
Özgür sağa sinyal vererek aracı gece kulübünün hemen önündeki alana yanaştırdı. Sadece birkaç dakika önce yanmaya başlayan sokak lambaları çiseleyen yağmur tanelerinin daha net görünmesini sağlıyordu. Hava yine epey kasvetli ve soğuktu. Sokakta dolaşan herkes montlarına sarılmış hâldeydi. Ayrıca her yağmur yağdığında artan trafik sıkışıklığı yüzünden çevresinden yükselen korna sesleri oldukça gürültülüydü.
Önüne ve arkasına park eden diğer araçları göz ucuyla takip ederken yan koltuğunda oturan Akın'ın hızla aşağıya inmesini izledi. Bu kez kullandığı araç geniş bir Vito’ydu. Arka kısımda Cesur, Nehir ve Eva bulunuyordu. Hastaneden sonunda çıkabilmişlerdi ve doğruca buraya gelmişlerdi. Cesur için burasının ev olduğunu bildiğinden hiçbir yorumda bulunmamıştı. İşin aslı Nehir’in daha sessiz ve sakin bir ortama ihtiyacı vardı. Adam akıllı dinlenip toparlanabilmesi için etrafında çılgınlarca eğlenen insanlar olmamalı, kulak yoran müzik çalmamalıydı.
Aracın arka kısmını gösteren panel kapalı olmadığı için rahatça dikiz aynasından onları izleyebiliyordu. Akın arka kapıyı açıp inmeleri için öncü olmuştu. Kapının önünde onlarca adamları vardı. Magazin iş başındaydı. Bir şekilde her şeyden haberdar olmaları sinir bozucu olsa da adamların işi buydu. Bir kare fotoğraf alabilmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Tuna buna engel olabilmek adına tüm önlemleri almıştı. Korumalar etten bir duvar gibi yan yana dizilerek araçtan doğruca kulübe giden bir yol oluşturmuşlardı.
Nehir uyuyordu. Aldığı son ilaçların arasında onu uyutacak bir şeyler bulunduğundan haberi yoktu. Yaşadığı kayıp yüzünden fazlaca yıpranmıştı ve onu bir süre daha dinlendirmenin en mümkün yolu buydu. Özgür, Nehir’in en çok akıl sağlığından endişe ediyordu, zira üst üste yaşadıkları kolay şeyler değildi ve uyandığında verdiği tepkiler de pek sağlıklı olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Korumalardan duyduğu kadarıyla Filiz'in kaldığı evde de delirmiş gibi davranmıştı. Selin bile onun iyi durumda olmadığının defalarca altını çizmişti.
Özgür’ün şu sıra en çok düşündüğü şey; Nehir’in abisine iyi geldiği ama abisinin Nehir’e iyi gelmediğiydi.
Yine de yorumda bulunmadı. Cesur yeterince bitik durumdayken ve tek korkusunun Nehir’i kaybetmek olduğu gözlerinden bile belli olurken ondan kadından uzak durmasını asla isteyemezdi. Üstelik istese bile abisinin bunu yapmayacağını biliyordu. Yapamazdı. Nehir’den bir adım bile uzaklaşamazdı. Kendisini ona öyle derinden bağlamıştı ki artık onsuz nefes alamazdı.
Özgür için bu düşünce epey garipti. Birinin yokluğunda nefes alamayacak hale gelmek korkunç bir şey olmalıydı. Ömrü boyunca bir kadına bu şekilde bağlanmayacağına dair yemin etmişti. Zamanında babasının ve şimdi de abisinin düştüğü bu deliliğe yakinen şahit olduktan sonra bunu kendisine yapmayacak kadar aklı başındaydı.
Cesur, Nehir’i kucağına alıp araçtan indirdi. Korumaların etten duvar şeklinde ördüğü yoldan hızlı adımlarla geçip kulübe girdi. Bu sırada yağmurdan etkilenmemeleri için birkaç adamın açtığı siyah şemsiyeler de onları kamera flaşlarından tamamen izole etmeye yaramıştı. Onların ardından araçtaki eşyalarını kucaklayıp inen Eva, peşlerinden gitmeden önce durup Akın’a baktı. Aralarında çok kısa bir bakışma geçti ve sonunda ikisi de usulca kafalarını sallayıp birbirlerinden ayrıldı. Eva kulübe geçti ve Akın aracın arka kapısını gürültüyle kapattı.
Özgür güler gibi bir ses çıkartmaktan kendisini alamazken cebindeki sigara paketine uzandı. Belli ki burada aklı başında kalan sadece kendisiydi, çünkü Akın da o yolda ilerliyordu ve Akın zaten çoğu şeyde aşırı bir karakterken yakında belki de babasından, hatta abisinden bile deli divane olabilirdi.
Kendi tarafındaki pencereyi biraz aralayıp kendisine hava akışı sağlarken dudaklarının arasına kıstırdığı sigarayı tutuşturup çakmağı torpido kısmına gelişi güzel savurdu. Motor hâlâ çalışıyordu ve araçtan inmeye hiç istekli değildi. Radyoyu kurcalayıp yabancı müzikleri yayınlayan bir kanalda durdu ve sesi olabildiğince kısarak koltuğunda iyice yayıldı. Bu sırada yolcu kapısı açılıp kafasını içeriye uzatan Akın’ı gördü.
“Maserati’den sonra Vito’ya kafayı takmış olamazsın?”
Hafifçe burnunu kırıştırdı. “Hâlâ Maserati'm benim tek gözdem.”
“Öyleyse neden koltuğa yapışmış gibi duruyorsun? İnsene oğlum.”
“Takılacağım biraz.”
Akın’ın tek kaşı sorgularcasına havalandı. “Arabada mı?”
“Evet?”
“İyi misin, Özgür?”
Elini keyifsizce havada savurdu. “Bomba gibi,” dediğinde bunun öylesine bir tepki olduğu açıkça belliydi. Zaten biraz alay edercesine söylemişti. Bunun üzerine Akın kulübe girme kararını değiştirdiğini belli ederek arabaya binip kapıyı kapattı. Kendisine sorgularcasına bakan Özgür’e karşılık ise, “Ne? Yalnız durmana gönlüm el vermedi,” diye söylendi.
Özgür başka yorumda bulunmayarak sigara paketini Akın’a doğru uzattı. Kulübün önündeki kalabalık hâlâ dağılmamıştı. Korumalar etraftaydı, magazini uzak tutuyorlardı, ancak onlar birkaç saat daha çevreyi terk etmeyecek gibiydi. Yağmur altında olmak bile pek umurlarında değildi.
“Aslında iyi yaptın inmemekle,” dedi Akın da etrafı izlediği sırada. “Şu sikimsonik mevzu yüzünden hâlâ gözler üzerinde.”
“Emin ol düşüneceğim son şey birkaç fotoğrafımın daha çekilmesiydi.”
“Öyle deme oğlum. Başka olaylar yaşamış olsak da senin meselen hala bir bela gibi üstümüzde duruyor. Ne olursa olsun kapanmaz, biliyorsun.”
“Yeniden köşke dönüp ev hapsine girmeyeceğim,” dedi açıkça.
“Özellikle sana kilitlenmiş düşmanların varken kafana buyruk takılamazsın. Bırak artık şu istediğimi yaparım ayaklarını. Bu konu sadece seni ilgilendirmiyor, ikiz. Hepimizi ilgilendiriyor.”
“Kafamı ütülemek için mi arabaya bindin?” diye sorarken rahatsız olduğunu belli edercesine yüzünü kırıştırmıştı. “Kapat artık şu konuyu. Ben düşünmemek için elimden geleni yaparken senin çenen durmuyor lan.”
Akın gürültülü bir soluk alarak omuzlarını kaldırıp indirdi. Ardından kendi kendine, “Her yanda farklı bir dert var amına koyayım,” diye homurdandı. “Biri bitmeden diğeri başlıyor. Tam bir curcuna.”
“Babamdan sonra Sena’nın da öldüğü günlerdeki gibi...” dedi Özgür dalgın dalgın. “Piranalar gibi bizi parçalamak için bekliyorlar. Yakında saldırmaya başlayacaklar. Eminim.”
“Bende olsam bu fırsatı kaçırmazdım. Senin başın belada, abim hâlâ kendinde değil. Çabalasalar bu şekilde denk getiremezlerdi. Toparlanmak zorundayız. Acilen.”
“Nasıl?” diye sordu yavaşça. “Daha önce nasıl toparlanmıştık, Akın? O zamanlar kafamda sis bulutunun altında kalmış gibi. Hiçbir şeyi doğru dürüst hatırlamıyorum.”
“Sanki ben hatırlıyorum,” dedikten sonra sigaradan uzun bir soluk çekti. Havaya bıraktığı dumanın yoğunluğu yüzünden gözlerini kısarken, “Ama hâlâ içimde aynı acı. Yemin ederim geçmiyor. Ne zaman aklıma gelse içimin aynı yeri sızlıyor oğlum,” dedi.
Özgür ağır ağır kafasını salladı. Kardeşinin bahsettiği o yer onda da acımaya başlamıştı. “Babam ölünce... dedim ki ben kimsesiz kaldım. Sen vardın, abim vardı, Sena vardı, annem vardı ama ben kimsesiz, sokağa atılan yeniyetme bir çocuk gibi hissettim. Babam ölene kadar çocuktum, onu anladım. Ben onun öldüğü gün büyüdüm. Bir günde büyüdüm lan.” Sertçe yutkundu, epey gürültülüydü. “Sonra Sena ölünce...” derken burnunun direği sızlamıştı. “O da ölünce toparlamaya çalıştığım ne varsa yıkıldı. Enkazın altında kaldım.”
Akın bir anda elini bacağına geçirip, “Çok küçüktü lan daha. Ölmek için çok küçüktü,” dedi isyan edercesine. “Ellerimizin arasında kayıp gitti. En çok da bu koyuyor.”
“Günlüğünde yazmıştı ya kimse beni görmüyor diye. Her akşam eve döndüğümde yanına uğruyordum aslında. Çoktan uyumuş oluyordu. Severdim saçlarını, bir şeyler mırıldanıp huylanmış gibi başka tarafa dönerdi.” Göğsündeki sıkışıklığın arttığını hissetti. “Çok özledim onu, ikiz,” dediğinde sesi hafif çatlamış, gözleri kızarmıştı.
Akın boğazındaki sızı yüzünden asla konuşamayacakmış gibi hissederken, “Sık sık kabus gördüm ayağına geceleri yanıma sıvışırdı. Özellikle babamdan sonra,” dedi güçlükle. “Anlayamadım. Anlayamadım ki onunla ilgileneyim diye öyle yaptığını. Yorgunum diye kızmıştım bir keresinde. Ondan sonra daha da gelmemişti yanıma. O kadar pişmanım ki. Ömrüm boyunca bir ton hata yaptım ama hiçbir pişmanlığım bunun önüne geçemedi.”
“Kurak bahçemin çiçeği,” diye fısıldadı Özgür. Akın kafasını kaldırıp ona baktı, onun da gözleri kıpkırmızıydı. “Babam ona öyle derdi, hatırladın mı?” diye devam ettiğinde Akın usulca kafasını salladı. “Babam kurak bahçesinde onun serpilip büyümesini sağlayabilmişti. Bizse avucumuza bırakılan capcanlı o çiçeği becerip de yaşatamadık. Kurudu çiçeğimiz. Soldu gitti bir tuvalet köşesinde.”
Özgür, Sena’yı bulduğu anı hiç unutmamıştı ve unutacak da değildi. Kulübün arka kısmındaki lavaboda yerde yatışı şimdi bile gözlerinin önündeydi. Ağzından ve burnundan gelen kanlar, hiç kıpırdamaması ve soldukça solan teni... Çoğu şeyi unutmuştu ama o anı asla silemiyordu. Uzanmak istemişti, onu kucağına almak ve kendine getirmek için sarsmak ama yapamamıştı. Orada bir ruh gibi kalakalmış, etrafı izlemişti. Onu başkaları sarsmıştı, kendine gelmemişti. Sonra abisi yetişmişti. Onun gelmesiyle Özgür garip bir umuda kapılmıştı, dün gibi aklındaydı. Cesur’un Sena’yı kucakladığı gibi dışarıya koşması zihninden akıp gitti. İşte ondan sonrasını pek hatırlamıyordu. Çünkü orada, o anda takılı kalmıştı. Sena’nın yere bulaşmış olan birkaç damla kanında boğulmuştu o gece.
Ellerine yayılan titremeyi bastıramazken sigarayı dudaklarına taşıyıp soluklandı. Bu sırada yanağından kayan damla geçtiği yerleri yaka yaka inip çene çizgisinden boynuna aktı. Aynı esnada Akın kendi tarafındaki camı indirip soğuk havanın yüzüne vurmasını sağladı. “İçim yanıyor,” diye sayıkladı. Üzerindeki gömleğin yakasını çekiştirdi. “Yaktın içimi akşam akşam, Özgür. Yaktın.”
“Nasıl geçmişti o yangın? Nasıl geçmişti, ben hiç hatırlamıyorum.”
“Geçmedi ki, hâlâ aynı. Hâlâ yanıyorum ben. Hatta yemin ederim zaman geçtikçe o yangın büyüdü.”
Özgür aynı şekilde hissettiğini belli edercesine hızlı hızlı kafasını salladı. Gerçekten çöküşün eşiğindeymiş gibi hissediyordu. Üst üste gelen olaylardan dolayı sinirleri yıpranmıştı. Kendi üstüne yıkılan berbat durum hâlâ şaibeli duruyordu. O konuya dair adamakıllı bir adım atamamıştı, atmak da istemiyordu aslında. Ancak bu şekilde belirsizlik içerisinde yaşamak da feci yorucuydu.
“Ulan ya abim ne yapsın?” dedi Akın ansızın. Dirseğini arabanın kapısına dayayıp alnını eline yasladı. “Baba acısı, kardeş acısı o da yaşadı. Şimdi bir de evlat acısı... Ulan,” dedi dişlerinin arasından biraz sitemle. “Tamam doğmamıştı, eyvallah. Görsek, dokunsak belki daha çok içimizi yakardı, eyvallah. Ama orada Özgür, o arabada Nehir yanımda acıyla kıvranırken ve sap gibi hiçbir şey yapamayıp onu izlerken...” dediğinde cümlesinin devamını bir an için getiremedi. “Ulan amcası olacaktım hiçbir şey yapamadım. Benim bu kadar içim yanarken abimi düşünmek bile istemiyorum oğlum ben.”
Özgür ağır ağır kafasını sallarken konuştu. “Her yeri birbirine katsa bile hakkıdır. Ne yaparsa yapsın sesimi çıkartmam arkasında dururum.”
“Öyle yapacağız. Babam ve Sena’dan sonra bizi o toparladı. Kendisi de aynı acıyı yaşarken bize babalık yaptı. Şimdi sıra bizde. Tolere edeceğiz, üstünü kapatacağız, yanlış yaparsa görmeyeceğiz, ipin ucunu kaçırırsa... onu toparlayacağız. Tamam mı?”
“Tamam tabii. Abim için her şeyi yaparım.”
Akın, artık umudu keserek gitmek için hazırlanan magazincilerden birini bakışlarıyla takip ederken ansızın aklına düşenle birlikte hızla Özgür’e doğru döndü. Bunun üzerine, “Ne?” diye sordu Özgür. “Ne oldu?”
“Şu işi çöz birader,” dedi birden.
“Hangi işi?”
“Hangi işi olabilir?”
Özgür kısa bir duraklamanın ardından Akın’ın neyden bahsettiğini anlayarak sessizce yutkunup gözlerini kaçırdı. “Nasıl çözeceğimi bilmiyorum. Hepten karıştı.”
“Biliyorsun aslında, işine gelmiyor.”
Özgür diyecek bir şey bulamadı. Elbette işine gelmiyordu. Düşünmek dahi istemiyordu. Tuna’nın gaza getirmesiyle aptal bir yola çıkmıştı ve yolun sonunda onu bekleyen şeyden deli gibi korkuyordu. Yarısını içtiği sigarayı tutan elini direksiyonun üzerine yaslarken bundan iyi bir an elde edemeyeceğini bilerek, “Ben bir bok yedim,” diye itiraf etti. Ayağını öyle stresle sallıyordu ki arabayı bile titretiyordu.
Akın iç geçirdi. “Kabullenmen ne hoş. Biraz geç oldu ama neyse.”
“O değil lan. Başka.”
“Başka mı?” dedi dehşetle. “Başka ne? Ne yaptın? Başka bir kızla daha mı-”
Özgür yüzünü buruşturup, “He ikiz he!” diye homurdandı. “Tüm dostlarımızın kızlarını sıradan geçirdim hatta. Manyak manyak konuşma lan.”
“Ne bileyim oğlum? Başka deyince... Ne yaptın anlatsana! Meraktan kafamda kurmaya başladım.”
Özgür ağzındaki baklayı ortaya atmadan önce bir kez daha sertçe yutkundu. “Peri’yi kaçırdım,” dedi ve Akın’ın vereceği tepkiyi bekledi. Ancak karşılığında aldığı tek şey sessizlik olunca dönüp ona bakmaktan kendisini alamadı. Akın’ın dudakları aralanmış hayretle bakıyordu. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi ancak hangi cümleden başlayacağını bile şaşırmışa benziyordu. Bir süre daha beklese de tepki alamayınca battı balık yan gider hesabı, “Şu anda da kulüpte, benim odamda,” diye ekledi. Minik, basit, asla sorun çıkartmayacak bir ayrıntıymış gibi bunu belirtmesi Akın’ı iyice dumura uğratmıştı.
“Şaka?”
“Keşke.”
“Özgür...”
“Hım?”
Akın birden, “Senin ağzına sıçarım lan!” diye bağırdı. “Ne yaptın oğlum sen? Delirdin mi? Aklını mı kaçırdın? Lan... lan kızı kaçırmak nedir? Manyak mısın sen?”
“Bağırma. Keyfimden yapmadım-”
“Lan bunun keyfi mi olur? Sen ne yapıyorsun Özgür? Bizi ne duruma sokmak istiyorsun? Açıkça söyle de bilelim en azından kendimizi hazırlarız.”
“Onu öldüreceklerdi, tamam mı? Müdahale etmeseydim yoktan yere ölecekti-”
“Ulan ölseydi de bunu yapmasaydın!” dedi Akın sertçe. Acımasız ve net duruyordu.
“O kadar kötü ha?” derken gülümser gibi dudaklarını eğse de bu tamamen sahteydi. “Ama yaptım Akın. Gittim evine girdim, babasıyla yüzleştim. Orada ölseydim de umurumda olmazdı. En azından her şeyi söyledim, içim rahat. Ufuk var ya o Ufuk. Peri’yi aldatıyormuş. Kızın en yakın arkadaşıyla hem de. Hepsi planmış ikiz. Peri’nin arkadaşı, Melike her şeyi planlamış. Peri’ye hap vermiş öyle yanıma yollamış. Fotoğraflarımızı o çekip basına vermiş. Ailesi öğrensin de Peri’yi öldürsün diye.”
“Vay amına koyayım...”
“Tayyar önce kızını bana yamamak ister sandım ama niyetinde bile yokmuş, onunla konuşunca anladım. Sanki tek kabahatli Peri’ymiş gibi bilet ona kesildi. O kadar mı değersizdi lan? Yaşasın diye çabalamadılar bile.”
“Senin de kahramanlık yapasın tuttu, öyle mi?”
Özgür gürültüyle iç geçirdi. “Bilmiyorum.”
“Neden onu kurtardın? Ölseydi,” dedi aynı acımasızlıkla. “Yakanı kurtarmış olacaktın.”
“Yakamı kurtarmış olacaktım... peki ya vicdanım? O ne olacaktı?”
“Ortada vicdan yapacağın bir durum yok. Peri kurban seçilmişse bile seni kurban seçen de oydu.”
“Benim aptallığımdı,” dedi Özgür, sesi kısıktı. Yeni bir itirafı özgür bırakıyormuş gibiydi. “Anlayabilirdim, Akın. Onun diğerleri gibi olmadığını anlayabilirdim. Hata yaptım. Tek suçlu o değil.”
Akın birkaç uzun saniye boyunca sessiz kaldı. Ortada vahim bir durum vardı ve bunun patlaması demek olayların iyice karışması demekti. “Ne zaman oldu bu? Ne zaman aldın kızı?” dedi sonunda yeniden konuşabildiğinde.
“Birkaç gün olmuştur.” Kısaca düşündü. “Şu kirli partinin verildiği gece, tüm kameralar devre dışıyken onu kulübe sokmuştum.”
Akın’ın o geceye dair anılarının çoğunu Eva oluşturuyordu. Sabaha kadar onunla ilgilendiği için diğer hiçbir ayrıntı umurunda olmamıştı. “Ulan o zamandan beri nasıl bunu saklayabildin? Nasıl kimsenin haberi olmaz? O zaman bizden bir sikim olmaz birader. Evimize giren yabancıyı fark eden bile çıkmamış.”
“Tuna tüm detayları ayarladı-”
“Tuna da mı bu işin içinde?”
“O it olmasaydı bunu yapmazdım bile. Aklımı karıştırdı şerefsiz. İyi ki yapmış demiyorum, diyebileceğimi de sanmıyorum ama o gün gitmeseymişim Peri çoktan ölmüştü. Artık kader mi dersin ne dersin bilmiyorum, garip şekilde ilerledi her şey.”
Akın duyduklarının ağırlığından dolayı huzursuzca kıpırdanıp dururken, “Lan kaç gün geçmiş, hadi buradakileri bir şekilde susturdunuz da kimse sesini çıkartmadı. Tayyar buna nasıl sustu? Orhun? Kulübü basıp kardeşini almaya gelen adam senin kızı kaçırmana nasıl ses etmedi?” dedi kafa karışıklığıyla.
“Onun da yedi ceddini sıraya koyacağım da neyse,” diye homurdandı. “Kızı öyle dövmüş ki it,” derken dişlerini sıktı. “Bana gelememiş hıncını ondan çıkartmış.”
“Ne bekliyorsun oğlum? Namus meselesi bu. Kızı bir adamla el ele tutuşurken bulmadı, bir adamın yatağında buldu. Ne bekliyorsun?”
“Yine de önce bana gelecekti. Önce benden hesap soracaktı. Yemedi bir tarafı tabii ama ben ona yedireceklerimi biliyorum.”
“Yedirirsin yedirirsin. Sen bu gidişle her boku hem yer hem de yedirirsin.”
“Biraz da ben delilik yapayım lan. Hep siz mi yapacaksınız?”
“Yap birader yap da biraz normal bir anda yap mesela. Her şey bombokken değil. Gittin resmen evlerini basıp kızlarını kaçırdın. Akıl alır gibi değil. Onlar da ses etmedi hâlâ. Nasıl gözlerini korkuttun lan bu kadar? Varsa bir esprisi söyle bende kullanırım ilerde lazım olduğunda.”
“Bir şey yaptığım yok, Tayyar kalp krizi geçirdi. Hastanedeyken Tuna söyledi detayları. Yoğun bakımdaymış ve durumu ciddiymiş. Ailesi onunla ilgileniyormuş. Yani biz kendi derdimize düşmüşken onlar da kendi derdine düştüğü için sesleri çıkmadı anlayacağın.”
“Ama bu böyle çok sürmez haberin olsun,” dedi Akın uyarıyla. “Patlaması an meselesi. Patlamadan bir şeyler yapman lazım.”
Özgür usul usul tüten sigarasını camdan dışarıya uzatıp ucunda biriken küllerden kurtuldu. Ardından da bitmek üzere olan sigaradan son yudumlarından birini aldı. “Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi sonra. Bunu ikinci kez söylüyordu ve çaresizliği yüzünden akıyordu.
“Ne yapacağın ortada değil mi? Artık pek de seçeneğin yok sanki ha?”
Bir çıkış yolu ararcasına kardeşine baktı. “Hiç mi yok?”
Akın kafasını iki yana sallarken pakete uzanıp yeni bir sigarayı çekip aldı. Daha fazlasına ihtiyacı varmış gibi duruyordu. “Söyletme bana şimdi,” diye ağzının içerisinde homurdandı. “Senin adınla o kelimeyi aynı cümlede geçirmek bile acayip uçarı geliyor.” Stresle sakalsız çenesini sıvazladı. “Ama başka yol yok. Gidip kızı evinden kaçırmışsın. Başka seçeneğinin olması artık imkansız. Sana tavsiyem olay patlamadan bunu halletmen.” Aniden olduğundan daha çok ciddileşti. “Abim yeterince problem yaşıyor, Özgür. Omuzlarında yeterince yük var. Bitti, tükendi, gördün sende. Artık elini taşın altına koyma vakti, anlatabiliyor muyum?”
Usulca kafasını salladı. “Anladım,” dedi güçlükle. Kafasını sallamaya devam etti ve gürültüyle iç geçirirken tekrarladı. “Anladım.”
“Abime ne zaman söyleyeceksin?”
“Bilmiyorum. Saklamak gibi bir niyetim yoktu aslında ama son olanları biliyorsun. Adamın derdi kendine yetiyor zaten. Nasıl diyeyim kızı kaçırdım hem de buraya getirdim? Sonra derim. Bir süre daha kalsın böyle, gittiği yere kadar artık.”
“Hâlâ kulağına gitmemiş olması mucize zaten. İşler karışık olmasaydı çoktan tepene çökmüştü.”
“Ortalık biraz durulsun sonra bakacağım,” dedi, ancak işin aslı çekinceleri vardı. Çünkü abisi çok da güzel karşılamayacaktı. Aslında Akın’dan da daha büyük tepkiler beklemişti ama son olanların yorgunluğundan olmalıydı ki bu gözüne çok batmamıştı.
“Tuna’yla konuşayım, her önlemi alsın. Abime kimsenin kuş uçurmayacağından emin olsun,” dedi Akın kulübün giriş kapısından kafasını çıkartıp kapıdaki korumalara hızlıca bir şeyler söyleyen Tuna’yı fark ettiği sırada. İnmek için hazırlandı. “Çok uzatma, ikiz. Başkasından duymasın,” diyerek son uyarısını yaptıktan sonraysa araçtan inip kulübe yöneldi.
Özgür, “Uzatmam,” dedi kendi kendine Akın’ın ardından bakarken. Tuna’yla kulübe girmelerinden sonra yeniden önüne dönüp sokağı izlemeye koyuldu. Yağmur damlaları arabanın ön camını tamamen kaplamıştı. Dışarıda parlayan sokak lambalarının kırık yansımaları yüzüne vuruyordu. Silecekleri çalıştırıp camların temizlenmesini sağladı. Elbette yeni damlalar dökülüyordu ancak o kadar ince şekilde yağıyordu ki camın tümünü doldurması biraz zaman alırdı.
Kulübün etrafı hâlâ gitmemekte ısrar eden magazinciler haricinde sakin sayılırdı. Normal gecelerde bu sokağın aşırı işlek olmasındaki en büyük etken Yeraltı Kulübü’ydü. Bu geceyse kulübün kapalı olduğu duyurulduğu için yoğunluk yoktu. Herkesin bir nebze sessizliğe ve dinlenmeye ihtiyacı olduğu için Tuna geceyi iptal etmişti.
Sanki bir yabancıymış gibi gözlerini kulübün kapısında gezdirdi. Aslan heykelleri cezbedici duruyordu. Hem asil hem de tehlikeyi çağrıştırıyordu. Kapıdaki iki adam hayatında gördüğü en cüsseli adamlardı. Onları özellikle seçmişlerdi ve işlerini sorunsuz yapıyorlardı. Zaten görüntüleri itibariyle onlara sorun çıkartmaya cesaret eden kimse de çıkmamıştı.
Kulübün hemen yan tarafındaki arsada yıkım işlemleri bitirilmiş yeni yapının ilk temelleri atılmaya başlanmıştı. İleride kulüple bir bütün halinde kullanacakları otelin sona gelmesi için istikrarlı şekilde çalışılıyordu. Tamamlandığında kalmak isteyen misafirler için yer ayarlamak durumunda kalmayacaklardı. Ayrıca kulübün üst katındaki var olan odalar artık yetersiz gelmeye başlamıştı. Kafasını kaldırıp üst katta gezdirdi ve kendi odasına gelince durdu. Kalın siyah fon perdeleri çekiliydi ve içeriden dışarıya vuran hiçbir ışık huzmesi görünmüyordu. Ona dışarıdan dikkat çekmemesi için aydınlatmaların tümünü açmamasını tembihlemişti.
Acaba şimdi ne yapıyordu diye düşünmeden edemedi. Onu bıraktığında hâlâ tam anlamıyla kendisine gelebilmiş olmadığı için doğru dürüst konuşamamışlardı. Kadını evinden aldığı gibi hastaneye taşımıştı. Midesi yıkanmış, pansumanları yapılmıştı. Ciddi yaralanmaları olmasa da alnındaki yaraya dört dikiş atma gereği duymuşlardı. Ayrıca o gece müşahede altında kalmasını istemişlerdi, ancak onu kulübe sokması daha önemli olduğu için reddetmişti. Kalacağı başka bir yer ayarlayıp bir de güvenliğini düşünmektense en kısa yöntem olarak bunu görmüştü. Üstelik başka yer ayarlarsa ve güvenlik için adamları oraya yığarsa bunun duyulması çok daha hızlı olabilirdi. Bunlardan dolayı elindeki tek şansı değerlendirip onu buraya getirmişti.
Ve artık onu buradan çıkartma şansı da yoktu.
Sigara paketine uzanıp bir dal daha aldı. Hava iyice karardı, trafik azaldı, magazin sokağı terk etti, çevredeki insan kalabalığı azaldı, saat ilerledikçe ilerledi. Özgür arabadan inmeye hiç niyeti yokmuş gibi orada öylece vakit geçirmeye devam etti. Peri’yle konuşması gerektiğini biliyordu ama bunu yapma isteği taşımıyordu. Onunla yüzleşmek istemiyordu. Onu görmek de istemiyordu. Ama artık ona mecburdu.
Sıkıntıyla elini direksiyona geçirdiği sırada kulübün kapısının açılması gözüne takıldı. Artık saat gece yarısına yaklaştığı için ve kulüp kapalı olduğu için kapıdaki adamlar da içeriye geçmişti. Kimin dışarıya çıktığını görmeyi beklerken o kişinin abisi olduğunu fark ettiğinde aldığı soluk yarıda kesildi. Ardından da onu izlemeye koyuldu. Ağır adımlarla artık bir nebze hızlanmış olan yağmurun altına çıkıp sokakta biraz ilerledi. Normal şartlarda içerisinde bulunduğu arabanın neden hâlâ orada olduğunu sorgularcasına bakacağından emindi, ancak çevresindeki hiçbir şeyle ilgilenmediği her hâlinden belliydi. Birkaç kolinin gelişigüzel bırakıldığı sokak lambasının altına geldiğinde durup cebinden çıkarttığı sigarayı yaktı. Onu öyle görünce Özgür de yeni bir sigara daha yaktı. Yağmur damlalarının yeniden doldurduğu ön camını temizlemek istese de abisinin dikkatini çekmek istemediği için bunu yapmıyordu. Peş peşe akan damlaların ardından onu izlemeye çalışıyordu.
Onu daha önce bu kadar yorgun görmüş müydü? Şöyle bir hafızasını taradığında hiçbir şey bulamadı. Omuzları bile öyle düşük duruyordu ki bu onun gibi bir adam için epey bitik bir görüntü çiziyordu. Sanki dünyanın tüm dertlerini sırtlanmıştı. Yaktığı sigaradan iki yudum aldıktan sonra kafasını yukarıya, gökyüzüne doğru kaldırarak ciğerlerine çektiği dumanı serbest bıraktı. Yağmur damlalarının bir süre doğrudan yüzüne yağmasına izin verdi. Sanki içindeki ateşi söndürmesini umarcasına öyle duruyordu. Uzun saniyelerden sonra ancak duruşunu düzeltip sigaradan bir nefes daha çekti. Ardından da sanki birisi onu çağırmış gibi sigarayı yere atıp ezdi ve hızlı adımlarla kulübe girerek gözden kayboldu.
Özgür tuttuğunu bile fark etmediği soluğunu gürültüyle bıraktı. Sigarasını içti, biraz daha oyalandı. Aracın geniş ekranındaki saat 11.56’yı gösterirken artık bunu uzatmaya son vermek için ani bir karar almış gibi toparlanıp aceleyle araçtan indi ve kulübe geçti. Girişteki aslan heykelinin etrafından dönüp merdivenleri çıkarak üst kata ulaştı. Odasına doğru giderken tabiri caizse parmak ucunda yürüyordu. Nehir’in alt kattaki odasında kalmadığından, bu kattaki boş olan odaya yerleştirildiğinden haberi vardı. Aldığı ilaçlardan sonra sabaha kadar deliksiz bir uyku çekeceğinden emin olsa da tedbiri elden bırakmıyordu.
Nehir kapalı alanda artık kalamıyordu ve bunun doğrudan abisiyle ilişkili olduğunu biliyordu. Onu odaya kilitlemişti. Selin bunu Nehir’i kendisinden korumak için yapmış olabileceğini öne sürüyordu. Abisinin açısından baktığında onu bu adımı için takdir edebilirdi. Ancak Nehir açısından baktığında tetiklenmiş korkular görüyordu. Kadın zaten şoka uğramıştı ve üstüne de kilitlenmek onu tepetaklak etmişti. Sonrasında Yavuz’u ve bebeğini kaybetmiş olmasıysa zirveydi.
Kendisini Nehir’in yerine bir an için koyduğunda irkilerek bu düşünceden sıyrılmaya çalıştı. Onu düşündükçe kendi dertleri gözüne hiçmiş gibi geliyordu. Hatta yeniyetme bir velet gibi şımarıkça davrandığından emindi. Başına gelenlerden kaçmaya çalıştığı için artık daha çok suçlu hissetmeye başlamıştı. Başından beri tek yaptığı mızmızlıktan ibaretti. Bir bebek gibi sızlanıp durmuştu. Ne için? Başına kadının biri bela olduğu için mi? Büyüttüğü şey bu muydu cidden? Bir kadının üstesinden gelemeyecek kadar korkak mıydı?
Özgür kalan yolu daha kendinden emin adımlar atarak ilerledi. Durum canını sıkıyor olsa artık sorumluluklarını üstüne alacaktı. Akın hakkıydı, abisinin canı gerçekten sıkkındı, adam tükenme noktasındaydı. Ona sorun çıkartmayacaktı. Ona sorun çıkartma hakkını kendisinde görmüyordu.
Odasına ulaştığında ciğerlerine derin bir soluk çekerek omuzlarını gerdi. Stresini yatıştırmak istercesine çenesini ovalayıp, saçlarının arasından parmaklarını geçirdikten sonra bu yaptığının saçmalıktan ibaret olduğunu düşünerek kapıyı iki kez tıklattı. İçerideki seslere kulak kesilerek beklerken kolundaki saatte kısaca göz gezdirdi. 00.08. Peri çoktan uyumuş olabilir miydi? Yeniden kapıyı iki kez tıklattı, bu sefer biraz daha sertti. Ardından yine kulak kabarttı, içeriden hiçbir ses duyulmuyordu. Ancak çok geçmeden kapının kilidi usulca çevrildi ve kulpu oynadı. Kulak kesildiği hâlde kapıya yaklaşan adım sesini dahi duymamış olmak ona garip hissettirmişti.
Özgür kapının ardından yüzünün sadece ufacık bir kısmını göstererek kimin geldiğini kontrol eden kadına gözlerini dikmişti. Ona kapıyı asla açmamasını tembihlemişti. Görevlilere de odasına asla uğramamalarını emretmişti. Kapıyı sadece iki tıklatılıştan sonra açacaktı ve iki kez tıklatmayı yapacak olan sadece kendisi ve Tuna’ydı.
Peri onu gördüğünde hiçbir şey söylemeden geriye çekilip kapıyı tamamen açtı. Özgür içeriye girdiği anda burnuna dolan değişik kokuyla karşılaşınca istemsizce nefesini tutmuştu. Odası daima pahalı parfümleriyle kokardı. Şimdiyse tatlı, nahif bir koku hakimdi. Kadının kokusu. Kapıyı ardından kapattığı sırada kaçarcasına odanın içerisine doğru adımlayan kadını izlemeye kapılarak sırtını kapıya dayayıp bir süre öylece kaldı. Saçları açıktı ve yerleri süpürecek kadar uzun oldukları için havada süzülüşleri epey ahenkliydi. Odanın aydınlatmalarının çoğu kapalı olduğu için ışık gece lambasından halliceydi ve bu yüzden yüzünü doğru dürüst görememişti.
Peri’nin geniş koridoru bitirdikten sonra yatağın bulunduğu tarafa geçmesiyle birlikte içine gürültülü bir soluk çekip sırtını kapıdan ayırarak peşinden gitti. İlk yaptığı odanın tüm aydınlatmalarını açmak olduğunda Peri ansızın üzerine yağan ışık yığınından kaçmak istercesine yüzünü eğerek saçlarının arkasında gizledi. Makyaj masasının önündeydi ve masanın üzerine dizdiği iki kutu kremi, birkaç kutu ilacı toparlamaya koyulmuştu. Belli ki tenindeki izlere sürmesi için doktorun verdiği kremleri uyguladığı anda gelmişti.
Özgür, kadını karanlığa hapsettiğini ve tüm işlerini loş ışıkta yapmak zorunda bıraktığını o an fark ederek rahatsızca kıpırdandı. Boğazındaki ilmek biraz daha sıklaşmıştı. Sanki bunu gidermesine yardımcı olacakmış gibi dönüp kalın siyah fon perdeleri köşeye çekerek pencereyi açtı. Soğuk hava anında yüzüne çarptığında durumu daha iyi sayılabilirdi. Bu sırada jilet gibi düzgün şekilde duran yatak dikkatinden kaçmamıştı. Sanki üzerinde günlerdir kimse yatmıyordu.
Onunla konuşmaya nasıl başlayacağını bile bilmiyordu. Ne demeliydi? Aralarında öyle garip bir durum vardı ki gittikçe daha çok geriliyordu ve bundan şimdiden nefret etmeye başlamıştı. Bir şeyle ilgilenmezse kendisini boşlukta asılıyormuş gibi hissettiği için cebindeki sigara paketine uzandı. Bu akşam kaçıncıyı tüttürdüğünün sayısını bile hesaplamamıştı, ancak başına yerleşen ince sızıdan anladığı haddini aştığıydı. Yine de sigarayı dudaklarının arasına kıstırıp çakmağıyla tutuşturduktan sonra paketi ve çakmağı yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Ardından da omzunun üzerinden kadına doğru dönüp, “Ben yokken bir sıkıntı oldu mu?” diye soruverdi. Eh, en azından konuşabildiği için memnundu.
Peri de sanki vakit geçirmek için ilaç kutularıyla ekstra yavaşlıkla oynarken hafifçe kafasını iki yana salladı. “Olmadı,” dedi. Sesi bir başkasının duymasını istemezmiş gibi normal seviyenin altındaydı.
“Odaya gelen giden oldu mu?”
“Tuna abi her gün bir kez uğradı. Onun dışında kimseyi duymadım.”
Tuna abi...
Özgür vücudunun tümünü kadına doğru döndürdü. Sahi kaç yaşındaydı? 23. Sadece 23 yaşındaydı ve kendisine göre çok gençti. Aralarında neredeyse on yaş olması onu feci rahatsız ettiğinde boğazını temizlemekten kendisini alamadı. “Ona abi demene gerek yok,” dedi biraz sertçe. Peri uysalca kafasını salladı. Onunla kapıda göz göze geldiği kısacık andan sonra bir daha göz göze gelememiş olmak Özgür’ü iyice gererken rahatsızlığı katlanmıştı. Neden yüzüne bakmıyordu? Bunu başından beri yapması da cabasıydı. Kendine geldiğinde ve nerede, kiminle olduğunu anladığı andan itibaren ısrarla göz teması kurmuyordu. Verdiği cevaplar da asla itiraz içermiyordu. Her denileni onaylamak onun hamurunda mı vardı yoksa korkudan mı bunu yapıyordu çözememişti.
“Akşam yemeğini yedin mi?” diye öylesine sordu.
“Yedim.”
Yine dümdüz cevap. Artık sinirlenmeye başlıyordu. “Ne yedin?” diye irdelemekten kendini alamadı. Hâlâ onu ilk gördüğü hâlinden zayıf duruyordu.
Peri ilaçlarını evirip çevirmeyi bırakıp makyaj masasının bir köşesine dizerken kısa bir duraksama yaşadı. “Sandviç ve meyve suyu.”
“Bir yerin ağrıyor mu?”
“İyiyim,” dedi. Ancak bunu derken sesi daha kısık çıkmıştı. Özgür dişlerini sıkarak kadını yan profilinden uzun uzun inceledi. Uzun kollu pijama takımı giymişti. Teninde görünen tek yer elleriydi. Yüzünü de saçlarının arasında saklayabildiği kadar saklamaya özen gösteriyordu. Kadını didiklerken makyaj masasındaki farklılık ancak dikkatini çektiğinde gözleri oraya kaydı. Orada duvarı kaplayan yuvarlak aynanın üzeri bir çarşafla örtülmüştü. Dudaklarına taşıdığı sigarayı tutan eli hareketsiz kaldı. Kadına baktı, sonra aynaya baktı. Kendisini görmemek için mi bunu yapmıştı? Evet, yüzü gerçekten kötü durumdaydı. Alnında dikiş izlerini örten geniş bir bant bulunuyordu. Başını sivri bir köşeye vurmuş olabileceğini tahmin etmişlerdi. Onunla ilgilenen doktor kafa travması geçirmediği için şanslı olduğunu söylemişti. Sol gözü neredeyse kapanacak kadar şişmişti, yeni yeni düzeliyordu. Dudağı da patlamıştı. Ayrıca teninde sayısız darbenin daha izi vardı. Sağ eli sargıya alınmıştı ve sol dizi de. Kırığı olmadığı için de şanslı olduğu söylenmişti.
Kadının kendisini görmek istemeyeceğini hiç düşünmediği için afallamış hâldeydi. Belki de bu yüzden göz göze dahi gelmek istemiyordu. Bu hâldeyken kimseye görünmek istemiyor olmasına diyecek sözü yoktu, artık onu daha iyi anlayabiliyordu.
“Halledebildin mi...işini?” dedi Peri uzun bir sessizlikten sonra. Sanki havaya yayılan gerginliği hissetmişti.
“İşimi?” dedi Özgür bir an için anlamayarak. Ancak neyden bahsettiğini çözmesi uzun sürmemişti. Akın’dan aldığı telefonla Nehir’in başının dertte olduğunu öğrenerek alelacele yanından ayrılmıştı. Bunu kast ediyor olmalıydı.
“Hallettim hallettim,” diyerek kafasını salladı. “Gerçi halletmek böyle olmazdı ama neyse.”
“Umarım her şey yoluna girmiştir.”
“Girmedi,” dedi netçe. Hatta tavrı biraz da tersti. “Girmez de kolay kolay.”
Peri giydiği düz gri rengindeki pijamanın üst kısmının eteklerini avucunun arasında toplayıp ezerken, “Sorun benimle mi ilgiliydi?” dedi kendisini kasa kasa. Belli ki cevabından korkuyordu.
Özgür, “Yok. Sana sıra hâlâ gelemedi,” derken keyifsizliği sesinden bile akıyordu. Ancak kadın bunu duyduğu andan sonra daha çok gerildiğini saklayamadığında içerisinden kendisine söverken, “Abime saldırdılar,” diyerek durumu açıklama isteğine yenik düştü. “Nehir... yani yengem diyelim,” dediğinde bu kelimenin garip hissini tattı. Peri’nin anlaması için öyle demiş olsa da Nehir’in konumu işte tam olarak buydu. “Nehir’i kaybedebilirdik. Neyse ki iyi.” Buna iyi denir miydi emin değildi. “Ama bebeğini kaybetti.”
Peri’nin sert yutkunuşu odayı doldurdu. “B-buna... buna neden olan b-benim ailem miydi?”
Özgür kadının korkusunu görerek sessizce iç geçirdi. “Hayır.”
“Çok şükür,” dedi ama bunu öyle kısık sesle söyledi ki Özgür tamamen ona odaklanmış olmasa asla duymazdı. Artık içme isteğinin kalmadığı sigarayı pencerenin pervazında duran kül tablasına bastırdığı sırada, “Senin ailen bize yanaşamaz bile,” dedi elinde olmadan biraz sertçe.
“Çok öfkelilerdi-”
“Hiçbir sikim yapamazlar.”
Genç kadın bu kesip atan tavrı duyunca irkildi. “Onlara... onlara bir şey mi yaptın yoksa?”
Özgür yan tarafında bulunan Josefin tarzındaki koltuğa oturup buranın sahibi olduğunu belli edercesine bacak bacak üstüne atarken, “Arkamdan kuyumu kazacaklardı. Buna müsaade mi etseydim?” dedi acımasızca. Birden tüm sakin havası değişmişti.
Peri’nin nefesi kesildi. Gözleri irileşti ve bu yüzden şişkin gözü sızladı. Tüm saklanma içgüdüsüne rağmen hızla kafasını çevirip Özgür’e baktı. O an için yüzünün hâlinden dolayı utanma duygusunu taşımıyor gibiydi. “Onlara ne yaptın?”
“Neden umurunda?” dedi Özgür kafasını hafifçe sağ omzuna doğru eğerken. Demek ki göz göze gelmeleri için onu kışkırtması gerekiyordu.
“Neden umurunda mı? Onlar benim ailem!”
“Ne aile ama! Şu aynaya bakamıyorsan bu onlar yüzünden.”
Peri iki yanında olan ellerini yumruk yapıp var gücüyle sıktı. “Onlar yüzünden değil, benim hatam yüzünden!”
“Eğer bir saat daha geç gelseydim seni öldürecek olan aileni mi savunuyorsun bana?”
“Bu kimseye kalmayacaktı, ben halletmiştim,” dedi genç kadın biraz sitemle. “Neden karıştın ki sanki?”
“Rica ederim,” dedi Özgür kelimeleri bastırarak. “Seni kurtarmak benim için zor bir karardı ama yaptım işte.”
Kadın afalladı. “Teşekkür bekliyor olamazsın?”
“Neden beklemeyeyim? Boktan bir nedenden dolayı ölmene izin vermedim. Daha ne?”
“Sen... sen...” Ellerini daha çok sıktı. “Sen benden ne istiyorsun?”
“Söz dinle yeter. Ömrün boyunca yaptığın bu değil miydi zaten?”
“Benim nasıl yaşadığım ya da neyi nasıl yaptığım seni hiç ilgilendirmez.”
Özgür dudağının bir kenarını hafifçe kıvırdı. Kesinlikle sevimli bir sırıtış değildi. “Bundan sonra en çok beni ilgilendirir, Peri,” dedi yavaşça. Kadını kızdırmak için üsteliyor olsa da bunu söylemek onu germişti. “Bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın. Benim istediğim gibi yaşayacaksın. Benim kurallarımla hayatın devam edecek. Ben. Anladın mı? Ben ne dersem o.”
Söylenen her kelimeden sonra Peri’nin dudakları daha çok aralandı. Kesinlikle şoka girmiş gibi görünüyordu. Kanı bile yüzünden çekilmişti. “N-ne demek bu?”
Özgür konuşmadan önce söyleyeceği kelimenin ağırlığı yüzünden birden terlemeye başladı. Bedeni bir mermer kadar sert şekilde kasılırken, “Evleneceğiz,” dedi güçlükle. Bunu öyle zor, öyle sert söylemişti ki tavrı kadını ürkütmüştü.
“Ne?”
“Duydun,” dedi o kelimeyi yeniden söylemekten kaçınarak. Gerçekten zor durumdaydı. Hayatının hiçbir döneminde evlilik düşüncesini barındırmayacağından eminken bir anda kendisini olay örgüsünün içerisinde bulmak onu hala dumura uğratıyordu. Sanki uyanamadığı bir kabusun içerisine hapsolmuştu. Ne yaparsa yapsın bir türlü yakasını kurtaramıyordu.
“Ne evlenmesi? Sen delirdin mi?”
“Değil mi? Delirmiş olmam lazım ki anca,” dedi homurdanarak. “Demek normal şekilde konuşabiliyormuşsun. Hatta sesin yükselebiliyormuş da. Bak sen.”
Peri adamın imasını duymadı bile. Hâlâ dehşetle atan kalbini yola sokmaya çalışırken, “Sen ciddi misin?” diye sorma gereği duydu, çünkü buna inanması mümkün bile değildi.
“Şaka yapar gibi bir halim mi var?” Kesinlikle huysuzdu. “En kısa sürede halledeceğiz bunu.”
“İstemiyorum,” dedi. Duruşunu dikleştirmeye çalıştı.
Özgür bunu duyduğunda az kalsın gülecekti. Yüzüne olduğundan daha sert ve tehditkar bir ifade konarken, “Neyi isteyip istemediğinin zerre önemi yok,” dedi dişlerinin arasından. “Sanki ben can atıyorum anasını satayım! Başıma açtığın belayı temizlemeye çalışıyorum. O yüzden yerinde olsam asla sesimi çıkartmaz, ne denilirse onu yapardım.”
“B-ben sana zarar vermeyi hiç istememiştim-”
“Sen o küçük kafanla saçma sapan bir şey yaptın. Bedelini ödemek de bana kaldı.”
Düşmanca konuşuyordu ve bu durum genç kadını hem üzüyor hem utandırıyor hem de korkutuyordu. “B-buna mecbur değildin. Ben halledecektim-”
“Halletmekmiş! Neyi hallediyordun? Madem ölmeye cesaretin vardı bunu en başında yapsaydın da benim başıma bela olmasaydın!”
Peri adeta donakaldı. Hiçbir şey söylemedi. Dolu dolu olan gözleri yaşlarla parıldıyordu ama onları dökmemek için kendini kasıyor gibiydi.
Özgür sinirle elini saçlarının arasından geçirip rahatlatmak istercesine boynunu sağa sola kırdı. Bir saniye sonra tüm hıncını çıkartmak adına kadının boğazına sarılacakmış gibi durması ürkünçtü. “Yaptığını konuşup da benim asabımı daha çok bozma,” diyerek onu uyardı. “Bir bok yedin sonra başıma kaldın, olan bu.”
Genç kadın daha fazla onunla göz teması kurmaya gücü yetmiyormuş gibi kafasını eğip yüzünü yine saçlarının arasında saklamaya çalıştı. Bu sırada artık tutamadığı yaşlar yanaklarını ıslatmaya başlamıştı. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Sesi titriyordu. “Böyle olacağını hiç düşünemedim. B-ben... hiçbir şey düşünemedim. Özür dilerim.”
Özgür onun ağladığını biliyordu. Bunu hiç umursamaması gerekirdi ama içindeki huzursuz hissin katlanmasına engel olamamıştı. Oturduğu yerde rahatsızca kıpırdanırken, “Neyse ne,” diye homurdandı. Onu suçlamak için can atıyor olsa da kadına ilaç verildiğini ve bu yüzden doğruyu yanlışı ayırt edemediğini ne yazık ki biliyordu.
“Benimle uğraşmak zorunda değilsin,” dedi genç kadın biraz sonra. Sesi hâlâ ağladığını belli ediyordu, ancak dik durmak için çabaladığı da ortadaydı. “Bırak gideyim. A-abim... o cezamı keser. Sana dert olmam.”
Düştüğü durumdan ne kadar nefret ediyor olsa da Özgür bunu arzulayacak kadar vicdanını kaybetmemişti. “Seni evinden aldım. Üstüne geri bırakayım da herkes hakkımda iki misli atıp tutsun,” dedi öfkesini bastıramazken. “Gitmek falan yok unut bunu. Artık buradasın. Gönlün varmış yokmuş ne benim ne de başkasının umurunda. Mecbursun, anladın mı Peri? Mecbursun. O kadar.”
Sonra hışımla ayaklanıp odayı terk etmek için hareketlendi. Eğer daha fazla konuşursa ona yüklenmeye devam edecekti ve kadın pek de kendini toparlayabilmiş değildi. Özgür içinde biriken zehri kusmak için can atıyor olsa da sonrasında bir de bunun pişmanlığını yaşamayı istemiyordu. Bu yüzden gözüne en doğru geleni yaparak uzaklaşmayı seçmişti. Ancak Peri asla ummayacağı bir şey yaparak ona ulaşıp gitmesine engel olmak için kolunu tuttuğunda kafasının tepesine sihirli bir değnek dokunmuş gibi öylece kalakalmıştı.
“Lütfen aileme zarar verme,” dedi genç kadın yalvarışla. “Her istediğini yaparım. Yemin ediyorum her şeyi yaparım. Onlara dokunma yeter ki.”
Özgür koluna dolanmış olan ince parmakları savurmamak için kendisini zor tutarken, “Benden bir şey isteyebilecek konumda değilsin,” dedi sertçe. Bunun üzerine Peri sanki ateşe dokunmuş gibi elini hızla geri çekti. “Hayatımı mahvettiniz, bedeli olmayacak mı sanıyorsun? Ailemin itibarını düzeltmek için bu evliliği yapacağım. Sonra da beni bu duruma sokan herkesin canına okuyacağım.”
“B-benim hatamdı. Sadece benim hatamdı. Ailemin suçu yok.”
Kadının ısrarla ailesini koruma çabası birden Özgür'ün tepesinin tasını attırdı. “BANA ONLARI SAVUNMA!” diye bağırdığında korkuyla yerinde sıçrayan kadını bu kez o kolundan tutup üzeri örtülü aynanın önüne sürükledi. Ardından da aynadaki örtüyü çekip yere fırlattıktan sonra kadını çenesinden tutarak aynaya bakmaya zorladı.
“Bak! Kendi yüzüne bakmayı sen bile istemiyorsun! Sana bunu yapanları nasıl savunmaya devam edebilirsin?”
Genç kadın bakmamak için gözlerini tüm gücüyle yumarken adamın ellerinden kurtulmak için de çırpındı. Ancak onu yenebilecek kadar güçlü değildi. Tek yapabildiği çaresizce ağlamaktı.
“Bundan sonra senin bir ailen yok. Duydun mu? BUNDAN SONRA SENİN BİR AİLEN YOK!” dedi Özgür zihnini ele geçiren hırsla. “Bir daha bana onları anmayacaksın! Bir daha onları anarsan ortada anabileceğin kimseyi bırakmayacağım!”
Kadının çenesine yapışmış olan eline düşen sıcak damlaların asit gibi tenini yakmasıyla ancak kendine gelerek onu hızla serbest bıraktı. Ardından da verdiği aşırı tepkinin şokunu yaşadı. Öfkeliydi. Başına gelen her şey için öfkeliydi ve tepesine kadar dolmuştu. Şu anda tek bir kelimeyle bile tetiklenebilirdi ve tüm sorunlarının baş mimarı karşısında dururken sakinliğini koruyamaması kadar doğal bir şey yoktu. Yine de onu bıraktığında olduğu yere güçsüzce yığılıp omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlamasıyla vicdanı homurtular çıkartmaya koyulmuştu. İçinden küfretti. Vicdanının olur olmadık yerde sinir bozucu uyarı cihazı gibi ötmesinden bıkmıştı. Onu kapatacaktı. Onu kapatmayı öğrenecekti.
Yeri döven adımlarla odayı terk ederken düşündüğü tek şey buydu.
♧
Yetimhanenin büyük bahçesinde tüm çocuklar birbirine karışmış şekilde oyun oynuyorlardı. Kızlar genelde voleybol, erkeklerse futbolu seçmişti. Bense onları izlemekten bile çekiniyordum. Buraya bırakılalı henüz iki hafta olmuştu ve hâlâ yüksek çıkan her ses beni korkutuyordu. Benimle ilgilenen görevli öğretmenin ısrarıyla bahçeye çıkmıştım. Diğer çocuklara karışmam için epey diretmişti. Oysa benim tek istediğim dersler dışında her an yatağımda kıvrılmak ve yorganımın altında saklanmaktı.
Öğretmenimin pencerelerin ardından beni izlediğini bilerek üzerimde bıraktığı baskı yüzünden omuzlarımı kasa kasa bahçede ilerliyordum. Nereye gittiğimden haberim yoktu. Hiç arkadaşım da yoktu. Herkes benden uzak durmaya özen gösteriyordu sanki ya da ben uzak durduğum için öyleydi.
Topun peşinde koşan erkek çocuklardan olabildiğince uzak durarak bahçeyi geçtim. Arka kısımda daha gözlerden uzak ve çocukların pek gitmediği, temizliği de çoğunlukla aksatılan ufak bir alan vardı. Büyük bir ağaç ve onun etrafını saran çalılarla doluydu. Yatakhanemin penceresinden görmüştüm. Oraya geçip öğle arası bitene kadar bekleyebilirdim.
Yaklaştıkça adımlarım daha da telaşlandı. Kaçma dürtüsü içimden geliyordu. Tam duvarı döneceğim sırada sertçe havalanan topun sırtıma çarpmasıyla birlikte duvara doğru savruldum. Neyse ki darbe almadan önce ellerimi duvara dayayabilmiştim. Topu kaçıran çocuklar sanki komik bir şey olmuş gibi gülerlerken aralarından biri, “Hey, dilsiz kız. Topu at,” diye bağırdı. Dönüp onlara tüm öfkemle baktım. Ben dilsiz değildim ama onlarla konuşmayı reddettiğim için artık benden bu şekilde bahsediyorlardı.
“Kime diyoruz dilsiz kız?”
“Topu buraya gönder.”
“Hem dilsiz hem de duymuyor.”
Gülüştüler. Hırsla dudaklarımı eğerek topun yanından geçip gittim. Arkamdan bir şeyler daha söyleseler de onları duymazdan geldim. Sessiz ve sakin gördüğüm alana eriştiğimde ağacın altındaki taşa gidip oturdum. Kollarımı göğsümün üzerinde bağlayıp çenemi de kollarıma dayarken yüzüm epey asıktı. Çocuklara alınmıştım.
“Dilsiz değilim,” dedim kısık sesle kendi kendime. Uzun zaman sonra konuşabilmiş olmak beni nedensizce sevindirmişti. Çünkü bazen bunu bir daha asla yapamayacakmış gibi hissediyordum. İstediğimde konuşabilmekten aldığım cesaretle sesimi biraz daha normal seviyeye çıkartıp, “Ben dilsiz değilim,” dedim. Gururluydum.
“Demek dilsiz değilsin,” diyen sesi işittiğimde olduğum yerde şokla kalakaldım. Kafamı korka korka yukarıya kaldırıp sesin geldiği yere, ağaca baktım. Orada bir oğlan vardı. Ağacın dalına oturmuş elindeki elmayı yiyordu. Kahverengi gözleri bir hazine bulmuş gibi ışıldayarak bakıyordu. Kumral saçları dağınık yüzü terli ve kirliydi.
Dilsiz değildim.
Ve bunu artık bilen bir çocuk vardı.
♧
Yataktaydım. Yatağın dayanmış olduğu duvarı izliyordum. Saat kaçtı haberim yoktu. Burada kaçıncı gecemdi bilmiyordum. Sanki beni dünyadaki tüm kötülüklerden koruyacakmış gibi yorganı çeneme kadar çekmiş, ona sıkı sıkıya sarılmıştım. İhtiyaçlarımı karşılamak haricinde yatağın dışına çıkmayı reddediyordum. Kendimi her şeyden soyutlamıştım ve bunun benim için kötü olduğunun farkındaydım, ancak düzeltmek adına en ufak isteği bile bulamıyordum.
Hastaneden çıktığımdan beri kulübün üst katındaki odalardan birindeydim. Her gün ısrarla beni ziyaret eden ve hayata döndürmeye çalışan Eva, gün ışıdığı andan güneş batana kadar etrafımda oluyordu. Özgür, Akın, Tuna tarafından da en az bir kez ziyaret ediliyordum. Hatta Tuna’nın kız kardeşi Didem bile yanıma uğramıştı. Onların dışında Furkan da gelmişti. Daha çok beni kontrol etmek için ve durumumu görmek için geldiğini biliyordum.
Bulunduğum odanın kapısı usulca açıldı.
Cesur... Cesur ise karanlık çöktüğünde yanıma geliyordu. Yatağın kenarına oturuyor, saatlerce öyle duruyor ve gün aydınlanırken de gidiyordu. Sanki ikimize de bir şey olmuştu, konuşmuyorduk. Sanki acımızı yaşamak için birbirimize alan veriyorduk. Bu iyi miydi kötü müydü bilmiyordum.
Ağır adımlarla yattığım yatağa yaklaşıp oturdu. Ağırlığı yüzünden yatakta ona doğru meylettim. Yorganıma daha sıkı sarılarak gözlerimin kapanmasına izin verdim. Günümün çoğunu yatakta geçiriyor olsam da uyuyabildiğim tek an onun yanımda olduğu anlardan ibaretti. Ama bu gece onda garip bir hava vardı. Üzerine sinmiş olan soğuk havanın kokusunu alabiliyordum. Dışarıdan yeni geldiğini anlamak mümkündü, ancak o soğukluk ta içine kadar işlemiş gibiydi.
İçimi kemirmeye başlayan kurt yüzünden var olan uykum artık yoktu. Gözlerimi az da olsa aralayıp gece lambasının aydınlattığı duvara bakmaya devam ettim. Sırtım Cesur'a dönük olduğundan dolayı yüzünü göremiyordum ama ifadesiz çehresi, boşluğa bakan gözleri sanki baktığım duvarın üzerinde çiziliydi.
Dakikalar birbirini kovalayıp saatleri devirdiğinde hâlâ aynı şekildeydik. Sessiz, kırgın ve yaralı... derken Cesur’un hareketlendiğini hissettim. Elini uzatıp yastığa dağılmış olan saçlarımı usul usul sevdi. Sanki yıllar sonra bana ilk kez dokunmuş gibi kendimi kastım, nasıl olduysa bunu hissetti. Saçlarımda gezinen eli birden geri çekildi ve yumruk şeklini aldı, duvara düşen gölgesinden bunu görmüştüm. Sonra önüne döndü, ellerini yatağın kenarlarına bastırıp kafasını hafifçe öne doğru eğdi.
Yine tek kelime etmeden sabahı bulacağımızı düşünerek yeniden gözlerimi yumacağım sırada, “Nehir,” dedi yavaşça. İçimde garip bir titreme oluştu, sesini duymayı özlemiştim. “Uyuyor musun?” diye devam etti. Bu gece uyumuyordum. Yoksa her gece benimle konuşuyor muydu? Aklıma düşen bu düşünce kalbimin hızını arttırmasına neden oldu.
Bir süre boyunca yine konuşmadı. “Dört gün oldu,” dedi sonra. “Dört gündür sesini duymuyorum. Bu ceza çok ağır, gittikçe daha beter oluyor. Ne zaman bitireceksin?”
Yanlış mı duyuyordum, yoksa sesinde yakarış mı vardı? Sessizliği ona ceza olsun diye yapmıyordum. İyileşmek ve içimdeki yarayı dayanılacak seviyeye erişene kadar toparlayabilmek için kendimi her şeye ve herkese kapatmıştım. Bunu hayatımda ikinci kezdir yapıyordum. İlki ailemde patlak veren kaos yüzünden ölüm emrim verildiğinde ve bir şekilde kurtarılıp yetimhaneye atıldığım günlerdeydi. Gerçi o dönemler bir çocuğun yaşamaması gereken şeyleri yaşamıştım ve üstüne de kimseye bir şey anlatmamam için sıkıca tembihlenmiştim. Anneannem kimseye kendim hakkında bilgi verip ardımda iz bırakmamam için bunu istemişti, ancak ben kahrolası bir çocuktum. O kadar korkmuştum ki kimseyle normal şekilde bile konuşamamıştım. Şimdiyse bunu tamamen kendi isteğimle yapıyordum.
Belki de bu benim isyanımdı.
“Dayanırım sanmıştım ama... artık sessizlikle baş edemiyorum. Ne düşündüğünü bilmem gerekiyor, Nehir. Artık o kadar iyi saklanıyorsun ki seni ben bile okuyamıyorum.”
Soluklarım ağırlaştı. Ben herkes için kapalı bir kutuyken Cesur için açık kitap gibiydim. Şimdiyse bunun tam aksini söylüyordu.
“Bana bağırıp çağırsan, her geldiğimde odadan kovsan hiç değilse tepki verdiğin için minnet edeceğim ama tepkisizliğinle beni mahvediyorsun. Niyetin canımı yakmak mı?” Derin bir soluk koyuverdi. “Benim zaten canım yanıyor. Evim başıma yıkıldı, fırtına. Evim başıma yıkıldı ben enkaz altında kaldım.”
Birden gözlerim doldu. Bu o kadar hızlı oldu ki şoka uğradım. Unutmaya, üzerini örtmeye çalıştığım acı işte yeniden tam karşımdaydı.
“Nasıl toparlayacağım bunu bilmiyorum. Toparlanır mı onu da bilmiyorum. Hiçbir şeyi bilmiyorum artık.” Kafasını hafifçe iki yana salladığını hissettim. “Kalk,” dedi fısıltıyla. “Bana tepki ver ki ona göre yolumu çizeyim. Yolumu kaybettim. Hayatımda ilk kez tümüyle yolumu kaybettim. Issızlığın ortasında bıraktın beni.” İki elini de saçlarına daldırıp karıştırdı. “Hani nefret etmiyordun benden?” dedi daha sonra. Sesinde biraz isyan vardı.
Bunu duyduğumda kalbime kıymık batmış gibi bir acı oluştu. Ondan nefret etmiyordum, bunu nasıl söyleyebilirdi? Düşündüğü gibi olmadığını söylemek istesem de araladığım dudaklarımdan tek kelime çıkartamadım. Sanki yıllardır konuşmuyordum ve tüm kelimeleri bile unutmuştum.
“Seni incittim biliyorum. Zarar verdim. Canını yaktım. Korkuttum. Korktun benden. Üzdüm seni. Kalbini kırdım. Bana olan inancını kırdım.” Dediklerinin ağırlığı altında eziliyormuş gibi bir süre sessiz kaldı. Yeniden konuştuğunda sesi daha katıydı. “Şimdi benden nefret etsen... haklısın. Her şeyi mahvettim. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum, yetimhanedeki ranzama hayalini çizdiğim ailemin parçalanmasına neden oldum. Ben... baba olacağım için yere göğe sığamazken... en başında çuvalladım.”
Sıcak bir damla kirpiklerimin arasından sızarak yastığa düştü.
“Fırtına,” dedi sonra birden. Çenesinin kaskatı olduğu sesinden bile belliydi. “Gitmek mi istiyorsun benden?” Ben de kaskatı kesildim. “Yanımda kalkmak artık senin için eziyet gibiyse eğer...” Devamını getiremedi. O kadar zorlanarak konuşuyordu ki bunu netçe hissediyordum. “Sırf peşine düşeceğimi, seni bırakmayacağımı bildiğinden kalıyorsan eğer...”
Sertçe yüzünü sıvazladı. Daha önce konuşmakta bu kadar zorlandığına hiç şahit olmamıştım. Kalbim dehşetle atıyordu ve kıpırdayamayacak kadar şoktaydım. Bana ne demeye çalışıyordu?
Birden, “Ben sensiz nefes alamam bu saatten sonra,” dedi sertçe. Az önce demeye çalıştığı şeyden hızla dönmüş gibiydi. Çalkantılı hâli beni germeye başlamıştı, çünkü yeni bir krizi kaldıramayacak kadar hassas bir anımdaydım.
“Buna ister delilik de ister hastalık de ister takıntı de. Sensiz yapamam. Sensiz olamam. Senin olmadığın yerde duramam. Gitmene...” dedi, durdu. Devamını getirmekte zorlandı. “İzin veremem,” diye cümlesini tamamladığında aradan epey zaman geçmişti. “Gidersen peşinden gelirim. Ya seni geri getiririm ya da gittiğin yerde olurum. Kaçmaya çalışırsan seni yakalarım. Kimse seni benden saklayamaz.”
Korkmalıydım belki de. Aşırı hırslı ve ürkütücü konuşuyordu. Sanki bana sert bir uyarı çekiyor gibiydi.
“Senin için şifa değil zehir olduğumu bilsem bile benden ayrılmana izin veremem. Bu da benim bencilliğim. Sen benim bencilliğimsin.”
Netti. Kesinlikle her sözünde ciddiydi.
“Ama avuçlarımın arasında ölmene de razı olamam,” dediğinde sertçe yutkunduğunu işittim. “Şimdi olduğu gibi... gittikçe soluyorsun ve senin için yapabileceğim tek bir şey var.” Bir kez daha sertçe yutkundu. “Seni kendimden azat etmem gerek ama bunu ben yapamam.” Hareketlendi. Çıkarttığı hışırtılara kulak kabarttım ve hemen arkamda oturduğu için sırtımı teğet geçen ellerinin belinde olduğunu anladım. Oradan bir şeyi çekip aldı. Ne olduğunu çözmem sadece bir saniye sürdüğünde gözlerim irileşti.
Belinden silahını çıkartmıştı.
“Uyumadığını biliyorum,” dedi, bu kez sertçe yutkunan ben oldum. “Benden gitmek istiyor musun, Nehir?”
Cevap veremedim. Biri kalın bir iple boğazımı sıkıyordu sanki. Hâlâ tek kelime çıkartmamış olmam onu iyice yaralamış gibi yorgunca, “Eğer istiyorsan silahımı buraya bırakıyorum,” diyerek o soğuk metali yatağın yanındaki komodinin üzerine koydu. “İşimi bitir,” dedi. “Ancak bu şekilde özgür olabilirsin.”
Sonra da kalkıp gitti.
Sonraki gece yine geldi. Yine sırtım ona dönük şekilde yattım ve yine konuşacak gücü bulamadım. Zaten o da benimle konuşmadı. Önceden yaptığı gibi sessizce yanımda durdu, kararımı bekler gibi. Silah hâlâ bıraktığı yerdeydi. Ona hiç dokunmamıştım.
Sonraki gece geldiğini bile duymadım. Geç gelmişti ve onu beklerken uyuya kalmıştım. Sabah uyandığımdaysa çoktan gitmişti. Geldiğini komodinin üzerindeki silahın yanına çikolata bırakmasından anlamıştım. O gün çikolatayı alıp yedim ama silaha yine dokunmadım.
Sonraki gece yine geç geldi ama bu kez onu bekledim. Yanıma oturmasından sonra uyudum ve o giderken uyandım. Sadece iki saatlik uykuydu. Kafamı kaldırıp baktığımda komodinin üzerinde yine çikolata ve yanında da tek dal mor kasımpatı çiçeği bıraktığını gördüm. Çikolatayı yedim ve çiçeği yastığımın altında sakladım. Silah hâlâ oradaydı.
Sonraki gece daha erken geldi. Bu kez yatağımda değildim. Aralık duran pencerenin önündeydim, boş sokağı izliyordum. Beni günler üstüne yataktan çıkmış hâlde bulduğunda adımları kesildi. Kafamı çevirip omzumun üzerinden ona baktım, bana bakıyordu. Ayrılmış ve yıllar sonra ilk kez karşılaşmışız gibi uzun süre sadece birbirimize baktık. Yavaşça ona doğru döndüm. Elinde yine benim için getirdiği çikolata ve bu kez sarı renk kasımpatı çiçeğini taşıyordu.
Benim elimdeyse silah vardı.
♧
Sevgili okurlar çok beklettik biliyoruz ama inanın yorucu bir süreçten geçiyorum. Bir sonraki bölüm de geç gelebilir ama sonra düzene oturtacağız inşallah hepinize kocaman öpücükler yorum bırakmayı unutmayınn 🥰🥰🥰
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |