
Sevgili okurlar sizi çok bekletmemek adına yazdığımız kısmı yüklüyorum ama baştan belirtelim ki bölüm diğer bölümlere göre birazcık kısa kaldı, çünkü ancak bu kadarı yetişebildi. Bilenler bildiği üzere taşınma durumum vardı. Çok şükür şubat başında yeni evime geçmiş olacağım ve o zaman her şey daha rayına oturacak. Şu anda da feci hastayım, her yanım peçete dolu duruyor :'( Yine de sizi çoook uzun bekletmektense yazılan kısımı paylaşmak istedim. Sevgiyle ve en önemlisi de sağlıkla kalın bol bol öpücükleerr 🥰💕🥰💕
♧
Cesur bir an için nefes bile almadı. Koyu kahve gözleri sadece elimdeki silaha kilitlenmişti. Harelerinden geçen hayal kırıklığı mıydı, yoksa kabulleniş mi? Aslında daha çok teslim oluş vardı sanki. Sonra kafasını kaldırıp bana baktı ve dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme geçti. Bu o kadar acı hissettirmişti ki sertçe yutkunmak zorunda kalmıştım. Karşımda dimdik duruyordu, her zamanki gibi heybetliydi, ancak aynı zamanda umudunu kaybetmiş, kaderine boyun eğmiş bir çocuk gibiydi de.
Yaklaştı. Bana doğru yürüyüp benim için getirdiği çikolatayı ve çiçeği komodinin üzerine bıraktı. Ardından da koca cüssesini karşıma taşıyıp orada durdu. Aramızda bir kol mesafesi vardı. Silahı kaldırıp kolayca ateş edebileceğim kadar boşluk bırakmıştı. Bunu bile hesaplamasına, düşünmüş olmasına lanet ettim. Kendini benim için her şeyi kolaylaştırmaya öyle çok adamıştı ki kendimi ona karşı çok yetersiz hissetmeme neden oluyordu.
“Hedef al, fırtına kuşu,” dedi günaha davet edercesine tatlı tatlı. Sanki ona çiçek uzatacakmışım gibi konuşması yüzünden olanca gücümle dişlerimi sıktım. Silahı saran parmaklarım kasıldı. Kaba metal elimde ağırlaştıkça ağırlaştı.
“Buradan çıktığında Tuna seni güvenli bir yere yerleştirecek. Kimsenin seni bulamayacağından emin olacak. Bir daha kimse seni rahatsız etmeyecek. Rahat ol,” derken yine garip bir şekilde gülümsedi. “Hedef al, kasma kendini.”
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Kelimeler artık özgürlüklerini istiyormuş gibi dudaklarımın sınırlarını zorladığında, “Onlara... onlara bunu mu söyledin?” dedim. Sesim kendime bile yabancı gelmişti. Ayrıca günler üzerine yeniden konuşabilecek güce ve isteğe erişmiş olmak daha iyi hissetmeme neden olmuştu.
Cesur sanki ihtiyaç duyduğu şeyi elde etmiş gibi soluğunu huzurla havaya bırakırken gözlerimin içine içine bakıyordu. “Sesine hasret ölseydim eksik kalacaktım,” dedi, bu kez nefesi kesilen ben oldum. “Onlara söyledim. Bu odadan bir silah sesi duyarsalar eğer sonrasında ne yapacaklarını biliyorlar.”
Kafamı hafifçe sol omzuma doğru yatırdım. “Ölümünü planlayacak kadar mı ölmeye hevesin var?”
“Seni yaşatamıyorum,” dedi. “Sana iyi gelmiyorum artık. Acı çekiyorsun ve merhemin ben değilim. Ben yaranın tuzu oldum.”
“Bazı yaralar kanaya kanaya kapanır. Hiç mi kanayarak iyileşen yaran olmadı?”
“Oldu. Hâlâ kanıyor ama hiç iyileşmiyor.”
“Çaresi ölmen mi?” diye sordum. Sesim dümdüzdü. Hiçbir duygu kırıntısı taşımıyordu.
“Senin iyi olmanın çaresi ölmemse... hiç düşünmem bile.”
“Ben bir daha iyi olmayacağım.”
“Olacaksın. Benim gölgemin olmadığı bir hayat seni iyileştirir. Korkmadan, düşünmeden, kendi kendini yiyip bitirmeden yaşayacaksın. Endişelenmeyeceksin. Delirip sana zarar verecek şeyler yapabileceğimi düşünmeyeceksin ya da karnına ektiğim bebeğin korkusunu yaşamayacaksın.”
Karnıma sert bir sancı girdi ama buna rağmen duruşumu bozmamayı başardım. Söylediklerinden emin duruyordu. Ona binlerce kez onsuz yok olacağımı söylediğim halde öyle kendinden emindi ki az kalsın ona inanacaktım. “Benim için yaşayacağına söz vermiştin,” dedim yine düz düz. Yaptığım hatırlatma ona bir saniyeliğine ne yaptığını sorgulattı.
“Doğru, vermiştim,” diyerek kabul etti.
“Sen hep sözlerini böyle bozar mısın?”
“Bozmam, asla. Ama artık durum çok farklı. Yine avuçlarımın arasında kırık dökük duruyorsun. Bu kez bunun sebebi benim ve bu kez seni yeniden birleştiremeyeceğimi biliyorum.”
“Denemedin bile.”
“Deneyecek gücüm yok,” dedi itiraf edercesine. “Tüm bunlara sebep olan benken... yüzsüz gibi...” Sertçe yutkundu, sanki bunu konuşmak onun için epey zordu. “Deneyecek gücü bulamadım.”
“Pes ediyorsun,” derken ağır ağır kafamı salladım. “Benimle baş etmek istemiyorsun.”
“Tabii ki öyle değil-”
“Herkes benden kurtulmaya çalışıyor,” diyerek lafını bastırdım. “Annemin rahmine düştüğümden beri istenmedim. Nasıl başladıysan öyle gider hesabı... Her zaman aynı şey oldu. Sevilmeyen, ilk gözden çıkarılan, ilk terk edilen oldum. Şimdi... sen de beni terk etmek istiyorsun. Söylesene, ben çabalamaya hiç mi değmiyorum?”
Konuyu yanlış yerden ele aldığımı belli edercesine kafasını hafifçe iki yana sallarken uzanıp elimi tutmak ve bana yaklaşmak istedi. Ancak beni yatıştıracak tek bir kelime bile söylemesine izin vermeden elimdeki silahı kaldırıp ona doğrulttum. Dışarıdan güçlü ve hissiz duruyordum. İçeridense sadece acı doluydum. Tıka basa, ağzına kadar acıyla bütünleşmiştim.
Cesur ani hareketim üzerine sakin olmamı istercesine ellerini hafifçe havaya kaldırıp, “Fırtına,” dedi içimin titremesine neden olacak şekilde yumuşak konuşarak. “Ben senden bir adım öteye gidemem. Yapamam. Yapabilsem bunu sana bırakmazdım. Ben sana odaklı bir canavarım. Biri kırmızı ışığı üzerine tuttu ve bende sana kilitlendim. Bunun geri dönüşü yok.” Bana olan takıntısını yine uç noktalara taşıyordu. “Seni terk etmiyorum ya da senden gitmiyorum. Sana bir seçenek sunuyorum. Eğer bensiz bir hayat istiyorsan o tetiği çek, düşünme bile. Seni boğuyorsam, sınırsızlığım sana fazla geliyorsa şarjörü üzerimde boşalt. Sana söyledim benden kurtulabilmenin tek yolu bu. Yoksa kollarımda beni istemediğini söyleyerek yitip gidene kadar ağlayıp sızlansan bile seni bırakmam.”
“Niye çabalamıyorsun?” dedim istifimi dahi bozmazken. Ağlamıyordum, kızmıyordum, öfkeli değildim, kırgın değildim. Dümdüzdüm işte. Ne kadar düz ne kadar hissiz olunabiliyorsa o kadardım.
“En az senin kadar acı çekiyorum, hiç görmüyor musun beni?” dedi biraz isyan edercesine. “Sen tüm her şeyle tek başına savaşırken ben bir odada kendimden habersiz yatıyordum. Kendime geldiğimde her şeye geç kalmıştım. Bunun benim için ne kadar ağır olduğunu, bana ne kadar ağır geldiğini göremiyor musun? Savaşarak kaybetseydim bu kadar acımazdı. Sana yemin ederim savaşarak kaybetseydim böyle her an etim koparılıyormuş gibi hissetmezdim. Ama öyle bir fırsatım bile olmadı. Savaşamadan yenildim ben.”
Bundan günler öncesinde olsaydım çoktan salya sümük ağlamaya başlamıştım ama aradan geçen zaman benden birçok şeyi de beraberinde götürmüştü. Günlerdir kendimle sessiz bir savaşın içerisindeydim. Kazanmış mıydım yenilmiş miydim onu da bilmiyordum.
“Bense çok savaştım,” dedim biraz yorgunca. “Kalan son kırıntılarımla burada, bu odada kendimle çok savaştım, Cesur. Hepsinde yanımdaydın ama beni görmedin.”
“Seni görmediğim bir an bile olabilir mi?” dedi bunun aksi asla mümkün değilmiş gibi. Sanki yanıma sokulmak istiyordu ama ona doğrulttuğum silah bunun önünde büyük bir engeldi. “Sana nasıl merhem olabilirim diye düşündüm, burada, bu odada, yanında. Sonra baktım daha kendi yaralarımı bile kapatamıyorum, üstüne sana yük oluyorum. Rahat nefes alamıyorsun artık, boğuyorum seni, bunu gördüm işte. Sana merhem olmak bir yana seni boğuyorum.”
“Çaren bana bir silah bırakmak mıydı? Bunu bana nasıl yükleyebilirsin?” dedim bir nebze sitemle. “Günlerdir burada can çekişirken benden istediğin şey ölüm olmamalıydı.”
“Senin için,” dedi sıkıntıyla gözlerini yumduğunda.
“Eğer gerçekten benim içinse senin tek seçeneğin yaşamak olmalıydı. Çünkü... çünkü senden başka kimsem kalmadı.” Sertçe yutkundu, sertçe yutkundum. “Bunu bile bile benden seni de almak istedin.”
“Fırtına-”
“Elime bir silah tutuşturup gittin Cesur!” dedim artık sakin kalmak zormuş gibi sesimin yükselmesine engel olamazken. “Ben canımdan bir parçayı kaybedeli ne kadar oldu daha? Kaç gün oldu? Üç gün mü? Beş gün mü?”
Kısık sesle cevap verdi. “On bir gün.”
“Kahrolası on bir gün önce ben zaten öldüm,” dedim sitemle. “Şimdi kalkmış benden seni de öldürmemi istiyorsun. Çok mu ağır geliyor sana olanlar? Ya benim yaşadıklarım? Ben hiç pes etmeyi düşünmedim mi sanıyorsun? Ben niye yaşıyorum ki Cesur? Ben hiç yaşamamam gerekirken niye inatla yaşıyorum? Şu hâlimle bile seni düşünebiliyorken sen neden beni düşünemiyorsun? Bana yük olduğunu, dert olduğunu ya da beni boğduğunu düşünüyorsan neden silahı alıp bunu kendin halletmiyorsun? Neden bunu bana yükledin? Senin yapacak gücün yoktu da benim var mıydı? Benim bunu yapabileceğimi nasıl düşünebilirsin? Söylesene! Senin aşkın çok büyük ama benimki küçük mü sandın? Ben yeterince sevemedim mi seni de bunu bana yükleyebildin?”
“Nehir,” dedi afallamayla. “Öyle değil, dinle-”
Dinlemedim. “Tuna beni alacakmış, güvenli bir yere götürecekmiş, öyle mi? Yeni hayat kuracakmışım, öyle mi?” dedim alay ve öfkeyle. “Ben bu filmi yirmi yıl önce çektim ve yaşadım zaten Cesur! Tahmin et ne oldu; TÜM PLANLAR YERİN DİBİNE BATTI!” Kendime sakinleşmeyi emretsem de faydasızdı. Günlerdir konuşmadığım her kelimenin acısını çıkartmak istiyordum. Günlerdir sustuğum ve içimde büyüttüğüm her şeyin karşılığını vermek istiyordum.
Büyük bir hayal kırıklığı ve gücenmişlikle, “Seni öldürdükten sonra ne yapacağımı bile Tuna’yla planlamışsın sen!” dedim. “Bu kadar emin miydin bunu yapabileceğimden? Hiç mi göremedin hayatımda senden başka kimsemin kalmadığını da benden bunu isteyebildin? Olanlar yüzünden sana kızdım, kırıldım diye senden vazgeçebilirim mi sandın? Senin aşkın deliceydi de ben çok mu akıllıydım?”
Gözlerim acıyordu ama ağlamıyordum. O kadar ağlamıştım ki artık akacak tek damla yaş bile kalmamıştı sanki. Orada olabildiğince dik duruyordum. Cesur ise benim aksime yıkık döküktü. Sözlerim onu daha da yaralamıştı. Ona bakmaya devam ederken usul usul kafamı salladım. Bu hareket kabulleniş doluydu. “Eğer bu gece bu odada biri ölecekse bu sen olmayacaksın,” dedim ani bir karar almışım gibi. Ardından da tepki vermesine zaman tanımadan namluyu çekip kendime doğrulttum. Artık hedefinde sağ şakağım vardı.
Cesur ileri atılmakla yerinde kalmak arasında mekik dokurken, “Hayır,” diye fısıldadı. Başını iki yana salladı. Gözlerinde bunu ilerletmememi bağıran net bir ifade vardı.
“Namluyu sana doğrultmak aslında bana doğrultmaktı. Hiçbir farkı yok benim için. Şimdi anlayabildin mi?”
