45. Bölüm

45. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Barut Sarıyer'deki evinin bahçesine arabasını park ederken gün akşama doğru dönmeye başlamıştı. Kendisi başka, Gökhan başka ve diğer adamları başka yollar kullanarak peşlerindeki adamları dağıttıkları için dönüş yolculuğu haddinden fazla sürmüştü. Manzarasına serilen denizin üzerinde batan güneşin son ışıkları dans ederken hırsla arabanın kapısını açıp dışarıya çıktı. Öfkesinden gram kaybetmemişti. Aksine düşündükçe daha çok çıldırarak sinir küpüne dönmüştü.

Kapısını açmaya yetişemeyen adamı mahcupça, “Hoş geldin abi,” diyerek onu karşıladı.

Barut bunu duymazdan geldi. Keskin gözleri arabasının önündeki diğer arabaya kilitlenmişken, “İçerdeler mi?” diye sordu.

“İçerideler,” dedi adam. Bunun üzerine Barut başka bir şey söylemeye ihtiyaç duymadan yeri döven adımlarla eve doğru yöneldi. Uzun zaman sonra hiç böylesine öfkeli hissetmemişti. Planlarının bozulması en nefret ettiği şeylerden biriydi. Onun gibi sabırlı ve adım adım ilerleyen biri için olacak olan en kötü şey planındaki aksiliklerdi. Üstelik buna sebebiyet verense hayatını paylaştığı kadının ta kendisi olunca iyice tepesi atmış durumdaydı.

Evin neredeyse beş metre yüksekliğindeki kapısının ağır ağır açılmasına tahammül gösteremiyormuş gibi elini vururcasına kapıya bastırıp itti ve antreye girdi. Kapının ardındaki görevli kadının afallamış şekilde kalakalmasını umursamadı. Sert adımları bedenini, yüksek tavanlı ve ön cephesi boydan boya camdan oluşan salona taşıdı. İşte ikisi de buradaydı. Gökhan deri koltuklardan birine kendisini atmış yatıyor gibiydi, ancak geldiğini gördüğünde hızla ayaklanıp, “Abi,” diye seslenmişti. Nabzını yoklamak ister gibi tepki bekliyordu ama ona cevap verecek sabrı bile yoktu. Mavi gözleri tam karşısında, pencerenin önünde elinde içki bardağıyla dikilen kadına kilitlenmişti. Kahrolası kadın sanki hiçbir şey yapmamış gibi onu görünce gülümsediğinde Barut ağzının içerisinde bir şeyler homurdandı. Mila sinsi ve tehlikeliydi. Asla masum değildi ve onu böyle görmekten her zaman memnundu. Hatta bu kadar sinirli olmasa şu hâlinden keyif bile alabilirdi, ancak bu kez kafasındaki sorunları gidermek yerine yeni sorunlar oluşturan kişi olduğu için durum farklıydı.

“Sonunda gelebildin sevgilim,” dedi Mila üzerine doğru gelen adama gülümseyerek bakmaya devam ederken. Kuşkusuz korku namına hiçbir şey hissetmiyordu. Aksine bu durum ona haz veriyordu ve her saniyesinden zevk alıyordu. “Sana da içki doldurmamı ister misin? Gevşemeye ihtiyacın var gibi,” derken Barut’u daha çok öfkelendirdiğini biliyordu. Ateşle oynamayı her zaman sevmişti. Dudaklarının biraz daha kıvrılmasına izin verip, “Ya da Gökhan bizi yalnız bıraksın, ne dersin?” diye ekledi.

Barut kadının yanına ulaştığı anda elinde duran içki kadehini çekip aldığı gibi tüm gücüyle ayaklarının biraz ötesine savurduktan sonra elini Mila’nın ince boynuna dolayıp onu arkasındaki cama yasladı. Kesinlikle hoyrattı ve kesinlikle Mila canı acıyormuş gibi görünmüyordu. Aksine durum hoşuna gitmişti.

“Çıksan iyi olur Gökhan,” dedi boğazındaki baskıyı umursamadan. “Ya da istersen kal, ufkunu açacağımıza eminim.”

Gökhan gözlerini devirdi. “Deli midir nedir. Ulan buraya oturacağım ve geberecek olsan da asla müdahale etmeyeceğim,” dediği gibi koltuklardan birine oturup bacak bacak üstüne attı.

“Mila,” dedi Barut kadının adını hırıltıya, sıkılı dişlerinin arasından söyleyerek. “SEN. NE. YAPTIN.”

“Senin yapamadığını yaptım,” dedi kadın anında ciddileşerek. İşte şimdi gerçekten tehlikeli görünüyordu ve yeşil gözlerinde asla kırılmayacak güçlü bir bakışla adama bakıyordu.

“SEN BENİM LAFIMI HANGİ CÜRETLE EZEBİLİRSİN KADIN? SINIRLARI NE ZAMAN ÖĞRENECEKSİN, GÜNÜN BİRİNDE ELİMDE KALDIĞINDA MI?”

Mila boynuna sarılı olan elin üzerine ellerini yerleştirip onu itmeye çalıştı, ancak adam buna izin vermedi ve daha çok güç uyguladı. Genç kadın artık nefesinin kesildiğini hissetse bile burnunun dikine gitmekten vazgeçmeyeceğini belli edercesine, “Sınırsızlığımdan hoşlandığını biliyorum, bana bunu defalarca söyledin,” derken bacaklarından birini kaldırıp Barut’un bacaklarının arasına soktu ve ona sürtüne sürtüne yukarıya tırmandırmaya başladı.

Barut gözlerinden püsküren ateşle birlikte onu itti ve serbest bıraktı. “Kendine gel, Mila. Yemin ediyorum günün sonunda buradan ağlayarak çıkacaksın. Kes şu saçmalığı!” diye bağırdığı sırada üzerindeki ceketi hışımla çıkarttı, ancak öyle öfkeliydi ki bir süre ceketiyle boğuşarak onu çıkartabilmişti. Devamındaysa sanki tek suçlu ceketmiş gibi onu yere fırlatmıştı.

“Ne duymak istiyorsun? Sana zaten söyledim; senin yapamadığını yaptım, tamam mı? Belki de yapmak istemediğini yaptım.”

“Onlara söz vermiştim!” dedi yine bağırarak. “Kahrolası evde ne olduğunu söylediklerinde canlı kalacaklarına dair söz vermiştim! Benim için sözlerin ne kadar kıymetli olduğunu bilmiyormuş gibi hareket ettin! Şimdi bir daha bana nasıl güvensin-”

“Sana neden güvensin ki?” dedi Mila bundan rahatsız olduğunu saklamadan. Kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “O sürt×ğün güvenine neden ihtiyaç duyuyorsun?”

“Mila!”

“Sanki sana güvendiği bir an olmuş gibi! Başından beri seni satıp durdu. O bunu çoktan hak etti, tamam mı? Sen ona kıyamadın ama ben kıydım. Olan oğlana oldu ama en azından denedim! Eğer bir kurşun sıkma şansım daha olsaydı yine tereddüt etmezdim, duydu mu? Bunun için beni istediğin kadar suçla. Hiç değilse kartlarımı açık oynuyorum. Senin gibi bazı şeyleri saklamıyorum.”

Barut, “İkidir beni saçma sapan şeylerle itham ediyorsun,” diye gürledi. “Benimle konuşurken laflarını ölç. Bir daha seni uyarmayacağım!”

“Bana bağırıp durma!” dedi Mila, artık o da öfkeli görünüyordu. “Karşında adamlarından biri yok, tamam mı? Bana emredemezsin! Buyuramazsın! Benden kaçamazsın da! Görüyorum, lanet olsun sana! O sürtüğe davranışlarını görüyorum. Sen beni aptal mı sanıyorsun?”

“BEN. ONA. FARKLI. DAVRANMIYORUM.”

“Ah, özür dilerim ama bunu söylemek için geç kaldın. O kurşunu benim yerime sen sıkmış olsaydın buna inanabilirdim. Artık sana inanmıyorum. Şu hâline baksana öfkeden köpürüyorsun. Bana karşı hem de. Sözünü çiğnemişim, öyle mi? Sen beni çiğniyorsun,” derken işaret parmağıyla kendisini gösterip parmağını birkaç kez göğsüne vurdu. “Sarışınlardan hoşlanmadığını sanıyordum? Artık ne değişti?”

Barut hışımla Mila’ya doğru yürüyüp onu yeniden cama doğru itti ve hırsla elini cama geçirdi. “Ondan hoşlanmıyorum! Şunu söylemeyi kes!”

“Ama onu kayırıyorsun! Koruyorsun! Kıyamıyorsun!”

“Hepsi planımın parçası,” dedi hırlar gibi.

Mila sahte bir kahkaha patlatarak Barut’u itti. “Ne planından bahsediyorsun sen tanrı aşkına? Elindeki tüm değerli kozları harcadın. Bu nasıl plan? Üzgünüm ama asla tatmin edici değilsin. Bana tatmin olabileceğim bir şey söylemiyorsun. Üstüne de bağırıp çağırıyorsun. Neden bu kadar gürültülüsün, Barut? Haksız olduğunu bildiğin için mi?”

“Mila,” dedi adam gözlerini sinirle yumarken.

Kadın onu umursamadan yanından geçip gitti. “Sanırım biraz ara vermeliyiz,” dedi buzdan farksız bir tutumla.

Barut dişlerini sıktı ve durmasını emreder gibi, “Mila!” dedi bir kez daha.

Genç kadın duymazdan gelerek emin adımlarla kapıya doğru ilerledi ve sonra da salondan ve hatta evden çıkıp gitti. Barut kapanan kapının gürültüsüyle birlikte, “S×keyim!” diye kükreyerek yerdeki ceketini tekmeledi. “S×keyim böyle işi!” Bahçedeki araçlardan birine binen kadını pencerenin kenarından izlerken onun evden ayrılışıyla birlikte kolunu cama dayayıp alnını da koluna dayadı. Hâlâ öfkeliydi, hâlâ gürültüyle soluk alıp veriyordu ve bundan nasıl sıyrılacağını bilemiyordu. Buraya gelirken yol boyunca Mila ile hesaplaştığında yatışacağını düşünmüştü ama kadın onun sinirlerini daha çok bozmaktan öteye gitmemişti.

Gökhan oturduğu yerden bir milim bile kıpırdamazken, “Abi kızma ama Mila haklı,” dedi temkinli bir tonla.

Barut, “Haklılığının am×na koyayım!” diye homurdandı.

“Hayatımda gördüğüm en kurnaz ve zeki kadınla birliktesin, şimdiye kadar tepki göstermemiş olması bile mucizeydi, kabul etmen lazım. Ve eminim ki sana değer vermiyor olsaydı diğer kurşunu sana sıkmıştı.”

“Nehir’e karşı bir şey hissettiğim falan yok s×ktirme bana belanı Gökhan sen de!”

“Ama onu kayırıyorsun abi, doğru. Bu doğru işte.”

Barut yine homurdandı. “Bilerek yaptığım bir şey değil!”

“Biliyorum,” dedi Gökhan. Kafasını salladı. “Biliyorum,” diye yineledi. “İstemeden yapıyorsun. Farkında bile olmadan. Biliyorum abi. Anlıyorum.”

Barut sıkıntıyla soluğunu havaya bıraktı. “Benzerliğinin beni zora sokacağını başından beri biliyordum,” dedi kendisine olan öfkesini saklamadan. “Baş edebilirim sanmıştım.”

Gökhan keyifsizce güldü. “Kadının kaderi bu galiba; birilerine benzemek ama asla gerçeği olamamak.” Yüzünü ekşitti. “Çok boktan.”

