gibi hissetmemi sağladığında yutkundum. Ona ne zamandan beri bu kadar güveniyordum? Etkisinden kurtulmak ister gibi kafamı hafifçe iki yana sallarken, “Ne taraftan gideceğiz?” diyerek konuyu değiştirmeyi seçtim.
“Soldan,” dedi, sesinde gülümsediğine dair izlere rastladım. Ondan kaçmak istercesine hareketlenecektim ki, “Ama önce düşmeyeceğinden emin olmalıyız,” diyerek beni durdurdu ve hiç ummadığım bir şey yaptı. Elini elime dolayıp sıkıca tutarken, “İşte, şimdi asla düşmezsin,” dedi. Sertçe yutkundum, rüzgâr bir kez daha yüzüme çarptı. Sanki beni tokatlayarak kendime getirmek ister gibiydi, çünkü şu anda tek düşündüğüm birbirine kenetlenen parmaklarımızdı. Oysa ki geri döneceğimi düşünmem ve buna sevinmek dışında başka şeylerle ilgilenmemem gerekiyordu.
Adrian'ın beni yönlendirdiği yolda yavaşça ilerlemeye başladım. Bir adım önümden yürüyordu ve yolu ezbere bilir gibiydi. Neyse ki meşalelerin olduğu kısma ulaşmamız fazla uzun sürmemişti ve ben de çevre hakkında biraz yorum sahibi olabilmiştim. En azından artık bastığım yeri görebiliyordum. Yolumuzun üzerinde asma köprü bulunuyordu. Girişindeki iki büyük sütundan oluşan kayaya dolanmış yılan heykelleri vardı. Başları bize dönük ve dilleri tehditkâr bir edayla öne doğru uzanmış hâldeydi. Etraflarını saran kurumuş sarmaşık dallarının arasında saklanıyorlardı. Yılanların sarıldığı sütunlara yerleştirilmiş meşaleler gecenin karanlığını deliyor, önümü görmemde yardımcı oluyorlardı. Asma köprüyü ayakta tutan halatlar bu iki sütuna sabitlenmişti. Bu tarz köprüleri severdim, gözüme hoş gelirlerdi, ancak rüzgâr yüzünden boş çuval gibi sağa sola savrulduğunu görmek içimdeki tüm hoşnutluğu yerle bir ediyordu. Köprü boyunca belirli aralıklarla daha küçük meşaleler yerleştirilmişti. İçlerinden yükselen ateş sert rüzgârla sağa sola savrulsa da asla sönmüyordu.
Köprünün uzunluğunu kestiremiyordum, çünkü sıra sıra dizilmiş meşaleler ilerideki sis yumağının içerisinde gittikçe kaybolan noktalar gibiydi. Muhtemelen tapınak o sis yunağının içerisinde olmalıydı. Adrian öncülük ederek köprüye ilk adımını attı. Tüm endişeme rağmen onu takip etmekten başka seçeneğim olmadığını bilerek, gözüme her an kırılacakmış gibi gelen tahtaya yavaşça bastım. Her adım atışımızda belirli aralıklarla yerleştirilmiş tahtalar gıcırdıyordu. Adrian'ın elini daha sıkı tuttum, beni sırtına almayı teklif etse asla geri çevirmezdim. Diğer elimle de köprüyü ayakta tutan bariyerlere tutundum. Ancak lanet olası şeyler sarmaşık benzeri tuhaf bir ipten yapılmaydı ve hiçbir güvenirliği olmadığı açıkça ortadaydı.
“Kullanabileceğimiz başka yol yok muydu?” diye sordum sesimi duyurabilmek için biraz bağırarak. “Burası pek sağlam görünmüyor farkındasın değil mi?”
“Hâlâ düşmekten mi korkuyorsun?” derken elimi daha kuvvetli kavradı. Bana bakmadan ve normal bir yolda yürüyormuş kadar rahat bir edayla ilerliyordu. Bense ileriye doğru her adım atışımda dudaklarımı kemiriyor, kendimi kasıyordum.
“Sen korkmuyor musun?”
“Düşmekten hiçbir zaman korkmadım.”
“Bahsettiğin düşmede seni parçalamayı bekleyen sivri kayalıklar olduğunu sanmıyorum,” diye homurdandım. “Bence başka bir yol bulabiliriz.”
“Tapınak bu ölümcül vadinin ortasında bulunuyor, oraya sadece köprülerle ulaşabilirsin ve biz o üç köprüden birindeyiz. Diğer ikisi de bunun aynısı. Yani başka yol yok. Geri dönmek istemiyor muydun? Öyleyse dişini sıkacaksın.”
Soğuk ve alaylı sözlerine karşılık burnumu kırıştırdım. Beni kışkırtmak istercesine bulduğu her fırsatı değerlendiriyordu. Neden böyle tutarsız davrandığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Her zamanki Adrian'dı işte.
Rüzgâr sanki şiddetini biraz daha arttırmıştı. Köprü sağa sola savrulup duruyordu ve tenim artık rüzgârın sertliğinden acımaya başlamıştı. Bazen o kadar şiddetleniyordu ki gözlerimi bile açmakta zorlanıyordum. Adrian ise sanki bunu yönlendirenin kendisi olduğunu belli etmek istercesine rüzgâra aldırmadan ilerliyordu. Gözlerimi havaya dikerek durumun ne kadar kötü olduğunu çözmeye çalıştım. Sık sık bulutlar birbirine çarpıyor ve kızıl damarlar oluştururcasına ölümcül ışıklarından saçıyorlardı.
Havadaki kasvet içimde gittikçe büyüyen endişeyi besliyordu. Tapınağa yaklaştıkça aklımdaki soru işaretleri büyüyor ve ben hiçbirinin cevabını bulamıyordum. “Esta ve Tyler da gelecek mi?” diye sordum beynimi kemiren düşünceleri dağıtmak istercesine.
“Gelecekler.”
“Onlara neden ihtiyacımız var ki? Sanki savaşmaya gidiyormuşuz gibi...”
Adrian bana omzunun üzerinden kısa bir bakış attı. “Üçlülerin mabedine girerek zaten aptallık ediyoruz, bir de tek mi gitseydik?”
“Yardım edeceklerini söylediler-”
“İşte bu yüzden iki kat hazırlıklı olmalıyız,” dedi yine aynı soğuk alayla.
“Benden ne isteyebilirler anlayamıyorum. İşlerine yaramam,” dedim durumdan nasıl çıkar sağlayabilecekleri hakkında düşünerek. “Güçlerimi mi isterler?”
Adrian adım atmayı keserek bana döndü. “Bu da nereden çıktı?” diye sorduğunda kaşları çatıktı.
“Leo söyledi.”
“Piç kurusu! Benim neden bundan haberim yok? Onu öldüreceğim,” diye homurdanırken yeniden yürümeye başladı. Artık adımları daha hızlıydı, ona uyum sağlamakta zorlanıyordum. Üstelik aniden rüzgârın şiddeti de artmıştı.
“Ama olabilir,” dedi bir an sonra kendi kendine konuşuyormuş gibi. “Piç kurusu haklı olabilir. Seni geri göndereceklerse oradaki sıradan insanlar gibi olmanı sağlamak için bunu yapabilirler. Belki de güçlerine güç katacakları için bu kadar hevesliydiler. Şimdi daha mantıklı gelmeye başladı.”
“Leo bana bir şey daha söyledi,” dedim endişemin sesime yansımasına engel olamayarak. “Geri dönebilen birini hiç duymamış.”
Adrian cevap vermedi. Yandan görebildiğim yüzünde sert ifadesi asılıydı. Söylediğimi tarttığını ve düşündüğünü anlayabiliyordum. Ayrıca cevap vermemiş olmasından cevabının Leo'yla aynı olduğunu da elbette fark etmiştim. Dudaklarımı kemirerek, “Sence geri dönebilecek miyim?” diye sormaktan kendimi alamadım. Olumlu bir cevap duymaya ihtiyacım vardı.
“Neden geri dönmek istiyorsun ki? Burada çok daha farklı, ilginç bir hayatın olabilir,” diyerek beni yine cevapsız bıraktı. “Eğer gerçekten de cadıysan yapabileceğin birçok şey var demektir. Ama sen bir kez bile tadına bakmadan gitmeyi düşünüyorsun.”
“Cadılardan hoşlanmadığını sanıyordum?”
“Hoşlanmıyorum.”
“Ama yine de kalmamı istiyorsun?”
Kalbimin göğüs kafesimi yumrukladığını fark ettim. Dudaklarından dökülecek her söze muhtaç gibi onu izliyordum. Sanki kalmamı söylese asla reddetmeden kabul edecektim. Tam da bu sırada bastığım tahtalardan yükselen güçlü çatırdamayla irkildim ve elimde olmadan korkuyla çığlık atıp ileri atılmaya çalıştım. Adrian bir adım bile atmama izin vermeyerek beni önüne alıp sıkıca tuttu. “Düşeceğiz! Düşeceğiz!” diye dehşetle sayıklamalarım onun, “Sakin ol Rheana, düşmüyorsun. Ben yanındayken asla düşmezsin,” diyerek beni yatıştırmasına karışıyordu. Elleri belimin iki yanındaydı ve yüz yüze bakıyorduk.
“Adrian-"
“Sakin ol,” dedi yeniden. “Bu köprü yüzyıllardır ayakta ve yüzyıllar geçse de ayakta kalmaya devam edecek. Hamurunda büyü var, bu yüzden korkma.”
Söylediğini teyit etme isteğiyle az önce bastığım ve kırılıp aşağıdaki uçurumu boyladığına emin olduğum tahtaya baktım, hâlâ oradaydı. Kırılacakmış gibi çatırdadığı hâlde oradaki varlığını sürdürüyordu. Yükselen nabzım ve korkum yüzünden bu kez öfkemin odağına Adrian'ı alıp elimi sertçe göğsüne geçirdim.
“Neden havayı böyle berbat yapıyorsun? Buradan düşmeden geçebileceksem bile rüzgâr beni alıp götürecekmiş gibi! Neye bu kadar kızgınsın? Cadılara mı? Yoksa seni buraya sürüklediğim için bana mı?”
“Kızgın değilim,” dedi bana oranla oldukça sakin bir tonla. Cam mavisi gözlerinin içerisinde aniden böyle tepki verdiğim için yaşadığı şaşkınlık kırıntıları vardı.
Volümüm biraz düşerken, “Yoksa... üzgün müsün? Neden?” diye sordum bu kez. Kaşlarım çatılmıştı; çünkü o, hiç üzgün olamayacakmış gibi düşünmekten kendimi alamıyordum.
“Ne hissettiğimi ben de bilmiyorum Rheana.”
Dikkatle yüzünü inceledim. Hayatımın hiçbir bölümünde bir erkeği güzel olarak anmamıştım, ancak Adrian tüm ezberlerimi bozarcasına karşımdaydı. Kusursuzdu. Ona baktığımda gözüme takılan tek bir noktası bile yoktu. Sanki teni elmastan yontularak yapılmış gibi parıldıyordu, sakalsız yüzünde en ufak pürüz görünmüyordu. Cam mavisi gözleri ve uzun beyaz saçlarıyla nefes alan bir buz parçasıymış gibiydi.
Bazen bana cehennemi hissettirircesine yakan buz parçasıydı.
“Adrian,” diye adını sayıkladığımda sesimdeki buğulu ton bakışlarını dudaklarıma yönlendirdi. Aynı esnada esen sert rüzgâr saçlarımı savurdu ve iyice çözülen toka sıyrılıp havaya karıştı. Onu yakalamak için gereksiz bir manevrayla atılmak istediğimde beni durdurdu.
“Bırak açık kalsın. Bırak rüzgârımla dans etsinler.”
Ona baktım, gri beyaz saçları yüzünün etrafında uçuşuyor, çoğunlukla sağ tarafına doğru meylediyorlardı. Benim saçlarım da ona uyum sağlamak ister gibi rüzgâra sığınmışlardı. Köprünün ortalarında, sis yumağının içerisindeydik. İlerlemeyi ya da evime dönecek olmayı düşünemediğim bir ana hapsolmuştum. Ondan başka yere bakamıyordum ve ondan başka bir şey de düşünemiyordum.
“Bizi bekliyor olmalılar,” diye fısıldadım.
“Beklesinler.”
“Gitmem gerek.”
“Gitmek zorunda değilsin.”
“Ama gitmeliyim, buraya ait değilim,” dedim hüzünle. Kabul etmeliydim ki ona çok çabuk alışmıştım ve ayrılacak olmak canımı sıkıyordu. Adrian ağır ağır kafasını salladı. “Gitmelisin,” dediğinde ağlama isteği içime doluştu. Evet, gitmeliydim ama bir yanım gitmek istemiyordu. Bu dünyadaki tüm çılgınlıklara rağmen, yanında kalmak istediğim adamın tehlikeli kısmının ne denli büyük olduğunu tam olarak bilmememe rağmen ve en önemlisi de beni yanında istediğine dair tek kelime etmemesine rağmen bir yanım kalmak için kendine nedenler arıyordu.
Tıpkı onun gibi ben de ağır ağır kafamı salladım. “Gitmeliyim,” dedim kendime bunu kabullendirmek istercesine. Sonra ondan uzaklaşmak için hareketlendim, tutuşundan sıyrılıp bu kez öne ben geçtim. Ancak ilk adımımı bile atamadan Adrian beni kolumdan yakaladı ve ben ne olduğunu bile anlayamadan ona doğru çekildim. Göğsüm göğsüne çarptı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
Gözlerim şokla açıldı, nefes almayı bıraktım. Ellerini yüzümün iki yanına yerleştirip parmak uçarımda yükselmeme neden olacak derecede beni kendisine çekti, ona tutundum. Cam mavisi gözleri kapalıydı, benim gözlerim de yavaşça kapandı. Ellerim göğsü boyunca kayarken ona karşılık vermeye başladım. Dudaklarımız önce sadece birbirine değiyordu, ancak şimdi resmen savaş içerisindeydik. Tanrım, sıcacıktı, tenimi yakıyordu. Alt dudağımı dişleriyle kıstırıp çekiştirdiğinde tırnaklarımı ensesine geçirdim ve ağzına doğru inlemekten kendimi alamadım. Kıvranmam sanki onu daha da tetiklemiş gibi saldırısını arttırdı. Dilini dilime dolayıp benimle savaşa tutuştu. Dişlerimizin birbirine çarparken çıkardığı iç gıdıklayıcı sesi duyabiliyordum.
Ayrıca rüzgârın bir girdap gibi etrafımızda döndüğünü, bizi kalkan gibi sardığını hissediyordum. Saçlarım Adrian'ın saçlarına dolanmış sağa sola savrulup duruyordu. Gök gürlüyor, sık sık şimşekler çakıyordu. Hava bile alevlenmişti, tıpkı bizim gibi.
Gördüğüm rüyalardaki hissiyatın katbekat fazlasını yaşıyordum. Gerçeği beni öylesine etkilemişti ki dizlerim titriyordu. Göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyordu, ancak yine de aldığım nefesler ciğerlerimi doyurmaya yetmiyordu. Bu gerçekti, değil mi? Yine aptal bir rüyanın içerisinde olabilir miydim?
Hızla gözlerim açıldı ve Adrian'ı beni izlerken yakaladım. Cam mavisi gözlerinde lavlar fokurduyordu. Öylesine karanlık bakıyordu ki tepeden tırnağa titremekten kendimi alamadım. Yavaşça, çok ama çok yavaşça dudaklarını benden ayırdığında fazla uzaklaşmadan durdu. Tüm bedenim mayışmış gibi ona yaslanmıştım, o da ellerini sırtıma kaydırarak beni iyice kendine çekti.
“Bu da bir rüya mı?” diye sordum büyülenmiş gibi ondan gözlerimi alamazken. Adrian güldü. Kıvrılan dudaklarına baktığımda yutkunmaktan kendimi alamadım. Böyle güzel gülmesi hiç adil değildi. Ben daha kendimi bile toparlayamamışken yeniden yaklaşarak dudaklarıma sıkı bir öpücük bıraktı. Tanrım, yine nefesim boğazıma kaçmıştı. Sanırım buna kolay kolay alışamayacaktım.
“Rheana,” diye fısıldadı geri çekildiğinde. Bir eli yine yüzüme tırmanmıştı. Uysal bir kedi gibi yanağımı avucuna bastırırken, “Beni iyi hatırla,” dedi. İçime çektiğim soluğun kıymık gibi battığını hissettim. Aynı esnada bir alkış sesi koptu.
“Bu güzel anlara tanık olmak gerçekten gözlerimi yaşarttı. Daha önce hiç böylesine ateşli veda öpücüğü görmemiştim. Hadi bu masum seyirciyi kırmayın ve bir kez daha yapın.”
Kaşlarım çatıldı, Adrian'ın gözlerindeki buğulu ifade yerini kızgınlığa bıraktı. Benden ayrılıp ardına döndüğünde ancak Leo'yu görebildim. Sanki en güvenli şeymiş gibi sırtını asma köprünün korumalıklarına yaslamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş öylece duruyordu. Fötr şapkası başında değildi ve sarı saçları rüzgâr yüzünden sağa sola savrulup duruyordu. Ayrıca suratında kocaman, sinir bozucu bir gülümseme vardı.
“Tanrım, beni öldürecekmiş gibi bakmayı kesin,” dedi daha geniş sırıtarak. Ellerini havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaptı. “Ben sadece yoluma gidiyordum. Yolumun üzerinde yiyişen bir çift olduğunu nereden bilebilirdim?”
Yanaklarım ısınmaya başladı. Cidden biz ne yapıyorduk? Muhtemelen aramızdaki bağ yüzünden olmalıydı. Yoksa durduk yere beni öpmeyeceğinden emindim. Bu yüzden az önceki an hiç olmamış gibi kendimi toparlamaya çalışarak, “Gitsek iyi olacak,” diye mırıldandım. Ardından düşme korkusunu umursamadan öne geçerek ilerlemeye başladım. Tanrım, kalbim kaburgalarımın altında can çekiyor gibi atıyordu. Gerçekten de aramızdaki tüm bu güçlü çekimin kaynağı bahsedilen bağ mıydı? Biraz sonra büyü bozulduğunda bu şekilde hissetmeyecek miydim? Adrian'a baktığımda iç geçirmeyecek, hayallere dalmayacak mıydım?
Nedensizce kendimi kullanılmış gibi hissettim. Buradan ve lanet olası saçmalıklarından bir an önce kurtulup kendime gelmem gerekiyordu. Bu yüzden adımlarımı hızlandırdım. Asma köprünün sonuna yaklaştığımda ancak tapınağın yüksek duvarlarını görebildim. Sis hâlâ etrafımdaydı, ancak artık önümü daha net seçebiliyordum.
Asma köprüyü ayakta tutan halatın uçları tıpkı girişteki gibi iki büyük sütuna sabitlenmişti. Bu sütunların üzerinde oturan heykeller vahşi kedilere benziyordu. Belki de buraya özgü yaratıklar olmalıydı, çünkü bir çeşit aslan ve zebra birleşimi gibi olduklarını düşünmeye başlamıştım.
Tapınak tek katlıydı ve zirvede doğru gittikçe incelen bir kayanın üzerindeydi. Kesinlikle sağlam görünmüyordu, ancak asla yıkılmayacağını da hissettiriyordu. Birkaç adım önümde duran çift kanatlı devasa kapı ahşaptandı. Kapının iki yanına, sanki suyun altındaymış gibi yosun tutmuş duvarlarına yerleştirilen meşalelerin içindeki alevler, esen rüzgâr karşısında yılan misali kıvrılarak dans ediyordu. Tapınağın sivri çatısı bana Japon mimarisini anımsatırken, “Neden kimse yok?” diye sordum. Gerginliğim gittikçe artıyordu ve tehlikedeymişim gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.
“İçerideler,” dedi Leo. “Birden çok kalp atışı duyuyorum ama yine de siz ikinizin ki kadar kuvvetli olmadıklarını söylemeden geçemeyeceğim. Resmen kulağımı delecektiniz!”
“Kulaklarının yerinde kalmasını istiyorsan çeneni kapa,” dedi Adrian homurdanarak. Hemen arkamdaydılar, ancak onlara yüzümü dönmediğim için ifadelerini göremiyordum. Yine de Leo'nun sırıttığına ve Adrian'ın huysuzca yüzünü astığına emindim.
“Orada dikilmeyi bırak, kimse seni karşılamaya gelmeyecek,” dedi Adrian yine büründüğü soğuk kişilik yüzünden tenimi dondurarak. Sanırım hiçbir şey olmamış gibi davranan tek kişi ben değildim. Bu konuda benden daha yetenekli olduğu için onu suçlayamazdım.
Adrian yeniden öne geçerek çift kanatlı kapıya doğru ilerledi. Tokmak kısmında yer alan yılan başlarının kuyrukları aşağıya doğru sarkıyor ve kapının ahşabına gömülerek yok oluyordu. Tereddüt etmeden, en ufak korku kırıntısı göstermeden kapıyı açmak için hareketlenmesini dudaklarımı kemirerek izledim. Adrian tam kapıyı açmak üzereyken duraksayıp kafasını gökyüzüne kaldırdığında istemsizce kendimi onun baktığı yöne bakarken buldum. Sis yüzünden pek bir şey göremiyor olsam da kulaklarıma çalınan kanat seslerini duyar gibiydim. Gözlerim yeniden Adrian'ı buldu, hâlâ gökyüzüne bakıyordu. Gelenlerin kim olduğu hakkında az çok tahminim vardı, ancak onun bunu fark edecek kadar iyi duyduğunu yeni yeni anlıyordum. Sonra birden bana doğru döndü, cam mavisi gözlerinde vahşi parıltılara rastladım. Savaşmaya hazır gibiydi. Yutkunmaktan kendimi alamazken önüne döndü ve çift kanatlı kapıyı itti. Çıkan gıcırtı korku filmlerindeki ürpertiye sahipti. Tüylerim diken diken olsa da onu takip etmeye başladım. Leo hemen yanımdaydı ve ah tanrım, hâlâ sırıtıyordu.
“Dışarıdan ne kadar uyumlu göründüğünüzü bir bilseydin... o öpüşme yatakta bitmeliydi.”
Burnumu kırıştırıp ona kötü bir bakış attım. “Bölmeseydin belki de yatakta biterdi,” dedim alayla. Adrian birkaç adım ilerimizden yürüyordu ve o kadar kısık konuşmuştum ki dediğimi anlamayacağından emindim.
Leo, “İşte şu an cidden üzüldüm,” dedi tıpkı benim gibi kısık sesle. “Buna sebebiyet vereceğimi bilseydim asla sesimi çıkarmaz izlemeye devam ederdim.”
Elimi omzuna geçirdim. “Gerçekten iğrençsin.”
“Ah, hayır, arkadaşının mutlu olmasını dileyen masum biriyim sadece.”
Gözlerimi devirdim. Leo hangi sözünde ciddiydi, hangisinde şaka yapıyordu pek de anlayamıyordum. O izin vermediği sürece onu anlamak imkânsız gibi bir şeydi, bu yüzden pek de üzerinde duramamayı seçtim.
İlerlediğimiz koridor sağlı sollu yerleştirilmiş meşalelerle aydınlatılmıştı. Tünel gibiydi ve dardı. Tek çıkış ucundaki aydınlıktı, başka hiçbir kapı bulunmuyordu. Yolun sonunda kocaman bir ateş yanıyormuş gibi parlaklık vardı ve etrafta dolanan birkaç kişiyi görmüştüm. İşin içine merak karıştığı için daha hızlı adımlarla ilerleyip koridordan çıktım. Aynı sırada çatısız, yuvarlak avluya inmek üzere olan Tyler ve Esta'yla karşılaştım. Kusursuzlardı. Tyler yere inerken savaşmaya hazırmış gibi dizlerinin üzerine kondu ve bir elini zemine dayayarak ayağa kalkmadan önce etrafını kolaçan etti. Siyaha çalan gri kanatlarında gözlerimi gezdirdim. Görkemlice iki yana açılmışlardı ve onları toplamaya pek niyeti yok gibiydi.
Tyler yavaşça doğrulup ayağa kalkarken Esta da yere indi. Onun kanatları çok daha farklıydı. Tanrım, tıpkı yarasa kanadı gibiydiler. Tüy yoktu, tamamen deriden oluşuyorlardı ve üstlerinde sivri pençe gibi tırnaklar bulunuyordu. Bedenini saran simsiyah kıyafetlerin içerisindeki bu kadın gerçek anlamda iblisliğini yansıtıyordu. Kısık tuttuğu gözleri ve her an ileriye atılacakmış gibi gergin duran vücuduyla kesinlikle tehlike saçıyordu. Bulaşmayı asla istemeyeceğim tiplerden biriydi. Tyler'a göre çok daha savaşçı ve yenilmez görünüyordu.
“Demek kanatlardan hoşlandın,” dedi Leo kulağıma doğru eğilerek.
“Ne? Saçmalama,” diye geçiştirmeye çalışsam da gözlerimi o ikisinden alamıyordum.
“Yüzündeki hayranlığı görebiliyorum,” dedi imayla. “Yine de gözlerini Tyler'a dikip durmasan iyi olur. Onun sahibi var ve sahibi vahşi bir iblis. Gözlerini yerinden çıkarmaktan hoşlanacağına eminim.”
Yüzümü buruşturdum. “Esta'yla mı birlikte?” diye sorarken bu kez Esta'yı izliyordum. Kesinlikle güzel bir kadındı. Biraz sinir bozucu mizacı olsa da Tyler’ı sevdiğini onları ilk gördüğüm andan beri hissetmiştim. İkisinin arasında kırık bir ilişki olmalıydı, çünkü birbirlerini seviyorlarsa da bunu dışarıya yansıtmıyorlardı.
Kanatları açık bir şekilde hazırda bekleyen ikilinin üzerinden bakışlarımı çekerek önüme döndüğümde beni izleyen Adrian'la göz göze geldim. Sert ifadesi yerini koruyordu. Dostlarının yanına yaklaşıp onlarla kısaca selamlaşırken bile sık sık bana gözlerini dikiyor ve mümkünmüş gibi daha çok kaşlarını çatıyordu.
“Ups... Bunu fark eden sadece ben değilmişim,” dedi Leo kulağımın dibinde. Gözlerim hâlâ Adrian'ın üzerindeyken, “Neyden bahsediyorsun?” diye sordum.
“Melek sevici olacağını kim bilebilirdi?”
Yeniden gözlerimi devirdim. Karşımdaki kalabalık kendi aralarında fısıldayarak konuşuyor ve sık sık bize bakıyorlardı. “Göz alıcı olduklarını inkâr edemezsin,” dedim kalabalığın arasında Victoria’yı ararken.
“Göz alıcı oldukları kadar merhametsiz olduklarını da unutma.”
Omuz silktim. “Neyse ne, zaten buradan gideceğim. Victoria neden yok?”
“İstenilen yedi soydan altısı burada,” dedi Leo karşımızda toplanmış altı kadına bakarak. “Ah, Croweld soyu en küçük üyesini seçmiş. Kaç yaşında, dokuz, on? Kalbi deli gibi atıyor, korkusu buradan bile belli oluyor.”
“Çok küçük,” dedim yüzü gözü is içerisinde, yırtık ve yamalarla dolu elbise giyen kız çocuğunu incelerken. “Ailesi böyle bir şeyi kaldırabileceğini nasıl düşünür?”
“Aslına bakarsan o, Victoria’nın soyundan. Onu bilerek seçmiş olmalı.” Leo düşünceli bir tavırla kaşlarını çatıp çenesini sıvazladı. Sonunda konuştuğunda söyledikleri kanımı dondurmaya yetmişti. “Çocuklar kolay gözden çıkarılır. Büyünün inceliklerini henüz öğrenememiş, bilgisiz. Kaybı kimseyi etkilemez.”
“Ama o daha çocuk!” diye karşı çıktım. “Bu iş beni rahatsız etmeye başladı. Başka yolu olmadığına emin misin?”
Cevaba sahip olmadığını belli edercesine omuzlarını havaya kaldırdı. Bu sırada Adrian, Tyler ve Esta yanımıza yaklaştı. Adrian tam dibimde durduğunda nedensizce nefesimi tuttum. Ne kadar yok saymaya çalışırsam çalışayım az önceki öpüşmemizi zihnimden silemiyordum. Tanrım, dudakları o kadar sıcaktı ki... Yanağımın içini kemirerek aklımı toparlamaya çalışırken, “Aissa yok,” dedi Adrian. İşte bu biraz da olsa konuya odaklanmamı sağlamıştı.
“Ne bekliyordunuz ki? Bakıcısı onu asla bırakmaz.”
Esta'nın alaylı yorumu karşısında kimseden ses çıkmadı. Victoria, Aissa'yı göremeyince ne yapacaktı merak ediyordum. Evime dönebilmek için başkalarına bağlı olmak sinir bozucuydu. Şimdi Aissa gelmediği için geri dönemeyecek miydim? Anlamadığım, kafamda yerine oturtamadığım bazı noktalar vardı. Üzerimde kalkan olduğu söylenmişti, kalkan kırılmadan büyü yapılamayacağından bahsedilmişti. Peki öyleyse bu tarafa nasıl gönderilmiştim? Yoksa cevap buradaki güçlerin benim dünyamda etkisiz olmasında mı saklıydı?
Gittikçe aklımdaki düşünceler birbirine girerken taş döşenmiş avlunun tam ortasındaki çizimlere gözlerim takıldı. Tapınak halka şeklinde inşa edilmişti ve avlusunun çatısı yoktu. Doğrudan avluya açılan üç koridor bulunuyordu ve bunların köprülere bağlı olduğunu anlamak zor değildi. İçeriden avluya açılan tek bir kapı bile yoktu ama beni en çok düşündüren yerdeki çizimlerdi. İç içe geçmiş iki yıldız resmedilmişti. Bir tarafında ay diğer tarafında güneş vardı. Ayrıca avlunun tam ortası taş döşeme değil, kızıl mozaik döşemeydi. Tapınağın tüm duvarlarına bir metre aralıklarla konumlandırılmış meşaleler öyle güçlü yanıyordu ki etrafı görebilmek için başka ışık kaynağına ihtiyacım yoktu. Ay tam tepemizdeydi, zayıf ışığının kara bulutlara vurmasından bunu anlayabiliyordum. Öte yandan hava hâlâ kötüydü, rüzgâr bir an olsun dinmemişti, uğultusunu duyuyordum. Sadece tapınağın içerisinde pek etkili değildi.
Karşımda duran ve beni dikkatle inceleyen altı cadıya baktım, giyimleri tarih öncesinde kalmış gibiydi. Hepsi genç görünüyordu, en büyüğünün yirmi yaşında bile olmadığına bahse girebilirdim. Ne için burada olduklarından haberleri var mıydı? Hiç tanımadıkları bana neden yardım etmek istediklerini anlayamıyordum. Gözlerindeki korkuyu, tereddüdü okuyabiliyordum, ancak yine de karşımda dikilmeye devam ediyorlardı.
“Hey, Kiara!” diye cıvıldayan o sesi duyduğumda hızla solumda kalan giriş kapısına döndüm ve yüzüme benden habersiz geniş bir gülümseme kondu.
“Aissa, geldin,” dedim umudun içime yerleşmesine izin vererek. Kalan adımlarını koşarak atıp bana sarıldı. Ellerim bir an için havada kalsa da çok geçmeden ona doladım. Aramızda fazla samimiyet yoktu, ancak Leo onun yaşadıklarını anlattığında içimde Aissa'ya karşı şefkat duygusu oluşmuştu.
“Çok mu geciktim?” diye sordu geri çekilirken. “Liya'yla aramızda bazı problemler oldu ama hallettik.”
Giriş kısmında kalmayı tercih eden Liya'nın yüzü asıktı. Elinde olsa beni öldürecekmiş gibi bakıyor ve öfkeli olduğunu belli edercesine ayağını yere vurup duruyordu. Kollarını göğsünde bağlamıştı, ayrıca kimse umurunda değilmiş gibi davrandığı için tek kelime etmemişti.
“Ona aldırmayın,” dedi Aissa özür dilercesine. “Bana kızgın, burada olmamı istemiyor.”
“Teşekkür ederim,” dedim minnetle. Önemli olmadığını belli edercesine kafasını salladı. Bu sırada Adrian, Aissa'yı kolundan tutarak kendisine çevirdi ve sert bakışlarını yüzüne dikti.
“Burada ne çeviriyorlar? Kurban ayini gibi her yere bir şey çizmişler.”
Aissa avlunun ortasındaki alana bakındı. “Bilmiyorum, karmaşık bir büyüye benziyor. Kiara'nın üzerindeki kalkan çok güçlü, yedi soyla mühürlenmiş. Bunu kaldırmak öyle kolay değil.”
“Üzerinde neden böyle bir büyü olduğunu öğreneceğiz değil mi?”
“Öğreneceğiz Adrian, biraz sakin olmayı dener misin?” diyerek kolunu ondan kurtardı. “Yol boyu çıkan küçük çaplı fırtınalar yüzünden gelene kadar eziyet çektik. Böyle yaparak işimizi zorlaştırıyorsun.”
“Anlamıyorum, onunla aramda nasıl bir bağ olabilir?” diye sorduğunda bunun cevabını deli gibi bilmek istediğini fark ettim ve ben de bu sorunun cevabını merak ediyordum. “Bir cadının, Aissa! Bir cadının benimle ne tür bağı olabilir?” diye devam ettiğinde sesindeki iğnelemeyi yakaladım. Beni küçümsüyordu, daha doğrusu cadıları küçümsüyordu. Bu Aissa'nın da dikkatini çekmiş olacak ki hızla gözlerini kısıp, “Şu anda tıpkı onlar gibi bakıyorsun,” dedi dişlerinin arasından. “Tıpkı iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi!”
Tyler hızla ikilinin arasına girip, “Sakin olun. Aissa, o şu anda pek kendine hâkim olamıyor, anlayışlı ol. Adrian, gel, biraz uzaklaşsak iyi olacak,” dedi Adrian'ı bizden ayırmak adına omzuna dokunarak. Ancak Adrian omzunu silkip Tyler'ın elinden kurtuldu. Sert bakışlarını Aissa'nın üzerinden çekmeden, “Üçlüleri bu işe sen dâhil ettin. Bu yüzden evet, en ufak bir şey ters giderse tıpkı onlar gibi olurum,” dedi. Kimi kast ettiği hakkında hiçbir fikrim olmasa da Aissa'nın gerildiğini fark etmiştim.
“Sadece yardım etmeye çalışıyor,” dedi Esta sessizliğini bozarak. İlk kez Aissa'yı savunması karşısında şaşkınlıkla doldum. “Şu sürtüğü bile dinlemeyip buraya kadar geldi Adrian, öfkene sahip ol. Şimdi sırası değil.”
Adrian pek de sakin olacakmış gibi görünmüyordu. Bunu tepemizdeki bulutların birbirine sürtmesinden ve sürekli gürüldemelerinden anlıyordum. Öfkesinin kaynağı tam olarak neydi hâlâ çözememiştim. Yolca çıktığımızdan beri yaşlı keçiler gibi huysuz ve aksiydi. Üstelik buraya geldikten sonra iyice çığırından çıkmış görünüyordu. Şu anda ona baktığımda beni kör bir tutkuyla öpen adamdan eser dahi yoktu. Yabancılaşmış, uzaklaşmıştı.
Tapınağın yosun tutmuş taş duvarlarındaki hareketlilik dikkatimi çektiğinde herkesin o tarafa baktığını fark ettim. Birbirine geçmiş kayalar kulak tırmalayıcı tiz bir ses çıkartarak iki yana açıldı. Victoria sağında ve solunda bulunan iki kadınla birlikte avluya çıktığı sırada, “Adrian ayrılıklardan nefret eder,” dedi Leo bana doğru sokulup kulağıma fısıldayarak. “Kal, Kiara, gitme. Seninle iyi olacağından eminim.”
Yutkunamadım. Leo yavaşça benden uzaklaşıp birkaç adım geriledi. Cevabımı duymayı beklememişti, zaten ona verecek cevabım da yoktu. Kalmamı isteyen o değil de doğrudan Adrian olsaydı durum daha farklı olabilirdi, tüm diretmelerime rağmen onunla kalmak isteyen yanım güçlüydü.
Victoria hepimizin üzerinde gözlerini gezdirdi. Bakışları Aissa’yı bulduğunda yüzünden geçen memnuniyeti yakaladım. Sanırım o bile Aissa'nın gelmeyeceğini düşünüyordu. Victoria'nın arkasında kalan diğer iki kadının bakışlarıysa benim üzerimde kilitliydi. Biri en az Victoria kadar yaşlı olsa da diğeri daha gençti. Otuzlarında olduğu söyleyebilirdim. Gözlerine çektiği kara sürme bakışlarını daha korkutucu yapmıştı. Yüzü sertti ve onda beni rahatsız eden bir şeyler varmış gibi hissettiriyordu. Diğer ikisine göre ifadelerini pek saklayamıyordu ve gözlerinde filizlenen düşmanca bakış gittikçe büyüyordu.
“Hepiniz hoş geldiniz. Kardeşlerim ve ben, ilk kez gerçekleşecek bu ana tanık olacağımız için heyecanlıyız,” dedi Victoria, yüzünde heyecan adına en ufak bir kıpırtı bile yoktu. “Zaher,” diyerek sağında kalan en az kendisi kadar yaşlı olan kadını gösterdi. Bunu yaparken ona bir kez olsun bakmamış, yerinin asla değişmeyeceğini bilir gibi asasını tuttuğu elini sağ tarafına doğru uzatmakla yetinmişti. Ardından diğer elini sol tarafına uzatıp, “Valerina,” dedi genç olanı tanıtarak. “Bize yeni katıldı, onu yabancı görmenizi istemem.”
Üç cadı da tüm vücutlarını örten pelerin giyiyordu, şapkaları başlarına örtülüydü. Üçünde üç farklı şekilde asa vardı. Karşımızda öyle dokunulmaz duruyorlardı ki sanki biri onlara saldırmaya kalksa onu anında yok etmeleri sadece birkaç saniye sürecekmiş gibiydi.
“Demek daha önce kimseyi geri göndermediniz,” dedi Esta tek kaşını kaldırarak. Onun hemen ardından Leo, “Ama Kiara’yı göndermeye isteklisiniz, neden?” diye sordu. Sanırım bu hepimizin aklındaki soruydu.
“Daha önce kimse bize geri dönme isteğiyle başvurmamıştı,” dedi Zaher adındaki kadın. Yanakları ve gıdısı öylesine aşağıya sarkmıştı ki, yüzü mandallarla kıstırılarak genişletilmiş gibiydi.
“Birinin iki taraf arasında gidip gelmesinde sorun yok, öyle mi? Bu size mi bağlı?”
Tyler'ın sorusuna cevap veren Victoria oldu. “Biz buranın koruyucularıyız. Atalarımızın kurduğu düzendeki boşluklardan yararlanabiliriz. Nasıl o taraftan buraya gönderilmişse buradan da oraya gönderebiliriz.”
“Ama ne karşılığında?” diye sordum birden. “Ne karşılığında bunu yapacaksınız? Var olmadığına emin olduğum güçlerimi alarak mı?”
Valerina, “Ne-" diye sertçe söze girmişti ki Victoria elini kaldırarak onu susturdu. Bana bakan gözlerinde saklananları anlamak istercesine dikkatle onu izledim, bir duvara bakmak gibiydi.
“Elbette bir karşılığı olacak. Geldiğin dünyada bu güçlerle yaşamana ve soyunu orada devam ettirmene izin veremeyiz. Gönderilmeden önce arındırılacaksın.”
“İşte,” dedi Adrian nefretle tıslayarak. “Çıkarsız hiçbir şey yapmayacaklarını söylemiştim.”
Valerina bu kez hızla atıldı. Dili, zehrini akıtmaya hazır bir yılan gibi saldırgandı. “Bizi kendi vahşi soyunla karıştırma şeytan! Düzeni korumak için bazı şeyleri yapmak zorundayız.”
Adrian'ın tüm bedeninin saldırmak üzere gerildiğinde şahit oldum. “Ona nasıl konuşması gerektiğini öğretmemişsiniz, Victoria,” dediğinde sesindeki sert ton içime kesik bir soluk çekmeme neden oldu. Düşman bakışları Valerina'yı bin parçaya bölüyordu. Gerek sesindeki tehlikeli tınıdan gerek ölüm arzusuyla yandığını gördüğüm bakışlarından içime büyük bir korku yumağı düşmüştü. Tanrım, her şeyi yapabilecekmiş gibi duruyordu.
“Yerini aldığın kuzenine ne olduğunu unuttun sanırım? Sana hatırlatmamı ister misin?” derken bir adım öne çıktı. “Dilini boğazına dolamaktan zevk duyarım.”
Valerina'nın hırsla dolduğunu gözlerinden taşan öfkesinden anladım. Korkuyor gibi görünmüyordu. O da aynı şekilde öne çıkmak istediğinde Victoria yine elini kaldırarak onu durdurdu. Bu sırada ortamın daha fazla gerilmesini istemediği her hâlinden belli olan Aissa söze karışarak konuda kalmayı denedi. Sanki az önceki sürtüşme hiç yaşanmamış gibi, “Peki bu yedi soyla mühürlenecek kadar büyük bir büyüyü ona kim, neden yaptı? En önemlisi de nasıl yaptı?” diye sordu. Her ne kadar buna inanmıyor olsam da verecekleri cevapları merak ediyordum. “Diğer dünyada büyü kullanamadığımızı sanıyordum. Kiara buraya daha önce gelmiş olsa hatırlardı değil mi? Bu nasıl mümkün olabilir?”
Victoria sonu gelmeyen sorularımızla ona saldırdığımız için hiç de sıkılmış ya da sinirlenmiş görünmüyordu. “Geri döndüğünde hiçbir şey hatırlamayacak,” dedi aynı sakinliğini sürdürerek. Ancak söylediği cümle bende deprem etkisi yaratmıştı. Göğsüme bıçak saplanmış gibi minik bir inilti dudaklarımdan firar etti. Hızla gözlerim Adrian'ı buldu, ellerini sıkmış her an Victoria'nın gırtladığına yapışacakmış gibi duruyordu. Onu asla unutmayacağımdan o kadar emindim ki söyleneni kabullenmek istemiyordum. Ellerimden biri alt dudağımın üzerinde gezindi, dudaklarının sıcaklığı hâlâ yerini koruyordu. Bu hissi nasıl unutabilirdim? Bunu unutmama imkân yoktu.
“Büyü üzerine bir kalkan gibi yapışmış, onu kaldırmadan yapacağımız hiçbir büyü etkili olmaz. Ancak onu kaldırdığımızda sorularının cevabını öğrenebiliriz. Daha önce buraya gelmiş ve geri dönmüş olabilir, genç Grilfin. Bunun için bizden başka yollar da vardı, artık yok.”
“Söyledikleriniz bazı boşlukları doldurmaya yetmiyor,” dedi Leo. Elleri askılı pantolonunun ceplerindeydi ve olduğu yerde sıkılmış gibi sağa sola salınıyordu. “Kiara’yı size teslim etmek delilik. Başka yollar her zaman vardır, Vic, bunu sen de biliyorsun.”
“Deneyebilirsiniz,” dedi Zaher asla ısrar etmeyeceklerini belli edercesine. “Çabalarınızı izlemekten keyif alırız. Çaresiz kalıp sonunda yine bize geldiğinizde bu kez size o şans sunmayacağız. Şimdi bir karar verin.”
Adrian bir şeyler söyleyecekti ki ona fırsat sunmadan atıldım. “Karar bana ait ve ben varım,” dedim kendimden emin durmaya çabalayarak. Adrian bana sert sert baktı, onu umursamadım. Leo, “Emin misin? Sana onlar hakkında söylediklerimi hatırlıyorsun, değil mi?” dedi beni vazgeçirmek ister gibi. “Eminim,” derken kafamı salladım. “Geri dönmek istiyorum. Güçlerimi mi alacaksınız, umurumda değil. Her şeyi unutacak mıyım, o da umurumda değil.” Yutkundum, bu umurumdaydı. “Tek istediğim evime dönmek. Ne yapacaksanız yapın.”
Victoria bana doğru elini uzatıp yanına yaklaşmamı istediğini belirtti. İçime derin bir soluk çektim ve kimseyle göz göze gelmeyerek birkaç adım öne çıktım. Nedense ona fazla yaklaşmak istemiyordum, ruhsuz bakışları beni geriyordu. Bu yüzden iki grubun arasında adımlarımı kestim.
“Adrian’la ne gibi bir bağım olduğunu öğrenebilecek miyim?”
“Evet.”
“Peki bu bağ nasıl bozulacak?”
“Bazılarımız anne karnına düştüğü anda kaderi mühürlenir. Ruh eşi o andan itibaren bellidir,” dedi Valerina hâlâ daha tepeden bakmaya devam edip, içten içe iğreniyormuş gibi konuşarak. “Senin kaderine düşen şu şeytansa...” Yazık dercesine dudağını eğriltti. “Senin için hazırladığımız alana geç ve uzan. Bunu öğrenmemiz çok sürmeyecek.”
Yutkunarak avlunun ortasındaki kızıl mozaik alana çizilmiş değişik çizgilere baktım. Beni neyin beklediğini bilmemekten korkuyordum. Tek tutunduğum dal aileme kavuşacak olmamdı. Evime, ait olduğum yere dönecektim. Evet, tam olarak bunu yapacaktım. Bu uçuk dünyada yaşayabilir miydim? Hayır, kesinlikle hayır. Burada korunmasız canlı kalmamın imkânı bile yoktu. Daha ilk günümden peşime kurt düşmüştü. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Benim için tek yol geri dönmekti.
Kararımı vermiş bir şekilde bana gösterilen yere doğru ilerleyip söylenildiği gibi uzanmak için eğildim. Sanki bunu yapmamamı istercesine tam da bu sırada göz yüzünde kızgın bir şimşek patladı. Dudaklarımı birbirine bastırdım, durmayacaktım. Ardımda birini bırakıyormuş gibi hissetmekten derhâl vazgeçmeliydim. Tüm bu deli saçmalıklarından kurtulmam gerekiyordu. Açık saçlarım nemli ve soğuk zemine yayılırken, ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim. Doğrudan gökyüzüne bakmak, Adrian'ın öfkesine bakmak gibiydi. İçime korkunç bir his yayıyordu.
“Ve siz seçilmiş kardeşlerim, çemberi oluşturmak için alandaki yerlerinizi alın.”
Victoria'nın davetinden sonra altı cadı aldıkları emri yerine getirmeye programlanmış robotlar gibi hemen hareketlenip, benden iki metre kadar uzaklıkta konumlandırılmış her biri farklı çizimler barındıran işaretlerin üzerine geçtiler. Aissa ise boş kalan tek yere, sol tarafıma geçmeden önce omzunun üzerinden dönüp Liya'ya baktı. Sanırım onun gönülsüz olması canını sıkıyordu, ondan destek görmek istediği her hâlinden belliydi. Fakat Liya kafasını hafifçe iki yana sallayarak kararını değiştirmeyeceğini gösterdi. Bunun üzerine Aissa derin, sıkkın bir solukla göğsünü şişirip yerine geçti.
“Kıpırdamamanız gerekiyor,” diye uyardı Zaher. Pelerinin cebinden çıkardığı keseyi açıp elini içine daldırdı. Avucuna biriktirdiği bana altın tozunu andıran toz tanelerini etrafımı saran yedi cadının üzerine serpmeye başladı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandığını oynayıp duran dudaklarından anlamıştım, belli ki büyü yapıyordu. Aynı esnada Victoria, “Kalkan kanla mühürlenmiş olabilir,” dedi belinden çıkardığı hançerin etrafımızda yanan ateşlerin altında parlamasına izin vererek. Yüzeyi ayna kadar temiz ve göz alıcıydı. Havayı ikiye bölebilecek kadar keskin duruyordu.
“Eğer zarar görürlerse,” dedi Adrian kaskatı dururken. “Eğer zarar görürse... Üçünüzün de soyunu yok ederim.”
“Bir damla kan her şeyi çözecektir,” dedi Victoria aldığı tehditten zerre etkilenmeden. Bu sırada Zaher başucuma gelmiş keseden aldığı tozu üzerime serpiştirmeye başlamıştı. Başımdan ayaklarıma kadar tenime dökülen minik taneciklerin havada süzülmesini izledim. Tuhaf bir şekilde üzerime kalın bir yorgan örtülmüş gibi hissetmeye başladığımda bunun aklımın oyunu olduğunu düşünerek önemsememeye çalıştım. Hareket etmek için çıldırsam da aldığım uyarı yüzünden kıpırdamaya çekiniyordum. Ah, tanrım, tam da şu an Adrian'ın yüzünü görmeye ihtiyacım vardı.
Valerina, “Hazırız,” dedi kafasını sallayarak. Ardından üçlüler etrafımda üçgen oluşturacak şekilde konumlandı. Victoria başucuma, Zaher sağıma ve Valerina ise soluma geçti. İki farklı çember arasında kalakalmıştım. Buraya gelmem çok kolay olmuşken geri dönmem için tüm bu tantanaya gerek var mıydı düşünmeden edemiyordum. Kahrolası varlıkları anlamanın imkânı yoktu. Hepsi birbiri hakkında düzinelerce kötü söz atıp tutuyordu, hangisine inanacağımı şaşırmıştım.
Üçlüler asalarını havaya kaldırarak başımın üzerinde birleştirdi ve anlamadığım dilde bir şeyler söylemeye başladılar. İşlerini ciddiyetle yaptıklarının farkındaydım ancak hiçbir değişiklik hissetmediğim için bir zaman sonra durum bana olduğundan daha saçma gelmeye başlamıştı.
“Gücünü hissedebiliyorum ama tam olarak ona ulaşamıyorum,” dedi Zaher, güler gibi bir ses çıkarmamak için kendimi tutmak zorunda kaldım. Ortada güç falan yoktu, hâlâ aynı hissediyordum.
“Kalkan çok güçlü, böyle çözemeyeceğiz,” dedi Valerina. Sesinden ve yüzünden memnuniyetsizlik akıyordu.
Victoria ise asasını geri çekerken, “Tam da düşündüğüm gibi üzerindeki büyü kanla mühürlenmiş, çözmek için yedi cadıdan alınacak bir damla kana ihtiyacımız var,” dedi. Boş bakan ürkünç gözlerinde yanan meşalelerinden ateşleri dans ediyordu. Elindeki sapı altından olan hançeri Valerina'ya doğru uzattı ve yineledi.
“Yedi cadıdan alınacak bir damla kan.”
Valerina kendisine verilen görevi kabul etmeden önce bir eli asasındayken hafifçe öne doğru eğilip Victoria'ya saygısını sundu. Sanırım Victoria onların başı gibi bir şeydi. Ardından uzatılan hançerin kutsal bir parça olduğunu belli edercesine dikkatlice onu eline aldı. İlk yöneldiği cadının diğerlerine oranla en genç cadı olduğunu fark ettiğimde, “Bekleyin,” diye mırıldanıp kalkmak istedim, ancak hareket bile edemeyince gözlerim dehşetle aralandı.
“Ne? Ne oluyor? Adrian! Adrian, kıpırdayamıyorum!”
Adrian sanki öldürme komutunu almış robot gibi atıldı ama çarptığı görünmez duvar onu durdurduğunda küfrettiğini işittim. Yumruğunu öyle sert duvara geçirdi ki etrafımızı fanus gibi sardığını ancak o an fark ettiğim duvarda oluşan çatlaklar birkaç saniyeliğine görünerek kayboldu.
“Victoria! Her ne yapıyorsan buna hemen son ver! Bu sana ilk ve son uyarım!”
“Aissa! Tanrım, Aissa! Büyü yapamıyorum!”
Adrian'ın kuvvetli haykırışına karışan Liya'nın çığlıkları ve diğerlerinin müdahale etmek için çırpınması kulaklarımda uğuldarken kalbim deli gibi atıyordu. Öyle hızlı nefes alıyordum ki göğsüm şiddetle inip kalkıyordu, ancak bunun dışında hareket edemiyordum. Dehşetle açılmış gözlerim küçük cadıya yaklaşan Valerina'nın üzerindeydi. Diğerlerinin uyarılarını ve bağırışlarını hiç duymuyormuş gibi işine odaklanmıştı. Yolundan asla dönmeyeceği her hâlinden belliydi. Hançeri havaya kaldırmasını izlerken, “Yedi cadıdan alınacak bir damla kan,” diye tekrarladıktan hemen sonra hançeri indirdi. Küçük kızın kesilen boğazından fışkıran kanlar etrafa saçıldı. Acıyla açılan gözleri birkaç saniye sonra boş bakmaya başladı. Bedeni yavaşça havada süzüldü ve çok geçmeden geriye doğru devrildi. Çığlık bile atamadı. Tanrım, çığlık bile atamamamıştı.
Valerina sıradaki cadıya geçerken nefes alamadığımı hissettim. Sanırım onlar da benim gibi kıpırdayamıyordu, çünkü engel olmak adına tek bir hareket dahi yapmıyor ya da kaçmaya çalışmıyorlardı. Etrafımıza örülen kalkanın dışında kalanların bağırışları kulaklarımı tırmalıyordu. Tyler ve Esta'nın bir açık ararcasına çevremizde uçtuğunu fark ettim. Bu sırada ikinci cadı yere devrildi. Tüm o bağrışmanın içerisinde Leo'nun, “Siktir, Adrian! Hepsi oyundu, bizi kandırdılar! Onu öldürecekler! Aissa'yı... Aissa'yı da öldürecekler! Bir şeyler yap, bir şeyler yapmak zorundasın!” diye bağırdığını duydum.
Rüzgâr iyice kuvvetlenerek hâlâ tepemde duran ve katliamı ifadesiz suratlarıyla izleyen iki cadının pelerinlerini uçuşturdu. Diğer cadıların çığlıkları kulaklarımda çınlıyordu. “Neden?” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Neden bunu yapıyorsunuz?”
“Kayıp soy,” dedi Zaher tüylerimi diken diken eden iğrentiyle bana bakarak. “Yıllardır seni arıyorduk. Tüm çabalarımızdan sonra öylece gitmene izin vereceğimizi mi sandın?”
“Saçmalık! Kesin şunu!” diye haykırdım, Valerina'nın Aissa'ya iyice yaklaştığını fark edince. Tanrım, onu da öldüreceklerdi! “Ben kahrolası sıradan bir insanım! Hiçbir farklılık hissetmiyorum! Boşuna onları öldürüyorsunuz, lütfen, yalvarırım durun.”
“Seni bizden saklamak için ördükleri kalkan kalktığında hissedeceksin,” dedi Victoria. Tam da bu sırada gök yarılır gibi gürüldedi. Tepemde çakan şimşeğin üzerimizdeki kalkana çarptığını gördüm. Çıkan cızırtı kulak tırmalayıcıydı. Etrafımızı saran kalkan yine çatlar gibi çizgilerle yerini belli etti, ancak hemen sonra çizgiler kayboldu. Rüzgâr daha sert esti ve gök bir kez daha gürüldedi.
Sıra Aissa'ya geldi.
Yüzünün rengi kaçmıştı, gözlerindeki korkuyu görebiliyordum. Valerina hançeri havaya kaldırdığı anda ben ve Liya aynı anda çığlık attık ve şimşek bu kez daha güçlü tepemize düştü.
Hançer indi, Aissa'nın güzel boğazına çekilen yarıktan fışkıran kanları gördüm. Bir el boğazıma sarıldı. Tanrım, benim yüzümden, hepsi benim yüzümdendi! Gözlerime hücum eden yaşlar saçlarıma doğru kayarken Aissa'nın yere yığılmasını izledim. Artık nefes almıyordu ve artık gözleri korkuyla bakmıyordu.
Liya'nın acı çığlığı göğün yıkılır gibi gürlemesiyle birleşti. Şimşek yeniden tepemize düşerken Valerina yedi cadının kanına boyadığı bıçakla yanımıza yaklaştı. Artık etrafımda ölü yedi cadıdan oluşan bir çember vardı. Bunun ağırlığı göğsüme kaya gibi çökmüşken Valerina'nın hançeri Victoria'ya sunmasını izledim. Onu öldürecektim! Tanrım, onu gerçekten öldürecektim. İlk kez ciddi anlamda kan istediğimi fark etmenin şoku beni ele geçirirken dişlerimi daha çok sıktım. İçimde fokurdayan öfkeyi hissedebiliyordum, patlamak için an kolluyordu.
Victoria kanlı hançeri almadan önce asasını Zaher'e uzattı. Ardından hançeri alarak yüzümün hizasına tuttu. Tepemize vurup duran şimşeklerin altında hançerde birikmiş kan birikintisine baktım, kalbim kaburgalarımın arasında sıkışıp kaldı.
Victoria, “Yedi kutsal soydan gelen yedi cadının kanıyla mühürlenmiş büyüyü bozduğumuzda bu hançere senin kanın da bulaşacak,” dediğinde yolun sonunda ölecek olmak beni korkutmadı. Öyle güçlü öfke doluydum ki bahsedildiği gibi cadı olmayı dilediğimi fark ettim. Çünkü üzerimdeki büyüden kurtulmak için sanırım bazı güçlere ihtiyacım vardı.
Victoria bir eliyle hançeri kabzasından tutarken diğer elinin baş ve işaret parmaklarını hançerin kanlı yüzeyine yerleştirip yavaşça aşağıya doğru sıvazladı. Orada birikmiş kan yumağından bir damla kayarak doğrudan alnıma düştüğünde elektrik akımına tutulmuş gibi titredim. “Croweld,” dedi Victoria. Ardından parmaklarını biraz daha aşağıya kaydırdı. İkinci kan damlası alnıma döküldü. “Garmah.” Tüm vücudum karıncalanmaya başladı. Üçüncü kan damlası tenime çarptı. “Kassahir.” Yutkunamadım, içim içime sığmıyor gibi anlamsızca sıkışıyordu. Dördüncü kan damlası döküldü. “Bahtippe.” Parmak uçlarımdan kollarıma yayılan yanma hissiyle gözlerim irileşti. Beşindi kan damlası düştü. “Fahira.” Bir el kaburgalarımın arasında girip göğsümü ikiye ayırıyormuş gibi tenime saplanan acıyla kıvrandım. Dudaklarımdan dökülen çığlıklar gökteki curcunaya karıştı. Altıncı kan damlasının soğukluğu tenime aktı. “Qualtene.”
İçimde bir şeylerin yıkıldığını fark ederken zihnimde varlığını bile bilmediğim bir kapının yerine ışık tutuldu. Göğsümdeki acı beni hâlâ kıvrandırırken çevremde olup bitenle hiçbir alakam yoktu. Tüm bedenim kasılmıştı ve beni saran büyüden kurtulmak için güç toplamaya çalışıyormuş gibi çabalıyordum. Vücudumda anlam veremediğim şeyler oluyordu. Sıcağı hissediyordum ve soğuğu, ölümü hissediyordum ve yaşamı. Ateşi hissediyordum ve bu ateşin kaynağı göğsümün ortasıydı.
Ve en sonunda, “Grilfin,” dedi Victoria. Böylece onun az önce öldürttüğü cadıların soylarını saydığını anladım. Yedinci damla havada süzülürken gözlerim açıktı. Tenime çarpışını, çıkardığı o iç gıdıklayıcı sesi netçe duydum. Aynı anda fokurdayan lavların içerisine atılmış gibi yandığımı hissettim. Acı dolu çığlık dudaklarımdan firar etti, gözlerim kapandı. Zihnimin karanlığında ışık tutulan kapının önündeydim. Tüm içgüdülerim o kolu çevirmem gerektiğini fısıldıyordu. Onlara uydum ve kapıyı açtım. Dünyanın varoluşundan bu yana yaşayan tüm varlıkların çığlıkları birden zihnimde yankılandı, nöbet geçirir gibi titrediğimin pek de farkında değildim. Kulaklarımın kanadığını derimden akan sıcaklıktan hissederken boğazımdan güçlü bir haykırış koptu ve sonra her şey bitti. Acı yerini boşluğa, çığlıklar yerini sessizliğe bıraktığında yavaşça gözlerim açıldı. İlk göz göze geldiğim kişi olan Valerina'nın, “Bu o! İşte, doğru, gerçekten de o!” dediğini işittim. Gözlerime öyle bir bakıyordu ki farklı bir şeyle karşılaşmış gibiydi.
“Kayıp soy,” dedi Victoria. Hançeri göğsüme saplamaya hazırlanırcasına havaya kaldırdı. Öyle tuhaf bir hâldeydim ki sadece onu izliyordum. Hiçbir şey düşünmüyor ve diğerlerinin ne yaptığını görmüyordum.
“Annenin seni korumak için verdiği savaş hepimizin sonunu getirmekten başka bir şey değildi. Senin yaşaman bizler için büyük bir tehdit. Bu yüzden öleceksin.”
Victoria hançeri saplamak için iyice gerildi ve yeterli açıya ulaştığını düşündüğünde hareketlendi. Tam da bu sırada Adrian'ın, “Rheana!” diye haykırdığını duydum. Gözlerim üzerime doğru hızla gelen hançerdeyken ellerim zihnimden bağımsız hareketlenerek yumruk şeklini aldı ve beni hareketsiz kılan büyüyü silip atarcasına sertçe iki yanıma, zemine gömüldü. Yerin sallandığını, kırıldığını hissettim. Victoria geriye doğru savruldu. İlk kez gözlerinde ne hissettiğini belli eden bir ifadeye rastladım. Bu korkudan başka bir şey değildi.
Zaher ve Valerina asalarını bedenimin üzerinde birleştirerek beni sabit tutmak adına büyüye başvurdular. Kullandıkları değişik lisanı dinlerken Victoria'nın yeniden bana yaklaştığını fark ettim. Öfke bedenime sinsice yayılan bir zehir gibi kısa sürede beni ele geçirdiğinde, içimde patlayan yanardağın ateşiyle yanmaya başladım. Beni saran büyülü sözler çelik teller gibi etrafımı çevrelemişti, hareket etmekte güçlük çekiyordum. Bu durum beni daha çok öfkelendirdi ve işte tam da o andan sonra tüm vücuduma yayılan ateş beni ele geçirdi. Kaşlarım çatılırken yumruklarımı var gücümle sıktım ve beni sabit tutmaya çalışan büyünün kırılan bir cam gibi parçalandığını düşündüm. Zaher ve Valerina ne oluyor der gibi birbirine bakındığında ellerim bir kez daha sertçe zemine gömüldü. Tapınağın duvarları titredi, uçuruma yuvarlanan taş parçalarının sesleri kulaklarıma çalındı. Yumruk hâlindeki ellerimi bir kez daha yere vurdum. Üçlüler ayakta durmakta zorlandı, düşmekten kendilerini son anda kurtardılar.
“Onu öldürmeliyiz,” diye haykırdı Zaher. Sesindeki endişe beni güldürdü. Dudaklarımın kıvrıldığına şahit olmak, bir köşeye sıkışmış gerçek benliğimi delicesine ürküttü. Sonra tüm gücümü topladım. İçimdeki yanardağ peş peşe onlarca kez patladı. Damarlarımdan akan gücün parmak uçlarıma ilerlediğini netçe hissettim. Sonunda ellerimi yine havaya kaldırdım ve yeri ikiye yarmak istercesine yeniden indirdim. Bedenimden yayılan güç dalgası halka şeklinde kayarak etrafımı saran kalkanın üzerinde yükseldi ve Adrian'ın tam da o an yönlendirdiği şimşekle birleşti. İki kayanın birbirine çarpması gibi kuvvetli bir ses etrafa yayıldıktan hemen sonra üçlüleri ve beni çevreleyen kalkan kırıldı.
Adrian, Leo, Esta ve Tyler beklemeden saldırmaya başladığı sırada yavaşça yattığım yerden doğruldum. Soyutlanmış gibiydim. Doğru düzgün düşünemiyordum ve ne hissettiğimden emin değildim. Her şey daha farklıydı, bundan emindim ama ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Adrian'ın Tyler ile birlikte Zaher'e saldırmasını göz ucuyla izliyordum. Yaşlı cadı onları kendinden uzak tutmak için ciddi anlamda çaba sarf ediyordu ve tüm gücünü ortaya koyuyordu, ancak ikisinin asla pes etmeyeceğinden emindim. Öte yandan Esta ve Leo, diğer iki cadıya göre daha tecrübesiz olan Valerina'yı çoktan haklamıştı. Öyle ki Leo onu arkasından yakaladığında ve boynunu açmak için saçlarına asıldığında Valerina'nın gözleri yarıya kapalıydı. Ancak boynuna Leo'nun sivri dişleri girdiği anda kapanmaya doğru giden gözlerindeki çaresizliği ve korkuyu okuyabilmiştim.
Ensemde hissettiğim soğuk nefes ve aynı anda sırtıma saplanan hançerle birlikte acı bir haykırış dudaklarımdan dökülürken, “Kardeşlerimin ölmesi pahasına da olsa senin yaşamana izin veremem,” dedi Victoria. Sonra hançeri sertçe geri çekti ve yeniden saplamak için hamle yaptı, ancak buna izin vermeden hızla yüzümü ona doğru dönüp hançeri tuttuğu elini havada yakaladım. Az önce yaralanmış olmama rağmen acıyı hissetmememe şaşırırken diğer elim Victoria'nın boğazına sarıldı.
“Sadece kardeşlerin değil, sen de öleceksin,” dedim kulaklarıma yabancı gelen bir sesle. Sözler dudaklarımdan öylesine merhametsizce dökülmüştü ki kendimi tanıyamaz hâldeydim. Daha bunun şokunu bile yaşayamadan Victoria'nın boğazına sarılı olan koluma bir yılan gibi dolanmaya başlayan ateş yumağını fark ettim. İçimde volkanlar patlatan güç, tüm kaynağını o minik ateşe vermişti. Öyle ki ateş bileğime doğru ilerledikçe güçlenmeye başladı ve parmak uçlarıma ulaştığında derimin yandığını hissedecek kadar kuvvetlendiğini anladım. Victoria'yı kaynağını bilmediğim bir güçle geriye doğru iterken parmak uçlarıma biriken ateşin ona sıçramasına izin verdim. Sonra o minik ateş birden büyüyerek Victoria'nın tüm bedenini sardı ve saniyeler içerisinde alev topuna dönmesine neden oldu. Acı çığlıkları kulaklarıma dolarken etrafta göz gezdirecek kadar vicdandan yoksundum.
Valerina, Leo'nun ayaklarının dibindeydi. Leo çenesinden akan kanlarla ve vahşileşmiş yüzüyle doğrudan ona bakıyordu. Tyler ise Zaher'in arkasındaydı, kollarını tutuyor, Adrian'ın son hamlesi için ona kolaylık sağlıyordu. Derken Adrian birden elini kadının göğsüne sokup kaburgalarının arasında atan kalbini avuçladı. Zaher'in dehşetle irileşen gözlerine çekinmeden baktığım sırada Adrian elini geri çekti. Avucundaki et parçasını tutarak Zaher'in yüzüne gaddarca baktı ve Tyler'ın bırakmasıyla yere yığılan bedeninin üzerine elindeki kalbi fırlattı.
Ve gözlerim Aissa'ya sarılmış delicesine ağlayan Liya'yı buldu. Bedenimi ele geçiren güç yumağının hava kaçıran balon gibi birden sönmeye başladığını hissettim. Önce boğazımdaki acı sızı kendisini belli etti, tepeden tırnağa titrediğimi fark ettim. Saçlarımı uçuşturan rüzgârın sertliğini ancak anlarken sırtımdaki sızının yaydığı acı yavaş yavaş bedenimi ele geçirmeye başladı. Ayakta durmakta güçlük çektiğim sırada beni bana yabancılaştıran gücün tamamen bedenimden çekildiğini hissettim. Boş bir çuval gibi yere yığıldıktan sonra dudaklarımdan canımın yandığını belli eden inilti döküldü. Gözlerimi açık tutacak gücüm bile yoktu. Kendimi karanlığa teslim etmek üzereydim. Derken beni saran kolların sıcaklığıyla ve tanıdıklığıyla sessizce iç geçirdim. Adrian dikkatlice beni kucağına alırken minik bir aradan ona bakıyordum. Çehresine kanın izleri bulaşmıştı ve gözlerinde ölüme aç o bakış asılıydı.
“Adrian,” diye güçlükle adını sayıkladım. Hisler ve düşünceler artık açıkça bana saldırdığı için savunmasız hâldeydim. Yanaklarımdan kayan yaşlara bile engel olamıyordum ve gözlerimin önünde dönüp duran iki sahne vardı. Birincisi o genç cadının ölümüydü ve ikincisi de tek niyeti bana yardım etmek olan Aissa'nın donuk bakan gözleriydi.
“Acıyor,” diye inledim. Sırtımdaki sızıdan çok beni etkileyen kalbimdeki sızıydı. Sırtım iyileşirdi ama kalbim iyileşir miydi ondan emin değildim.
“Şşş... geçecek,” dedi kadife gibi bir sesle. Bakışlarının az da olsa yumuşadığına şahit oldum. “Kapat gözlerini Rheana. Söz veriyorum seni iyileştireceğim.”
Karşı koymaksızın ona uydum. Yavaşça gözlerim kapanırken Adrian bir eliyle sırtımı sabitleyip diğer elini de diz kapaklarımın altından geçirerek beni kucakladı. Ayağa kalkarken ona iyice sokuldum. Sert rüzgâr kıyafetlerimizi ve saçlarımızı uçuşturuyordu. Gök hâlâ gürüldemeye devam ediyor, öfkesini kusuyordu. Yüzüme düşen minik damlayı hissettiğimde Adrian'a daha çok sokuldum. Yağmur yağacağa benziyordu ve şu anda en son isteyeceğim şey ıslanmaktı.
Karanlık beni kollarına çekerken Adrian'ın omuzlarını geriye doğru gerdiğini fark edince kaşlarım açıldı. Bir çarşafın rüzgâra karşı direnmesine benzer tiz bir ses kulaklarıma ulaştığında gözlerimi açmak için kalan tüm gücümü kullandım. Adrian huzursuzluğumu hissetmiş olacak ki bunu dindirmek istercesine beni daha sıkı kavrarken kulaklarıma çalınan kanat seslerini işittim, havalanıyorduk. Yükseldikçe saçlarım boşlukta uçuşmaya başladı. Ve az da olsa açmayı başardığım gözlerime gecenin karanlığını kılıç gibi ikiye bölen parlak beyaz tüyler takıldı.
×××
Yorumlar yorumlaarrr 👀🥺🥺🥺🥺
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |