48. Bölüm

48. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

“Saçların ne kadar güzel.”

Kız çocuğu yanındaki oğlana garip garip baktı. “Güzel mi?”

“Evet. Sarı renk ama o kadar sarı ki sanki bal gibi.”

“Saçlarım güzel değil,” dedi kız.

“Kim demiş bunu? Kim demişse sana yalan söylemiş.”

“Kimse demedi.” Hafifçe omuz silkti. “Ben biliyorum.”

“Nasıl biliyorsun?”

“Güzel olsalardı annem saçlarımı tarardı. Annem saçlarımı hiç taramadı.”

Oğlan bir süre sussa da yeniden konuştuğunda, “Annen saçlarını taramamış diye saçların kötü değil. Benim de saçlarımı annem hiç taramadı ama bak, saçlarım güzel,” diyerek eliyle kirlenmiş saçlarını düzeltip havalı durmaya çalıştı. Bunu yaparken aşırı abarttığı için kız çocuğundan ufak bir kıkırdama kopartabilmişti. “Gördün mü? Saçlarım ne kadar şekilli ve temiz.”

Kız daha çok kıkırdadı. “Demin topun peşinde toprakta yuvarlanıyordun,” diye ona hatırlattı.

“Olsun yine de saçlarım güzel. Değil mi?”

“Güzel,” dedi kız gülümseyerek.

“Senin saçların da güzel. Bazen kahvaltıda bize verdikleri küçük paketlerden çıkan bal gibiler. Sen bal saçlısın.”

Kız çocuğu hala içten içe güzel olduklarını kabul etmese de yine kıkırdadı. Bu sırada bahçede top oynamaya devam eden çocuklardan biri onların oturduğu gölgeye doğru dönüp, “Sarp, hadisene!” diye seslendi.

“Birazdan yine yanına gelirim bal saçlı.”

“Tamam.”

Ayağa kalkıp yeniden saçlarıyla oynadı. “Güzel mi?”

“Güzel.”

“Seninkiler daha güzel.”

Saç kurutma makinasını kapatıp kenara bırakırken aynadaki aksime garipsercesine bakıyordum, çünkü karşımdaki bir yabancı gibi görünüyordu. Beklediğimden daha dinç, daha özgüvenli ve daha yırtıcı bir kadındı. Yıkıntıların arasından böylesine çıkış yapabileceğimi hiç düşünmezken işte, ufak değişiklerle gözle görülür farklılıklar yaratılmasını yaşıyordum.

Ufak değişiklikler, evet.

Üzerime yarım boğazlı, sıfır kol ve neredeyse ayak bileklerime kadar uzanan siyah bir elbise giymiştim. Vücudumu sımsıkı sarıyordu ve hiçbir potluğu yoktu. Cesur’un benim için yaptığı fırtına kuşu kolyesini giysinin içerisinden çıkartıp görünecek şekilde ayarladım ve aynadan duruşuna baktım, güzeldi. Dışarı çıkmaya hazırdım. Tek eksiğim yatağın üzerinde beni bekleyen paltoydu.

Saçlarımı ellerimle havalandırıp son şeklini verdikten sonra hâlâ bir yabancıya bakar gibi hissettiğim aynanın önünden ayrılıp odaya geçtim. Yaptığım değişiklikten dolayı kötü hissetmek için an kollayan bir yanım vardı ve ona fırsat vermemek için elimden geleni yapıyordum. Bazen değişim şarttı ve bende işte bunu yapmıştım. İçimde Nehir’i öldürmek yetmemişti, dışarıya da taşımam gerektiğini hissetmiştim ve yapmıştım. Pişman değildim. Pişman olmayacaktım.

Kendi kendime bunu sürekli tekrarlarken paltomu almak için yatağa uzandım. Yanında yeni telefonum da duruyordu. Kaçıncı yeni telefondu artık sayısını unutmuştum. Rehberimdeki isimlerde artış pek yokken her seferinde azalma olması ise boğazımı acıtan asıl gerçekti.

Paltoyu üzerime geçirip telefonu da cebime attıktan sonra daha fazla oyalanmadan odadan çıktım. Hâlâ üst kattaki odadaydım, dün gece sabaha karşı kıyametin koptuğu ve sonrasında herkesin durulup köşesine çekildiği odada kalmaya devam etmiştim, çünkü başka seçeneğim yoktu. Tamamen penceresiz bir yerde olmayı bir süre daha isteyeceğimi sanmıyordum. Aşağıya inecek ferahlığı hâlâ göğsümde bulamıyordum.

Koridora çıktığımda amacım doğruca alt kata inmek ve beni bekleyen araca binmekti, ancak iki oda yanımdaki kapıdan çıkan temizlikle görevli kadın anında dikkatimi çekmişti. O oda Yavuz’un kaldığı odaydı. Kadın elindeki paspası arabasına atarak diğer odaya geçerken adımlarım istemsizce Yavuz’un odasına doğru ilerledi. Mezarlığa gidecektim, bunu artık yapmam gerekiyordu ve araba aşağıda beni bekliyordu. Ancak sanki ondan önce yapmam gereken başka bir şey daha vardı. Doğruca Yavuz’un odasına gidip kapıyı araladım. Burnuma dolan koku tamamen temizlik maddelerinin kokusuydu, Yavuz’a dair bir iz hiç yokmuş gibiydi. Temiz ve jilet gibi düzeltilmiş yatakta sanki hiç yatmamıştı. Odada göze çarpan hiçbir eşyası yoktu. Gerçekten de bir misafir gibi burayı kullanmış ve sonra da ayrılmıştı. Ondan iz ararcasına defalarca etrafta göz gezdirdim. Boş ve kullanılmaya hazır bir odadan farksızdı. Dolabı açsam kıyafetlerinin orada asılı olduğundan emindim ama görünürde hiçbir şey olmaması içimi sızlatmıştı. Derken yatağın hemen yanına çekilmiş komodinin üzerindeki minik saksıyı fark ettim ve zihnimde anıların saklı olduğu kitap aralanıp sayfaları hızlı hızlı çevrildi.

Yavuz’un kucağımda can acısıyla güçlükle konuşurken, “Kulüpteki eşyalarımın arasında... orada... Hümeyra’nın çiçeği var,” deyişi kulaklarımda yankılandı. Sertçe yutkundum. “Onu al, saksısını değişecektim... kıyamadım...”

“Ah,” nidası dudaklarımın arasından öyle içli çıktı ki eğer içimdeki Nehir hâlâ hayatta olsaydı şu anda ağlamaya başlayabilirdim. Hümeyra’nın çiçeği orada duruyordu. Her gece kafasını koyduğu yastığın hemen yanına kadar onu çekmişti. Yavuz’u o küçük kaktüse dalıp gitmişken uyuyakalmış şekilde hayal etmek kalbimi sızlattı. Sonra hemen onun artık Hümeyra'ya kavuştuğunu düşünerek kendimi yatıştırmaya çalıştım. Çünkü bunu yapmazsam sonumun felaket olduğunu biliyordum.

Birisi beni sırtımdan itmiş gibi atılıp minik kaktüse doğru ilerledim. Yeni sulanmıştı ama artık gerçekten de bulunduğu kaba sığmıyor gibiydi. Daha çok toprağa ihtiyacı vardı, çok daha fazlasına. Ona çok daha fazlasını verecektim.

Saksıyı avuçlarımın arasında sıkı sıkıya tutarak seri adımlarla odadan geri çıktığım sırada kaldığım odanın kapısının önünde kafası karışmış şekilde duran Eva’yla karşılaştım. Beni gördüğünde sanki kaybolmuşum da beni bulmuş gibi oh çektikten sonra, “Nehir, bende seni arıyordum. Yardıma ihtiyacın varsa diye... gelmiştim... ben... ah...” dedi her kelimesinde daha da kaybolan sesle.

Tepkisi bana komik gelse de yüz ifademi hiç değiştirmeden, “Hazırım, yardıma gerek yok,” diyerek iyice ona yaklaştım. Belli belirsiz bir adım geriye kaçtı ama bunu iyi kamufle etti.

“Yakışmış mı?”

Gözleri sanki farklı birine bakıyormuş gibi birkaç kez üzerimde dolandı, yüzümde epey oyalandı. “Ya-yakışmış.” Boğazını temizledi. “Yakışmış,” dedi ama bunu çok da içinden gelerek söylemediği ortadaydı. Aldırmamaya çalıştım.

“Öyleyse gitmeye hazırım?”

Hâlâ saf saf bana bakıyordu. “Gitmeye mi? Ah, evet! Şey... ben şey soracaktım... şey...”

“Ne, Eva?” diye üsteleyince kafasını hafifçe iki yana sallayarak şaşkın hâlinden sıyrılmaya çalıştı. Yüzüne sorun yok, her şey çok güzel ifadesini oturtmayı denerken, “Seninle gelmemi istemediğinden emin misin?” diye sordu. Pekâlâ, sanırım yeni görünüşüm hakkında başka yorumda bulunmayacaktı ve görüşlerini kendisine saklayacaktı. Gerçi bu tepkisinden bile anlamalıydım, çok da hoşlanmamıştı.

“Bunu tek başıma yapmak istiyorum, lütfen.”

“Tamam, anladım.”

Kafamı sallayarak yanından geçmek üzereyken aniden durup, “Yavuz’un odasını ne zaman boşaltacaksınız?” diye sordum. Bana garip garip baktı.

“Boşaltacak mıyız? Benim böyle bir şeyden haberim yok. Bu da nereden çıktı?” derken bu kez odağı avuçlarımın arasındaki kaktüsteydi.

“Bu katta artık boş oda kalmadığını biliyorum. Sonuncusuna da ben geçtim. Oda lazım olabilir. Orası artık kullanılmıyor, boşaltmalısınız.”

“Hemen yan arsada en az yirmi katlı bir otel inşa ediyoruz, oda sıkıntımız olmayacak.”

“Evet, aylar sonra, doğru.”

Hafifçe iç geçirdi. “Orayı boşaltmak ve kullanmak sana saygısızlık olur, Nehir. Buna gerek yok. Kapalı kalabilir. Gerçekten sorun değil.”

“Saygısızlık mı? Burası onun evi olsaydı belki anılarından dolayı bunu istemezdim ama burayı misafir gibi kullanmış. Boşaltabilirsiniz, bu beni üzmez. Onu tamamen azat etmek istiyorum.”

Yorumda bulunmak istese bile irdelememeyi seçti. “Pekâlâ, eşyalarını saklamak için depo ayarlayacağım.”

“Buna da gerek yok. Kıyafetlerini ihtiyacı olan birine vermen yeterli. Böylesi bir köşede eskimelerinden daha faydalı olur.”

“Tamam,” dedi benimle tartışmak istemezmişçesine. “Dediğin gibi yapacağım.”

Yavaşça kafamı salladım. Aşağıya inmek için merdivenlere yönelmeden önce, “Sonra görüşürüz,” dedim. Bana bir süre sadece baktı. Ardından da “Görüşürüz,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı. Son günlerde biraz yorgun görünüyordu. Ben dış dünyaya kendimi kapatmışken tepemden ayrılmadığı anlarda bile o yorgunluk üzerindeydi. Sürekli koşuşturmaktan dolayı öyle olduğunu düşünüyordum, çünkü asla yerinde durmuyordu. Özellikle benim için elinden gelenin daha fazlasını yapmaya çabalıyordu. Etrafımda pervane gibi dolanıyor, resmen gözümün içine bakıyordu. Uygun bir anda buna da son vermesi için onunla konuşmayı aklıma not ettim, çünkü bu şekilde kendisini çok fazla yıpratıyordu.

Merdivenlerden indiğimde girişteki lobide duran dört adamın bakışları anında bana döndü. Ardından hepsi birbirine baktı ve sonrasında bana bir daha gözlerini çevirmediler, ancak farklılığa şaşırdıklarını görebiliyordum. Henüz öğlen üzeri olduğu için etraf sakindi ve yabancı pek yoktu. Kalabalık kapıya yığılmadan önce geri dönüp yatağıma girmeyi planlıyordum. Bugün için uzun zamandır ertelediğim, daha doğrusu kaçtığım mezarlık ziyaretini yapacaktım. Yarın için çok daha farklı planlarım vardı.

Dış kapıya doğru ilerlerken adamlardan biri onu benim için açarak geçmemi kolaylaştırdı. Hafifçe kafamı sallayarak teşekkür ettikten sonra kendimi açık havaya atıp uzun süre kapalı yerde kalmışım gibi derin bir solukla ciğerlerimi şişirdim. Kapının ardındaki sessizliğin aksine sokak epey gürültülüydü. Araçlar vızır vızır işliyor, denizden gelen rüzgâr yüzüme çarpıyor ve caddedeki insan kalabalığı sürekli hareket ediyordu.

Havaya dağılmış olan yosun kokusunu dibine kadar tadarken kaldırımın önünde beni bekleyen araca döndüm. Tuna sırtı bana dönük şekilde arabanın sürücü koltuğuna doğru duruyordu. Yaklaştıkça biriyle konuştuğunu duymaya başladığımda adımlarımdaki özgüven sarsılır gibi oldu. Çünkü sürücü koltuğunun dolu olduğunu fark etmiştim ve bu da şoförün Tuna olmadığını barizce ortaya seriyordu. Eğer beni götürecek kişi Tuna değilse kimdi diye düşünmeme gerek dahi yoktu. Orada kimin oturduğunu henüz görmesem bile artık biliyordum.

İstemsizce sertçe yutkundum. Nabzım hızlanmaya başladı. Topuklu botlarımın gürültüsü sokağın gürültüsünü sıyırarak onlara ulaştı ve Tuna çevik bir hareketle bana doğru döndü. Beni gördüğü anda şaşkınlıkla kalakaldığının farkındaydım ama tek odağım tamamen açık penceresinden doğrudan bana bakan Cesur’daydı. Koyu kahve hareleri hafifçe kısılıp ağırlaştı. Direksiyonun üzerine dayadığı kolunun şeklini değiştirip parmaklarını direksiyonun derisine geçirdi. Beni görene kadar rahatça oturduğu koltukta gerginlikle dolduğunu fark ettim. Yüz ifadesi hiç değişmemiş gibi dursa da onu ezberlediğim için artık ince ayrıntıları yakalamam çok kolaydı. Saçlarımda gezinen gözleri gördüğünü adeta reddediyordu. Dudakları gerilmiş, çenesi kasılmıştı. Kesinlikle gördüğünden hoşlanmamıştı.

Tuna şaşkınlıktan kolayca sıyrılıp arabanın etrafından dolanarak ön yolcu kapısını benim için açarken, “Yakışmış,” dedi kısık sesle. Samimiydi.

“Teşekkür ederim.”

Yavaşça kafasını salladı. Aramızda başka konuşma geçmeden açılan kapının ardındaki koltuğa özenli hareketlerle oturdum. Minik kaktüs kucağımdaydı ve pekâlâ, artık epeyce gergindim. Yanımdaki adam pürdikkat bana bakıyordu. Kafasını sağ omzuna çevirmiş, alelade beni inceliyordu ve nefes alış şekli bile değişmiş, içindeki fırtınayı yansıtmak istercesine daha gürültülü olmaya başlamıştı. Aldırmamaya çalışarak Tuna’nın kapımı kapatmasını izledim. Ancak kapı kapandığında ve Tuna kaldırıma geri çıktığında hâlâ motorun çalışmamış olması beni ona bakmaya ittiğinde kafamı hafifçe sol omzuma doğru çevirip Cesur’la göz göze geldim.

Sanki onunla ilk kez göz göze gelmiştim.

Aklım birden bana oyun oynayıp beni bulunduğum andan alarak geçmişe fırlattı. Kulübe ilk kez girdiğim o karanlık geceye geri döndüm. Çantamdaki paket yüzünden yeterince ecel terleri dökerken orta alanda dönen kafes dövüşüne yapılan tezahüratlar kulaklarımda yankılandı. Kafamı kaldırdığımda kafes tellerinin arkasından bir çift koyu kahve göz doğrudan bana mıhlıydı.

Göğsüm o geceki kadar telaş ve korkuyla inip kalkmaya başlarken Cesur nihâyet odağını üzerimden kopartarak tıpkı kurulu bir robot gibi önüne dönüp kontağı çalıştırdı. Diğer araçların arasına öyle aniden ve sertçe karıştık ki emniyet kemerine nasıl uzandığımı bile bilemedim. Tam öğlen üzeri olduğu için trafiğin yoğun olduğu saatlerdeydik ve Cesur yavaşlamak ya da bir aracın arkasında sakince yolun gevşemesini beklemek yerine bulduğu tüm boşluklardan kayarak ilerliyordu. Bir elimle emniyet kemerime diğer elimle de minik kaktüse sıkıca tutunurken içime çöken huzursuzluğu görmezden gelmeye çalıştım. Kafamı çevirip pencereden dışarıya odaklanmayı denerken gözlerim aracın sağ yan aynasına düşen görüntüme dalıp gitti.

Siyah saçlarım açık pencerelerden esen rüzgârla yüzümün etrafında savruluyordu.

Saçlarımı boyamıştım.

Birden, aniden karar vermiş ve yapmıştım. Pişman mıydım, sanki. Ama farklı görünmek biraz daha iyi hissettirmişti. Saçlarımı öne doğru alıp elimle şekillendirdim. Hayatımın hiçbir döneminde onları boyamayı düşünmemiştim. Eğer Hümeyra hâlâ yanımda olsaydı bunu yaptığım için beni öldürebilirdi bile. Saçlarıma o kadar aşıktı ki onlara sahip olduğum için şanslı olduğumu neredeyse her gün söylerdi. Şimdiyse yan aynaya yarım yamalak yansıyan aksim simsiyah saçlarıyla duruyordu. Sarıdan tamamen sıyrılmıştım ve siyah sanki bana daha derin bir hava katmıştı. Özellikle mavi gözlerimi de hesaba katarsak daha belalı duruyordum ve bu belalı imajı taçlandırmak istercesine gözlerime koyu tonlarda makyaj yapmışım.

İyiydim. En azından Cesur’un sessiz tepkisiyle karşılaşana kadar iyi hissediyordum; diğerlerini görmezden gelmek daha kolaydı, ancak söz konusu Cesur olduğunda yine elim kolum bağlanmış gibi hissediyordum. Tek kelime etmemişti ama huzursuzluk tamamen içimi kaplamış durumdaydı. Eğer bir şansım olsaydı kulübe geri dönüp saçlarımı eski hâline getirmek adına yeniden boyayabilirdim. Şu anda bunu yapma isteğiyle dolmuştum.

Derin bir soluk alarak kendimi yatıştırmayı denedim. Az da olsa farklı görünmenin beni daha iyi hissettirdiğini düşünerek yakama yapışan pişmanlıktan kurtulmaya çalıştım. Tüm bu çalkantılı hâlin sebebi Cesur’du. Hiçbir şey söylemediği hâlde dünya kadar söz söylemiş gibi hissetmekten kendimi alamıyordum, çünkü yeni görüntümden asla hoşlanmamıştı. Eğer aramız kırık dökük olmasaydı kesinlikle bunu sessizlikle karşılamayacağından emindim.

Evet, aramız kırık döküktü.

Bir şeyler hâlâ rayına oturmamıştı. Konuşuyorduk, yan yana duruyorduk ama eksiklikler vardı. Dün gece o silahı kendime doğrulttuktan sonra yaşadıklarımız herkesi ayrı etkilemişti. Cesur da kabuğuna çekilmiş gibiydi. Sanırım artık kendisini toparlaması gerektiğinin bilincine erişebilmişti. Çok süreceğini düşünmüyordum, çünkü artık onda da bazı şeyler daha farklıydı.

Cesur yola çıkmamızdan takriben beş dakika sonra ancak aracın hızını düşürebilecek sakinliğe eriştiği sırada, “Bana bir şeyler anlatsana,” dedi gözlerini yoldan ayırmadan. Hâlâ aşırı gergin duruyordu.

“Anlatacak güzel hikâyelerim yok,” dedim ona doğru dönerken.

“Kötülerinden anlat o zaman.”

Derin bir iç çekerek hâlâ parmaklarımın sarılı olduğu kemeri sıktım. Neyi anlatacağımdan haberim bile yoktu ancak dudaklarımdan çoktan kelimeler dökülmeye başlamıştı. “Kafede çalıştığım günlerden birinde sabahçıydım, kafeyi açmıştım ve etrafı düzenliyordum, gelenlerle ilgileniyordum. Yonca’nın aslında öğleden sonra gelmesi gerekiyordu ama birden onu kapıda bulmuştum. O sıralar henüz pek samimi de değiliz. Peşinde biri vardı da ondan kaçar gibi kafeye dalmıştı. Doğruca arka odaya sıvışmaya çalışırken bana birisi gelirse burada olmadığını söylememi istemişti ama henüz odaya giremeden kafeye biri daha girdi ve Yonca’ya öyle bir bağırdı ki hepimiz şokla kalakaldık. Meğer o adam Yonca’nın kuzeni Erdem’miş ve kızdan para koparmak için yakasına yapışmış. O zamanlar aile ilişkilerindeki berbatlığı pek bilmediğim için müdahale etmedim önce. Erdem gidip Yonca’yı kolundan tutup tartaklayana kadar ve orada yemek yiyen insanları umursamadan hayvan gibi bağırmaya devam edene kadar,” dedim sonlara doğru biraz öfkeyle.

Cesur artık o kadar da gergin görünmüyordu. “Sonra?” derken dönüp bana kısa bir bakış attı ve siyah saçlarıma bakarken yine çenesi kasıldı.

“Onu yaptığı şeyi kesmesi için birkaç kez uyardım. Polisi aramakla tehdit ettim. Yonca’dan ayırmaya çalıştım. Beni elinin tersiyle arkamdaki tezgâha savurdu ve dönüp sesimi kesmem için bu kez bana bağırdı.”

Cesur iki elini de direksiyona yerleştirip sıkıca kavradı. “Seni itti ve sana bağırdı?” dedi ölümcül şekilde.

Konuyu hemen değişmem gerektiğini fark ettim. “Ve bende arkamdaki tezgâhta dizili duran sıcak çay dolu termoslardan birisini kapıp kafasına geçirdim,” dedim hızlı hızlı. “Yere serilip köpek yavrusu gibi inleyip durdu.”

“Aferin kızıma,” dedi kısık sesle ama o kadar kısık konuşmuştu ki onu anlamam biraz sürmüştü.

“Öyle işte. O günden sonra Yonca’yla samimiyetimiz katlandı.” Burukça gülümsedim. “Ailesinden alamadığı sevginin eksikliğini kapatmak için daima kendine güzel bir eş dileklerinde bulunurdu. En büyük gayesi birini sevmek ve o evden kurtulmaktı. Arkasında duracak, onu herkesten koruyacak birini hayal ederdi. Hatta bazen bize anlatırdı.” Burnumun sızladığını hissettim. O günleri çok özlemiştim. “Yonca hayali ideal eşinden bahsederdi ve Hümeyra da Yavuz’la kuracağı yuvadan. Görümcelerinin gazabından korktuğunu söyleyip bizi gülme krizlerine sokardı,” dediğimde dudaklarım kıvrılmıştı ve gülümsemek yanaklarımı acıtıyordu.

“Senin hayalin neydi?” diye sordu yavaşça.

Gülümsemem silindi. “Benim öyle bir hayalim yoktu.”

Bana baktığını hissettim. “Ama düşünmüşsündür?”

“Benim tek derdim yaşamaktı, o yüzden bunu düşünecek rahatlığım hiç olmadı.”

Bunun üzerine, “Evlenmek senin için ne kadar önemli?” dedi birden.

“Bilmem ki. Çok da önemli değil açıkçası.”

“Benim için artık önemli.”

Boğazım düğümlendi. “Öyle mi?”

“Özgür’ün durumu bekletilebilecek şekilde olsaydı onu biraz daha ertelerdim ama şu anki durumda önce onun nikahını halledeceğiz.”

“Sonra?” dedim yanağımın içerisini kemirirken.

“Sonra bizimkini.”

“Evleneceğiz yani, öyle mi?”

Gürültüyle iç geçirdi. “Eğer hâlâ benimle evlenmek istiyorsan... evet, öyle.”

“İsterim,” dedim usulca.

Yanımızdaki arabayı sollayıp gaza yüklendi. “Güzel,” dedi bana bakmadan. “İstemediğini söylesen bile fark etmeyecekti zaten.”

“Ne yapacaktın? Beni zorla nikah masasına mı oturtacaktın?” derken hafif alaylıydım. “İmza atmam için de elimi tutup parmaklarımı mı oynatacaktın?”

Gözlerini yoldan ayırıp bana çevirdiğinde harelerindeki baskınlık boğazımın kurumasına neden oldu. “İstersem nikah masasına oturmana ya da imza atmana ihtiyaç duyacağımı mı sanıyorsun? Eğer istersem,” dedi bastıra bastıra. “Evlilik cüzdanı avucunda olurdu ve bunun için senin onayın gerekmezdi. Beni hafife almaman gerektiğini unutmuş gibisin.”

“Her yere elinin kolunun uzandığını biliyorum ama yine de bu işler bu kadar kolay olmamalı,” dedim biraz isyan eder gibi.

“Benim için kolay,” derken umursamazdı.

“Gerçekten de istemediğimi söyleseydim bunu yapar mıydın?” diye sormaktan kendimi alamadım. Tereddütsüz cevap verdi.

“Yapardım.”

“İstemediğimi bile bile?”

“Sana benden kurtulman için ilk ve tek şans vermiştim,” diye hatırlattı. “Onu kullanmadın. Artık ebediyen bana mecbursun.”

“Bence o konuyu hiç açma,” diyerek homurdandım. Yaptığının hiçbir açıklaması olamazdı, kabul etmiyordum.

“Eyvallah,” derken kafasını eğerek tepkimi anlayışlı karşıladı. Ardından bana yine kısa bir bakış attı. “Gelinliğini seçmek için fazla vaktin yok,” dedi acele etmemi istercesine. İşin problemli tarafı evlilikten konuşurken bile hâlâ aramızda asılı duran soğukluktu. Onun nasıl geçeceğini bilmiyordum ve beni rahatsız ediyordu. Emindim ki onu da rahatsız ediyordu.

“Düğünlerinizi nasıl yaparsınız?” diye sordum hafif merakla. Yol boyunca tek kelime etmeyeceğimizi düşünsem de konuşuyor olmamız iyiydi. Bu sayede mezarlığa gittiğimi düşünerek haddinden fazla gerilmiyordum.

“Genelde gösterişli bir mekânda büyük çaplı davet vererek. Medya genelimizle zaten pek ilgilenmez ama söz konusu biz olduğumuzda medya da işin içerisinde olacağı için çok daha büyük ve göze hitap edecek şekilde olmalı. Ancak Özgür için kulüpte küçük çaplı ve sadece yeraltındakilerin davetli olacağı kısa bir nikah yapıp konuyu kapatacağız. Medyaya da yıldırım nikahı olarak lanse etmelerini sağlarız.”

“Peki bizim için?”

“Nasıl olsun istersin?”

“Gereksiz kimsenin olmadığı sade bir nikah?”

Sadece kısaca kafasını salladı. Sanırım o da bu konuda gösterişi pek sevmiyordu. Bundan memnun kalarak önüme döndüğümde mezarlığın girişinde olduğumuzu fark ederek gürültüyle yutkundum. Buraya hiç uğramamıştım. Belki de gelmediğim için Hümeyra’yı ve Yonca’yı üzüyordum ama elimde değildi. Düşüncesi bile beni perişan ediyordu. Ancak artık bunu yapmalıydım.

“Yavuz da burada, değil mi?” dedim yeniden gürültüyle yutkunduğum sırada. Kaktüsün saksısını parmaklarımın arasında ezdiğimin farkında bile değildim.

“Evet. Nasıl istemişsen Tuna onu yaptı,” derken sesindeki kırık tınıyı yakalamak mümkündü. Çünkü o anlarda kendisi dünyadan bir haberdi ve bunun pişmanlığı hâlâ içinde taptazeydi.

Kafamı salladım. “Anladım.”

Cesur da kafasını sallayıp mezarlığa girerek araçla gidebileceğimiz kadarını ilerledi ve artık araçların giremediği kısma ulaştığımızda uygun bir noktaya park etti. Hızla arabadan indim. Beklersem bunu bile yapamayacakmışım gibi hissetmiştim. Delicesine hızlanan kalbimi sakinleştirmek için derin soluklar alırken Cesur da arabadan indi. Ardından da yanıma gelmeden önce arka kapıyı açıp paltosunu alarak üzerine giydi. Tepeden tırnağa siyahlar içerisindeydi ve ben de öyleydim.

Bu bizim matem rengimiz değildi, bu bizim bundan sonra bürüneceğimiz renkti.

Paltosunun yakalarını düzelttiği sırada bana doğru ağır adımlarla yaklaşmasını izlerken avuçlarımın terlediğini hissettim. Keskin bakışları siyah saçlarıma düşman gibi bakıyorken gözlerime indiğinde yumuşuyordu. Hâlâ bir şey söylememişti. Kurcalamamış olmasına minnet duymam gerekirken bu hâlâ beni rahatsız hissettiriyordu.

Bana belli belirsiz değecek kadar yakınıma geldiğinde yüzünü daha rahat görebilmek için çenemi hafifçe yukarıya kaldırmak durumunda kaldım. Parmaklarımın arasındaki küçük saksıya can simidimmiş gibi tutunuyordum, çünkü bu adam sadece yakınımda durmakla bile beni mahvediyordu.

“O çiçeği saklayacağını düşünmüştüm,” dedi. Çiçeği unutmamış olması ve onu tanıması beni şaşırtmadı.

“Bana ait olsaydı saklardım ama bana ait değil. Onu ait olduğu toprağa ekeceğim. Eminim yeni yerini daha çok sevecektir.”

Birden elini bana doğru uzattığında kasıldım. İri parmakları boyumdaki kolyeyi bulup ters dönmüş olan ucunu düzeltti. Ardından geri çekilmesini beklesem de kolye ucunu parmaklarının arasında tutmaya devam etti. “Hâlâ boynunda olması güzel,” dedi bir an sonra.

“Bir gün baktığında eğer hâlâ orada değilse senden nefret etmeye başladığımı düşünebilirsin.”

Güler gibi dudağının kenarını kıvırdı. “Bendeki deliliğin aynısı sende de var,” dedi, hafifçe kaşlarımı çattım.

“Ne demek şimdi bu?”

“Eğer öyle olmasaydı çoktan beni terk etmiştin.”

“Yanında kalmam için deli olmam mı gerekiyor illa?”

Gözlerine durgun bir bakış sindi. “Başka ne olabilir?”

“Seni sevdiğim için olabilir mi? Bunu hiç düşünemiyor musun gerçekten?” derken onu azarlar gibiydim.

Kolyenin ucunda gezinen parmaklarını yukarıya taşıyıp çeneme hafifçe dokunarak ona daha iyi bakmamı istercesine kafamı biraz daha yukarıya kaldırmam için baskı uyguladı. “Düşünüyorum,” dedi.

“Daha ne öyleyse?”

“Ama duyamıyorum,” dediğinde ne yapmaya çalıştığını ancak anlayabildim. Dilim damağım kupkuru kesildi. “Bana çok mu kızgınsın fırtına?” dedi daha sonra.

“Evet,” dedim saklamadan. “Bir yanım sana çok kızgın. Yatıştıramıyorum bile.”

Anladığını belirtircesine usulca kafasını salladı. “Bu yüzden canımı yakmak istiyorsun.”

“Öyle bir şey tabii ki istemiyorum,” dedim inkârla.

“Öyleyse neden saçlarına yazık ettin?” dedi birden. Dilimin ucundaki tüm kelimeler o an kuş olup uçtu sanki. Yüzüne alık alık bakakaldım. “Her teli için ayrı canım yandı. Bunu bilmek yatıştırır mı seni biraz da olsa?”

“Niyetim-”

“Niyetin kendine sıktığın bir yalan,” diyerek lafımı kesti. “Doğru olan bu. Bu bana tepkin senin. Onlara taptığımı biliyordun. Onları benden almakta tereddüt etmedin. Ne için? Farklı hissetmek için mi? Farklı görünmek için mi?” Durdu, çenesi kaskatıydı ve birazdan her ne söyleyecekse bundan nefret ettiğini anlamak için ona bakmam bile yeterliydi. “Bana ondan farklı olduğunu kanıtlamak için mi?”

Kırmızı çizgiyi geçtiğini gördüğüm anda gözlerimin gerisinde bir ateşin yanmaya başladığını hissettim. Dişlerimi sıkıp çenemdeki elini sertçe iterken, “Sakın bana ondan bahsetme hatasına düşme!” dedim öfkeyle. “Derdim bu olsaydı bunu en başında yapardım!”

“En başında yapmadığın şeyi şimdi neden yaptın o zaman?” derken sesi bir tık üst perdeden çıkmıştı.

“Canın yansın diye!” dedim acımasızca. Aslında niyetim asla bu değildi ama şu anda beni böyle konuşmaya iten oydu. “Oldu mu? Bana yaptığını bana baktığında gör diye! Anladın mı şimdi?”

Sertçe yutkundu. Ardından gürültülü bir soluk alarak sanki aniden sıkışmış olan göğsünü rahatlatmaya çalıştı. “Anladım,” dedi kafasını hızlı hızlı sallayıp dudaklarını birbirine bastırırken. “Çok iyi anladım fırtına.”

Aramızda patlamaya hazır duran ve sürekli fokurdayan bir volkan olduğunu o an netçe fark ettim. Birbirimizden ayrı yapamıyorduk ama yan yana geldiğimizde o volkan daha şiddetli kaynıyor ve dışarıya püskürttüğü lavlar bizi yakıyordu. Volkanlar içlerini tam olarak boşaltmadan zor dinerdi ve başka büyük bir patlamayı ikimiz de zor kaldırırdık. Bu şekilde ufak boşalmalarla üstesinden gelmeye çalışmak en doğrusu olacaktı.

“Artık buraya ne için geldiğimize odaklanabilir miyiz lütfen?” dedim yine sertçe. Cesur kısaca kafasını sallamak dışında başka yorumda bulunmadı. Bunun üzerine ona ardımı dönüp mezarlığa yayılan patikalardan birine saptım. Buraya ilk ve son gelişim Hümeyra ve Yonca’nın cenaze günüydü, ancak nerede olduklarını öyle net kafama kazımıştım ki yıllar sonra gelmiş olsaydım bile asla unutmazdım. Adımlarımı hızlı hızlı atarak onlara doğru ilerledim. İkisi de yan yanaydı. Amcası Yonca için ayrı masrafa girmeye tenezzül dahi etmediğinden dolayı onu Hümeyra’yla yan yana yerleştirmişlerdi. Bir kez olsun ziyaretine gelmediklerinden o kadar emindim ki.

Acaba Hümeyra’yı ziyaret eden var mıydı?

Yavuz’un her gün onun yanına uğradığını biliyorum ama artık Yavuz da yoktu. İçimi o uğursuz acı kapladığında sertçe yutkundum. Artık Yavuz’un ziyaret etmesine gerek yoktu, çünkü Yavuz zaten onunlaydı. Bununla kendimi avutmaya çalışırken sola doğru saptığım yolun sonunda onları gördüm. Aylar önce buradan ayrılırken sadece toprakla çevrilmiş ve bir tahta parçasıyla yerleri belli edilmiş iki mezar şimdi civardaki en özenilmiş ve en güzel yaptırılmış şekildeydi. Yanlarına gidip sanki yüzlerini görebilecekmişim gibi önce ayakuçlarına geçip durdum. Göğsüm öyle ağrıyordu ki nefes almak bile eziyet gibiydi.

Birkaç adım gerimde duran Cesur’a bakmadan, “Sen mi yaptırdın?” diye sordum. Sesim az önceki tartışmamızdan eser dahi taşımıyordu.

“Evet,” dedi.

“Teşekkür ederim.”

Karşılık vermedi. Gözlerim iki mezarın siyah mermerlerini, üzerine işlenmiş yazılarını uzun uzun taradı. Üstleri taptaze kış çiçekleriyle kaplıydı ve toprak yeni kazılmış gibiydi. Bu ayrıntıyı fark etmek boğazımın düğüm düğüm olmasına neden oldu. Yavuz buraya gömülmek istemişti, Hümeyra’nın yanına. Ancak yeni bir mezar yeri yoktu. Onu Hümeyra’yla aynı yere gömdüklerinin farkına varmak gözlerimin sulanmasına neden oldu. Ruhları zaten kavuşmuştu, bedenlerini de kavuşturmuşlardı.

“Merhaba,” dedim usulca. Bir adım daha atarak mezarı saran siyah mermere diz kapaklarımın değmesini sağladım. “Ben geldim,” derken mahcupluğum yüzümden akıyordu. “Ne kadar erken, değil mi?” Burukça dudaklarımı kıvırdım. Kaktüsün plastik saksısını güç almak istercesine sıkarken, “Sizi çok özledim,” dedim sertçe yutkunarak. “Üçünüzü de.” Oysa karşımda iki mezar vardı.

Onlarla konuşmak istiyordum ama ne diyeceğimi bile bilmiyordum. Sanki benden nefret ediyorlarmış gibi hissetmektense kendimi alamıyordum, çünkü ölümlerine sebep olmuştum. Öyle ya da böyle arkadaki neden bendim. Bu yüzden mahcup, sığıntı gibi orada duruyordum. Olduğum yerde yok olmak istercesine küçülebileceğim kadar küçülmüştüm. Sanki mezunlarından çıkıp bana tepki göstereceklermiş gibi içimde anlamsız bir korku vardı.

Derken gördüğüm rüyayı hatırladım. Kır çiçeklerinin arasındaki halleri gözlerimin önünden geçti. Onlar iyiydi, üçü de. Bunun verdiği hisse tutunarak mezarın etrafından dolanıp Hümeyra’nın tarafına yaklaştım. Dışarıya çıkıntılı olan mermere her an ayağa fırlayarak kalkacakmış gibi rahatsızca oturduktan sonra ellerimden biri taze toprağın üzerine kaydı.

“Sizi çok özledim,” diye fısıldadım. Yaşlar gözlerimde birikmiş hâldeydi, ancak ağlamıyordum. “Umarım siz de özlemişsinizdir,” derken umutsuzdum. “Kızdın mı bana Meyra?” dedim daha sonra birden. “Saçlarımı mahvettim biliyorum. Yanımda olsaydın beni makasla kovalardın.” Beceriksizce gülümsemeye çalıştım. “Umarım bana kızdığın tek şey saçlarıma yaptığımdır.” Toprağını usul usul okşarken, “Özür dilerim,” dedim. “Şimdiye kadar gelmediğim için... saçlarım için... ve... en çok da bu hâlde olduğunuz için.”

Sessizlik. Arada esen rüzgarın sallandırdığı ağaç dalları ve uzaklarda başka mezarları ziyaret edenlerin konuşma sesleri dışında hiçbir canlılık yoktu. Sanırım bana bir işaret vereceklerine dair saçma düşüncemden sıyrılmam gerekiyordu.

“Bak sana ne getirdim,” diyerek diğer elimde duran kaktüsü gösterdim. “Bunu hatırladın mı? Büyüyüp saksılardan taşacağına dair benimle iddiaya girip duruyordun. Eminim ki eğer ona hâlâ sen bakıyor olsaydın saksılara sığmayacak kadar büyümüş olurdu ama ben pek ilgilenemedim ve Yavuz da ona dokunmaya bile kıyamadı.” Boğazımdaki acıyı gidermek istercesine hafifçe öksürdüm. “Şimdi onu buraya gömeceğim. Bir dahaki gelişimde büyüyüp etrafa saçılacak, bahse girerim,” dedim benimle bahse girdiği gibi. Ardından kaktüsü saksısından çıkartmak için dikensiz bir noktasından tutmaya çalıştım. Ne tarafına dokunursam dokunayım ellerime batmasına engel olamadım ama bu beni yıldırmadı. Onu ufak bir savaşın ardından saksısından çıkartmayı başardım. Daha sonra da elimle toprağı eşeleyip kökünün sığacağı kadar yer açtım. Açılan boşluğa gömdüğüm kaktüsün etrafını toprakla doldururken, “Nihâyet kavuştunuz, Meyra,” diye fısıldadım. “Yavuz artık yanında, değil mi?”

Cevap yok, işaret yok.

“Sizi gördüm rüyamda. Çok iyiydiniz, mutluydunuz.” Burnumu çektim. Gözümden yaş düşmüyordu ama burnum bir şekilde akmayı başarmıştı. “Kavuştunuz. Artık hep bir arada olacaksınız. Bunu bilmek beni rahatlatıyor. Kendimi bununla avutuyorum işte. Yoksa inan kafayı yerdim.” Kaktüsü dikmiştim ama toprağı eşelemeye devam etmekten kendimi alamıyordum. Sonra ansızın aklıma gelen şeyle birlikte gözlerimde birikmiş duran yaşlardan koca bir damla sızarak toprağa gömüldü. “Bebeğim de sizinle mi Meyra?” dedim fısıltıyla. “Ona iyi bakın, olur mu? Ben bakamadım.”

Sesim çatladı. Kendimi daha fazla tutamayarak birkaç damlanın yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Aslında elimde bile değildi. Elimde olsaydı gözyaşlarımın kaynağını kurutmayı tercih ederdim. Beni tümüyle ele geçirmesine ramak kala toparlanmayı akıl ederek elim ateşe değmiş gibi parmaklarımı topraktan çekip ayağa fırladım ve yüzümü Cesur’a dönmeden önce ellerimin tersiyle yanaklarımı kuruladım.

“Yine geleceğim,” dedim sesimin normal şekilde çıkması için peş peşe boğazımı temizlerken. “Bir daha araya bu kadar zaman koymayacağım, söz veriyorum.” Daha çok kalırım sanmıştım ama gitmek doğru olandı, çünkü iyi hissetmiyordum. Omuzlarımda yük gibi duran bu görevi yerine getirmiştim. Şimdiyse kaçarcasına buradan uzaklaşmak istiyordum, ancak henüz ilk adımı bile atamamışken Cesur’un sırtıma dokunan elini hissettim, yanımdaydı.

“İyiyim,” diye fısıldadım ellerimde kalan toprağı silkelediğim sırada.

“Bana yalan söylemeye mi başladın?” dedi benim gibi kısık sesle konuşurken.

“Gidelim mi?” diye sızlandım.

“Beklenmedik bir misafirimiz var,” dedi. Zaten bunu demesinin üzerinden çok geçmeden, “Nehir?” diye bana seslenen o sesi işittim. Uzun zamandır duymadığım ama unutmadığım bir sesti. “Bu sen misin?” dedi tereddütle.

Olduğum yerde kaskatı kesildim. Kalbim önce o kadar hızlandı ki yerinden çıkacak gibiydi, ancak kendime sakin olmayı emrettim. Sanki saatlerce ağlamışım da yüzümde yaşlar varmış gibi son kez çaktırmadan yanaklarımı ovalayıp boğazımı yeniden temizledim. Düşen omuzlarımı gerip kaldırdım ve arkama doğru döndüğümde çok daha sağlam duruyordum. Karşımda jilet gibi takım elbisesiyle duran Bulut’tan başkası değildi. Yavuz’un kız kardeşi Demet ile evlenecek olan ve bize kalmamız için evini açan, bana hamile olduğumu söyleyen kişiydi.

“Gerçekten sensin,” dedi beni burada görmenin şaşkınlığıyla.

Cesur bedeninin çoğunu önümde siper ederek sanki Bulut’tan zarar görebilirmişim gibi tetikte beklemeye başladı. Bulut ise sadece ona kısa bir bakış atmakla yetindi. Elbette onun kim olduğu hakkında tahminleri vardı.

“Bulut,” dedim yavaşça. Boğazımı temizleyip hafifçe öne doğru çıkarak Cesur’un yersiz korumasından sıyrıldım. “Görüşmeyeli nasılsın?” diye sordum ama sesim bana bile yabancı gelecek kadar düzdü. Tüm duygulardan arınmış şekildeydim. Sanki kapatma tuşunu bulmuştum ve ona basmıştım. Şu anda hiçbir şey hissedemiyordum.

“İdare ediyorum,” dedi. Sonra aynı soruyu bana sormadan önce beni tepeden tırnağa inceledi. Karnımdan kayan bakışları beni rahatsız etse de bunu hiç belli etmedim.

“Sen nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim.”

Öyle net ve gerçekçi konuşmuştum ki Bulut şüphe dahi duymadı. Hatta Cesur’un bile dikkatini çekmiştim, bana tüm odağını yöneltmişti.

“Seni burada görmeyi pek beklemiyordum açıkçası.”

“Hümeyra’yı ziyaret ediyor olabileceğini hiç düşünmemiştim.”

“Ayda bir uğramaya çalışıyorum. Çoğunlukla Demet’le beraber geliyoruz.”

“Anladım.”

“Nehir?” dedi gözlerimin içine içine bakarak. “Yavuz nasıl? Ona bir daha hiç ulaşamadım.”

Çıplak bir el kalbimi avuçladı. “İyi,” dedim sadece. Düz, kısa, net bir cevaptı, ancak asla doyurucu değildi.

Onunla konuşma şeklimin soğukluğundan ya da duruşumun donukluğundan olsa gerek gerginlikle taktığı gözlüğü düzeltti. “Nerede peki?” dedi daha sonra.

“Gidiyoruz, hadi,” dedi Cesur hızla müdahale ederek. Emindim ki bunu benim üzülmemem için yapıyordu. Ancak bir cevap için neredeyse bana yalvarırcasına bakan Bulut’u yüzüstü bırakmak istemiyordum.

“Gitti,” dedim sakince ama içimden sertçe yutkundum. Hafifçe gülümsemeye çalışıp, “Benim seçtiğim hayat ona göre değildi. Gitti, Bulut. Şimdi güzel bir yerde ve çok daha iyi,” derken bundan emin gibi duruyordum.

“Gitti?” dedi duyduğundan emin olmak istercesine. Kafamı salladım. Bunun üzerine sanki ona çok ağır bir söz söylemişim gibi sinirle güldü. “Nereye gitti, Nehir? Hümeyra’yı burada bırakıp da nereye gidebilir?”

“Başka bir şehre taşındı.” Hümeyra’nın hep gitmek istediği şehir aklıma geldi. “Muğla’ya.”

“Benimle dalga geçiyorsun, değil mi? Kahrolası iki haftadır her gün buraya geliyorum, çünkü o mezarın kazılmış olduğunu fark ettim. Sana nasıl ulaşacağımı bile bilmediğim için belki birinizle denk gelirim diye her kahrolası gün buraya geldim ve sen bana onun Muğla’ya taşındığını söylüyorsun? Buna inanacak kadar aptal mı sanıyorsun beni?”

Cesur onu uyarma niyetiyle dudaklarını aralayacaktı ki ondan önce davranarak, “Ne duymak istiyorsun Bulut?” dedim tavrından hiç etkilenmemişim gibi. İşin aslı acısını görüyordum ve bu usul usul içimi yakıyordu.

Ellerini hırsla saçlarından geçirip dilinin ucundaki kelimeyle savaşıyormuş gibi kendi etrafında dönerek sakinleşmeye çalıştı. Ardından bir anda, “O öldü, değil mi?” dedi pat diye. Anlaması zor değildi, en azından onun için zor değildi. Bu sebepten sorusu beni şaşırtmamıştı.

“O gitti,” dedim güçlükle. Öldü diyemedim ama Bulut anladı. “Bir daha geri gelmemek üzere gitti. Lütfen annesine ve kız kardeşlerine onun başka bir şehre taşındığını ve iyi olduğunu söyle. Buradan gitmeden önce benden bunu söylememi istemişti.”

Bulut ağlama isteğini bastırmak istercesine elleriyle sertçe suratını sıvazlarken yine kendi etrafında dolanıp sonunda arkasında kalan mezarın kenarına yığılır gibi oturdu. Gözleri doğrudan Hümeyra’nın mezarına düşerken, “Onlara yalan mı söyleyeceğim?” diye sayıkladı. “Öldü,” dedi, gözleri yaşlarla doldu. “Yavuz öldü.”

Yaşlar gözlerime tırmandı ama buna yeniden izin veremeyeceğim için onları sabit tutmak adına tüm gücümü kullandım. Cesur elini belime sarıp, “Gidelim,” dedi artık hiçbir itirazı kabul etmeyecekmiş gibi. Kısaca kafamı salladım. Bakışlarımsa ağladığını maskelemek istercesine elini alnına dayamış olan Bulut’taydı. Cesur beni geriye doğru döndüreceği sırada, “Onlara söyle, lütfen,” dedim Bulut’a. Bana hiçbir tepki vermedi. Omuzlarının hafifçe sarsıldığını gördüm. Boğazım acıyordu ama ağlamamayı başararak ona arkamı dönüp hızlı adımlarla arabaya kadar gittim. Cesur hiçbir şey söylemedi, ta ki araca binmek için kapının koluna uzandığımı görene kadar.

“İçine atarak ve kendini baskılayarak yanlış yapıyorsun,” dedi. Ne yapmaya çalıştığımın elbette farkındaydı. “Ağlamak seni güçsüz yapmaz. Bugün ağla, fırtına, yarının daha iyi olması için.”

“Artık ağlamak istemiyorum,” derken omzumun üzerinden dönüp ona baktım. “Artık ağlatmak istiyorum, Cesur. Anladın mı?”

Kısaca kafasını salladı. Gözlerine farklı bir bakış sindi. Bu bakışı biliyordum, ölüm kokuyordu.

Kulübe geri döndüğümüzde havanın hâlâ aydınlık olmasından memnundum. Odama çıkıp güzelce uyuyup kendimi yarına hazırlayacaktım. Yarından sonra şimdiye kadar kaçtığım yola kendi isteğimle girecektim. Artık hazır hissediyordum. Cesur’un silahı benimle birlikte tutmasına ihtiyacım yoktu, bu kez silahı kendim tutacaktım ve tetiği tek başıma çekecektim. Bunları düşünürken vicdan azabı duymadım ya da yanlış bir şey yapıyormuşum gibi huzursuz hissetmedim. Sanırım Nehir gerçekten de ölmüştü. Artık daha özgür hissediyordum.

Cesur arabayı kulübün önündeki boş alana yaklaştırdı. Motorun hâlâ çalışıyor olmasını önemsemeden arabadan inmek için hazırlandığım sırada, “Fırtına,” diyerek beni durdurdu. Elim kapı kolundayken ona doğru döndüm ve devam etmesini istercesine yüzüne baktım.

“Bal saçlarını geri verecek misin bana?”

Yutkundum. Kafamı iki yana sallamak çok zor olsa da bunu yaptım.

“Ne yaparsam onları geri kazanabilirim?”

“Bilmiyorum,” dedim açıkça. Bu hâlimle daha yırtıcı ve daha özgüvenli görünüyordum. Daha Deniz gibiydim.

“Çok kan dökeceğim,” dedi yemin edercesine. “Saçların geri dönene kadar.”

Hiçbir şey söylemeden arabadan indim. O da indi. Birlikte aramızda kan arzusu olan sözler dönmemiş gibi aheste aheste kulübe doğru ilerledik. Yan yana yürümüyorduk, bir adım önünden gitmeme özen gösteriyordu. Sanki nereye gitsem beni takip edeceğini bu şekilde bile göstermekten geri kalmıyor olması içimi hem ısıtıyor hem de donduruyordu.

Kapıdaki korumalar geçmemiz için kapıyı açtığında sakince içeriye girdim ve karşımda gördüğüm birçok yüz tüm sakinliğimin hava kaçıran bir balon gibi sönmesine neden oldu. Girişteki lobide sıkılmış, bunalmış ve daralmış şekilde oturan dört kişi vardı. Özgür, Akın, Eva ve Tuna. Onlara baktığımda bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamak için fazla incelememe gerek bile yoktu. Nitekim arkamdan gelen Cesur da durumum farkındaydı.

“Ne oldu?”

Tuna diğerleri gibi oturmak yerine ayaktaydı ve Cesur’u gördüğünde duruşunu iyice dikleştirip önce, “Abi,” diyerek kafasıyla selam verdi. Ardından da “Tayyar Özkaya’yı kaybettik,” dedi hiç uzatmadan. Kim olduğunu anlayamadığım için sadece dinlemekle yetindim.

“Ne zaman?”

“Yarım saat olmuştur haberi geleli.”

Cesur anladığını belli edercesine kafasını sallarken sanki bir anda boğuluyormuş gibi üzerindeki paltoyu çıkarttı. Tuna hızla onu elinden kapıp şimdilik bir köşeye bıraktı. Ayaklarım istemsizce dinlenme koltuklarının birinde oturuyor olan Eva’ya doğru ilerlerken aynı koltuğun devamında oturup sadece yere bakan Özgür elbette dikkatimden kaçmamıştı. Akın ise üst kata çıkan merdivenlere oturmayı tercih etmişti. Neden aşağıda değil de burada beklediklerini ve belli ki önemli görünen bu konuşmayı ayaküstü yaptıklarını düşünürken cevabı bulmam pek uzun sürmedi. Henüz aşağıya inmeyi reddettiğim için ve muhtemelen Cesur’un da aşağıya inmek yerine benimle odaya çıkacağını bildikleri için burada beklemeyi tercih etmiş olmalılardı.

Cesur sanki dövüşmeye hazırlanıyormuş gibi kazağının kollarını yukarıya kıvırırken, “Durum ne?” diye sordu bu kez.

“Ailesi cenaze için hazırlıklara başlamış. Yarın öğlene gömülecek, akşam taziyeleri olur. Diğer güne de intikamları,” dedi Tuna. Gergindi. Onun gergin olması eminim ki benim gibi herkesi germeye yetiyordu.

“Ne yapacağız?” dedi Eva temkinli tavrıyla.

Özgür kafasını yerden kaldırmadan, dalıp gitmiş hâlinden de sıyrılmadan, “Evleneceğim,” dedi. Sesi sanki can çekişiyormuş gibi çıkmıştı. Onun dün geceki hâlini hatırladım. Omuzları sarsıla sarsıla ağlamıştı. Bu kadar mı korkuyordu evlilikten? Dünden bugüne zayıflayıp yüzünün çökmesine neden olacak kadar çok mu?

Cesur bu duruma karar vermekte zorlandığını hiç yüzüne yansıtmadan Tuna’ya dönüp, “Bu gece yıldırım nikâhı ayarla. Kulübü halka açmıyoruz, aşağıyı hazırlarsın. Medya’yı da bilgilendirin. Belirli isimleri çağır, bize yakın olanları. Fazla kalabalığa gerek yok. Sen de bu işlerin başında ol Eva,” diyerek lafını bitirdiğinde Tuna ve Eva aynı anda hızlı hızlı kafalarını salladı.

Akın’dan kısık sesle bir homurtu yükseldi. “Bu kadar aceleye gerek var mı cidden?” dedi somurtarak. Eminim ki bu soru Özgür’ün de aklından geçiyordu.

“Geç bile kaldık,” dedi Cesur biraz ters bir tavırla. “Bunun bu güne kalmaması lazımdı. Daha fazla uzatmanın alemi yok. Yapalım bitsin gitsin. Sonra ortalığı toparlarız. Kızın nişanlısıyla da ayrı ilgilenmemiz gerekecek.”

“Ortalıkta görünmüyor o piç kurusu. Tüydü kesin,” dedi Tuna. “Ailesi de Tayyar’a tepkisini gösterip kabuğuna çekildi şu anlık.”

“Herkes saldıracağı anı bekliyor, kimse kabuğuna çekilmedi,” dedi Cesur. Bir anlığına unuttuğu bu mevzunun yeniden ortaya çıkmış olmasından duyduğu rahatsızlık yüzünden açıkça okunuyordu. Birkaç adımla Özgür’ün yanına gidip elini kardeşinin omzuna koyarak güç vermek istercesine sıktı.

“Bozma moralini oğlum. Şu ortalık bir toparlansın sonrasına bakarız. Boşanırsın, kızı yurtdışına yollarız. Ebediyen ona mahkum bırakmayacağım seni, yemin olsun. Birkaç ay idare etsen yeter.”

Özgür kafasını kaldırıp umutla abisine baktı. “Boşanırsam daha çok laf söz getirmiş olmaz mıyım?” dedi saf saf.

“Olmazsın. Oldurmayız,” dedi kendinden emin şekilde. “Şu karışıklığı halledelim gerisi kolay. Sonra herkes kendi yoluna, tamam mı?”

Özgür bu avuntuyla en azından bir süre idare edebilirmiş gibi hızlı hızlı kafasını salladı. Bunun üzerine Cesur elini birkaç kez onun omzuna vurup geri çekilerek Eva’ya döndü. “Şu kızı getir bakalım. Bir konuşalım.”

Eva ayaklandığı sırada, “Ben de geleyim,” Özgür çabucak. “Gelmez onunla. Kapıyı bile açmaz ona.”

Cesur kısaca kafasını salladı. Eva ile Özgür merdivenlerden kalkan Akın’ın yolu açmasıyla üst kata çıkarak gözden kaybolurken Cesur, Özgür’ün kalktığı yere oturdu ve bende yanındaki boşluğa yerleştim. Tuna, “Abi izin verirsen ben işleri halletmeye koyulayım,” diyerek Cesur’dan aldığı onayla birlikte gözden kayboldu. Akın ise ağzının içerisinde bir şeyler homurdana homurdana etrafta geziniyordu.

“Şart mıydı abi bu kadar çabuk olması? Şoka girdi çocuk. Zaten dünden beri iyi değil.”

“Bundan zevk alıyor gibi mi görünüyorum?” dedi Cesur sertçe. “Acele etmezsek Tayyar’ı gömdükleri anda silahlarını Özgür’e çevirecekler. En azından bir aileyi işin içerisinden çıkartmamız lazım.”

“Sen inanıyor musun o ailenin artık durulacağına? Ben hiç inanmıyorum. Hele de Orhun durulacak he? Asla.”

“Biz bize düşeni yaptıktan sonra yine sorun çıkarsa bu kez karşılık veririz.”

“Bunu şimdi yapsak olmuyor mu?” dedi Akın yalvarır gibi. “Ben gidip sıkarım hepsine. Bir tanesini bile geride bırakmam. Söyle hemen gideyim abi. Vallahi de yaparım billahi de. Başta ben de doğru yol bu sandım ama Özgür’ü canlı canlı ateşe atıyoruz böyle. Hayattaki en büyük korkusuydu bu.”

“Biliyorum,” dedi Cesur, Akın’ın çırpınışlarından pek etkilenmiş gibi görünmüyordu ya da yüzüne yerleştirdiği maske epey güçlüydü. “Ama kimseye sıkmayacaksın, beni duydun mu? Kaba yoldan halletmeyeceğiz. Bunu yaparsak herkes bize sırtını döner.”

“Hepsinin yedi ceddini ben...”

“Akın!”

“Abi bu doğru değil,” dedi itirazla. “Kimseye ihtiyacımız yok. Varsın herkes bize sırtını dönsün. Atmayalım şu çocuğu o ateşe. Kaldıramayacak bunu, görmedin mi hâlini?”

“Babamın emekle inşa ettiği her şeyin yıkıldığını görmek istiyorsan durma, git o iki aileyi de temizle. Her şeyi bitir. Bizi de bitir, Akın,” dedi son sözü buymuş gibi.

Akın babasının lafının geçmesiyle birlikte bariz şekilde hiddetini düşürdü. Daha çok somurtarak önüne dönüp, “Ben bile boğuluyormuş gibi hissediyorum, Özgür’ü düşünmek bile istemiyorum şu an,” dedi hışımla saçlarını karıştırdığı sırada. Ardından bize arkasını dönüp kısık sesle ağzının içerisinde homurdandı, ancak elbette biraz kulak kabartınca onu duyabiliyorduk. “Mecburiyetlerden nefret ediyorum. Tüm mecburiyetlerin gelmişini geçmişini sikeyim! Tüm mecburiyetlerin amına koyayım!”

Kardeşi için endişelenmesini anlayabiliyordum. Her ne kadar pek belli etmiyor, ketumluğundan taviz vermiyor olsa da Cesur da kardeşini düşünüyordu. Hatta bu evliliğe onu zorlamak durumunda kalmadığı için, ilk bahsini Özgür açtığı için bile ne kadar büyük bir yükten kurtulduğunu en iyi ben biliyordum. Zaten eğer Özgür’ü baskılayarak mecbur kılmış olsaydı durum çok daha şiddetli geçebilirdi, bu açıkça ortadaydı. Neyse ki Özgür hiç isteyerek yapmamış olsa da adım atacak cesareti bulabilmişti.

Ortama sinen sessizlikten hoşlanmamış gibi, “Ona babasının öldüğünü söyleyecek misin?” diye sordum. Odağım Cesur’daydı. Bana yandan bir bakış atarken usulca kafasını sallayarak sorumu onayladı. Sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım.

“Peki boşanırlarsa sorun çıkmayacağından emin misin gerçekten de?”

“Bunu o zaman geldiğinde konuşalım,” diyerek geçiştirdi. Bu kez ben kafamı salladım.

“Ben odaya çıksam ayıp etmiş olur muyum?”

“Sorun ne?” dedi çabucak. Sanki yanı başında otururken zarar görme ihtimalim varmış gibi tepeden tırnağa beni inceledi.

“Ölüm haberi verilirken burada olmak istemiyorum,” diye mırıldandım. Evet, bir de hiç tanımadığım bir kadın için üzülmek omuzlarımda ekstra yük olacaktı.

“Tamam, sen çık. Ben yanına uğrarım.”

Yavaşça ayaklandım. Gitmek için dönmeden önce Akın’a bakıp, “Lütfen ona sert davranma,” diye rica ettim. Akın yumruklarını ovalayarak bana döndü. Kesinlikle sert çıkışacağı her hâlinden belliydi.

“Yumuşak davranılmayı hak etmiyor.”

“Şu anda sinirlisin diye böyle konuşuyorsun. Özgür nasıl bu evliliğe mecbursa o da mecbur. Ve zaten korktuğundan eminim, tanımadığı insanların arasında duruyor. Üstelik dışarı bırakılırsa ailesi tarafından katledileceğini de biliyor. Durum ikisi için de zor. Ayrıca babasının öldüğünü öğrenecek. Biraz alttan alınmayı hak ediyor bence.”

Akın dudaklarını birbirine bastırıp durumdan memnun kalmadığını gizlemeden gelişigüzel kafasını savurarak beni onayladı. Bunu hiç istemeyerek yaptığı ortadaydı, ancak en azından sivri dilini tutmayı deneyeceğini artık biliyordum. Bunun verdiği rahatlıkla merdivenlere doğru iki adım atmışken üst kattan koşuşturan ayak seslerini işittim. Çok geçmeden Özgür telaşla üçer beşer merdivenleri inerken bağırmaya başladı.

“Abi Peri yok! Her yere baktım yok! Kaçmış! Peri kaçmış!”

Peri kaçmışşş 😱

 

 

 

 

 

Bölüm : 19.02.2025 02:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...