Bu söz Barut’u irkiltti. Gökhan doğru söylüyordu. Nehir birilerine benziyordu ama gerçeği değildi, olmayacaktı. Daha doğrusu olamayacaktı, çünkü gerçeği ölmüştü. Onun ölümünü izlemişti. Yanan ahşabın çıkarttığı çığlıklara karışan çığlıkları kulaklarındaydı. Bazı geceler hâlâ onları duyabiliyordu. Toy bir çocuktu ama kalbindeki tüm iyiliği küle çeviren o yangının geceyi gündüze çevirdiğine şahit olmuştu.

Yangın bir zaman sonra sönmüştü.

Ve bu kez göğsünün içerisinde yanmaya başlamıştı. Yirmi yıldan fazladır o yangın yanmaya devam ediyordu. Sönmesi için çok canlar alınmalıydı ve Barut yıllardır her adımını o yangını söndürebilmek için atıyordu. Şimdi kendisini yolun sonuna gelmiş hissediyordu. Ancak önüne çıkan bir çift mavi göz ona çoğu planını erteletmişti ve buna engel olamamıştı.

Barut buna hiç engel olamamaktan korkuyordu.

“Saçları ne kadar güzel, yumuşacık.”

Saçlarımı okşayan parmakların yaydığı yumuşacık his hissettiğim ilk histi. Zihnim düştüğü derin uykunun kollarından sıyrılmaya çalışırken bunu hiç başaramayacakmışım gibi düşünmekten kendimi alamadım. Her şey çok karışıktı. Sesler duyuyordum, kime ait olduklarını biliyordum ama isimleri bir türlü aklıma gelmiyordu.

“Banyoya fırça koymuştum. Bir dakika... hemen onu alıp geleceğim.”

Adım sesleri, açılıp kapanan kapı ve yine bana doğru gelen adım sesleri... “Burayı evin gibi doldurmuşsun yine,” diye söylendi birisi.

“Evet? Lazım oldu bak.” Hışırtılar duydum, sonra da saçlarıma değen fırçanın yavaşça kayışıyla hafifçe irkildim. “Doktor kısa sürede kendisine geleceğini söyledi. Kendisini güzel görmek belki ona daha iyi hissettirir.”

“Eminim uyandığında merak edeceği tek şey güzelliğinin yerinde olup olmaması olacak!” dedi aynı kişi. Bu kaba sesin kime ait olduğunu çıkartmıştım. Aksi, huysuz ve sivri dilini ağzının içerisinde tutmayı genelde beceremeyen birine aitti; Akın’a.

Saçlarımda kayan tarağın hareketleri kısa bir anlığına duraksadı. “Pozitif olmaya çalışıyorum. Bunu bozmak zorunda mısın?” dedi yanı başımda konuşan kadın biraz sitemle. Ah, bu da Eva’ydı.

“Gerçekçi ol. Bu seni karşılaşacağın şeylere daha iyi hazırlar.”

“Sen gerçekçi değil duygusuzsun.”

“Aynen. Ondan.”

“Koca ayı,” dedi Eva ağzının içerisinde. Sanırım bunu söylediğini sadece ben duymuştum. İstemsizce tepkisine güldüm ama dudaklarımın kıvrıldığından emin değildim.

“Saçlarını tarayacağım, daha güzel görünecek,” dedikten sonra gürültüyle soluk alıp verdi. “Ve her şey daha güzel olacak.” Göremesem de omuzlarının düştüğü an zihnimde canlandı. Ardından kısık, düşük sesle ekledi. “Umarım.”

“Sinirlerimi bozuyorsun,” dedi Akın tüm aksiliğiyle. “Her şeye rağmen pozitif kalmaya çalışman gerçekten sinirlerimi bozuyor.”

“Akın,” diye uyardı onu birisi. Ah, Özgür’dü.

“Ne Akın ne?” dedi homurtuyla. “Hiçbir s×k iyi olmayacak, tamam mı? Kabullenin artık bunu!” dedikten sonra ayaklandığına dair sesler duydum ama çok uzaklaşmadı. Bir tarafa doğru yürüyüp durdu. Daha sonra çakmağın çakıldığını belli eden sesi işittim. Sanırım sigara yakmıştı.

“Boş ver onu,” dedi Özgür. Sözlerinin hedefinde Eva’nın olduğunu anlamak zor değildi. Daha kısık tonla konuşuyordu, sanki Akın’ın duymasını istemezmiş gibi. “Heyheyleri üzerinde yine.”

“Alınmadım ona,” dedi Eva, anlayışla kafasını sallayışı zihnimin perdesindeydi. “Neden böyle tepkili olduğunu anlayabiliyorum. O yüzden sorun yok. Zaten saçma sapan düşünceydi biliyorum. Nehir uyanınca aynanın karşısına geçip saçlarına mı bakacak sanki? Kendimi oyalamaya çalışıyorum işte.”

Saçımdaki tarak geri çekildi. Huzursuzca kıpırdanmak istedim ama vücudum koca kayaların altında kalmış gibi hareket edemedim. Derken bana ne olduğunu düşünmeyi akıl edebildim. Neredeydim? Yatıyordum sanki. Eva’nın geri çekilmesinden sonra etrafım sessizliğe gömülmüştü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sessizlik aklımı daha çok karıştırdığında bilinmezliğe kendimi bıraktım. Direnemeyecek kadar yorgun hissediyordum.

Sonra birden gözlerim açıldı, buna ben bile şaşırdım. Kulağıma gülüşme sesleri geliyordu. Bir ağacın altında yatıyordum ve dallarının arasından güneş ışıkları yüzüme vurup duruyordu. Esen tatlı rüzgârla ağacın yaprakları sallanıyor, kuş cıvıltıları ortamdaki ahengi arttırıyordu. Ellerimi üzerinde yattığım çimlere bastırıp doğruldum. Saçlarım açıktı ve mavinin en tatlı tonlarında olan elbise giyiyordum. Ayaklarımda ayakkabı yoktu. Ayak parmaklarımı birbirine sürterek oynattım. Hiç böylesine huzurlu bir ortamda olacağımı düşünmemiştim. Ciğerlerime çektiğim havadaki esans bile değişikti. Nefes almak ilk kez keyifli geliyordu. Bu havayı solumaya doyamamıştım.

Aynı gülüşme seslerini bir kez daha duydum. Ne taraftan geldiğini anlamak istercesine sağa sola baktığımda sağ çaprazımdaki çift gözlerime takıldı. Çimlerin üzerine serdikleri piknik örtüsünde oturuyorlardı. Kadının pudra rengi elbisesinden uzanan tüller esen meltemle etrafında uçuşuyordu. Saçları açıktı, yüzünün etrafında dans ediyorlardı. Çehresini yandan görebiliyordum ve yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Yanındaki adam ayaklarını öne doğru uzatmış, birbirinin üzerine atmıştı. Beyaz, müslin gömleği üzerinde oldukça bol duruyordu. Saçları taranmış, yine yandan görebildiğim yüzü traşlıydı. O da yüzünde kocaman gülümseme taşıyordu ve yanındaki kadından gözlerini ayırmıyordu; uzun zamandır görmemiş gibi.

Kim olduklarını anlama ihtiyacıyla yavaşça doğrulup ayaklandım. Üzerlerine bastığım çimler çıplak ayaklarımı gıdıklıyordu. Elbisemin uzun eteği ayağa kalkmamla birlikte yere süzülmüş ve esen meltemle dansa tutuşmuştu. Saçlarım da tıpkı karşımdaki kadının saçları gibi uçuş uçuştu. Altında bulunduğum ağaçtan düştüğünü gördüğüm pembe çiçeğin havada süzülüşünü takip ederken etrafımdaki güzel kokuyu derin bir solukla ciğerlerime doldurdum. Bambaşkaydı. Göğüs kafesimin içerisinde baharlar açtırmıştı. O kadar ferahtı ki sadece nefes almanın beni bu kadar rahatlatıp hülyalara daldıracağına asla inanmazdım ama işte gerçekti.

Minik pembe çiçek havada döne döne aşağıya doğru inmeye devam etti. Çimlerin üzerine inişini takip ederken gözlerim yeniden karşımdaki çifte takıldı, çünkü ikisi de bana bakıyordu. Şok dalgası yüzümden kayıp geçti. İçleri gülen, bana neşeyle bakan kehribar gözlerin sahibi kadını tanıyordum; o Hümeyra’dan başkası değildi. Yanındakiyse Yavuz’du. İkisi de ışıl ışıldı. İkisi de enerji ve mutluluk doluydu. Kalbimde anlamlandıramadığım derin bir sızı oluştu ama bana öyle güzel bakıyorlardı ki istemsizce kendimi tebessüm ederken buldum.

Yavuz yanındaki kadının beline kolunu dolayıp aralarında hiçbir boşluk kalmasını istemezmişçesine onu kendisine çekti ve saçlarına dudaklarını bastırdı. Hâlâ ona eşsiz bir varlıkmış gibi bakıyordu, bu alıştığım görüntülerden biriydi. Ve Hümeyra da Yavuz’a hayatındaki en kıymetli şeymiş gibi karşılık verirdi. Eğer aşkı anlatacak bir yapboz olsaydı Hümeyra ve Yavuz o yapbozun tam ortasındaki birbirine geçmiş iki parçaydı. Çünkü aşk onlardan doğup etrafa yayılıyormuş gibiydi.

Sanki çok önceden izleyip unuttuğum ve yeniden izleme şansına erişebildiğim şahane bir film sahnesiymiş gibi gözlerimi bile kırpmadan ikisini izliyordum. Dudaklarım memnuniyet ve sevinçle kıvrılıydı. Derken Hümeyra arkamda biri varmış ve onu yeni görebilmiş gibi heyecanla el sallamaya başladı. Sağıma dönüp baktığımda Yonca’yı gördüm. Kalbim hızlı hızlı çarptı. Çiçekli elbisesinin eteğini bir eliyle tutmuş, diğer elinde kocaman piknik sepetiyle piknik alanına doğru ilerliyordu. Birkaç metre yanımdan geçerken sadece bana dönüp bakmış ve gülümsemişti. Fötr şapkasının her yanında çiçekler vardı. Hoş görünüyordu. Hoş ve capcanlı.

Yonca Hümeyra ve Yavuz’un yanına vardığında koluna taktığı piknik sepetini yere bırakmasını bekledim ama bunu yapmak yerine sepeti tutup içerisindeki görmelerini ister gibi onlara gösterdi. Hümeyra ve Yavuz artık ayaktaydı. Arkamdan süzülerek beni içerisine alan sis yumağının sinsi ilerleyişine dikkat edemedim, çünkü Hümeyra sepetin içerisine bakarak öyle güzel gülümsüyordu ki gözlerimi ondan kopartamamıştım. Sonra Yavuz uzanıp ellerini sepete daldırdı. Oradan lezzetli bir pasta çıkartmasını beklerken birden aydınlanma yaşadım ve göğsüme sinmiş olan mutluluk dağıldı.

O piknik sepeti değil, beşikti.

Yavuz beyaz örtülere sarılmış minicik bebeği kucağına aldı. Örtüden dolayı yüzünü göremiyordum ama hepsi ona mükemmel bir şeymiş gibi bakıyordu. Kalbim acıdı, boğazım sızladı. Sanki etrafımdaki güzel hava bile birden sakinleştiriciliğini kaybetmişti. Onlara doğru ilerlemek istedim ama sis bulutları beni dizlerime kadar içine hapsetmişti. Sis bulutunun içerisinde olan sadece bendim, diğerleri hâlâ çimlerdeydi. Çare ararcasına telaşla kafamı kaldırıp onlara baktım. Hümeyra gelmemi istercesine elini bana doğru uzattı. Yonca kafasını sallayarak bunu destekledi. Yavuz ise diğerlerinin aksine bana ufak, minicik tebessümüyle bakarken gözlerinde endişe etmememi isteyen ifadesi asılıydı. Sanki her şey artık onun kontrolündeydi ve gözüm arkada kalmamalıydı. Bebeği dikkatlice tutuyordu. Onu koruyacaklarını, seveceklerini biliyordum ama yine de içimde kapkaranlık bir his vardı. Bebeği ondan almak istiyordum. Sanki bana aitti, benimdi ve benim kollarımda olmalıydı.

Onlara doğru bir adım atmak istedim ama gidemedim. Birisi elimi tutuyordu, o an fark etmiştim. Eğilip avucuma sarılı olan parmaklara baktım, sadece elini görebiliyordum. Beni çok güçlü ve asla bırakmayacakmış gibi tutuyordu. Ondan kurtulmaya çalıştım ama tutuşunu daha çok sıklaştırdı. Sonra sis bulutları çoğaldı ve görüşüm kapandı. Beyaz bulutlar usul usul karardı. Hiçbir şey göremedim. Deli gibi etrafıma bakındım ama artık her yer karanlıktı.

Kirpiklerim titreyerek açıldı.

Günışığının aydınlattığı tavan karşımdaydı. Bir hastane odasının tavanı olduğu her yerinden belliydi. Elimi tutan elin sahibi oturduğu sandalyeden fırlar gibi kalktı ve görüş alanım olan tavanla arama onun yüzü girdi; Cesur’un. Sanki o ana kadar nefes almıyormuş gibi kocaman, göğsümü yerinden oynatacak kadar kocaman bir soluk aldım. Acılar hızla bana saldırdı. Kirpiklerim yavaşça kapanırken gözlerimin kenarlarından kayan sıcak damlaların yastığa düştüğünü çıkarttıkları minik seslerden duydum.

“Uyandı mı?” dedi Eva heyecanla.

“Gözlerini açtı,” dedi Özgür.

“Bana izin verseniz keşke,” dedi tanıdık bir ses. Onu hatırlamakta zorlanmadım. Cesur’un yetimhaneden arkadaşı olan Furkan’dı. “Doktora öncelik,” diye söylendi. Cesur’un tepemden çekildiğini hissettim ama elimi bırakmadı. Hatta daha sıkı tuttu.

“Uyandı mı?” dedi Eva yeniden. “Kendine geldi mi?”

Furkan üzerime eğilip sanırım gözüme ışık tutmak istedi ama yanağımdan kayan yaşların bıraktığı ıslaklığı fark ettiğinde bunu yapmadan önce, “Nehir,” dedi yumuşacık sesiyle. “Merhaba.”

“Merhaba,” dedim ama sanırım sesim pek çıkmamıştı. Dudaklarım hafifçe oynamıştı.

“Nasıl hissediyorsun?”

“Yorgun,” dedim.

“Beni hatırladın mı?” diye sordu. Sanırım bilincimin yerinde olup olmadığından emin olmak istiyordu. Ağır ağır kafamı salladım.

“Adımı söyleyebilir misin?”

Boğazımı temizleyecek gücü bulabildiğimde, “Furkan,” dedim yavaşça.

“Aferin sana,” diyerek bir çocuğu takdir eder gibi karşılık verdi. “Hemen kalkmak zorunda değilsin. İstersen biraz daha uyu. Güvendesin. İyisin. Biz yanındayız, tamam mı?”

Yine kafamı salladım. Yeniden gözlerimi açacak gücü kendimde bulamamıştım. Öyle yorgundum ki Furkan’a cevap vermek bile benim için epey yüktü. Üstelik kalkmak istemiyordum, uyandığım rüyaya geri dönmeye ihtiyacım vardı. Orada kalmak istiyordum. Orada her şey güzeldi. Nefes alırken enfes bir tatla doyuma ulaşıyordum, buradaki gibi her nefes aldığımda göğsümdeki sızı artmıyordu. Burada durmak benim için azaptı.

Bırak beni Cesur...

“Bırakma beni Sarp,” diye yalvardım. Sarp karşımdaydı ve kapısı açık arabanın içerisinde babası onu bekliyordu. Gitmesini istemiyordum. O giderse ben ne yapardım hiç bilmiyordum.

“Geri geleceğim,” dedi yakarışlarımı durdurmak istercesine. “Ne zaman sana yalan söyledim ben? Geri geleceğim, tamam mı? Çok kısa sürecek.”

Kafamı iki yana salladım. “Hiç gitmesen olmaz mı?” dedim dudaklarımı eğerken. “Beni yalnız bırakma.”

“Sana yemin ederim geri geleceğim. Ağlama.”

“Bırakma beni,” dedim çaresizce hıçkırarak. “Sende terk etme.”

“Seni terk etmiyorum. Şimdi gitmeye mecburum ama ne olursa olsun geri geleceğim. Senin için geri geleceğim Deniz. Ağlama yalvarırım. Ağlama...”

Gözlerimin önündeki Sarp’ın yüzü silindi ve ben yeniden karanlığa hapsoldum. Kendi etrafımda dönüp çıkış yolu arasam da hiçbir şey göremiyordum. Sonra Yavuz’un sesi kulaklarıma çalındı.

“Ağlama,” dedi bu onu rahatsız ediyormuş gibi. “Ağlama. Gözyaşı istemiyorum.”

Hiçbir şey görememek beni çılgına çevirdiğinde olduğum yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ellerimi yüzüme örttüm ve etrafımdaki zifir karanlıktan kendimi sakındım. Yavuz hâlâ aynı şeyi söyleyip duruyordu. Sesi her seferinde daha çok uzaktan ve yankılı gelmeye başlamıştı.

“Ağlama. Gözyaşı istemiyorum. Ağlama.”

Ve sonra ses gitti. Ellerim hâlâ yüzüme örtülüyken ağlamayı kestim ve bir şeyler duyabilmek için kulak kesildim. Yavuz yoktu. Kimse yoktu. Yalnızdım. Derin, karanlık, ürkütücü bir çukurun içerisinde yalnızdım. Burada çürüye çürüye ölecektim. Benim için acı verici son işte buydu; yalnızlık.

Yeniden hıçkırarak ağlamaya hazırlandığım sırada kulağımın dibinde bir fısıltı duydum. “Fırtına kuşu,” dedi ezbere bildiğim, içime işlemiş olan o tanıdık ses. Tepeden tırnağa irkildim. “Fırtına,” dedi daha sonra. Sesinde yakarış vardı. “Uyan, Fırtına. Uyan.”

Evet. Tüm bunlardan sonra Fırtına uyanmalıydı.

Ellerimi yüzümden çektim ve gözlerimi açtım. Artık karanlık yoktu, yeniden hastane odasındaydım ve tavan işte gözlerimin önündeydi. Bu kez tek fark artık havanın kararmış olması ve odayı aydınlatanın tepedeki ışıklar olmasıydı. Alnımda ve boynumda gezinen nemli bezin usulca geri çekildiğini hissettim. Ter içerisindeydim ve birisi beni kuruluyordu. Yine tavanla arama girecek olan yüzün Cesur’a ait olmasını bekledim ama bu kez gelmedi. Belki de hiç gelmemişti, hepsi benim hayal ürünüm bile olabilirdi. Bu düşünce içimi acıttı. Sol elimin karnımın üzerinde olduğunu hissediyordum. Sağ elim ise diğer yanımda uzanmış hâldeydi ve avucum sıcacıktı. Avucum birinin avucunun içerisinde duruyordu.

“Nehir,” dedi Eva umutla. Solumdaydı. Kendime geldiğimi görünce oturduğu yerden ayağa fırlamıştı. “O yine uyuyacak mı?”

Furkan bir kez daha görüş alanıma girdi ve bana hafifçe gülümsedi. “Merhaba, Nehir.”

Yorgun görünen yüzüne uzun uzun bakarken sertçe yutkundum. Boğazım ağrıyordu. Grip olmuşum gibi vücudum hâlsizdi. Bu kez merhabasını görmezden geldim. “Ne oldu?” dedim sanki artık gerçek anlamda kendime geldiğimi göstermek istercesine.

Furkan sorumu geçiştirdi. “Nasıl hissediyorsun? Bir yerin ağrıyor mu? Sana ağrı kesici verebilirim.”

“Ağrı kesici?” derken karnımda garip bir sancı oluştu. Ağrı kesiciye ihtiyacım yoktu. Kafamı hafifçe iki yana salladım. “İstemiyorum. Ağrımıyor bir yerim. Hem... istesem de alamam?” dedim tepkisini ölçmek istercesine. Hamileydim. Hamileyken kahrolası ilaçları kullanmamın sakıncalı olduğunu en iyi o biliyordu.

Furkan’ın yüzündeki ifade gerildi. Buna rağmen, “Ağrımadığına sevindim,” dedi her zamanki sakinliğini bozmadan. “Yiyecek bir şeyler ister misin?”

“Sonra,” dedim yavaşça. Ardından sol elimin üzerindeki damar yolu dikkatimi çekti. Serum borusunu takip ederek kafamı yukarıya kaldırdığımda oraya asılı olan yarısı bitmiş torbaya gözlerimi diktim ve sorumu yineledim. “Ne oldu?”

“Uzun süre ıslak kıyafetlerle kalmışsın. Üşüttün, ateşin hayli yükseldi. Bunlarla ilgilendik.”

Sanki hepsi bu kadar değildi, bunu kalbimin derinliklerinde hissetmiştim. “Tamam,” dedim yine de çünkü diyecek başka bir şeyim yoktu. Gözlerimi yeniden tavana diktim. Etrafımda olduklarını biliyordum ama onlara bakacak gücü bulamamıştım. “Herkes ateşim çıktığı için mi burada?”

Furkan diğerlerinin sözcülüğünü üstlenmiş gibi yine benimle konuşan kişi oldu. “Bazı sorunlar oldu,” dedi önce. Kelimelerini dikkatli seçmeye çalıştığını görebiliyordum. “Önlem için,” dedi ardından sanki başka şekilde açıklayacağı kelimeye sahip değildi.

Olanlar yeniden zihnimden geçip gittiğinde elimi tutan elden güç almak istercesine onu tüm gücümle sıktım. Yaşlar gözlerime doluştu ama ağlamayacaktım. Ağlamamam gerekiyordu. Yavuz bu konuda beni onlarca kez uyarmıştı. Sızlayan burnumu çekip, “Tuna burada mı?” diye sordum. Sanki adını söylememi bekliyormuş gibi öne doğru atılıp yanı başıma geldi.

“Emret.”

Ağzımdan dökülecek tek kelimeyi bekliyor gibi durması garip hissetmeme neden olsa da bunu irdelemeyi sonraya bıraktım. “Yavuz...” dedim cümlemin devamını getiremedim önce. Ne soracaktım? Ona ne yaptığını mı? Morgda mıydı? Neredeydi?

“O iyi,” dedi benim kıvranışımı sonlandırmak ister gibi. “Hümeyra’nın yanında. İstediği gibi. İstediğin gibi.”

“Hümeyra’nın yanında?”

Yavaşça kafasını salladı. Gözlerime bakmıyordu, sanki bakmayı hiç istemiyordu. “Onu Hümeyra’nın mezarına gömdüm. Kendi ellerimle. İkisi artık yan yana.”

“Gömdün?” dedim şaşkınlıkla.

Sanki yanlış bir şey yapmış olacağını düşündü ki stresle yüzünü sıvazladı. “Benden istediğini yaptım. Onu Hümeyra’nın yanına gömmemi istememiş miydin?”

“Evet... ama...” Sonra durdum. Karnım gerildi, huzursuzluk üzerime çöktü. Sertçe yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki sızı fenaydı. “Ben... ne zamandır kendimde değilim? Kaç gün geçti?” dedim duyacaklarımın korkusuyla temkinli bir şekilde. Tuna kaçarcasına görüş alanımı sadece Furkan’a bıraktı. Artık o da gergin görünüyordu.

“Akın seni buraya dün öğleden sonra getirdi,” dedi temkinli tavrını elden bırakmadan. “Şu anda da saat gece yarısına ulaşmak üzere.”

“Bir günden fazladır!” dedim dehşetle. “Bir günden fazladır kendimde değil miyim?” Sadece kısa şekilde kafasını salladı. “Bir günden fazladır ilaç verilmeden nasıl uyuyabilirim?”

“İlaç vermek zorundaydık.”

“Ne demek zorundaydın?” dedim öfkeyle. “Bebeği nasıl düşünmezsin? Sen nasıl bir doktorsun?”

Elimi tutan el kaskatı kesildi.

“Nehir, ben...” Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Üzgünüm. Mecburdum.”

Hışımla doğrulabilecekmişim gibi boştaki elimle üzerimdeki örtüyü atsam da karnıma saplanan ağrı yüzünden yavaş hareket etmek zorunda kaldım. Bu sırada Furkan, “Lütfen dikkat et,” diyerek beni uyardı ve aynı esnada Eva yardımıma koşarcasına dibimde bitip doğrulmamı sağladı. Bunu yaparken gözyaşları yanaklarından akıyordu ve sık sık burnunu çekiyordu. Buz kestiğimi hissettim.

“Neden ağlıyorsun? Ağlama!” dedim sahip çıkamadığım, nedenini çözemediğim öfkeyle. Serumun bağlı olduğu elim karnımdaki ağrıyı bastırmak istercesine oraya gitti. Ve sonra zihnimin içerisinde ardında karanlığın saklı olduğu bir kapı aralandı. Kapının geriye doğru açılırken sanki yüzyıllıkmış gibi çıkarttığı gıcırdama sesi kafamın içerisinde yankılandı, yankılandı, yankılandı. Acıyla gözlerimi yumdum.

“Akın,” dedim güçlükle konuşuyormuş gibi çıkan sesimle. Buradaydı biliyordum. Odada kimlerin olduğuna bakmamıştım ama o buradaydı. Eva hıçkırdı ama bunun duyulmasını istemiyormuşçasına ellerini ağzına kapadı. Sıcak yaşlar gözlerimin kenarlarından kaymaya başlarken, “Akın,” dedim ısrarla. Gözlerimi açıp odayı taradım. Sol çaprazımda, üsten açık bırakılmış pencerenin oradaydı. Sandalyede oturuyordu ama bacaklarına dirseklerini dayamış kafasını öne, bacaklarının arasında oluşan boşluğa doğru eğmişti. Alnını ise avuçlarından birine yaslamıştı.

Yataktan inip onun yanına gitme isteğine karşı koyamazken sadece birkaç milim bacaklarımı oynattıktan sonra durdum. Örtüyü kaldırıp altıma baktım, beyaz bir pijama altı giyiyordum ama içerisinde büyük bir ped vardı. Hissetmiştim. Ancak şimdi hissedebilmiştim. Karnımdaki ağrı daha çok arttı. Elimi yeniden karnıma bastırıp orayı yokladım. Sanki hiçbir şey yoktu.

Çaresizlik içerisinde bir kez daha, “Akın,” diye seslendim ama bu kez sesim çatlamıştı. Alnına dayadığı eliyle sertçe yüzünü sıvazlayıp çok kısa bir anlığına bana baktı. Gözlerindeki düz, cansız bakışın ağırlığıyla baş etmeye çalışırken, “Gitti,” dedi sadece.

Gitti.

“Gitti... mi?”

“Üzgünüm.”

“Ü-üzgün müsün?” dedim sanki bana şaka yaptığını düşünüyormuşum gibi. “Sen... üzgün olmazsın,” dedim. Akın'dan bahsediyorduk. Onun üzgün olması normal değildi.

Kafasını hafifçe iki yana salladı ve diyecek başka hiçbir kelimesi yokmuşçasına tekrarladı. “Üzgünüm.”

Yaşlar yanaklarımdan peş peşe dökülürken umut ararcasına Özgür’e, Tuna’ya, Furkan’a ve Eva’ya baktım. Kime kafamı çevirsem o kafasını benden çevirdi. Kaburgalarımın arasına sızan soğuk hissin ağırlığıyla göğsüm sızlarken Cesur birden yatağımın kenarına oturup beni omuzlarımdan kavrayarak kendisine doğru çekti. Onunla uzun zaman sonra göz göze gelmiş gibi hissetmekten kendimi alamadım. Artık bana delirmiş gibi bakmıyordu. Eskisi gibiydi. Tanıdığım Cesur gibi. Sadece koyu kahve gözlerinde büyük bir acı saklıydı.

“Affet beni,” dedi yalvarır tonla. Ona bunu yakıştıramadığım için kafam istemsizce hafifçe iki yana salındı. Onu hiç yalvarırcasına konuşurken görmemiştim. Tepkimi yanlış anlamış olacak ki daha büyük bir acıyla bana baktı.

“Her şeyi mahvettim. Her şeyi mahvettim, Nehir, biliyorum. Bana kız, bana bağır çağır, beni suçla. Hepsine razıyım. Sadece beni bırakma, duydun mu? Senden tek istediğim bu. Yanında kalınacak bir adam değilim belki ama sen yine de beni bırakma.”

Ona sadece iri iri açtığım gözlerimle bakmakla yetindim.

“Özür dilerim,” dedi. Neredeyse ağlayacak gibi duruyordu. “Özür dilerim, yanında olamadığım için, seni koruyamadığım için, onu... onu koruyamadığım için.”

Böyle konuşmasına dayanamıyormuş gibi omuzlarımda duran ellerini sertçe ittim. Şu anda bana dokunmasını istemiyordum. Islak gözlerimle, zorlandığı için kızarmış olan gözlerine bakarken, “Söyle şunu açıkça,” dedim canım yandığı için güçlükle konuştuğum sırada. Cesur dişlerini sıktı. “Söyle!” diye bağırıp ellerimi tüm gücümle göğsüne vurdum. Ne bana engel oldu ne de konuştu. Söylemeye dili varmıyordu.

Furkan bu tip durumlarla sık karşılaştığını belli eden profesyonel tavrını takınarak, “Bebek için elimizden geleni yaptık, Nehir, lütfen inan. Ama olmadı,” dedi. “Dün akşam seni kürtaja almak zorunda kaldık.”

Son söylediği zihnimde onlarca kez yankılandı. “Gitti bebeğim,” dedim ellerimin ikisini de karnıma yasladığım sırada. “O da gitti.”

Cesur, “Nehir,” dedi çaresizce. Ona öyle kötü baktım ki başka bir şey söyleyecekse bile sustu. Artık bir hastalık gibi yakama yapışmış olan titreme beni yeniden ele geçirdiğinde tek yapabileceğim şeyi yaparak kendime sarılmaya çalıştım. Ayaklarımı karnıma doğru çekip ellerimi etraflarından doladım. Bu şekilde durmak benim için epey sancılı olsa da yaramı ancak böyle bastırabilirdim. Cesur her zaman benim için ilaç olmuştu ama şimdi o bile faydasızdı.

“Nehir, ne yapabilirim senin için?” dedi Eva ağlamaktan dolayı pürüzlü çıkan sesiyle. Çare bulabilmek için çırpınması beni hafifçe gülümsemeye itti. Bunun çaresi var mıydı? Hayatımdan birçok ölüm geçmişti ve ben hiçbirine çare bulamamıştım. Tek umudum kimi kaybettiysem onun sonuncu olmasıydı ama sonuncuya hiçbir zaman gelememiştim. Herkes benden gitmişti; benim kanımdan oluşan bebeğim bile.

“Eve gidin,” dedim cansız, boğukça. Çenemi dizlerimin üstüne yasladım. Kimseye bakmıyordum ve kimse gitmek için kıpırdamamıştı.

“Ne?” dedi Eva anlayamamış gibi.

“Gidin,” diye yineledim. “Kulüpte yapılacaklar vardır. Gidin. İşlerinize geri dönün.”

“Nehir,” dedi Özgür, gözlerimi kaldırıp ona baktım. Yüzündeki ifade garipleşmişti. “Hiçbir şey senden önemli değil.”

“Bana üzülmenizi istemiyorum,” dedim sanki durum hiç canımı yakmıyormuş gibi. Duruşum yüzünden iyice canım acıdığında buna katlanamayarak ayaklarımı bağdaş şekline getirdim. Ellerim kucağımda kaldı. Kafamı eğip karnıma baktım. Kilo almamıştım, karnım hiç belirginleşmemişti ama yine de sanki daha da düz hâle gelmiş gibiydi. “Böylesi daha iyi oldu,” dedim, ardından da kafamı salladım. Gözyaşları gözlerimin gerisinde duruyordu ama şimdilik onları tutabilecek kadar güçlüydüm. Odadakiler birbirleriyle bakışırken Cesur sadece bana bakıyordu, hissediyordum.

“Zor zamanlar geçirdin ve bunlar olabilecek şeyler,” dedi Furkan. Hâlâ bir arkadaş değil de profesyonel tutumundaydı. “Tüm takipler yapıldı, iyisin, daha iyi olacaksın.”

“Daha iyi olacağım?” dedim sorarcasına. Yavaşça kafasını salladı. “Öyleyse bana hâlime üzülür gibi bakmayı kes,” dedim biraz tersçe. Sonra diğerlerine döndüm. “İyi oldu. Gittiğine seviniyorum, tamam mı? Ona bakamazdım zaten. Her an benden ne zaman ayrılacağını düşünerek yaşamayacağım! Başına neler gelebileceğini düşünerek korkarak uykuya dalmayacağım! Peşimdeki belaların ona da bulaşabileceğinden endişelenmeyeceğim!” Gözlerimden sıcak damlalar döküldü ama ben yine de dik durmaya devam ettim. “İyi oldu işte. Bana öyle bakmayı kesin artık. Üzülmüyorum. Hiç üzülmüyorum. Gittiğine sevindim bile!”

Sonra artık buna dayanamıyormuş gibi ellerimi yüzüme kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Birden tüm gardım indi ve ben acılar içerisinde kaldım. Cesur bana sarılıp göğsüne yasladığında tepki veremeyecek kadar kendimden geçmiştim. Yine de Eva’nın da benimle birlikte ağladığını duyabiliyordum ve Furkan’ın serumuma yatıştırıcı bir şeyler katmak hakkındaki konuşmalarını da.

“Keşke ölseydim,” dedim hıçkırıklarımın arasından kesik kesik konuşarak. “Annemin karnına düştüğümü öğrendiklerinde beni... beni düşürtmek için çabaladıklarında... keşke ölseydim.”

“Öyle söyleme,” dedi Cesur sanki bu düşünce yüzünden nefesi kesilmiş gibi. Beni daha sıkı sardı.

“Başkasının çocuğu olduğum ortaya çıktığında... keşke babam beni öldürebilseydi.”

Cesur beni biraz daha sıktı. “Öyle söyleme kurban olayım.”

“T-Tolga... Hümeyra’yla Yonca’yı değil... keşke beni öldürseydi. Y-Yavuz keşke kurşunun önüne geçmeseydi.”

Cesur kafasını iki yana salladı ve kısık sesle konuştu. “Hayır, hayır, hayır.”

“Gitti... Herkes gitti. Herkes gitti.”

“Ben buradayım,” dedi, sesi çaresiz çıkıyordu. “Ben hep burada olacağım. Yemin ederim. En değerli şeyim sensin, Nehir. Sana senin üzerine yemin ederim ben hep burada olacağım.”

“Yavuz bana bebeğin benim için hediye olduğunu söylemişti. Onun iyi bir şey olduğuna inandırmıştı. Onu sevmem için... onu sevmem için beni ikna etmişti. Ben... sanki güzel bir hayatım varmış gibi, aptal gibi onu istedim. Şimdi Yavuz yok, bebeğim yok. Kendi gitti, hediyemi de kendisiyle götürdü. Kimsesiz kaldım. Bir kez daha kimsesiz kaldım. Hep kimsesizdim ama şimdi bebeğim bile terk etti beni.”

Cesur onu yok saymama katlanamıyormuş gibi geri çekilip yüzümü ellerinin arasına alarak gözlerimin içine baktı. Koyu kahve harelerinde acının doğurduğu kızıl çizgiler vardı. “Kimsesiz değilsin,” dedi bunu kabul etmiyor gibi kafasını hızlı hızlı iki yana sallarken. “Ben varım, Nehir. Ben varım, Fırtınam-”

“SEN YOKSUN!”

Çığlığım odanın duvarlarına çarpıp bana geri geldi. Herkesin buz kestiğini hissettim. Cesur’un yüzümdeki elleri taş kesildi. Onu itip, dahası ona gelişigüzel vururken, “Tüm bunlar sen olmadığın için oldu!” diye haykırdım. Nevrim dönmüş gibiydi. “Orada olsaydın, yanımda olsaydın ne Yavuz ölecekti ne de bebeğimiz! Senin yüzünden! Onlar senin yüzünden öldü!”

Sertçe yutkundu, bunu duydum. O kadar gürültüye rağmen duyabildim. Tüm yaşam enerjisini kaybetmiş gibi gözlerimin önünde yüzündeki canlılık sönerken, “Haklısın,” dedi sadece. Bu beni daha çok çıldırttı. Göğsüne yumruklarımı indirmeye devam ettim ama ona bir şey olmuyordu, elleri acıyan yine bendim.

“Neredeydin Cesur?” diye bağırdım. “Yavuz benim kucağımda ölürken sen neredeydin? Bebeğimiz... bizim bebeğimiz ölürken sen neredeydin?”

Cevap veremedi. Artık yüzüme bile bakmıyordu.

“Yoktun işte yoktun,” derken yılgınca yumruğumu son kez göğsüne indirdim. “En ihtiyacım olduğunda yanımda yoktun. Beni koruyamadın. Sen bebeğini koruyamadın. Kendinde bile değildin ki!” Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Beni bırak başkalarından korumayı kendinden bile koruyamadın ki.”

Cesur kalbine hançer saplanmış gibi bir refleksle gerilip içerisinde cam parçaları gibi dağılan duygularla dolu gözlerini bana çevirdi. Şaşkınlık ve korkuyla nefesini tutarken, “Sana bir şey yapmadım,” dedi ama bundan emin bile değildi. Acıyla kalbim büküldü.

“Yapmadın,” dedim, çenem titriyordu. “Ama yaptın da.” Gürültüyle burnumu çektim. “Saatli bir bomba gibisin. Elimde patladın, Cesur. Elimde patladın, kalbimi parçaladın.” Karşımda o da parçalanmış duruyordu. “En kötüsü de senin saatli bir bomba olduğunu başından beri bilmemdi. Hepsi beni uyarmıştı. Şimdi bunu yüzüme vursalar sesimi bile çıkartamam. Haklı çıkacaklarını hiç düşünmemiştim. Hem de hiç düşünmemiştim.”

“Hiçbir zaman iyi biri olduğumu savunmadım. Hiçbir zaman iyi biri olmak için de çabaladım. Deliyim, hastayım, doğru. Sorunlu biriyim, doğru. Berbat bir adamım, doğru. Hepsi doğru,” dedi yılgınca. Sonra derin bir soluk alıp, “En çok senin için tehlikeliyim... bu da doğru,” dedi. Bunu söylemek ona ağır geliyordu sanki. “Kız bana. Hepsini hak ediyorum. Bağır çağır sesimi çıkartmam. İstersen vur. Ne kadar canın yanıyorsa o kadar canımı yak.” Gözlerinin nemlendiğini gördüm. “Ama kovma, çünkü gidemem. Senden başka gidecek yerim yok. Nefret etme,” dedi yine yalvarır gibi. “Öfkenle yaşayabilirim ama nefretinle yaşayamam. Bu cezayı bana verme, altından kalkamam.”

“Yine mi kriz geçirirsin yoksa?” dedim elimde olmadan ona çatarak. “Yine üzerime yürür beni bir odaya mı kilitlersin?” O anları hatırlamak boğazımın sızlamasına neden oldu. Ellerimle boğazımı sararken, “Ben o andan beri nefes bile alamıyorum,” dedim can çekişir gibi çıkan sesimle. “Babam gibi... onun yaptığı gibi... sen nasıl onun gibi olabilirsin, Cesur?”

Son sözümle birlikte kirpikleri ağır bir yara almış gibi usulca kapandı. Yeniden açıldıklarında koyu kahve hareleri ıslak görünüyordu. Yaralıydım, içim kanıyordu ve onu da kanatıyordum. Beni kendinden korumak için kilitlediğini biliyordum ama şu anda aşırı duygusaldım ve olan biten hiçbir şeye dikkat edemeyecek hâldeydim. Canım yanıyordu. Bu acı geçsin diye sağa sola saldırıyordum ve Cesur ise ona saldırmam için kendisini bana sunmaktan geri kalmıyordu.

“Söylesene!” diye kızdım ona. “Nasıl onun gibi olabilirsin?”

Bunu duymaya dayanamadığını belli etmekten çekinmeyerek beni tuttuğu gibi göğsünde hapsetti ve sıkıca sarıldı. Dudaklarını kulağıma doğru eğip, “Özür dilerim,” diye fısıldadı. “Yanında olamadığım için, bebeğimizi koruyamadığım için, gözyaşların için... hiçbirini geri getirecek gücüm yok affet beni. Kendimi çok güçlü sanırdım ama buna gücüm yok. Affet beni Fırtına. İşe yaramazın tekiyim ama affet yine de. Yanında olamadım ama affet. Sana muhtacım çünkü ben.”

“Çok canım yanıyor,” dedim hıçkırıklarımın arasından. Ondan kurtulmaya çalıştım ama buna izin vermeyerek beni iyice hareketsiz kıldı. “Ben... ne yapacağımı... nasıl geçeceğini bilmiyorum.”

“Canım canımdan sökülüyor,” dedi acıyla. “Döktüğün her gözyaşı göğsüme kurşun gibi saplanıyor. Bir bilsen...”

Sağ kolumda ufak bir yanma hissettim. Bu beni irkiltti. Cesur ürkek tepkimi hissederek beni daha çok göğsüne bastırdı. Derken damarlarıma yayılan uyuşmayı hissettim. Hıçkırıklarım azalmaya başladı. Gözlerim engel olamayacağım şekilde kapanırken kriz geçiriyormuşum gibi sarsılan bedenim nihâyet sabit hâle geldi. Zaman ve mekân zihnimden silinmeye başladığı sırada Furkan’ın, “Yatıralım onu Cesur,” dediğini işittim.

“Bırak. Kollarımda kalsın.”

“Doğru dürüst dinlenmeye ihtiyacı var kardeşim-”

“Bırakırsam onu da kaybederim. Bırakamam. Onu bırakamam.”

Rüyasız, nahoş, tatsız uykudan uyandım. Birbirine geçmiş kirpiklerim aralandığında gördüğüm şey yine aynı tavandı. Hâlâ hastanede olduğumu anladım. Tepedeki ışıklar yanmıyordu. Günışığı odanın içerisindeydi. Bu sefer beni kaç gün uyutmuşlardı? Bir? İki? Uyuyarak geçeceğini bilsem aylarca beni uyutması için Furkan’a yalvarabilirdim. Ama uyumak sadece ertelemekti.

Bu kez Eva’nın heyecanlı sesini duymadım. Uyandığımı herkese duyurmadı ama odaydı. Tavandan ayırdığım gözlerimi odada gezdirdiğimde onu ayakucumda görmüştüm. Ellerini önünde birleştirmiş stresle parmaklarıyla oynuyordu. Sanki yanıma gelmek istiyordu ama çekiniyor gibiydi. Onun arkasında Özgür ve Akın vardı. İfadelerinden bir şey anlayamamıştım, bilerek yüzlerini ifadesiz tutmaya çalışıyor gibiydiler. Bana üzüldüklerini görmek istemediğimi söylemiştim, belki de bu yüzdendi. Odanın en ucundaki pencerenin aralık bırakıldığını görmek ciğerlerime derin, gürültülü bir soluk çekmeme neden oldu. Göğsüm olabildiğince şişti ve bir süre sonra yavaşça indi.

Cesur yine elimi tutuyordu, yanımdaydı. Sağ tarafımda. Uyandığımı anlayınca oturduğu koltuktan kalmış tepemde dikilmeye başlamıştı. Onunla göz göze gelmekten kaçındım, çünkü ona bakmak şu anda bana sadece acı veriyordu. Elimi bırakması için parmaklarımı oynattım. Başta buna izin vermese de benimle savaşmadı. Eli elimden çekildiğinde içimin üşüdüğünü hissettim ama bunu belli etmedim. Yüzümü sıvazlayıp kendimi toparlamaya çalıştım. Vücudum alışkın olmadığı kadar yatakta kaldığı için sırtımda minik rahatsız edici diken hissi veren sızılar vardı.

“Eva,” dedim pürüzlü çıkan sesimle. “Hangi gündeyiz?” Bundan bile bihaber olmak acınasıydı.

“Cumartesi,” dedi hızla. Bana doğru bir adım attı ama devamı gelmedi.

Kafamda kısa bir hesap yaptım. Fazladan uyutulduğumu düşünmüş olsam da bunu yapmamışlardı. Dün akşamki hararetli tartışmamızdan sonra işte uyanıktım. Sadece bir gece daha hiçbir şey hissetmeden geçirmemi sağlamışlardı.

“Kalkmama yardım eder misin?”

Cesur bunun için hazır duruyordu ama şu anda ona karşı hâlâ iyi düşünemiyordum. Burada olmasaydı daha huzurlu hissederdim. Aslında... hissetmezdim. Ama varlığı da bana huzur vermiyordu. Berbat bir ikilemdi bu.

Elimin üzerindeki damar yolu duruyordu ancak serum bağlı değildi. Bu yüzden rahatça hareket ederek üzerimdeki örtüyü kaldırdım. Hareketsizlikten uyuşmuş olan ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıttığımda Eva yerde duran beyaz terlikleri bana giydirdi. Ardından da koluma girerek ayağa kalkmama yardım etti.

“Kendim ayakta durabilirim. O kadar da kötü değilim,” dedim hâlimle alay edercesine.

“Tabii ki kötü değilsin. Seni bırakayım mı?” Kolumdan çıktı ama sanki düşecekmişim gibi hazır beklediğini görüyordum. “İşte bak, sana demiştim. Yapamayacağın şey yok. Gördüğüm en güçlü kadınlardan birisin, ciddiyim.”

Dün akşam çok ağladığı için feci şekilde şişmiş olan zümrüt yeşili gözlerine bakarken güler gibi dudaklarımı eğrilttim. “Değilim, Eva.”

“Benim için öylesin,” diye bastırdı.

Gürültüyle iç geçirdim. “Neden hâlâ buradasınız? Size gitmenizi söylemiştim.”

“Buradan beraber çıkacağız,” dedi Özgür hızla. “Aksi mümkün değil.”

İstemsizce Akın’ı kontrol ettim. Onu sanki burada zorla tutuyorlarmış ya da abisine ayıp olmasın diye kalıyormuş gibi düşünsem de öyle değildi. Asla öyle bir izlenim vermiyordu. Onu kontrol ettiğimi fark etmiş gibi bana dudağının kenarını eğriterek bakarken, “Bizi kovuyor musun sen?” diye söylendi.

“Kibar şekilde, evet.”

“Gitmiyoruz,” derken sol ayağını indirip bu kez sağ ayağını üstüne attı.

“Aynen. Sen bizi düşünme,” diye destekledi Özgür de. “Keyfine bak, istediğin bir şey varsa söyle.”

Banyo olduğunu düşündüğüm kapıya doğru bir adım atarken, “Var,” dedim yavaşça. Eva da benimle birlikte geliyordu. Hâlâ bana dokunmuyordu ama ilk adımlarını atan bir bebeği düşmekten korumak ister gibi beni kolluyordu. “Bir şeyler yiyebilir miyim?”

İkisi de anında ayaklandı. “Tabii ki,” dedi Özgür. “Ne istersin?” dedi Akın.

Kısaca düşündüm ama aklıma bir şey gelmedi. Aslında canım hiçbir şey istemiyordu, yiyebileceğimi de sanmıyordum. Sadece bu hasta hâlimden sıyrılmak istiyordum. Hayata dönmeliydim. Dönmek zorundaydım. Aksi hâlde kaybolup gideceğimi biliyordum.

“Bilmiyorum,” dedim yavaşça. “Sıcak bir şeyler?”

Halledeceklerini belli edercesine kafalarını sallayıp odadan çıktılar. Cesur arkamda kalmıştı. Yüzünü göremiyordum ama orada ellerini yumruk yapmış şekilde durduğunu hissedebiliyordum. Onu asla görmezden gelemeyecek olsam da bunu deneyerek iki adım daha attım.

“Duş alabilir miyim?”

“Ah... şey, bunu bilmiyorum. Furkan’a soralım, olur mu?”

Kafamı salladım. “Yüzümü yıkayayım öyleyse.”

“İçeriye bir sürü yüz yıkama jeli ve bakım ürünü koydum. Şey, hangisini kullanmak isteyeceğini bilemedim. Sana saçma gelebilir, bunu anlarım ama bakım yapınca rahatladığımı hissediyorum. Seni de bu şekilde rahatlatabileceğimi düşündüm.” Yüzüme baktı. “Kızdın mı?”

Benim için çabalaması içimdeki kırık kız çocuğunun yüreğini sızlattı. Buna rağmen ona ufak da olsa bir tebessüm bahşedebildim. “Kızmadım. Kendimi ellerine bırakmaya hazırım.”

Zümrüt yeşili gözlerinde ışıklar oluştu. Ona izin verdim ve benimle bir bebekle ilgilenir gibi ilgilendi. Yüzümü birkaç çeşit değişik jelle yıkadı. Tenime masaj yaptı. Duş alma durumunu bilmediğimiz için sadece saçlarımı yıkadı. Kurutup güzelce taradı. Üzerimdeki pijamayı yenisiyle değiştirdi. Ellerimi, boynumu ve yüzümü kremledi. Hastaneyi kendi özel odası gibi doldurmasını yadırgamamıştım. O, Hümeyra gibiydi. En kötü anını kendisiyle ilgilenerek atlatmaya çalışanlardandı. Hümeyra da ne zaman bunalsa kendisini banyoya kapatır ve uzun saatler boyunca bakımıyla ilgilenirdi. Çıktığında dertlerinin çoğu akan suyla gitmiş olurdu.

İçim yoğun hüzünle ve kayıplarımın yasıyla doluyken bile tüm bu bakım işi bittiğinde kendimi yenilenmiş hissetmekten alamamıştım. Aynaya bakmama pek izin vermemişti, gözümden kaçmasa da üzerine düşmemiştim ama buna rağmen itiraf etmeliydim ki daha iyi hissediyordum. Nefes almak sanki bir tık kolaylaşmıştı. Kendimi kaldığım yerden devam etmeye zorluyordum ve Eva bu noktada gerçekten yardımcı oluyordu. Yorganın altına gömülüp ağlayarak günlerimi tamamlamak istesem de kendime bunu yapmayacaktım. En azından deneyecektim. İyi olmayacaktım belki ama yaralarımı bir daha kimseye göstermeyecektim. Dün akşamki çöküşüme bir daha kimsenin şahit olmasını istemiyordum.

Eva taradığı saçlarımı elleriyle düzeltip iki yanımdan önüme doğru bırakırken, “Çok uzadılar,” diye iç geçirdim. “En son Hümeyra kesmişti.”

Ellerini omuzlarıma bastırıp sağ tarafımdan öne doğru eğilerek yüzüme baktı. “Bende kesebilirim? Ama bence böyle çok güzeller,” dedi hayranlıkla. “İpek gibi yumuşacık. Ayrıca renkleri çok güzel, Nehir. Tatlı altın rengi. En maharetli kuaföre de gitsen bu tonu tutturması o kadar zor ki...”

Göğsümün üzerine dökülen tutamları parmaklarımın uçlarında çevirerek onlarla oynamaya başladım. “Küçükken daha sarışındım. Büyüdükçe renkleri koyulaştı. Kaşlarım bile görünmüyordu. Beyaza çalan bir sarıydı. Kaşlarım olmadığı için ağladığım bile olmuştu.”

“Şimdiyse tapılacak kadar güzelsin,” dedi, içtendi.

“Abartıyorsun,” derken bunu kabul etmediğimi belli edercesine kafamı hafifçe iki yana salladım. “Herkes gibiyim işte, fazlası değil.”

“Ah, bir erkek olsaydım seni gördüğümde dibim düşerdi. Hele de biraz makyajla ve gösterişli bir elbiseyle bir eşcinseli bile geri döndürebilirsin!”

İstemsizce güldüm. Yanaklarım ağrısa da güldüm. “Eva, sen delirmişsin.”

Ummadığım bir anda bana arkamdan sıkıca sarıldı. “Hep gül, Nehir,” dedi hüznünü açık ederek. “Hep gülmeni istiyorum. Tanrıya dualar ettim senin için. Olanlar için çok üzgünüm, içim paramparça bunu bilmelisin ve iyi olman için çabalayacağımı da. Umarım bu günleri hatırlamayacağın kadar güzel günlerin olur. Benden her şeyi isteyebilirsin, tamam mı? Her ne olursa.”

“Teşekkür ederim,” derken sesim çatladı. İşte, gözyaşları yine oradaydı. “Rüyamda Yavuz’u bebeğimi tutarken gördüm. Hümeyra ve Yonca da yanındaydı,” derken ağlamamak için kendimi öyle çok kastım ki tüm kaslarım sızladı. “Yüzünü göremedim ama iyi olduğunu biliyorum. Ona iyi bakacaklar. Bende... bende bunu düşünerek delirmemek için kendimi kandıracağım.”

“O minicik bir melek, Nehir. Senin minicik koruyucu bir meleğin var artık. Sanma ki senden kopup gitti. O, hep yanında olacak. Ben buna inanıyorum.”

“Öğrendiğimde onu istememiştim. Korkmuştum, Eva, hem de çok korkmuştum. Ama sonra... onu istedim. Kalp atışını bile duyamadım,” dediğimde kendimi rahatlatmak istercesine derin bir soluk aldım. “Ama onu istedim. Karnımda büyümesini, hareketlerini hissedebilmeyi... Doğduğunda... onu yatağın ortasına yatırıp Cesur’la birlikte ona sarılarak uyumayı hayal ettim. Bana sarıldığında küçük kollarının vereceği o sıcak hissi kafamda canlandırdım. Onunla o kadar çok hayalim vardı ki...”

“Böyle yapma,” dedi ellerimi sıkarak. Ben kendimi tutabilmiştim ama o tutamamıştı. Yaşlar yanaklarından usulca kayıyordu. “Kendine zarar veriyorsun. Henüz çok taze farkındayım ama üstesinden geleceğiz. Bir şekilde üstesinden geleceğiz. Ben hep yanında olacağım. Söz veriyorum sana.”

“Acıyla başa çıkmayı öğrendiğimi sanmıştım ama bu acı bambaşka çıktı, Eva. Karşısında duramıyorum beni yakıyor.”

“Biliyorum, biliyorum,” diye sayıklarken uzanıp şefkatle yanağımı okşadı. “Senin için ne yapabilirim? Hadi bir şey söyle, hemen yapayım. Böyle olman beni yaralıyor. İstersen bir yerlere gidelim? Uzağa, kimsenin olmadığı yerlere. Kafanı toparlamak için iyi olur, ne dersin? Güneye, sıcak yerlere mesela. Sadece sen ve ben. Tabii... eğer istersen... Cesur abi de olur. Sen istersen tabii.”

Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Bir süre onu görmek isteyeceğimi sanmıyorum.”

“Onu suçlamakta haksız sayılmazsın, ne diyebilirim ki,” dedi sıkkınca soluğunu verdiği sırada. “Ama onun da canı yanıyor. Neredeyse hiç uyumadan başında bekledi. Kendine geldiğinde ve olayları öğrendiğinde yeniden kriz geçireceğini düşünmüştük ama sadece senin yanında kalmak için çabaladı. Sadece seni istedi.”

“Benim... benim bir şeyler yemeye ihtiyacım var,” dedim konuyu sonlandırmak istercesine. Eva ne yapmaya çalıştığımı elbette anladı, ancak irdelemeyerek bana ayak uydurdu. Artık daha iyiydim ama yine de koluma girip beni banyodan çıkarttı. Odaya geçtiğimizde Özgür’ü kapının önünde volta atarken buldum. Ondan başka kimse yoktu.

“Şükür, neredeyse bir saat oldu,” dedi beni hasar kaydına alırcasına incelediği sırada. Sonra hafifçe gülümsedi. “Eğer Eva seni içeride zorla tutmuşsa söyle, onu kulübe postalarım hemen.”

Eva somurtarak kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. Ona yandan bir bakış attıktan sonra, “Yok, tamamen kendi isteğimle teslim oldum,” dedim.

“İyi, bu sefer ona dokunmayacağım. Ayrıca bana saçma sapan geldiğini saklamasam da seni canlandırmış gibi,” derken Eva’ya takıldığını belli edercesine ona göz kırptı.

“Becerikli ellere sahip.”

“Öyle,” dedi.

“Öyle,” dedim.

Özgür ne yapacağını bilemez şekilde ensesini kaşırken, “İyi olmana sevindim, Nehir,” dedi ansızın. “Yani... seni iyi bulmuş olmamıza. İyi bulmuş derken...”

Kıvranmasını sonlandırmak istercesine, “Hâlâ canlı bulmanıza,” dedim, sertçe yutkundum. “Yine etrafımdaki herkes öldü, yine sadece ben kaldım.”

Özgür hiç ummadığım şekilde beni tutup kendisine çekti ve sarıldı. Ansızın gerçekleşen bu olay yüzünden kollarının arasında hareketsizce durduğum sırada, “Her neyse işte, burada olmana sevindim. Kötü şeyler yaşadın, zamanında gelemediğimiz için özür dilerim. Seni hiç yalnız bırakmamamız gerekirdi,” dedi hızlı hızlı.

“Beni yalnız bırakan sen değildin ki. Bu yüzden üzülme.”

“Nehir... abim-”

Kollarının arasından sıyrılıp, “Diğerleri nerede?” dedim sanki ağlamışım da yanağımdaki yaşları kurulamak ister gibi yanaklarımı çekiştirdiğim esnada.

“Tamam,” dedi Özgür kafasını sallayarak. “Tamam, haklısın, diyecek bir sözüm yok.” Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı. “Tek kelime etmeyeceğim.”

Kafamı sallayarak hasta yatağına ilerleyip yavaş ve dikkatli hareketlerle oturdum. Oturup kalkarken acı hissedeceğimi sansam da hiçbir şey yoktu ama temkinli olmaktan kendimi alamıyordum. Arada sırada karnıma saplanan sancıları saymazsak iyiydim. Bebeğimi karnımdan söküp almışlardı, ardında ufak tefek ağrıların olmasını normal karşılıyordum. Acaba kendimde olsaydım ve bana ona alacaklarını söyleselerdi nasıl tepki verirdim hiç bilmiyordum. Sanırım ardıma bakmadan kaçardım. Kendimde olmamam iyi olmuştu. Şu anda belki de hâlâ olayı kavrayamadığımdan belki de o anda kendimde olmadığım için yıpranmadığımdan daha sakin durabiliyordum. Kararı bana bırakmamaları doğru olmuştu. Kararı bana bıraksalar bile sonucun değişmeyeceğini biliyordum ama bu kez onu vermemek için elimden geleni yapardım ve kendimi paralardım. Böyle daha iyi olmuştu. Kendi kendime kafamı salladım. Evet, iyi olmuştu.

“Ne zaman çıkacağımız hakkında bir şey söyleyen oldu mu?” diye sordu Eva. Özgür kafasını salladı.

“Abim işlemleri yapmaya gitti. Bugün çıkacağız.”

“Yemek ayarladınız mı?”

Özgür bir kez daha kafasını salladı. “Tabii ki hallettik. Gelirler birazdan,” dediği sırada kapı açıldı. Çenesinin ucuyla kapıyı işaret etti. “İşte.”

Gelenlerin arasında Cesur’un da olduğunu bildiğim için o tarafa hiç bakmadım. Ayaklarımdaki beyaz terlikleri birbirine sürterek zaman geçirmeye çalışırken Furkan’ın, “Oo, Nehir Hanım ayaklanmışsınız,” deyişini işitince hızla kapıya doğru döndüm. Doktor önlüğü yine üzerindeydi ve günü yoğun geçiyor olacak ki beş dakika öncesine kadar kan ter içerisindeymiş gibi duruyordu.

“Evet, yeteri kadar yattım sanırım.”

“Nasılsın şu anda? Bir sıkıntı var mı?”

“Yok, iyiyim.” Bu büyük bir yalandı.

“Benden istediğin bir şey var mı?”

Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Yok, teşekkür ederim. Sanırım seni biraz yordum-”

“Lafını bile etme,” diyerek sözümü kesti. “Benim fazla vaktim yok, aşağıda hastalarım bekliyor. Çorbanı iç ve sonra da gidebilirsiniz.”

Benimle yine hastasıymışım gibi konuştuğu in sadece kafamı sallamakla yetindim. Bunun üzerine ellerini önlüğünün ceplerine sokarken Cesur’a baktı. “Kardeşim,” dedi birçok anlam taşıyan tonla. Cesur’un kafasını salladığını göz ucuyla gördüm.

“Eyvallah kardeşim.”

Furkan yeniden bana döndü. “Görüşüz, Nehir. Kendine dikkat et.”

“Görüşürüz,” dedim ve içimden devamını getirdim. “Umarım bu kez dışarıda bir yerde.” Onu hastane ortamı dışında görebilecek miydim muammaydı.

Furkan’ın çıkmasıyla birlikte Akın tek eliyle tuttuğu tepsiyi solumda kalan komodinin üzerine bıraktı. Dumanı tüten çorbayı gösterip, “Sıcak bir şeyler deyince en doğrusu bu geldi,” diye açıklama gereği duydu.

“Teşekkür ederim. Çorba severim.” En son ne zaman içtiğimi bile hatırlamıyordum.

Eva, “Yemek için masayı önüne çekeyim-” dediği sırada Cesur, “Bırak,” diyerek müdahale etti. Sertçe yutkundum. Bana doğru her adım attığında bunu tekrarladım. Ona hiç bakmamaya çalışıyordum ama bunu yapmaktan da kendimi alamıyordum. Çok kırgındım, kalbim yaralarla doluydu. Yine de ona öyle ihtiyacım vardı ki bu ihtiyacın önüne geçemiyordum. Beni tek ihtiyaç duyacağım kişi olduğuna inandırmıştı. Başkalarının tesellisinin işe yaramadığını anlayabiliyordum. Onun tesellisine muhtaçtım ve bu şu anda kalbimi ağrıtıyordu.

Cesur yatağın başucundaki koltuğu çekip tam önüme getirdikten sonra oturdu ve tepsiye uzandı. İki dilim ekmekten birini alıp çorbanın içine ufaladı. Ardından da kaşığı paketinden çıkartarak kasenin içerisinde daldırıp ekmekleri iyice çorbaya batırdı. Sıradaki adımı tepsiyi eline almak ve tamamen bana dönmek olduğunda nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim. Beni geriyordu. Beni her zaman sakinleştiren adam şu anda feci şekilde geriyordu. Aksine bana yumuşacık davranıyordu ve incitmekten korkar gibiydi. Ancak ona baktığımda üzerime yürüyen ve beni odaya kilitleyen adamı hatırlamaktan kendimi alamıyordum. O anları hatırlamak elimin ayağımın buz tutmasına neden oluyordu. Kucağımda duran ellerim birbirine kenetlenmiş, parmaklarım avuç içlerimi eşeliyordu.

Eva birden, “Şey ben... ben banyoya doldurduğum eşyaları toplamaya başlayayım, işim biraz sürebilir. Şimdiden başlamak en doğrusu,” diyerek boğazını temizledi. Ardından da Akın ve Özgür’e bir şey ima edercesine baktı.

“Ne?” dedi Akın garip garip. “Benden yardım mı istiyorsun? Asla. Sana onları boşuna buraya taşımamanı en başında söylemiştim. At çöpe gitsin.”

“Senden yardım falan istemiyorum,” dedi Eva dişlerinin arasından. “Ama gidip aracın hazır olup olmadığına bakabilirsin, değil mi?”

Akın homurdandı. “Tuna ayarladı zaten-”

“Sen yine de bak,” dedi Eva, gözleri neredeyse yerinden çıkacaktı. Eğer biz olmasaydık Akın’a çemkireceğini anlamak zor değildi. “Tuna anlamaz. Hoş sen hiç anlamazsın ama olsun. Git. Gidin artık.”

Özgür bıyık altı gülerek kardeşinin sırtına ellerini vurup onu çıkışa doğru yürüttü. “Öküzlüğünden hiç eksilmiyor be oğlum.”

“Ne var lan? Açık açık konuşun da anlayayım.”

Kapı kapanırken Özgür’ün, “Koca başlı öküzüm benim,” diye ona takıldığını duydum. Geri kalan konuşma uğultudan ibaretti. İkilinin çıkmasının hemen ardından Eva bize dönüp sevimli sevimli baktı. “Bir şey isterseniz seslenmeniz yeter,” dedikten sonraysa ışık hızıyla kendisini banyoya atıp kapıyı kapattı.

Cesur’la baş başa kaldım.

Onunla ilk kez baş başa kalıyormuş gibi gerginliğim devam ediyordu. Elbette bizi yalnız bırakmak istediklerini anlamıştım, eminim o da anlamıştı. Konuşmamızı istiyorlardı ama şu anda bunu istemiyordum. Kendimi onunla yüzleşecek kadar güçlü hissetmiyordum.

Cesur kaşığa aldığı minik ekmek parçasının olduğu çorbayı soğutmak istercesine hafifçe üfledi. Her hareketini izledim. Gerçekten yorgun görünüyordu. Sanki hayattaki tüm umutlarını kaybetmiş gibi yılgındı. Bana bakarken koyu kahve gözlerinde durgunluk vardı. Suçlu hissettiğinden dolayı mı böyleydi? Kendini suçlu hissediyor muydu?

Yeterince soğuttuğunu düşündüğü kaşığı bana doğru uzattığında hafifçe eğilip dudaklarımı aralayarak çorbayı kabul ettim. Lezzetli mi yoksa tatsız tuzsuz muydu anlayamamıştım, çünkü aklım bunu ayırt edemeyecek kadar meşguldü. Cesur kaşığı yeniden kaseye daldırdığı sırada, “Ne zaman çıkacağız?” diye sordum. Aceleciydim, çünkü buradan çıkmak ve en çok da ondan uzaklaşmak istiyordum.

“Biraz ye. Sonra çıkarız.” İkinci kaşığı soğutmak için üfledi. Ardından kaşığı bana doğru uzatırken, “Ağrın var mı?” diye sordu.

Vücudumda? Hayır.

Kalbimde? Evet.

“Yok,” dedim kuru kuru. “Hiçbir şey hissetmiyorum. Bomboş gibi.”

Dişlerini sıktı. “Bir haftalığına kulübü kapatacağım. Ses, gürültü olmayacak. Güzelce dinlenebileceksin-”

Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Kulübe gelmek istemiyorum,” dedim çabucak. “Kulübe gelemem.” Düşüncesi bile nefesimin sıklaşmasına neden olduğunda ellerimden biri huzursuzlanan göğsümü rahatlatmak istercesine boynuma kondu, orayı ovdum.

Cesur kilitlenmiş gibi boynuma bakarken, “Neden?” dedi düz, boş bir şekilde. Sanki kendisini duyacağına hazırlamak ister gibi kasmıştı.

“Kulübü kapatma,” dedim, sertçe yutkundum. “Yukarıdaki odalardan birinde kalacağım. Aşağıya inmek istemiyorum.”

Kaşığı çorbaya daldırdı ve sorusunu yineledi. “Neden?”

Hafifçe omuz silktim. “İstemiyorum işte.”

“İstemiyorsun,” diye kendi kendine konuşurken yavaşça kafasını salladı. Ne düşünüyordu? Onu istemediğim için yukarıda kalmak istediğimi mi? Sadece aşağıda pencere olmadığı için ve bunun beni boğacağını bildiğim için üst katta kalmayı istemiştim. Amansızca bunu düzeltmek istedim ama kendimi durdurdum. Üzgün görünüyordu evet, tükenmiş, yıkılmış gibiydi. Yine de onu affedemiyordum.

Soğuttuğu çorbayı dudaklarıma doğru taşıdı. “Tamam,” dedi kabullenmek istemese bile kendine bunu zorla kabul ettirmiş gibi. “Yukarıda kal. Yeter ki... kal.”

Sona doğru epey kısılan sesini duymak zor olsa da dediğini anlamıştım ve bu içime kor gibi saplanmıştı. Onu kırmak istemiyordum ve onu paramparça etmek istiyordum. Bu nasıl bir çelişkiydi? Ben kendimi nasıl toparlayacaktım?

Ağzıma aldığım çorbayı bu kez kolayca yutamayıp onu evirip çevirmeye başladım. Sanırım daha fazlasını yiyemeyecektim. Cesur’un yeniden çorbaya kaşığı daldırmasını istemediğimi belli edercesine elimi eline doğru uzattım. Ona hafifçe değdiğim anda ateşe dokunmuşum gibi geri çekilince gözleri ona dokunduğum noktaya değdi ve orada kaldı. Omuzları dik duruyordu ama sanki yere düşmüşlerdi, öyle hissetmiştim.

“Benden nefret ediyorsun,” dedi bunu anlayışla karşılamaya çalıştığını belli edercesine kafasını salladığı sırada.

Ağzımda kalan lokmayı güçlükle yuttum. “Kırgınlık ve nefret aynı şey değildir.”

Yine kafasını salladı. “Nefret etsen bu kadar acımazdı zaten, biliyorum.”

“Acıyor mu gerçekten?” dedim bunu duymak istiyormuşum gibi onu incelerken. “Beni acıttığın kadar acıyabilir misin?”

“Halbuki içimde sadece sen varsın... ne kadar acıttığını da kanattığını da en iyi sen bilmelisin.”

Kafamı ağır ağır iki yana sallarken, “İçinde sadece ben yokum,” diye fısıldadım. Buna karşı çıkacağını belli edercesine dudaklarını araladığında ona izin vermedim. “Yokum, biliyorum.”

“Nehir... kurcalama artık şu konuyu-”

“Niye? Yine mi kriz geçirirsin?” dedim bastırarak.

Kaskatı kesildi. “Elimde olan bir şeymiş gibi konuşuyorsun. Elimde olsa izin verir miydim? Ben seni ne zaman bile isteye incittim söylesene?”

Sorusundan hoşlanmamış gibi hırçınca, “Sorun kriz geçirmen değil, tamam mı?” dedim. Aslında sorundu. “Sorun Barut yolumu kestiğinde orada olmaman. Mila silahı bana doğrulttuğunda... orada olmaman,” dedim sonunu güçlükle tamamlayarak. “Sorun ben Akın’ın kucağında bebeğimizi kaybederken senin... senin hiçbir şeyden haberinin bile olmaması.”

Yanağımdan kocaman bir damla yuvarladı. Onu hemen sildim ve başka gözyaşı istemiyormuş gibi birkaç saniye gözlerimi tavana dikip diğer yaşları geri itemeye çalıştım. Konuya ben değinmiştim ama bunları konuşmak istemiyordum. Şu anda bunları konuşmayı gerçekten istemiyordum. Çünkü hâlâ çok hassastım ve kendime verdiğim ağlamama sözünü bozmak üzereydim. Bu yüzden konuya girerek yaptığım aptallığa son vermeli ve bu konuyu kapatmalıydım.

“Bana Barut’un beni neden öldürmediğini sorsana,” dedim kendimi kastığım için sıkılı dişlerimin arasından. Öfkelenmiştim ve doğru düşünme yetimi kaybetmeye başlamıştım. Aslında Cesur’un beni kışkırttığı bile yoktu. Benimle konuşmaya çalışıyordu ama o kadar yaralıydım ki onunla normal şekilde konuşabilmem için zamana ihtiyacım vardı.

Cesur hâlâ elinde olan tepsiyi sıktı. Parmak boğumlarının bembeyaz kesildiğini gördüm. “O orospu çocuğunun adını anma,” dedi anında parlayan öfkesiyle. Artık karşımda celallenmiş şekilde duruyordu. O yılgın, tükenmiş adam anında öfke bombasına dönmüştü. “Onun yedi ecdadını sikeceğim. Bana sakın ondan bahsetme.”

“Sor,” diye bastırdım. “Cesaretin yok mu sormaya?”

Gözü dönmüş gibi bana baktı. Nefesimin kesildiğini hissettim, hareket bile edemeyecek şekilde donakaldım. “Nehir!” dedi keskin, içimi titretecek şekilde uyarıyla. Elindeki tepsiyi dağıtmak istediğini biliyordum ama bir şekilde kendini tutmayı başararak onu komodinin üzerine bırakabilmişti. Sadece sarsıntıdan dolayı çorba biraz dökülmüştü. Ardından hışımla ayağa kalkıp sakinleşme umuduyla odanın içerisinde gidip gelmeye başladı. Tam da bana arkasını döndüğü sırada dudaklarım yeniden aralandı. “Bana o evde ne sakladığını sordu,” dedim gürültüyle yutkunduktan sonra.

Cesur sırtı bana dönük öylece durdu. Adım bile atamadı. “Söyledin mi?” dedi, yumrukları sıkı sıkıydı. Bağırmamıştı ama kulaklarımın uğuldadığını hissediyordum.

“Eğer o evde ne olduğunu söylersem beni ve Yavuz’u serbest bırakacaktı. Mila bunu hiç istemedi. Beni öldürmesi gerektiğini söyleyip durdu-”

Cesur hışımla bana doğru dönüp, “Söyledin mi?” dedi bağırmamak için kendisini kasa kasa. Ancak ağzından çıkan her harf öfke yüklüydü.

Gözyaşlarımı bastırdım. “Söyledim,” dedim, sesim kısıktı. “Ona annenin yaşadığını söyledim.”

Cesur göğsüne ok saplanmış gibi sertçe yutkundu. Ademelmasının keskin hareketini izlemek beni fazlasıyla suçlu hissettirmeye başladı. Kızmak, öfkesini haykırmak istiyor gibi görünüyordu ama öte yandan sakin kalmak için kendisiyle verdiği savaşı görebiliyordum. Göğsü aldığı hızlı soluklar yüzünden şiddetle inip kalkarken iki adımda yanıma gelip karşımda dikildi. Hâlâ oturuyordum ve aşağıdan ona bakmak daha çok korkumu tetikliyordu. Sürekli açıp kapattığı yumruklarından hızla gözlerimi kaçırıp koyu kahve gözlerine mıhladım. Orada bir fırtına vardı ve bu ben değildim.

“Ona annemi söyledin,” dedi teyit etmek ister gibi bana oldukça uzun gelen bir sessizliğin ardından. Duygusuz duruyordu.

Onu yeniden zincirini kırmış şekilde görmekten korktuğumu fark ettim. Bu bana hızla geri adım attırdı ve omuzlarım düştü. “Yaşamak için ona sırrını satmak zorunda kaldım, çünkü yanımda beni koruyacak kimse yoktu,” derken niyetim ona tepki göstermekti, ancak yaptığım şey için vicdan azabı duyduğumu da saklayamıyordum. Hareketlendiğini hissettiğimde gözlerimi yumup olacakları bekledim. Olduğum yerde kaskatı duruyordum. Sanırım bir öfkeyle çıktığım yolda yine kırmızı çizgiyi geçmiştim. Bu kez bana zarar verir miydi diye düşünmek beni şimdiden perişan etmeye başlamıştı. Bunu düşünmek istemiyordum. Ona baktığımda beni tüm hatalarıma rağmen koynunda saklayan adamı görmek, ona güvenmek istiyordum. Ancak kahrolası korku bir kez kaburgalarımın arasına sızmıştı. Onu oradan nasıl çıkartabilirdim bilmiyordum.

Birbirine kenetlediğim ellerimle parmaklarımı eşelerken, “Doğru olanı yaptın,” dedi Cesur. İrkilerek gözlerimi açtığımda onu yatak başlığının yanındaki pencereden dışarıya bakarken gördüm. Kazık yutmuş gibi dimdikti ama göğsünde kocaman bir delik açtığımı biliyordum.

“Doğru olan mı?” dedim afallayışımı gizlemeyerek. “Yıllarca herkesten gizlediğin şeyi düşmanına verdim. Doğru olan bu muydu?”

“Evet.”

“Cesur... bana kızdığını biliyorum-”

“Kızmadım.”

Sakin karşılaması sinirimi bozmuş gibi huysuzca oturduğum yerden kalkıp ona yaklaşırken, “Yalan söylüyorsun,” dedim kızgınca. “Tepkisiz kalmak için kendini zorluyorsun. Görmüyor muyum seni sanıyorsun?”

Yavaşça bana doğru döndüğünde gözlerinde öfke aradım ama hiçbir iz bulamadım. “Görüyor musun beni?” dedi bana sanki epey uzun zamandır hasret kalmış gibi içini çekerek bakarken. “Eğer görüyorsan sen iyiysen geri kalan hiçbir şeyin önemli olmadığını da görmen lazımdı.”

Bunu kabul etmediğimi belli edercesine kafamı iki yana salladım. “Anneni-”

“Yerini değiştiririm, olur biter,” dedi.

“Ama yaşadığını öğrendi,” diye itiraz ettim.

“Ama senin yaşamanı sağlamış, yetmez mi?” dedi, ne diyeceğimi şaşırdım. Ağzım birkaç kez açılıp kapandı ama tek kelime çıkartamadım.

“Yanında olsaydım bunu söylemene gerek kalmayacaktı ve bana şimdi pişman pişman bakmayacaktın. Her şeye rağmen pişman hissedebiliyorsun. Hissetme. Zaten yeterince acı çekiyorsun, bunu da kendine yük etme.”

Göğsümde sert bir sızı oluştu. “Sen hiç acı çekmiyor musun?” diye sordum. Çektiğini içten içe biliyordum ama başından beri sanki hiç canı yanmıyormuş gibi ona davranmıştım ve şimdi de bunun pişmanlığı kalbime doluşmuştu.

“Acı mı?” dedi dudağının kenarında buruk, minik bir kıvrım olurken. “Kendime gelip her şeye geç kaldığımı öğrendiğimden beri yaşamıyor gibiyim, Nehir.” Yanağımdan bir damla daha kayıp intihar etti. “Ağlama,” dedi yine iç çekerek. “Ya da ağla. Hiç güldüremiyorum çünkü seni.”

Birisi beni sırtımdan itmiş gibi ona atıldım ve sıkıca sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Beni her zaman bağrına basacağını belli eder gibi güçlü kollarını etrafıma doladı. Çenesini kafamın üzerine yasladığı sırada, “Ağla,” diye yineledi. “Boşalt tüm acını bana. Ben senin acını çekmeye de razıyım.”

“Gitti bebeğimiz,” dedim hıçkırıklarımın arasından. Bir daha bu şekilde ağlamayacağıma dair verdiğim söz havada süzülüyordu. Cesur’a karşı yelkenlerim her zamanki gibi yine çabuk çözülmüştü.

“Gitti,” dedi kısık sesle. Sertçe yutkunduğunu hissettim. “Babasının delirdiğini görünce korktu. Korkuttum onu.” Daha şiddetli ağladım. “Özür dilerim,” dedi durgun durgun. “Senden ömrüm boyunca her gün yüzlerce kez özür dileyebilirim ama ondan özür bile dileyemem. Gitti. Bana en büyük cevabı verdi.”

Sözleri beni öyle derinden yaralıyordu ki bir an önce konuşmayı kesmeliydi. Ona karşı çıkmak, sözlerinde haklı olmadığını söylemek istiyordum ama ağlamak dışında yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Bu kaçıncı sinir boşalmasıydı ve kaç tane daha olacaktı?

Cesur, “Benden nefret ediyor musun?” diye sordu ansızın. Kafamı iki yana salladım, alnım göğsüne sürtündü. “Ama benden artık korkuyorsun,” dedi. Karşı çıkmak için ağzım aralandı, ancak ne diyecektim ki? Beni tanıyordu. “Nefret etme,” diye yineledi, sesindeki yakarış yüreğimi delmişti. “Ben kendimden nefret ediyorum. Sen etme ama.” Yeniden sertçe yutkundu. “Umarım... umarım o da etmez.”

Bahsettiği bebeğimizdi. Tüm o gürültüye rağmen saçlarımın arasına düşen damlanın sesi kulaklarımda yankılandı. Sonra bir tane daha düştü. Kafamın tepesinden başlayıp beni kor gibi yakan sıcaklık ayak parmaklarıma kadar yayıldı. Cesur ağlıyordu. Cesur ağlıyordu ve o iki damlanın bende bıraktığı his yüzünden biri kalbimi yumruğunun arasında sıkıyor gibiydi.

“Çok acıyor, fırtına,” derken beni acısını dindirmemi istercesine göğsüne bastırdı. “Seni acıttığımdan daha çok acıyor, inan.”

Ahh Cesur ahhh... 🥺

Sevgili okurlar bu bölümle birlikte Wattpad deki güncel bölüme ulaştık. Yeni bölüm tarihi belirsiz çünkü bazı arkadaşlara açıkladığım gibi ev taşıma sürecim var, o yüzden zaman sıkıntım oluyor. Yine de fırsatını buldukça yazıyorum, bittiği gibi yükleyeceğim. Hepinize kocaman sevgiler 🥰🥰

Bölüm : 07.12.2024 17:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...