“Nehir,” dedi can çekişircesine. “Yapma bunu bana.”
Yüzüme bakamıyordu bile. Gözleri bunu görmeyi reddediyormuş gibi çenemden yukarıya çıkmıyordu. Buna karşılık histerik şekilde güldüm. “Senin görmeye bile tahammül edemediğin şeyi benden yapmamı istedin,” dedim suçlar tonla. “Çok bencilsin, Cesur. Hiç bu kadar bencil olmamıştın.”
“Seni bu bencillikten kurtarmak istemiştim sadece,” dedi sinirlerini zapt etmek adına kendisini kasa kasa. İşte içinde taşıdığı canavar bir adım ötesindeydi ve ona bürünmesine çok az kalmıştı, farkındaydım. “Ben seni bencilce kendime istiyorum. Benimle yok olmayasın diye sana bu seçeneği sundum. BUNU YAP DEMEDİM.”
Aniden yükselmesi karşısında irkildiğimi iyi kamufle edebildim. “Aynı şey. Ben bir çıkmazın içine düşmüşken bana elini uzatmalıydın, silahını değil! Sen delisin de ben çok mu akıllıyım? Bunca şeyden sonra akıl mı kaldı bende? Savaşmayacağım artık, oldu mu? Başından beri herkesin olmasını istediği şey olacak. Geberip gideceğim-”
“HAYIR!” diye tüm hiddetiyle hırladı. “İNDİR O SİLAHI.”
Umursamadım. “Hedef almamı istemiştin. Bende hedef aldım.”
“HEDEF ALACAĞIN TEK KİŞİ BENDİM!” dedi gırtlağını parçalayacak derece zorlayıp bağırarak. Onu tutan zincirler artık yoktu. Bana yine ipini kopartmış o bakışıyla bakıyordu. Bunu çok kısa süre üzerine yeniden göreceğimi hiç düşünmesem de işte içinde taşıdığı tüm delilikle yine tam karşımda duruyordu.
“Çok bencilsin,” diye sayıkladım. Ona karşılık sesim epey güçsüzdü ve başka bir şey söylemeye gerek yoktu. Tetiğe yerleşmiş olan parmağıma hareket emrini verdim. Kurşunun sesi kulağımı sağır edecek kadar yakınımda patladığı için beynime yerleşen uğuldama sonsuzdu. Sanki birisi kafamı sürekli bir sağa bir sola vurup duruyormuş gibi hissediyordum. Kafamın içerisinde ciddi şekilde sarsılma yaşıyordum. Ama hiç acı yoktu. Ölüm bahsedilenin aksine bu kadar acısız bir şey miydi? Ölmüş müydüm? Hiç canım yanmadan, etimin ikiye ayrıldığını hissetmeden, kanımın aktığını anlamadan? Ölmek bu kadar kolay mıydı?
Tüm duyu hissimin körleşmesine rağmen kapının ardında bağrışma sesleri duydum. Bu beni irkiltti. Birbirine yapışmış olan kirpiklerim titreyerek açıldı. Önce beyaz ışıktan başka hiçbir şey göremedim. Kulaklarımda hâlâ derin bir uğuldama vardı. Zaman ve mekândan bir anlığına soyutlanmıştım. Görüşümün düzelmesi bana çok uzun sürmüş gibi gelse de aslında öyle olmadığından emindim. Yaşadıklarım saniyenin yarısını ancak dolduracak uzunluktaydı ama ne olduğunu kavrayarak ana geri dönmem sanki saatler sürmüş gibi hissettirmişti.
Beyaz ışık kaybolduğunda Cesur’u bir nefes uzağımdayken gördüm. Silahı tutan elim elindeydi ve kurşun kafamın tepesinden geçerek duvarda bir noktaya saplanmıştı. Eğer hızı ve refleksi bu kadar iyi olmasaydı ben ayaklarımın üzerinde değil, ayaklarının dibindeydim.
“Yapacaktın,” diye sayıkladı bir an sonra şokla. Avucunu bileğimden kaydırıp parmaklarımın arasındaki silahın kontrolünü eline alarak onu yere düşürmemi sağladı. Ardından afallamış şekilde tekrarladı. “Yapacaktın.”
Yapacaktım, evet. Eğer engel olmasaydı bu dramatik hayatıma son verecektim. Eğer yeterince atik davranmasaydı şu anda göğsüme hava çeken ciğerlerim sönmüş, kaburgalarımı kırmak istercesine hızla atan kalbim hareketsiz kalmış olacaktı. Ne yaptığımı sonradan anlamanın verdiği şokla vücudumu titreme sarmaya başladı. Ölümle yakın olduğum birçok andan geçmiştim ama hiçbiri bizzat kendi elimden gelmemişti.
“Yapacaktın,” dedi Cesur aynı şokla. Sanki inanamıyordu. Sanki bu onun için epey imkânsızdı ve gerçekleşmekten kıl payı dönmüş olması onu dumura uğratmıştı. Beni tutan elleri geri çekildiğinde onun ayakta durmakta zorlandığına şahit oldum. Gerisin geri iki adım atarak yatağımın kenarına oturdu, ancak o şekilde bile dik duracak hâli yokmuş gibi kayıp tamamen kendisini yere bıraktı. Ayaklarını öne doğru uzattı. Kollarında da hiç derman kalmamış gibiydi, iki yanında öylece duruyorlardı.
Beni bırakmasıyla ve tüm gücünü kaybetmiş gibi yere çökmesiyle birlikte bende ayakta duracak gücü kaybettim. Bulunduğum yere çöküp sırtımı pencerenin alt camına yasladım. Ayaklarımı karnıma doğru çekip kafamı da yatak başlığımın kenarına dayadım ve sessizce onu izledim. Öfke, korku ve panik doluydu. Sanki elleri bile titriyordu, emin olamamıştım. Bakışlarıysa hâlâ bir delinin bakışıydı. Kendine gelememişti, zihni kayıptı. Aklı yerinden çıkıp gitmiş gibiydi. “Yapacaktın,” diye yineledi. Sesi kısıktı ve hâlâ buna inanamıyordu.
Onu vurabileceğime inanmıştı ama kendimi vurabileceğime inanamıyordu.
Sadece birkaç saniye sonra bulunduğumuz odanın kapısı kırılırcasına açıldı ve kapının ardındaki kargaşa hızla içeriye dahil oldu. Tuna tüm duygulardan arınmış bir profesyonel gibi en önde içeriye girerken ardından gelen bir düzine adam vardı. Hiçbirini tanımıyordum. Hepsi tek tip takım elbise giymiş, epey iri kıyım adamlardı. İkisi kapının orada durmuş Akın ve Özgür’ün içeriye girmesine engel oluyordu. Diğerleri Tuna’yla birlikte yanımıza gelmişti. Tuna ne zamandan beri duygularını bu kadar iyi gizleyebiliyordu? Ne zamandan beri Cesur’un ölmesi umurunda değildi ve tamamen görevine odaklıydı?
Tuna, Cesur’u incelediğinde ve iyi olduğunu gördüğünde, “Abi,” dedi şaşkınlıkla. Ardından bana döndü ve iyi olduğumdan emin olduğunda verdiği rahatlama soluğunu yakaladım. İşte, tüm profesyonelliği orada bitti.
“Bırakın içeri gelsinler.”
Adamlar girişi serbest bıraktığında Özgür ve Akın görmekten korktukları şeyi görebilmek için odaya daldı. Özgür’ün dehşet bir endişeyle, “Abi!” diye haykırması beni olduğum yerde sıçrattı. Kesinlikle perişan görünüyordu. “Abi! İyisin! İyisin! İyisin, abi!” dedi hem şok hem de sevinçle. Doğruca yanına gitmek istese de kuşkusuz Cesur’un zincirini kırmış hâlini fark edip duraksamıştı.
Akın’ı eli ayağı birden boşalmış gibi sırtını odanın girişindeki gardıroba yaslarken gördüm. Taşıdığı stresi belli edercesine elini karnına bastırıp olduğu yerde iki büklüm kesildi. Ardından da tüm bedeninden güç çekilmiş gibi o da yere çöktü. Bir şey söylemesini beklesem de sanki sessizce şükrediyor gibiydi. Ellerini yüzüne gömüp öylece kalmıştı. Eva ise çekinik şekilde kapının dışında duruyordu, içeriye girmeye cesareti bile yoktu.
Tuna, “Siz beni aşağıda bekleyin,” diye buyurarak iri kıyım adamların odayı terk etmesini sağladı. Ardından da kulağındaki kulaklığı çıkartıp oynayan sinirlerini yatıştırmak istercesine sertçe yüzünü sıvazladı. Odanın içerisinde ne yapacağını bilemez şekilde dolandıktan sonra yan tarafıma gelerek perdeleri çekip camları tamamen açtı. Sıkışan göğsünü rahatlatmak istercesine elini pencerenin pervazına yaslayıp kafasını öne eğerek derin derin soludu ve öylece kaldı.
Özgür şokla Cesur’a bakarken sanki birisi onu sırtından itmiş gibi aniden yerdeki silaha doğru atıldı. Kuşkusuz Cesur’un delice bir şey yapmasından ödü patlıyordu. Silahı eline alıp bir süre sessizce sadece onu inceledi. Peş peşe sertçe yutkundu. Silaha baktı, sonra abisine baktı, sonra yeniden silaha baktı. Sıkılan kurşunu ararcasına odayı taradı ve yan tarafımdaki köşeye gözlerini dikmesi pek uzun sürmedi. Rengi atmış suratını sertçe sıvazlayıp silahı beline sıkıştırdı. Kesinlikle iyi görünmüyordu.
“Nehir,” dedi daha sonra cansız şekilde. Boğazını temizlese bile sesi net çıkamamıştı. Cesur’un etrafından dolanıp bana doğru yürümeye başladığını gördüğümde içgüdüsel olarak kendimi açıklama niyetiyle kafamı hafifçe iki yana sallamaya başladım. Cesur’u vurabileceğimi düşünmüş olabilir miydi? O ya da diğerleri bunu yapabileceğime ihtimal vermişler miydi?
“Şoka girdi,” diye sayıkladım. “Silahı kendime doğrultunca... şoka girdi.”
Sanki silahı Cesur’a doğrultmuş olsam da önemi olmayacakmış gibi bir tavırla, “Gel buraya, haydi,” diyerek bana elini uzattığında onu tutmakta tereddüt etmedim. Beni çekerek ayağa kaldırdı, ancak bacaklarım sanki kilitlenmiş gibiydi. “İyi misin?” diye sorsa da cevap vermemi beklemeden beni kucaklamak için hareketlendiğinde onu durdurmak istercesine ellerini yakaladım.
“İyiyim, tamam.”
Şu anda bu odada olan hiç kimse iyi değildi.
Özgür kısaca kafasını sallayarak beni kapıya doğru yürüttü. Aslında gitmek istemiyordum, nedense Cesur’u bırakmaya içim el vermiyordu. Kilitlenmiş gibi öylece yerde duruyordu ve etrafındaki her şeyden soyutlanmış gibiydi. Dudakları hafifçe oynuyordu ve aynı kelimeyi tekrar ettiğinden duymasam bile emindim.
Yapacaktın...
Özgür beni kapıya kadar götürdüğünde Eva’ya teslim edermiş gibi kafasını salladı. “Burada kal,” diyerek de tembihledi. Yeniden odanın içerisine geçip Cesur’a doğru temkinli adımlarla yaklaşırken onu dikkatle inceledim. Fazlasıyla gergindi. Hem Cesur iyi olduğu için Allah’a şükredecek hâldeydi hem de bu duruma geldikleri için Cesur’la kavgaya tutuşmamak için kendisini baskılıyor gibiydi.
“Abi,” diyerek yavaşça yanında diz çöktü. Ondan ani bir atak alabilirmiş gibi dikkatliydi, ancak aynı zamanda o kadar tükenmiş, o kadar yorgun duruyordu ki onun için üzülmüştüm. “Abi,” diye tekrarladı. Sesinde saklı olan yalvarışı yakalamak sertçe yutkunmama neden oldu. “Benim,” dedi daha sonra. Sanki çalan bir kapının ardından sorulan ‘kim o?’ sorusunun cevabı gibi benim dediğinde kapının otomatikman ona açılacağını düşünmüştü. Ancak Cesur tepki vermedi. O kapı aralanmadı bile.
Özgür çok hafifçe kafasını iki yana sallarken, “Kim olduğumu bile bilmiyorsun,” dedi kısık sesle. Bu durumun aşırı derecede canını yaktığını anlamak zor değildi. “Benim,” diye yineledi çaresizce. “Başına buyruk olan kardeşin. Nerde akşam orda sabah takılan, sorumluluk almayan, aslında pek de bir işe yaramayan kardeşin.” Öyle gürültülü yutkundu ki benim boğazım acıdı. “Benim, abi. Kardeşinim.”
Karşılığı tepkisizlikten ibaret olunca sahip olduğu ümidi usul usul kaybetmeye başladığı yüzünden okunuyordu. “Abi az baksana bana,” dedi ısrarla. Cesur aslında ona doğru bakıyordu ama öyle boş bakıyordu ki odağı yoktu. Özgür hafifçe onun dizini dürtmek için elini kaldırsa da bunun ters sonuçları olabileceğini hatırlamış olacak ki havaya kalkan elini yumruk yapıp sıkarken, “Beni duyuyor musun?” dedi kendisini sabırlı kalmaya zorlayarak. İşin aslı karşılık alamıyor olmak zaten gerilmiş olan sinirlerini bozmaya başlamış gibiydi.
Cesur yine tepki vermedi. İçime soğuk bir his çöktü. İstemsizce kendimi suçlu hissetmeye başladım. Onu nasıl şoka sokmuşsam kaybolup gitmişti. Ruhen orada değildi sanki.
Özgür dişlerini sıkıp, “Abi,” dedi yeniden sabrının son sınırlarındaymış gibi biraz sesini yükselterek. “Beni duyuyor musun?”
Akın sanki hiç ağzını açmayacakmış gibi dursa da yüzünü sıvazlaya sıvazlaya ellerini suratından çektikten sonra, “Uğraşma artık,” dedi. Sesi hiç olmadığı kadar cansızdı.
Bunu duymak Özgür’ü iyice sinirlendirmiş gibi ya da orada tek çatabileceği kişi Akın’mış gibi hışımla ona dönüp, “Ne demek uğraşma?” dedi.
“Uğraşma işte Özgür,” dedi sitemle. “Ne zaman böyle kolay geri döndüğünü gördün?”
“Dönecek,” dedi bunun üzerine hırsla. Yeniden abisine odaklanıp, “Kendine gel,” dedi asabı bozulmuş şekilde.
Akın dirseğini dizine dayarken parmaklarını alnında gezdirerek başına saplanan ağrıyı azaltmaya çalışırken, “Yapma,” diye uyardı. Bir an sonra hırgür çıkartacakmış gibi bunu söylemişti.
Özgür onu duymazdan geldi ama ona olan öfkesini doğrudan abisine yansıtıp, “Uyuşmak mı istiyorsun?” dedi daha yüksek sesle. “Yine günlerce kendinden habersiz yatacaksın. Bu mu olsun? Yine bir sürü olay olacak, yine hepsine geç kalacaksın! Bu mu olsun?”
Akın tüm gücüyle bağırdı. “YAPMA!”
Özgür de aynı onun desibelinde karşılık verdi. “NE YAPMA LAN NE YAPMA? NE YAPIYORUM BEN? NE? NE? NE?” Boğazını yırtarcasına bağırıyordu. Odanın duvarlarının bile titrediğine yemin edebilirdim. Hışımla saçlarını karıştırıp sakinleşmenin yollarını ararcasına sağa sola bakındı, ancak Cesur’un hâlâ aynı tepkisizlikle duruyor olmasına artık tahammülü kalmamış gibi tüm öfkesini ona yöneltti. “Abi sen ne yapıyorsun?” dediğinde sesinde sitem vardı. “SEN BİZE NE YAPIYORSUN?” dediğinde sesi sorgulayıcıydı. “SEN. BİZE. BUNU. NASIL. YAPARSIN!” dediğindeyse hesap sorar cinstendi.
Ve artık bu odada zincirini kopartmış iki kişi vardı.
“Ben, ben demiştim ki ağzıma da sıçsan, kemiklerimi de kırsan sesimi çıkartmayacağım. Olanlardan sonra ne yaparsa hakkıdır demiştim ama bu ne? Bu ne abi? Ne yapıyorsun sen? Bizi neyle sınıyorsun?”
Akın ondan beklemediğim şekilde tepkisiz kaldı. Sanki oturduğu yerden kalkacak dermanı bile yoktu. Kalkabilse müdahale edecekti ama kıpırdayamıyor gibiydi. Tuna omzunun üzerinden odanın içerisini kontrol ediyordu. Hâlâ yüzünü tamamen dönecek kadar kendisini toparlayamadığı belliydi. Eva sözde beni ayakta tutmak için yanımdaydı, ancak resmen bana yapışmış hâldeydi. Korkuyordu, hızla atan kalbinin ritmini hissedebiliyordum. Ayrıca sessizce ağlıyordu da. Arada sırada beni geriye doğru çekiştirip buradan uzaklaştırmak istese de şu anda buradan ayrılabileceğimi hiç sanmıyordum.
Özgür, “Kaç gündür şu lanet kapının arkasında bir kurşun sesinin çıkmasını bekledik abi!” dedi büyük bir sitemle. “Bizi ne hâle soktuğundan haberin var mı? Sen bu odaya her girdiğinde çıkana kadar şu koridorda ecel terleri döktüğümüzden haberin var mı? Günlerdir şu kapının ardında yaşıyoruz, günledir!” Ellerini yumruk yaptı. Konuştukça içindeki zehir boşalıyordu ama aynı zamanda öfkesi daha çok artıyordu. “Sen bu kadının senden başka kimsesi kalmadığını bile bile onun eline silah tutuşturdun!” dediğinde boğazım düğüm düğümdü. “Sonra da bizden böyle bir şeye rıza göstermenizi bekledin! Tuna’yı aldın bizim karşımıza koydun! Tuna’yı!” Hiddeti katlandı. “SEN NE YAPIYORSUN ABİ? SEN BİZE BUNLARI NASIL YAPARSIN?”
Onu suçluyordu ve bu konuda haksız değildi. Cesur’un çok canı yanmıştı, biliyordum, emindim, çünkü aynı acıyı yaşıyordum. Ancak ne olursa olsun bu şekilde davranma hakkını onda görmüyordum. Ben pes edebilirdim ya da Özgür edebilirdi, Akın da edebilirdi, ancak Cesur’un bu hakkı yoktu, çünkü buradaki herkes için onun yeri ayrıydı. Belki de tüm bu sorumluluktan bunalmıştı, bilemiyordum ama yine de yaptığını asla onaylayamazdım.
“SEN ÖLMEYİ NASIL İSTEYEBİLİRSİN?” dedi daha sonra. İyiden iyiye çıldırmış gibiydi. “SENİN BUNA HAKKIN YOK! BENİ DUYDUN MU? SENİN. BUNA. HAKKIN. YOK!” Artık hiçbir şey umurunda değilmiş, tüm ipleri kopartmış gibi Cesur’un yakasına yapışıp onu sarstı. “KENDİNE GEL! BEN SENSİZ HİÇBİR ŞEYİ BAŞARAMAM, KENDİNE GEL ABİ! SEN BENCİLCE DAVRANAMAZSIN! BEN DAVRANIRIM AMA SEN BUNU YAPAMAZSIN! ÇÜNKÜ BEN HÂLÂ ÇOCUĞUM AMA SEN BU AİLENİN BABASISIN!” Cesur’un boş bakışlarındaki irkilmeyi yakaladım. “BENİ YÜZÜSTÜ BIRAKAMAZSIN, DUYUYOR MUSUN? ARKANI DÖNÜP GİDEMEZSİN! PES EDEMEZSİN! SEN YIKILAMAZSIN ABİ! ÇÜNKÜ SEN YIKILIRSAN HEPİMİZ ALTINDA KALIRIZ!”
Akın’ın yanaklarına düşen damlaları gördüm. Sanki koca su kütleleriymiş gibi seslerini duyduğuma bile emindim.
Özgür, “KENDİNE GEL ABİ!” dedi yakarırcasına. Bunu kaçıncı söyleyişiydi sayamamıştım. Acınası şekilde onu geri getirmeye çalışıyordu. “BAK BANA, BAK BEN ZATEN KAYBOLMAK ÜZEREYİM. EVLENİYORUM BEN ABİ,” dedi birden. Cesur’un bir kez daha irkildiğini fark ettim, peş peşe gözlerini kırpıştırdı. “Ölüyorum abi ben,” dedi daha sonra. Sesi birden düşmüş, harareti birden solmuş gibiydi. Omuzları iyice çökerken Cesur’un yakalarını tutan elleri gevşedi. “Ölüyorum, nefes alamıyorum,” dedi boğazında dikenler varmış gibi güçlükle yutkunduğu sırada. “Şu günlerde... şu günlerde benim babama çok ihtiyacım var.” İki koca damla Özgür’ün yanaklarını yıkadı. “Benim... sana... çok ihtiyacım var.”
Cesur bir daha asla normale dönemeyecek şekilde kilitlenmiş gibi dursa da önce iki yanında sere serpe duran ellerindeki kımıldamaları gördüm. Kalp atışım hızlandı. Ardından sanki uzun bir uykudan uyanmış gibi biraz zorlanarak kolunu kaldırıp büyük avucunu Özgür’ün ensesine yerleştirerek onu kendisine doğru çekti. Özgür işte o an gerçekten küçük bir çocuk gibi tüm gardını düşürerek omuzları sarsıla sarsıla ağladı.
Cesur hâlâ tam olarak kendisini toplayabilmiş olmasa da en azından artık çevresinin farkındaydı. Koyu kahve harelerindeki cansızlık usulca eriyordu. Düzeliyordu. Belki de ilk kez ilaçsız bunu atlatabilecekti. Şundan kesinlikle emindim; sevgi iyileştirirdi ve aynı zamanda sevgi öldürebilirdi de.
Bu gece herkes kendi içerisinde bir yanını öldürmüştü. Gün doğduğunda herkesin eksik bir yanı olacaktı. Kim bunu belli ederdi, kim etmezdi emin değildim ama bana baktıklarında değiştiğimi düşüneceklerinden emindim. Çünkü bu gece o kurşunu kendime sıkamamış olsam da Nehir’e sıkmıştım. Bir bedene iki ruh sıkıştırmaya çalışma çabam artık bitmişti. Nehir, kaybettiği herkesle birlikte ölmüştü.
Ve Deniz onun intikamını alacaktı.
♧
Sevgili Deniz artık gerçek anlamda sahneye çıkma vakti bizi çok beklettin📢
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |