
Nikâh bitmişti. Yemek ve eğlence hâlâ devam ederken ben bar kısmına kaçmayı tercih etmiştim, çünkü sürekli aynı muhabbete maruz kalmaktan bunalmıştım. Cesur beni kiminle tanıştırsa hâl ve hatırımı sormalarının hemen ardından bir şekilde konuyu ne zaman evleneceğimize dayandırıyorlardı ve bir zaman sonra aynı muhabbeti tekrar tekrar etmek sıkıcı olmaya başlamıştı.
Bar kısmında istekleri karışlamaları için yanındaki iki genç kadını yönlendiren Nedim beni fark ettiğinde genişçe gülümseyip, “Ne vereyim favori yengeme?” diye takıldı. Gözleri sık sık arkamızda bir masaya oturmuş olan ve yanındaki taze karısıyla ilgilenmek yerine içki şişeleriyle bağını kuvvetlendiren Özgür’e kayıyordu ve eski neşesi yüzünde yoktu. Nedim de oluşan durumdan memnun olmayanlardan sadece biriydi.
“Kafana göre takıl. Ağır ve fazla tatlı olmasın,” derken yüksek bar taburelerinden birine yerleştim. “Ayrıca resmi olarak ben yengen falan değilim. Asıl yenge orada oturuyor,” diyerek arkamı işaret etim, göz kırpmayı da ihmal etmedim.
Nedim yeni seçeneği beğenmemiş gibi burun kıvırarak, “Senin abimle evli olmana gerek yok. Geldiğin ilk andan beri kalıcı olacağını anlamıştım,” dedi büyük bir farkındalıktaymış gibi göğsünü gererken.
“Seni yalancı,” dedim, onunla şakalaştığım açıktı. “Başlarda hiçbiriniz beni istememiştiniz. O günleri unutmadım.”
Yakalanmış gibi ensesini kaşırken, “İnsanız sonuçta hata yapabiliriz. Önemli olan hatayı fark edip dönmemiz değil mi?” dedi kıvırarak. “Hem... Özgür abi aynı kadınla ikinci kez bile görüşmemiş biri. Onunla kaç gün evli kalacağını merak ediyorum doğrusu.”
Hafifçe gözlerim kısıldı. “İki gün bile evli kalsalar, Peri’ye tek yengen oymuş gibi davranmalısın,” dedim. Bu kez şaka yoktu, hatta hafif uyarır gibiydim. Nedim teslim oluyormuş gibi ellerini kaldırıp, başka türlüsü mümkün değilmiş gibi de kısaca kafasını salladı. Ardından hazırladığı içkiyi önüme itti. Bardağın etrafına parmaklarımı sardığım sırada yanıma birinin oturmasıyla bakışlarım soluma doğru döndüğünde Halide Çağlayan’ın abisi Yunus’u görmeyi hiç beklemediğim için kaşlarım havalanmış, yüzüme sorgulayıcı bir ifade konmuştu. Adam koca vücuduyla bar taburesine epey yük bindirmişti.
“Evlat, bir kadeh şarabın var mı?”
“Olmaz mı dayım, geliyor hemen.”
Ardından dönüp bana baktı. Rahattı ve hiçbir çekincesinin olmadığını görebiliyordum. “Merhaba, Nehir,” dediğinde beni tanıyor olması elbette şaşırtıcı değildi. Boğazımı temizleyerek karşılık verdim.
“Merhaba.”
“Umarım iyisindir?”
“İyiyim, teşekkürler. Siz?”
Kısaca kafasını salladı. “Beni tanıyor musun?” diye sorup cevap vermeme fırsat tanımadan onaylamıyormuş gibi hafifçe güldü. “Bu çocuklar... edep adabı hepten unutur oldu. Evlendikleri gün biriyle birlikte olduklarını öğreniyoruz. Büyüklerle tanıştırma kısmını tamamen atladılar.”
“Bizzat tanıştırılmamış olsak da sizi tanıyorum.”
“Cesur bizim fırlamalardan daha aklı başında her zamanki gibi,” diyerek yeniden kafasını salladı. Yorgun görünüyordu. Önüne bırakılan içki bardağını daha yakınına çektikten sonra post bıyıklarını düzeltip bana yandan bir bakış attı. “Kaybınızdan haberim var,” dedi. Sertçe yutkundum. “Duyunca gerçekten üzüldüm. Başınız sağ olsun.”
Bu gece birçok kişiyle tanışmıştım ve hiçbiri kaybettiğim bebeğin muhabbetini bile açmamıştı. Şimdiyse dışarıdan bakıldığında bizle mesafeli duran adam bana üzgün olduğunu söylüyordu. Ona biraz garip bakmamdan ötürü, “Herkes bilmiyor,” diye açıklama gereği duydu. “Yayılmasına izin vermedik.”
“Teşekkürler,” diye mırıldandım.
İçkisinden yudumladı. İri yarı bir adamdı ve göbeği bar bankosuna dayandığı için pek rahat olmadığı her hâlinden belliydi. “Duyduğuma göre yakında sizin düğün olacakmış.”
“Evet, öyle düşünüyoruz,” diye mırıldandım.
“Geriye kaldı Akın. Onu nasıl baş göz edeceğiz bakalım,” derken hafif dertli duruyordu. “Gerçi benim asıl Özgür’den yana hiç umudum yoktu. Benim gibi bekar devam eder diyordum. Duyunca inanamadım. Gördüm, hâlâ inanmak zor.”
Omzumun üzerinden baktığımda Eva’nın Peri’nin koluna girip onu arka kapıya yönelttiğini gördüm. Özgür hâlâ içmeye devam ediyordu ve giden karısının ardından bakma zahmeti bile göstermemişti.
“Bazen bazı musibetler gelir seni bulur işte,” dedi iç çekerek.
Önüme dönüp bardağımın içerisindeki içkinin oluşturduğu minik baloncukları izlerken, “Bazen kötü olan aslında iyidir. Belki zamanla her şey şu ankinden çok daha güzel olacaktır. Bilemeyiz,” dedim.
Kısaca güldü. Koca göbeğinin oynayışını göz ucuyla izliyordum. “Ah, çocuğum,” dedi ben safın tekiymişim gibi. “Özgür’ün mayasında yok ki böyle bir şey. Varsa bile yaşayıp gördüklerinden sonra silinip gitti. Bir kadına bağlı kalmaktan korkuyor.”
“Bu her zaman kötü sonlu olacak değil ya-”
“Konu kötü sonlu olması değil. Konu babasının bir başka kadına saplantılı olduğunu görmesi ve annesinin de babasına saplantılı şekilde yaşamasıyla ilgili. Sevmek ve sevilmek onun nazarında hastalıklı bir şey artık. Hiçbir zaman aynı kadınla iki gün bile görüşmedi. Şimdi biriyle imza atmasını izledim az önce. Ona ebedi bağlı kalacağına dair yemin ederken boğulur gibiydi hâli. Yazık kıza. Onda aradığı hiçbir şeyi bulamayacak.”
Yorum yapamadım, çünkü olaya iyi yönden yaklaşmaya çalışsam bile tüm tezlerimi çökertecek kadar Özgür’ü tanıyordu. Sonuçta onun dayısıydı. Ve ben zamanla onların evliliğinin oturacağını düşünmek istiyordum. Olumsuz düşüncelerle kafamı doldurup bir de bunu dert edinmenin fikri bile şimdiden beni boğmaya başlamıştı.
Gürültüyle soluğunu verip, “Hayırlısı,” dedi kendi kendine. “Bakalım Halide öğrenince neler olacak.”
“Çok tepki gösterir mi?”
Bana kısa bir bakış attı ve o bakışta birçok cevap saklıydı. “Kız kardeşim biraz... nasıl desem... biraz doğru düşünemiyor. Kolay şeyler yaşamadı. Seni hiç sevmeyen ve istemeyen bir kocayla ne kadar baş edebilirdin?” dedikten sonra vücudunu bana doğru çevirdi. “Bilseydin ki Cesur başka bir kadın için ölür ama sana gelince senin günbegün onun için öldüğünü görmez, nasıl dayanırdın?”
“Vazgeçerdim,” dedim kuru kuru.
“Vazgeçemeyecek kadar çok seviyorsun. O zaman?”
“Bilmiyorum,” derken biraz huysuzdum. “Ne yapardım bilmiyorum.”
“Delirirdin. Günbegün daha çok. Ona olan da bu işte.”
“Vazgeçememek bile bir hastalık zaten. Keşke o zaman müdahale edebilseydiniz,” dedim yavaşça. Adam benimle sohbet etmeye çalışıyordu ve düşmanca yaklaşmıyordu. Bu yüzden onu incitecek şekilde konuşmamak için laflarımı seçiyordum, çünkü kız kardeşine epey değer verdiği her hâlinden belliydi.
Ağır ağır kafasını sallarken, “Keşke,” dedi beni şaşırtarak. “Ona ne olduğunu fark ettiğimde fazlasıyla geç kalmıştım.”
“Umarım bundan sonrası güzel olur,” diye mırıldandım. Halide için nedense pek iyi dileklere sahip değildim ve dikkatli bakan biri bunu anlayabilirdi. Sanırım o da farkındaydı ve üstelemiyordu, çünkü Cesur’un yaşadıklarını da en iyi bilenlerden biriydi.
“Cesur’un sonunda aradığını bulmasına sevindim,” dedi ansızın. Kaşlarım çatıldı.
“Anlamadım?”
“Aradığı kadını bulmasına-”
Öfkeyle, “Ben o değilim-” diye başlamıştım ki birden durdum. Kalbim sıfırdan bine fırlarken bir süre hızlı hızlı nefes alıp vermek dışında bir şey yapamadım. Sesler zihnimden silinip yerini Cesur’un baygınken Deniz diye sayıklamasına bıraktı. Karnıma sert bir ağrı saplandı ve nefesimi kesti. Acıyla elimi karnıma bastırdığım sırada, “Ben onu kast etmemiştim kızım,” diye kendisini açıklamaya çalışmasını işittim. “Beni yanlış anladın. Aradığı aşkı bulduğu için mutluyum. Babası gibi olacağı için korkuyordum ama iyi, çok çok iyi şu anda ve bu senin sayende.”
Adamı yeniden odak noktama alamadığımı fark edince apar topar bar taburesinden inerken, “Ben... ben artık kalkayım. Size iyi akşamlar,” diye geveledim ve onun başka bir şey söylemesine izin vermeden hızla oradan çıktım. Merdivenleri koşarak geçip üst kattaki odama girdiğimde üstüne vurduğum kapıya sırtımı dayayarak karanlık odada bir müddet kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Elim ayağım titriyordu ve kuşkular yeniden beni ele geçirmişti. Odanın pencereleri kapalıydı, açmamıştım, açmamak için resmen kendimle savaşmıştım ve şu anda öyle havaya ihtiyaç duyuyordum ki sanki ciğerlerime çektiğim hava değil de başka bir şeydi. Sakin olmak zorundaydım. Kendime sakin olmayı emrettim.
Birkaç saat önce Cesur’un yarı vücudunun karanlıkta kalacak şekilde oturduğu koltuğa doğru yürüyüp oraya oturdum ve banyodan yeni çıkmış beni izlediği gardırop önündeki boş alana baktım. Alnımı ovalayarak başıma saplanan ani ağrı geçinceye kadar biraz soluklandım. Daha iyi hissetmek nedense zordu. Bunu nasıl unutabilmiştim? Ona bakarken, yanımda dururken, bana yakın olmak için çabalarken onun Sarp’ın ta kendisi olabileceği nasıl hiç aklıma gelmezdi?
Olabilir miydi?
Bu soruyu kendime en az yüz kez sordum ve her seferinde belirli cevaplardan öteye geçemedim. Şaibeler beni öyle rahatsız hissettirmeye başlamıştı ki yine delirmeye doğru gidiyordum ve aklımın başımda kalmasına ihtiyacım vardı. Cesur’un sehpanın altına bıraktığı içki şişesine uzanıp onun kullandığı bardağı doldurdum ve hiç acelem yokmuş gibi içerken düşünmeye devam ettim. Kafam patlayacak gibiydi ve artık netlik istiyordum. Evet, cevaplara ihtiyacım vardı.
Cesur’un Sarp olabileceğini düşünmek ya da buna ihtimal vermek ilk andaki kadar korkunç değildi. Daha ılımlı yaklaşabildiğimin farkındaydım. Ancak yine de bu bacaklarımın hâlâ titrediği gerçeğini değiştirmiyordu. Çünkü eğer gerçekten hakikat buysa aylardır onunla birlikte olup da onu hiç tanıyamamış olmak şimdiden acı vericiydi.
Sırtımı koltuğa tamamen yaslayıp düşünceler âleminde kaybolmaya devam ettim. Yetimhane günlerimden neleri hatırlıyorsam başa sarıp defalarca kez gözden geçirdim. Sarp’ın kir pas içerisindeki yüzü hayal meyal gözlerimin önündeydi. Onu hayalimde büyütüp şimdiki hâlini düşünmeye çalıştığımda bir türlü Cesur’a uyduramıyordum. Sarp tertemiz bir çocuktu, Cesur ise karanlık bir adamdı. O çocuğun böyle bir adama evrileceğine ihtimal vermekte zorlanıyordum. Düşünmeye devam ettim. Cesur’un Furkan adında arkadaşı vardı ve yetimhaneden tanıştıklarını söylemişti. Sarp’ın da bir iki iyi arkadaşı vardı, sürekli birlikte takıldıklarını hatırlıyordum ama benim tek odağım Sarp olduğu için onlarla doğru dürüst konuşmam bile olmamıştı. Zaten ben Sarp’tan başka kimseyle konuşmamıştım ki. Furkan’ı o çocuklardan biri olarak hayal etmeye çalıştım ama onu da başaramadım.
Derken koltuğun koçağına dayadığım elimde duran içki bardağı gevşeyen tutuşumdan sıyrılıp yavaşça kayarak yerdeki halının üzerine düştü. Çıkan sesle hafifçe irkilip kapanan gözlerimi açar gibi oldum ama bu çok uzun sürmedi. Gözlerim yeniden kapandı ama zihnim çalışmaya devam ediyordu. Uyumuyordum ya da belki de uyuyordum, emin olmak zordu.
Gülbahar Hatun Yetimhanesinin koridorlarında dolaşıyordum. İçerisi karanlıktı ama pencerelerin ardından devada spot ışıkları tutulmuş gibi dışarıdan ışık vuruyordu. Müdirenin odasına uzanan koridorun başında duruyordum. Benden başka kimse yoktu ve bende sekiz yaşındaki bedenime tıkılmıştım. Attığım adımlar Deniz’in küçük ayaklarıydı ama düşüncelerim bana aitti.
Çift kanatlı ahşap kapılar koridor boyu sıra sıra dizilmiş duruyordu ve hepsinin kapıları açıktı. Sadece müdirenin kapısı kapalıydı ve kapı altındaki boşlukta içeride yanan sarı ışığın izlerini görebiliyordum. Odaya doğru her adım atışımda diğer açık kapılardan usul usul sızan duman ayaklarıma dolanmaya başlamıştı. Kafamı hafifçe iki yana sallayarak kendimi kastım ama ayaklarım ilerlemeye devam etti. Duman yoğunlaştı, beni belime kadar içine gömdü. Ciğerlerime çektiğim hava canımı yakmaya başladığındaysa kafamı iki yana sallayarak bir şeyler söylemeye çalıştım ama ne dediğimi kendim bile anlayamamıştım. Aldığım her solukta ciğerlerim daha çok ağrıyordu. Boğuluyormuş gibi hissederken müdirenin kapısının önündeydim ve içeriden garip sesler geliyordu. Yüzümün birden aşırı derecede ısındığını fark etmek korkuyla dolmama neden olurken elimin havalanmasını izledim. Küçük Deniz'in eliydi. Kapının tokmağına avucumu sardığımda nefesimi tuttum. Sonra kapıyı açtım ve alevler hızla yüzüme doğru savruldu.
Dehşetle gözlerimi açtığımda Cesur'u tepemde buldum. Elini nazikçe yanağımda gezdirirken, “Şşş...” diye mırıldandı. “Sadece kâbustu, iyisin. Nefes alabilirsin, fırtına, buna engel olan hiçbir şey yok. Hadi, derin bir soluk al. Ben yanındayım.”
Ona donakalmış şekilde bakarken dediğini yaptım ve göğsümü havayla şişirdim, bu kez ciğerlerim sızlanmamıştı. Kafam istemsizce pencerelerin açık olup olmadığını kontrol etmek için dönmüştü ki hızla müdahale ederek sadece ona bakmamı istercesine beni çenemden yakaladı.
“İyisin, geçti. Kendini kasmayı bırak.” Uzanıp ellerimden birini yakaladı ve avuç içimi öptü. “Sakin ol, geçti, uyandın.”
Gürültülü ve epey derin bir solukla daha göğsümü doldurduğum sırada yatağa taşınmış olduğumu ancak fark edebildim. Kızıl gece lambası da açıktı. Zaman ve mekân yerine oturmaya başlamıştı ama ben sanki ilk kez görüyormuşum gibi bakışlarımı Cesur’un üzerinden kopartamıyordum. Onu tüm detaylarına kadar inceliyor, ara sıra sertçe yutkunuyordum.
“Terlemişsin,” derken tenime yapışmış olan saçlarımı eliyle geriye doğru taradı. “Yatağa geçemeyip koltukta uyuyakalacak kadar yorulduğunu fark etmemişim.” Hafifçe güldü. “Yoksa kafan mı güzel? Uyumayıp sızdın mı orada?”
Ne kadar içtiğimi hatırlamıyordum ama çok içmediğimden nedense emindim. Hâlâ sadece ona bakmamdan dolayı hafifçe kaşlarını çatarken, “İyisin, değil mi?” diye sordu emin olmak istercesine. “Bana tepki ver, fırtına. Sessiz kalmandan hoşlanmıyorum. Bir şey söyle.”
“Burada... buradasın,” dedim biri tenime iğne batırmış gibi ansızın irkilerek. Ona daha derin, daha yoğun baktım. Konuşmamla birlikte tuttuğu soluğunu rahatlayarak bıraktı. Ardından da “Hâlâ uyku sersemisin,” dedi hâlimin garipliğinin nedenini bulmuş gibi. “Buradayım tabii. Aşağıda seni göremeyince peşinden geldim. Daima baktığım yerde olmalısın.” Gürültüyle iç çekti. “Hadi seni doğru dürüst şekilde yatıralım. Elbisenle uyuyakalmışsın. Bununla rahat görünmüyorsun.”
Kısaca kafamı salladığımda tereddüt dahi etmeden arkama doğru uzanıp fermuarı buldu. Parmakları ustaca fermuarı aşağıya doğru çekerken epey yakın duruyorduk ve şiddetli soluklarla inip kalkan göğsüm onun sert göğsüne sürtünüp duruyordu. Hâlâ ona, doğrudan gözlerinin içine bakıyordum ve o da aynı şekilde bana bakıyordu. Aramızdaki havada yoğunluğu gittikçe artan akım yüzünden ikimiz de daha hızlı ve daha sesli soluk alıp vermeye başlamıştık. Fermuarı tamamen açtığında ellerini tenimde kaydırarak adeta beni okşarcasına omuzlarıma tırmandı ve elbiseyi aşağıya doğru çekti. Altından sutyen giymiyordum ve karşısında yarı çıplak kalacak olmak umurumda bile değildi. Göğsüm körük misali inip kalkmaya devam ederken Cesur elbiseyi tenimden sıyırarak aşağıya çekti, kalçamı kaldırmamı istercesine beni hafifçe dürttüğünde ona uyup kendimi yukarıya çektim. Bunu yaparken destek almak için omuzlarına tutunmuştum. Devamında elbise bacaklarımdan sıyrılıp yere bırakıldığında sadece iç çamaşırımla orada duruyordum.
Cesur bakışlarını gözlerimden hiç çekmezken bu kez kendi gömleğine uzanıp hızlıca düğmelerini çözerek onu çıkarttı. Yapılı vücudu yine göz dolduruyordu. Ona hayranlıkla bakmadan durabileceğimi hiç sanmıyordum. Çıkarttığı gömleği bana giydirip birkaç düğmesini iliklediğinde parfümünün yoğun kokusu benimle bütünlemiş hâldeydi ve bundan hoşnuttum.
Boğazını temizleyip, “Şimdi daha rahat uyursun,” dedi kısık sesle. “Yat hadi. Ben yanındayım.”
Yastığa sırtımı yerleştirdikten sonra ellerimi ona doğru uzatarak, “Gel,” diye fısıldadım. “Yanımda olduğunu hissetmek istiyorum.”
Bir an duraksasa da onun için açtığım kollarımın arasına girerek yanımda yattı ve onu yönlendirdiğim şekilde kafasını yan çevirerek göğsümün üzerine yerleştirdi. O kadar iriydi ki onunla bu şekilde uyumak epey zordu, ancak elinden geldiğince yükünü bana vermemeye dikkat ediyordu. Ayrıca onu ne kadar çok özlediğimi ancak fark edebilmiştim. Günlerdir benimle uyumuyordu. Daima yanımdaydı ama hep koltukta uyumuştu.
“Bence tam tersini denemeliyiz, fırtına. Göğsünde yatamayacak kadar iriyim.”
“Şşş...” dedim yavaşça. “Sessiz ol.” Ellerimi sırtına dolayıp saçlarında gezdirdim. “Böyle çok iyi.”
“Ne gördün rüyanda?” dedi, sesindeki sabırsızlığı ve merakı yakalamıştım. Sanırım tepkilerimdeki garipliği gördüğüm rüyayla bağdaştırıyordu.
“Bir odanın önündeydim ve içerisinden ağır duman kokusu geliyordu. Nefes alamıyordum, göğsüm acıyordu. Sonra kapıyı açtım, içerisindeki alevler anında beni sardı.”
“Hmm... Sonra?”
“Sonra beni uyandırdın.”
“Hmm... Seni kurtarmış mı oldum yani?”
“Her zamanki gibi,” diye fısıldadım.
“Sarhoş olmadığına emin misin?”
Hafifçe gülümsedim. “Evet.”
“Peki iyi olduğuna?”
Parmaklarım saçlarının arasında dolandı. Bu soruya cevap vermekten kaçınarak, “Bazen hayatın benimle dalga geçtiğini düşünüyorum. Bu da o anlardan biri,” dedim usulca.
“Ne şekilde dalga geçmek bu?”
Onu duymadım bile. Aklım hâlâ takılı kaldığı noktalara odaklıydı. “Çocukluğundan bir arkadaşın karşına çıksaydı onu tanır mıydın?” diye sorduğumda duraksadığını hissettim.
“Tanırdım sanırım.” Yavaşça doğrulup kafasını kaldırdı ve yeniden gözlerimin içerisine baktı. “Sorun ne?”
“Sana bir şey soracağım ve bana kızmadan cevap vereceksin.”
Tek kaşı havalandı. Şimdiden gerilmişti. “Benimle pazarlık yaptığına göre kesinlikle kızacağım bir şey olacak.”
Avucumu yanağına yerleştirip baş parmağımla dudağının kenarını okşarken, “Kızmayacaksın. Sadece merak ediyorum, tamam mı?” dedim tüm sakinliğimle.
“Sor, Nehir,” dedi biraz huysuzca. Ne soracağımı anladığından emindim. En azından tahmine sahipti.
“Onunla... onunla karşılaşsaydın-”
“Sorma,” diyerek hızla sözümü kesti. Anında öfkelenmişti. “Bunu sorma. Duymak istemiyorum.” Toparlanıp kalkmak için hareketleneceği sırada omuzlarına sarılarak onu olduğu şekilde kalmaya zorladım. Tabii ki kendi isteğiyle kalmış olmasa buna gücüm yetmezdi.
“Hani kızmayacaktın?” dedim masumca. Bana daha çok kaşlarını çatarak baktı.
“En son bunun konusunu açtığında neler olduğunu unutmadım. Tekrarı olmayacak. Asla.”
Parmaklarım omuzlarından ensesine kayıp saç kökleriyle oynamaya başladı. “Ben çok sakinim,” dedim kısık sesle. “Sadece merak ediyorum.”
“Ben artık hiç sakin değilim, Nehir,” diyerek yeniden kalkmak için meyil ettiğinde bu kez onu tutunarak durduramayacağımı biliyordum. Bende hızla dudaklarına uzanıp onu kana kana öptüm. Başta bunu beklemediğinden olsa gerek tepki vermese de çok geçmeden yönetimi eline alarak beni cezalandırırcasına öpmeye başladı. Kendimi tamamen onun ellerine bıraktım ve özlediğim tadının keyfini çıkartmaya baktım. Onu gerçekten özlemiştim. Aramızdaki görünmez mesafe artık iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. Ona ihtiyacım vardı. Artık onsuz yaşayamazdım.
Cesur’un güçlü elleri gömleğin altına kayıp belimden sırtıma doğru yol alırken birden durup kendisini geriye çekti. Bana nefes nefese kalmış hâlde ve dağılmış şekilde bakarken, “Sana ne oldu?” dedi kafa karışıklığıyla.
Elimi yeniden yanağına yerleştirdim. “Hiçbir şey...”
“Bana normal birinden bahseder gibi onu soruyorsun. Fırtına... Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Sadece bilmek istiyorum. Lütfen dürüstçe cevap ver. Bu beni üzmeyecek, yemin ederim.” Derin bir soluk aldım. “Onunla karşılaşsaydın, öylesine bir yerde karşına çıksaydı onu tanır mıydın?”
Bana inanamayışla baktı. “Bunu soruyor musun gerçekten?”
“Sadece cevap ver. Lütfen.”
Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Sen iyi değilsin.”
“Üzerinden kaç sene geçmişti? Yirmi mi?” Dişlerini sıkmak dışında bana cevap vermediğinde sessizce iç geçirdim. “Yirmi sene sonra onu gördüğünde tanır mıydın? Söyle lütfen.”
“Bunu bana nasıl böyle rahat sorabiliyorsun aklım almıyor.”
“Çünkü... çünkü buna saçma şekilde aşırı tepki verdiğimi fark ettim.”
“Bir gecede?”
Dudağımın kenarını ısırarak, “Evet,” diye fısıldadım.
“Sen iyi değilsin,” diye tekrarlayarak doğruldu.
Homurdanmasını duymazdan gelip, “Cevap vermeyecek misin?” dedim üsteleyerek.
“Bilmiyorum!” dedi, sesi birkaç volüm birden yükselmişti. “Bilmiyorum, Nehir. Kes artık bana şunu sorup durmayı.”
Daha fazla üzerine gidersem işlerin kızışacağını fark ederek irdelemek isteyen dilimi ısırdım. “Tamam,” dedim tüm uysallığımla. Kollarımı yeniden iki yana açtım. “Gelir misin? Bu gece koynumda uyumana ihtiyacım var.”
Onu berbat bir paradoksun içerisine hapsetmişim gibi bana hem öfkeyle hem de garip garip baktı. Sanırım delirdiğimi düşünüyordu ya da gerçekten sarhoş olduğumu. Aslında olan şuydu; bir çeşit uyanıştaydım.
“Bu gece beni koynunda uyutup yarın terk edecekmiş gibi davranıyorsun ve gerçekten delirmek üzereyim, haberin olsun.”
Hafifçe gülümsedim. “Seninle anlaşmıştık, unuttun mu? Yarın buradan gidecektim.”
Tehditkâr şekilde gözlerini kıstı. “Nasıl bir oyunun peşindesin? Gitmeden önce beni delirtirsen peşine düşmem gecikir mi sanıyorsun?”
“Cesur,” dedim onu yatıştırmak istercesine yumuşacık bir sesle. “Senden kaçmaya niyetim yok. Eğer yarın akşama kadar beni bulamazsan işte o zaman asıl benden kork. Bir geceyi bile senden ayrı geçirmeme izin vermeyeceksin.”
“Asla,” dedi adeta hırlayarak. Yatakta üzerime doğru eğilip beni belimden yakaladı ve kolayca çevirdi. Artık altta yatan oydu ve koynunda yatan da bendim.
“Oyunbozan,” dedim kısık sesle. Kolunu sırtıma sarıp beni iyice sabitledi.
“Sus.”
Sırıttım. “Asabın mı bozuldu senin?”
“Nehir,” dedi uyarırcasına. “Kırmızı çizgilerime basıyorsun sonra da hiçbir şey yapmamış gibi davranıyorsun. Aklımla oynamayı bırak, zaten aklım yok.”
Tüm keyfim kaçtı. Gerildim. Koynunda bir kaya parçasına dönerken, “Bana Nehir deme,” dedim netçe. Sesimde hiçbir duygu yoktu, ancak elbette Cesur birden 360 derece değiştiğimi hissetmişti.
“Ne?” dedi hafif şaşkın şekilde. “Anlamadım? Ne demeyeyim?”
Benim adım Deniz’di ama bunu ona şimdi söylemeyecektim, çünkü önce benim bir şeyleri kesinliğe kavuşturmam gerekiyordu. Bunu ona sorular sorarak da yapabilirdim, ancak farkında olmadan onu aşırı derece kızdırmıştım. Bu duruma fazlasıyla hassas yaklaştığı aklımdan çıkmıştı ve yeni soruları sakince cevaplamayacağından emindim. Yarın oynayacağımız oyun için şimdiden kafamda planlar oluşturmaya başlamıştım ve günün doğmasını iple çekiyordum. O zamana kadar kuşkularımın beni kemirmesine izin vermeyecektim ve üzerinde düşünmeyecektim.
“Fırtına desene,” diye mırıldandım kedi gibi ona sokulurken. “Artık Fırtına’m da hiç demiyorsun.”
Gürültüyle iç geçirdi. Tam bir baş belası olduğumu düşüğünden emindim ama bu ona sıkı sıkıya sarılmama engel olamadı. Başka yorumda bulunmamasına aldırmadan gözlerimi yumdum ve kendimi yeniden açtığım kapının ardındaki yangınla bakışırken buldum.
♧
Peri artık evliydi.
Parmaklarının arasındaki nikâh cüzdanını sıkı sıkıya tutuyor ve ona her baktığında bulunduğu duruma inanamıyordu. Sanki her şey kötü bir kâbustu. Uyanmak için yanaklarına iki tokat atsa uyanmayı başarabilir miydi?
Üst kattaki odasına, yani aslında Özgür’e ait olan odaya çıkalı neredeyse iki saat olmak üzereydi. Yatağın ayakucuna oturmuş kâh ağlayarak kâh da boş boş etrafa bakarak vakit geçiriyordu. Gelinliğini çıkarmamış, sadece topuklu ayakkabılarını düzgünce kenara bırakmıştı. Odaya alışmaya, benimsemeye çalışıyordu, ancak bir türlü o sahiplenme hissine erişemiyordu. Kendisini ne kadar zorlasa da buraya ait hissedemiyordu. Zaten gece kulübünde işi neydi ki? Evi bu oda mı olacaktı? Evliliği bu odanın içerisinde başlayıp burada son bulacaksa eğer, her gününün işkenceden farksız geçeceğinden emindi. Çok yakında aklını bile kaybedebileceğini düşünüyordu. Ailesinin yanında çok dışadönük hayata sahip olmasa da en azından dışlanmıyor, köşeye itilmiyordu. Buradaysa kimsenin umurunda bile değildi. Odadan dışarıya hiç çıkmasa kimsenin uğrayıp ne hâlde olduğunu merak edeceğini düşünmüyordu.
Özgür bile gelmemişti.
Nikâhtan sonra onu odaya çıkartan Eva olmuştu. Damat bey geride kalmayı tercih etmiş, usulen bile olsa gelinin yanında olmayı umursamamıştı. Ondan kocalık yapmasını elbette beklemiyordu ve ona kadınlık yapacağını da sanmıyordu, çünkü bunu istemeyeceğinden emindi. Yine de eğer isterse diye düşünmekten kendisini alamıyordu. Annesinin nasihatleri kulaklarındaydı. İlk gecesine dair bazı detayları anlatmıştı. Mesela odaya girdiklerinde önce eşinin gelip duvağını kaldırmasını beklemesini söylemişti. Şimdiyse duvağı hiç örtülmemişti, saçlarının arkasına tutturulmuş duruyordu. Ardından yüzgörümlüğünün takılması gerekiyordu. Üzerinde takı olarak sadece Nehir’in seçtiği takım bulunuyordu. Devamında belindeki kırmızı kuşak çözülmeliydi. Peri’nin belinde kuşak falan bulunmuyordu. Sonrasını annesi anlatırken epey üstü kapalı geçmişti, hatta utandığını bile hatırlıyordu. Kocasına uymalı, ona kolaylık sağlamalı ve karşı çıkmamalıydı.
İşte Peri bu şekilde yetiştirilmişti. Şimdiyse ilk gecesinde odada yalnızdı. Hakkı olmadığını bilse de gücenmiş hissetmekten kendisini alamıyordu, çünkü hiç böyle hayal etmemişti. Hayalleri daima pembe düşler gibiydi ve başrolünde Ufuk vardı. Düğünden sonra baş başa kalacakları anı defalarca kez hayal etmişti. Duvağını kaldırmasını, yüzgörümlüğünü takmasını, sonra gelinliğini çıkartmasını... Bir zamanlar bunları tatlı bir heyecanla hayal edip dururdu. Şimdiyse yaşadıkları hayallerinin kıyısından ya da köşesinden bile geçmiyordu.
Artık bozulmasını umursamadığı makyajını düşünmeden ıslak yanaklarını sertçe kuruladı. Ağlamaktan helak olmuştu. Aşırı yorgun hissediyordu ve uyumak istiyordu. Gelinliğini çıkartmayı erteleyerek dönüp yatağın üzerinde kıvrılmak için hareketlendi. Her şeye rağmen en azından gelinlik giyebildiği için mutluydu. Hayallerinin gerçekleşen tek yanı buydu. Bu yüzden onu üzerinden çıkartmak istememişti. Ellerini birleştirip yanağının altına yerleştirdiği sırada bulunduğu odanın kapısı beklenmedik şekilde açılınca korkuyla yerinden sıçrayıp ayağa fırladı. Birden hızını milyon katına çıkartan kalbinin sert ritmini yavaşlatmak istercesine elini göğsünün üzerine bastırırken odanın kapısı açılmasına nazaran daha sert şekilde üzerine çarpıldı. Ardından odanın küçük koridorunda Özgür’ün ayak seslerini dinledi, o olduğundan emindi. Başkasının gecenin bir yarısı destursuz şekilde buraya gireceğini hiç sanmıyordu.
Özgür birkaç adımlık koridoru ardında bırakıp geniş yatak odası kısmına ilerlerken gömleğinin düğmeleriyle kavga hâlindeydi. Onları yerlerinden sökmek istercesine çözmekle uğraşırken Peri’yi yatağın orada ayakta dikili hâlde bulduğunda fevri hareketlerini durdurup ona baktı. Kadın hâlâ kahrolası gelinliğin içerisindeydi. Onu bu şekilde bulmayı beklemediği yüzünün her santiminden belliydi. Bu yüzden genç kadın gelinliğini çıkartmadığı için pişman hissetmeye başlamıştı, çünkü adamın bakışlarındaki bariz nefret ve düşmanlık ortadaydı.
Özgür katlanan asabiyetiyle birlikte hıncını gömleğinden çıkartmak istercesine düğmelere daha şiddetli asılarak içki dolabına doğru yürüdü. Bu sırada ısrarla yerinden çıkmayan son düğmeye tahammül edemeyecek gömleğini iki yanından tutarak yırtıp açtı. Düğme yere savrulup tiz bir ses çıkartarak etrafa sıçrayıp en sonunda belirsiz bir noktada durdu. Sanki gece boyunca hiç içmemiş gibi içki dolabından kaptığı ufak şişenin kapağını çevirip içerisindeki renksiz sıvıyı kafasına dikti ve hepsini bitirdikten sonraysa boş şişeyi ahşabın üzerine gürültüyle indirdi.
“Çıkart şunu üzerinden,” dedi kapkara ve buz kadar soğuk bir sesle. Tavrı öyle kabaydı ki sanki görüntüsü Özgür'dü ama konuşan başkasıydı.
Peri gelinliğinin kumaşını avuçlarının içerisinde sıkarken bir an için ne yapacağını bile bilemedi. Sağa sola bakındı, ne demek istediğini anlamaya çalıştı. Gelinliği kast ettiğinin pekâlâ farkındaydı. Ancak neden çıkartmasını istiyordu? Yoksa o hiç ihtimal dahi vermediği şeyi mi isteyecekti?
Özgür tahammül sınırlarını kaybetmiş gibi hışımla yüzünü Peri’ye doğru çevirirken, “Sana çıkart dedim!” diye bağırdı. Kadının korkuyla iki adım geri çekilmesi ve iri iri açtığı gözlerle kendisine bakması üzerine kırmızı ışığı görmüş gibi kadına kilitlenip sert adımlarla üzerine yürüdü. Zaten alan kısıtlı olduğu için onu yatağın yanında kıstırması pek uzun sürmemişti.
“Benim çıkartmamı mı bekliyorsun? Tamam!” diyerek öfkeli şekilde kadına doğru yönelmişti ki Peri teslim oluyormuş gibi ellerini havaya kaldırıp, “Tamam, tamam ben yapacağım. Ben yapacağım, lütfen,” diyerek ona engel olmaya çalıştı.
Özgür onu umursamadı. Kolundan yakalayıp bez bebekmiş gibi kolayca çevirdi ve sanki aşk sözleri söyleyecekmiş edasıyla yüzünü boynuna doğru sokarken, “Kaç saattir bu şekilde beni beklemişsin. Üzerime düşeni yapayım, kocanım ne de olsa! Artık sorumluluk sahibiyim!” derken sonlara doğru sesi daha öfkeli çıkıyordu.
Genç kadın alkol kokusunun burnunun direğini sızlatmasının ardından hareket bile edemeyecek kadar korkuyla doldu. Ona karşı koyabilecek kadar güçlü değildi ve belli ki adamın kafası da pek yerinde değildi. Normal zamanda onun tarafından asla isteneceğini düşünmüyordu, ancak şu anda her şeyi yapabilirdi ve Peri canının yanmasını istemiyordu. Buna hiç hazır değildi.
Özgür önce kadının dağınık topuzuna takılmış olan duvağı çözüp yere bıraktı. Parmakları bir şeyleri çözmeye öyle alışkındı ki hiç zorluk yaşamıyordu. Sıradaki hedefi olarak gelinliğin arkasındaki ipleri çözdü. Sanki asla açılmasın diye yapılmış gibi sıkı sıkıya çekiştirilmiş ipleri ustaca gevşetirken hızlı ve biraz da hoyrattı.
Peri kaderine boyun eğmek zorunda kalmaktan en çok bu an nefret ederken, “Lütfen,” diye sayıkladı. Ancak duyulduğundan emin değildi. Özgür ipleri çekiştirmeye devam ederken ağzının içerisinde bir şeyler homurdanıp duruyordu. Kesinlikle kafası yerinde değildi ve bu yüzden Peri kötü şeyler yaşamamak için içinden bildiği tüm duaları okumaya başlamıştı. Çünkü kimsenin bu kapının ardında olanlarla ilgileneceğini sanmıyordu. Çığlık atıp yardım dilense bile kimse gelmeyecekti. O, burada bir nevi esirdi.
“Siktiğimin ipleri,” dedi Özgür ağzının içerisinde ve sabır kotası dolmuş gibi iki eliyle gelinliğin sırtını sağa sola çekiştirmeye başladı. Bu sırada Peri yanaklarını ıslatan yaşların esiriydi. Düğün gecesine dair tüm masum hayalleri Özgür’ün çözdüğü ipler gibi dağılmaya başlamıştı. Çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Tamam, Özgür’le evlenirken onu güzelliklerin beklemediğinin farkındaydı ama bunu da hiç ummadığı için şok içerisindeydi.
Özgür son ilmeği de yerinden çıkardıktan sonra gelinliği sağ ve sol tarafından tutup ikiye ayırdı. Genç kadının sırtı artık tamamıyla açıktaydı. Yediği dayaklardan kalma morluklar ve çürükler yer yer hâlâ belirgindi, ancak Özgür’ün onlara dikkat edecek kadar odağı yoktu. Tuttuğu parçaları bir kez daha güçlü şekilde çektiğinde gelinlikten yırtılma sesleri yükselti. Peri çıplaklığını örtmek için aşağıya düşen gelinliğini tutmaya bile çalışmadı. Yırtıldıktan sonra iyice bollaşan kumaşın üzerinden kayarak belinde toplanmasına izin verdi. Altında iç çamaşırı bulunuyordu ama üstü artık tamamen çıplaktı. Orada teslim olmuş şekilde öylece duruyordu, ancak Özgür yeniden kolunu yakalayıp yüzünü çevirmek istediğinde istemsizce kollarını göğüslerinin üzerine sardı. Bunu yaptığı için tepki göreceğinden korksa da içgüdüsel dürtüden başka bir şey değildi.
Özgür kadını kendisine doğru çevirdikten sonra yatağa doğru itmek için davranacaktı ki Peri, “Dur,” dedi can havliyle. “Dur. Lütfen. Yapma.”
“Durmak mı? Asla,” dedi Özgür gözünü kör eden hırs ve öfkeyle. Nefret doluydu. Öyle nefret doluydu ki her hareketinden her nefes alış verişinden bile açıkça okunuyordu.
“B-bu kadar kötü olamazsın, lütfen.”
“Ne kadar kötü olacağımı göreceksin,” diye tısladıktan hemen sonra kadını sertçe yatağa itti. Peri sırtının soğuk çarşafla buluşmasıyla birlikte kollarını daha sıkı göğüslerine sararken titreyen dudaklarını birbirine bastırarak kendisini kastı. Adamın umurunda bile değildi. Bu kadar gaddar olabileceği aklının ucundan dahi geçmemişti. Yaşlar yanaklarından sessizce boşalırken iyi şeyler düşünmeye çalıştı, çünkü başka ne yapabilirdi? Biraz dişini sıktıktan sonra rahat bırakılacağını düşünerek kendisini avutmayı denedi. Ancak tüm kendisini sakinleştirme çabaları Özgür’ün eğilip kalçalarında takılı kalan gelinliği çekip çıkartmasıyla birlikte havaya uçtuğunda telaşla gözlerini sımsıkı kapadı. Sanki görmezse yaşamayacakmış gibi... Çocukların hayaletlerden korkup yorganın altına saklanması gibi masumdu.
Özgür’ün yatağın kenarına dizini bastırdığını hissettiğinde olduğu yerde yok olmak istedi. Üzerinde kalan son parça kıyafete uzanmasını beklerken tepeden tırnağa zangır zangır titriyordu. Ona karşı koymak istiyor olsa da daha sert davranılmaktan korktuğu için ağlarken sesini dahi çıkartamıyordu. Çünkü adamın kafası yerinde değildi ve tamamen düşmanca hareket ediyordu.
Derken üzerine bir şeyin fırlatılmasıyla birlikte korkuyla gözlerini araladı ve az önce teninden sökülmüş olan gelinliği bir örtü gibi üzerine atılmış şekilde buldu. Ardından Özgür tehditkâr bir tavırla ağırlığını yatağa verip ellerinden birini kafasının hemen yanına bastırdı. Diğer eliyse kadının çenesini bulduğunda, “Bunu yok et, ortalıkta görmeyeceğim, anladın mı?” dedi sıkılı dişlerinin arasından. O da kaskatı duruyordu. “Bu geceye, bu nikâha dair hiçbir şeyi görmeyeceğim!”
Peri hâlâ aynı hareketsizlikle, aynı şokla ve korkuyla ona bakmak dışında hiçbir şey yapamıyordu. Ne olduğunu, adamın ne yapmaya çalıştığını anlayamamış olduğu için kalbi hâlâ dehşetle atıyordu. Üstelik epey yakın ve müstehcen durmalarıysa onu daha çok tetikliyor, iyiden iyiye kilitliyordu.
Özgür, anlaşılmak istercesine kadının çenesini sıkarken, “Ne sen benim karımsın ne de ben senin kocanım,” dedi kelimelerden tiksindiğini saklamadan. “Bu lafları kullandığını dahi duymayacağım. Asla. Anladın mı?” Peri tepki veremedi. Bunun üzerine Özgür, “ANLADIN MI?” diye bağırdı.
Genç kadın biri tarafından dürtülmüş gibi hızlı hızlı kafasını salladı.
“Burada sesini çıkartmadan yaşayacaksın. Hiçbir şey beklemeden ve istemeden! Hiçbir şeye hakkın yok senin. Eğer sorun çıkarttığını görürsem...” diyerek son kelimeye tehlikeli bir vurgu yaparken kadının çenesindeki elini kaydırarak ince boynuna parmaklarını doladı. Onu nefes almakta biraz zorlanacağı kadar sıkarken, “O saniye boynunu kırarım. Anladın mı?” dedi yine bağırarak.
Peri bu kez dehşetle kafasını salladı.
“Kimseye karşı gelmeyeceksin. Ne denirse onu yapacaksın. Sesinin çıktığını duymayacağım. Geldiğin evde nasıl boyun eğerek yaşamışsan burada da öyle yaşayacaksın. ANLADIN MI BENİ?”
Genç kadın bu şekilde aşağılanmaya daha fazla dayanamayarak dudaklarından kaçan hıçkırıkla birlikte ağlamaya başladı. “Ta-mam,” dedi güçlükle. “Ta-mam... t-tamam...” Hıçkırdı. “T-tamam.”
Özgür kaçak elektrik akımına tutulmuş gibi irkildi. Elini hızla kadının boynundan geri çekip hafifçe doğrularak ancak şimdi gerçekten görüyormuş gibi ona bakarken gözlerini tepeden tırnağa üzerinde gezdirdi ve bunu yaparken öyle ağır davrandı ki genç kadının bakışlarının altında taşa dönen bedenini bile ayırt edebiliyordu. Düzgün davranmadığının bilincine vararak hızla ayağa fırlayıp odanın içerisinde dört dönmeye başladı. Bu sırada kadının bastırılmış hıçkırıkları ve içli içli ağlayışı onu iyiden iyiye berbat hissettirirken biraz olsun sakinleşebilme umuduyla içki dolabına yürüdü. Yeni bir şişe aldı ama henüz kapağıyla olan savaşını dahi bitirememişken elinde olmadan birden, “AĞLAMA!” diye kükredi. Peri sustu. Sanki susmasına daha çok öfkelenmiş gibi kapağını bir türlü açamadığı içki şişesini yere savurdu. Ardından hırsını alamadığını belli edercesine dolabı tuttuğu gibi devirdi. Çıkan şangırtı oldukça gürültülüydü.
Peri kalbi ağzında atarken üzerine örtü gibi atılmış olan gelinliğe sıkı sıkıya sarılarak doğruldu ve Özgür odada ne var ne yoksa kırarken sessizce dolanarak banyoya kaçtı. Kapıyı kapatıp kilitledi ve sonra da tüm gücünü yitirmiş gibi yere çökerek bastırdığı hıçkırıklarını serbest bıraktı. Sesinin duyulmaması için de gelinliğini yüzüne bastırmıştı.
Sonra odaya birilerinin girdiğini duydu. Özgür’ü sakinleştirmeye çalışma çabalarını dinledi. Bir zaman sonra içeriden ses gelmemeye başladı ve kapanan dış kapının sesini işitti. Kimse onun ne hâlde olduğunu dahi merak etmemişti. Peri hayatının bundan sonra böyle devam edeceğini kavrayarak banyonun bir köşesine sinerek kıvrıldı ve ağlaya ağlaya kendisini uykunun kollarına bıraktı.
♧
Uzun zaman sonra uyandığımda yorgun ve bitkin değil; dinlenmiş, huzurlu ve dinçtim. Sanırım bunun nedenini biliyordum. Nedeni tam da şu an bana sıkıca sarılmış duruyordu. Hafifçe doğrulup kolumu Cesur’un göğsüne yasladım ve çenemi de kolumun üzerine dayayarak uykudan yeni ayılmış gözlerimle onu incelemeye başladım. Yatağa tam olarak uzanmamıştı, hafif dik duruyordu. Bu yüzden kafası bana doğru eğimliydi. Gözleri kapalı, nefes alışı düzenliydi. Uyumuyor gibi dursa da uyuduğu ortadaydı.
Onu incelemeye başladım.
Daha doğrusu onu ilk kez görüyormuşum gibi inceledim.
Bu elimde olan bir şey değildi. Göğüs kafesimi gıdıklayan aptal bir heyecanla bunu yaptım. Kısa sakalları, sanki çatık duran kaşları, belirgin çene çizgileriyle yüz hatları tamamen oturmuş durumdaydı. Eğer tanıdığım Sarp oysa, on dört yaşlarındaki hâliyle pek benzerliği yoktu, bundan bir kez daha emin oldum ve yine Sarp’ın yüz hatlarını Cesur ile birleştirmeye çalıştım. Bunu belki de bininci yapışımdı ve yine pek uyum yakalayabildiğim söylenemezdi. O pasaklı, yaramaz ve söz dinlemez çocuktu. Onun büyüyünce aynı şekilde devam edeceğini düşünürdüm. Hayatı asla ciddiye almayan ve her anın eğlencesine odaklanan biri olabilirdi. Ciddi yüzünün ardında bile hinlik peşinde koşan, yetişmiş ama içi çocuk kalmış biri gibi.
Cesur bu tahminlerimin hiçbirine uymuyordu. Ya hayat ona hiç acımamıştı ya da o, Sarp değildi. Hayatın ona hiç acımadığını biliyordum ama Sarp kısmı şimdilik belirsizdi. Diğer elimi yavaşça teninde kaydırıp boynuna kadar çıkarttım. Gömleğini bana giydirdiği için kendisi üstten çıplaktı. Sert kaslarını hafif dokunuşlarla bile hissedebiliyordum. O sıska çocuk böylesine devasa birine dönüşebilir miydi? Parmaklarımı boynuna bastırıp nabzını aradım. Bulduğumdaysa bir süre kalp atışlarını saydım. Aklımda sürekli yetimhanede geçirdiğim ve çoğunu hayal meyal hatırladığım anılar dolanıyordu. Beni etkisi altına almış olan heyecan hâlâ göğüs kafesimdeydi ve baskısı azalmak yerine gittikçe artıyordu. Sorular ise cevapsız şekilde kafamın içerisinde dönüp duruyordu.
Sertçe yutkunurken parmaklarımı nabzından ayırıp yavaşça yukarıya çıkarttım. Çok hafifçe dokunuyordum, uyanmasını hem istiyor hem de istemiyor gibi yumuşaktım. Kısa sakallarının parmak uçlarıma batması tenimin altındaki kanımın hızlanmasına neden olurken istemsizce kıpırdandım. Şakaklarına tırmanıp karışmış saçlarını elimle düzeltirken gözümün önünde yetimhanenin bahçesinde futbol oynarken topa kafa attığı anlar canlanıyordu. Terli saçlarının havada savrulması gözlerimin önündeydi sanki. Bir tutamının alnına düşmesine izin verdikten sonra parmaklarımı yeniden aşağıya yönelttim ve sıradaki hedefim dudakları oldu. Önce onlara dokunmaya çekindim, ancak bu çok sürmedi. Yumuşak tenine parmak uçlarımı hafifçe değdirdim, göğsümde sıkışmış olan heyecan katlandı.
Eğer Cesur, Sarp ise söz verdiği gibi geri dönmemiş olsa bile, üzerinden yıllar geçmiş olsa bile beni bulmuştu.
Yirmi yıl önce onunla bir geleceğimiz olabileceğini hayal bile edemeyecek kadar küçüktüm. Benim sığınağım olmuştu. Düşünüyordum da hayat bizi hiç ayırmasaydı ve birlikte büyümüş olsaydık ne noktaya gelmiş olurduk? Birlikte mi olurduk yoksa iki iyi dost olarak mı devam ederdik? Bunu çok önceleri de düşünmüştüm ve cevabım nedense dost olacağımız yönündeydi. Ancak şimdiyse bu adamın kokusu olmadan, beni saran kollarını hissetmeden rahatça uyuyamıyordum bile. Bu çılgınlıktı. Biz birbirimizin farkında olmadan neler neler yaşamıştık. Farkında olsaydık eğer her şey daha farklı ilerler miydi yoksa kaderimiz hep bir mi yazılmıştı?
Ben düşünceler alemine dalıp gitmişken Cesur sanki düşman algılamış gibi aniden uyanıp dudaklarına dokunan elimi bileğinden yakalayarak yüzünden uzaklaştırdı. Belimdeki koluyla sanki kaçacakmışım gibi beni sıkı sıkı tutarken bilincinin yerine gelmesi birkaç uzun saniye sürdü. Gözlerindeki boş bakışın değişip yumuşamasını takip ederken bu gözlerin yirmi yıl önce bana bakan o gözlerle aynı olup olmadığını anlamaya çalışıyordum.
Dudaklarımda yarım gülümsememle, “Günaydın,” diye fısıldadım.
Boğazını temizledi. “Saat kaç?”
“Bakmadım.”
Elimi bırakıp hâlâ üzerinde duran pantolonunun cebine uzandı ve telefonunu çıkarttı. Açtığı ekranda yazan saat sabahın sekizini gösteriyordu.
“Neden bu kadar erken uyandın?”
“Uyandım işte,” derken hafifçe omuz silktim. “Yeterince uykumu aldım. Uzun zaman sonra zinde hissediyorum diyebilirim.”
“Oyun oynamaya hazırsın yani,” dedi imayla. Tavrı epey soğuktu.
Tüm neşemin hava kaçıran bir balon gibi sönmeye başladığını hissederken, “Evet,” dedim. Aslında hâlimin bununla alakası bile yoktu.
Beni üzerinden iterek yatakta doğruldu. Muhtemelen kilitlenmiş olan boynunu sağa sola eğerek esnetirken, “Bunun seni bu kadar heyecanlandıracağını düşünmemiştim,” diye homurdandı. Kesinlikle tersinden kalkmıştı. Ben ne kadar heyecan doluysam o da o kadar somurtkandı.
“Günler sonra güne güzel başlamamın nedeni aptal bir oyun değil,” derken sırtına ölümcül bakışlar atıyordum. “Sen diyene kadar onu hatırlamamıştım bile.”
Bana yüzünü dönmeden konuştu. “Ne o zaman?”
“Sendin,” dedim dişlerimin arasından.
Güler gibi bir ses çıkarttı. “Bendim?” derken sesi imkânsız bir şeyden bahseder gibiydi.
Parmaklarımla sırtını sertçe dürttüm. “Senin sorunun ne Cesur?”
“Asıl senin sorunun ne?” dedi bana doğru döndükten sonra. “Sana gitmen için, benden kurtulman için zaten fırsat vermiştim. Kalmayı seçen sendin. Şimdiyse birkaç saatlik özgürlük için neredeyse havalara uçacaksın.”
Ağzımın yere değecek kadar açıldığından emindim. Duruma en olamayacak tarafından bakıyor olması beni hem güldürmüş hem de daha çok sinirlendirmişti. “Şu anda saçmalıyorsun. Bunun gitmekle ne alakası var? Ayrıca oyun oynamayı teklif eden sendin, ne çabuk unuttun?”
“Teklif ettikten sonra sana ne oldu Nehir?” dedi sertçe. “Birkaç saatliğine dışarda olmanın neresi sana bu kadar cazip gelen? Yanında olmayacak olmam mı? Benim ya da adamlarımın göz hapsinden çıkacak olman mı? Neden farklı davranıyorsun? Neden sana bakınca bir şeyler değişmiş gibi hissediyorum? Neden bana bakarken gözlerinde soru işaretleri var? Neden bir şeyler söyleyecekmiş gibi duruyorsun ama hep vazgeçiyorsun? Neden? Neden? Neden?”
“Cesur-” demiştim ki hızla çenemi yakalayıp yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdı.
“Söylesene dün gece beni neden öptün?” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Günlerdir en büyük düşmanınmışım gibi benden uzak dururken bir gecede değişen ne? Veda öpücüğü müydü? Ne planlıyorsun sen Nehir? Neler dönüyor o kafanın içerisinde?”
“Sen... sen sabit fikirli aptalın tekisin!” dedim elimde olmadan öfkeyle. Çenemdeki elini itip hırsımı alamamışım gibi göğsüne yumruğumu indirdim. “Sabaha kadar kafanda bunları mı kurdun-”
“Evet,” dedi cümlemi bile tamamlamama izin vermeden. “Sen rahat rahat uyurken ben benden nasıl kaçacağını düşünerek sabahladım. Buna sebep olan da sensin.”
“Teklif eden sendin şimdiyse kabul ettiğim için beni suçluyorsun.”
“Seni bu kadar etkileyeceğini bilsem asla teklif etmezdim.”
“Sen kafayı yemişsin!” dedim istemsizce bağırarak. “Hiçbir şeyin beni etkilediği falan yok. Kaçmaya niyetim olsa o çok övündüğün gücünün hiçbir halta yaramayacağını sana seve seve gösterirdim. Nihayet yası üzerimden atıp kendime gelmeye başlıyorum ve sen düzelmemden hoşnut olman gerekirken değiştiğimi düşünerek saçma sapan düşüncelere kapılıyorsun. Veda öpücüğü de ne demek? Delirmişsin sen!”
“Delirmişim, Nehir!” dedi hafif sesini yükselterek. İrkildim. “Delirmişim ben, tamam mı? Bunu hâlâ öğrenemedin. Buna göre davranmayı hâlâ öğrenemedin.”
“Cesur-”
“Gitmiyorsun,” dedi sertçe. Ayağa kalkıp hâlâ elinde duran telefonu yatağın üzerine fırlattı. “Oyun oynamak falan yok. Bensiz dışarıya adım atmayacaksın. Sana birkaç saatlik özgülük bile vermeyeceğim. Artık öyle bir hakkın yok.”
Sonra dönüp odanın içerisindeki banyoya yöneldi. Arkasından elime gelen ilk şeyi, yani yastıklardan birini fırlatırken, “Derdim özgürlük falan değildi ki zaten,” diye bağırdım. “Beni yanlış anlamak için elinden geleni yapıyorsun. Keşke doğru anlamak için de bu kadar çabalasaydın.”
Banyonun kapısını ardına vurup kırarcasına kapatması sanırım vereceği tek cevaptı. Çok geçmeden su sesi kulaklarıma ulaşırken tüm keyfim kaçmış şekilde yatakta duruyordum. Bugün için dün geceden beri kafamda planlamalar yapmıştım ve şimdi hepsinin önünü kesmişti. Üstelik saçma sapan korkuları yüzünden böyle davrandığını bilmek beni iyice öfkelendiriyordu. Ondan kaçmayı değil, onu bulmayı amaçlamıştım ama o bunu çok farklı algılamıştı.
Önümdeki seçeneklere baktığımda olduğum yerden bir şeyleri bulmam gerektiğini düşünerek zihnimi yorarken Cesur’un az önce yatağa fırlattığı telefonunun titremesiyle irkildim. Telefona uzanıp kimin mesaj gönderdiğini kontrol ettiğimde Akın’ın adını görünce içeriğini açmaktan kendimi alamadım.
“Ben hazırım abi.”
Az önce iptal edilen oyun için hazırdı. Gürültüyle iç geçirip telefonu bırakacakken aklıma gelenle birlikte internet kısmına girdim ve Gülbahar Hatun Yetimhanesini arattım. Kayıtlarımda ve özgeçmişimde asla adı geçmeyen ilk yetimhanemin resimleri ekrana döküldüğünde içimi aynı heyecan sardı. Ekrana dokunan parmaklarım ağırlaştı, nefes alışlarım sıklaştı. Yetimhane yangını doğruysa şüphelerimde haklılık payım artacaktık. Tarihçe kısmını bulup sayfaları karıştırdığımda yirmi yıl önceki yangını anlatan hiçbir bilgiye rastlamayınca hayal kırıklığı hızla beni ele geçirdi. Ancak umudumu kaybetmeden önce bunu ayrı bir başlıkla aratmam gerektiğini hatırladım. Arama motoruna geri dönerek Gülbahar Hatun Yetimhanesi yangını diye yazdım ve onayladım. Önüme dökülen sayfaya bakarken kalbim resmen ağzımda atıyordu, çünkü önüme yangınla ilgili birkaç görsel ve haber başlıkları çıkmıştı. Açıklama tam olarak şöyleydi;
“Gece sularında yetimhanede çıkan yangın bir blokun kullanılmayacak hâle gelmesine neden oldu.”
Haberin devamını okurken nefes alışverişlerim bile hızlanmıştı.
“Nedeni bilinmeyen yangında can kaybının olmaması herkesin içine su serpti.
Yetimhane büyük bir yıkıma ve maddi hasara uğradı.
Çocukların başka yetimhanelere yönlendirileceği konuşuluyor.”
Başka haberlere geçtim.
“Gülbahar Hatun Yetimhanesi kapatıldı.”
“Geçtiğimiz yaz elektrik kaçağından çıktığı öğrenilen yangından dolayı büyük zarar alan Gülbahar Hatun Yetimhanesi, iş insanı Sarp Çağlayan’ın desteğiyle yeniden açıldı.”
Sertçe yutkunurken sayfanın altındaki yorum kısmı gözüme çarptı ve kiminin isminin göründüğü kimininse görünmediği birkaç yorumu okudum.
“Kaldığım yetimhaneydi yeniden açılmasına sevindim.”
“Yangında oradaydım çok korkunçtu.”
“Doğru düzgün araştırma bile yapmadılar.”
“Yangın yüzünden beni Çanakkale’ye sürmüşlerdi.”
“Hâlâ bir şeyler yanlışmış gibi hissediyorum ama herkese göre olanlar normal.”
Daha fazla bilgi yoktu. Sayfadan hızlı hızlı geri çıkıp göğsümü yarıp çıkmak istercesine atan kalbimi sakinleştirmeye çalıştım. Pekâlâ, elimde sadece bu vardı ve aslında bu bile yeterliydi ama hâlâ acınası şekilde olanı reddetmeye çalışan bir yanım vardı ve onu tamamen ortadan kaldırmak için bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Gözlerim odanın içerisindeki banyo kapısına döndü. “Üzgünüm,” dedim duygusuzca. “Seni yine delirtecek şeyler yapacağım.” Hızla ayaklanıp giysi dolabına koştum. “Ama sonucunda her şey daha iyi olacak. Umarım...”
Altıma kot pantolonlardan birini geçirip üzerim için de kazak aldım. Ceketimi giyerken hızlı adımlarla odadan çıktım. Yanıma çantamı ve telefonumu almamıştım. Üzerimde beni takip edebileceği hiçbir alet edevat bulunmuyordu. Aynı inceliği Akın’ın da göstermiş olmasını umuyordum, çünkü şu durumda Cesur’un iki saat bekleyeceğini asla sanmıyordum. Kesinlikle hemen peşime düşecekti.
Alt kata inip koşar adım dışarıya çıktığımda Akın’ı kapının orada Tuna’yla birlikte sigara içerken bulmuş olmak az da olsa içimi rahatlatmıştı. “Hadi, zamanımız yok,” diye homurdanarak aceleyle arabaya yöneldiğim sırada Tuna arkamdan bağırdı.
“Sakin ol, Nehir. Zamanın var ya?”
Her ne kadar koşmak istesem de adımlarımı sabit tutmaya kendimi zorlarken onlara doğru döndüm. İkisi de kafa karışıklığıyla bana bakıyordu ki Akın, “Abim nerede?” diye sormakta gecikmedi.
“Gidişimi görmek istemedi,” dedim çabucak. Tamam, bu inandırıcıydı.
“Şu sigarayı bitirseydim-”
“Arabada bitirirsin, hadi. Kendime saklanacak delik bulmak zorundayım,” diye sızlandım. Tuna sırıttı.
“Bunun için kendini fazla hırpalama. Ne de olsa nereye girersen gir seni bulacağım.”
Kendisiyle gurur duyan tavrına karşılık burnumu kırıştırıp, “Göreceğiz,” diye meydan okudum.
Akın son yudumunu aldığı sigarasını yere atıp ayağının ucuyla ezerken, “Çocuk çocuk işler peşindesin yine,” diye homurdanarak bana doğru adımlamaya başladı. “Benim yerime Özgür’ü seçmediğin için günün sonunda pişman olacaksın.”
Gözlerimi devirdim. “Bunun farkındayım.”
“Şimdiden söyleyeyim beş para etmeyen pansiyonlarda kalmam haberin olsun.”
Arabanın etrafından dolanıp kendi kapımı açarken, “Ben sokakta yatarız diye düşünüyordum,” dedim alayla. Ardından yolcu koltuğuna oturdum. Akın da sürücü koltuğuna geçti.
“Sokakta mı? Unut bunu.”
“Ciddi değildim.”
“Yine de unut.”
“Merak etme seni fare deliklerine sokacak değilim.”
Beni duymazdan gelirken camını indirip Tuna’ya doğru, “Gözünü seveyim elini çabuk tut,” diye bağırdı. Tuna kahkaha atarken bense ellerimi göğsümün üzerinde bağlayarak somurttum.
“Hâlâ seni Özgür’le değişme şansım var mı?”
Motoru çalıştırıp gaza yüklenirken, “Artık çok geç güzelim. Yerinde olsam kemerimi takardım,” dedi pis pis sırıtarak. Her zamanki huysuzluğunun ardına sığınsa da bundan keyif alan bir yanı var gibiydi. En azından öyle olmasını umuyordum.
“Telefonun yanında mı?”
İhtiyacım olacağını düşünmüş olacak ki cebinden çıkartıp bana doğru uzattı. “Bir şeyler arat da bizi yarım saate enselet bakalım,” dedi laf sokmaktan geri kalmayan uyarısıyla.
Kendi tarafımdaki camı indirip telefonu dışarıya attım. “Onu yanına almamalıydın.”
Bana yandan bakıp gülmekle kızmak arasında gidip gelirken, “Dakika bir zarar bir,” diye söylendi. “Bunu fazla ciddiye almasan mı? Ne de olsa çok uzun soluklu bir şey olmayacak.”
“İleriden sola sapar mısın?” dediğim sırada dikiz aynalarından arkamızı kontrol ediyordum. “Senden sadece yanımda olmanı istemiştim. Şahane iç açıcı yorumlarınla beni bu kadar teşvik etmen gerçekten gözümü yaşartıyor.”
“İstersen susarım ve bu çok sıkıcı bir kaçış olur, haberin olsun.”
“Kaçmıyoruz ki zaten,” dedim kısık sesle. Elbette bunu duydu.
“Öyle mi? Ne yapıyoruz şu anda o zaman?”
“Ufak bir... gezintiye çıkmışız gibi düşün.”
“Ufak bir gezinti olacağını düşünüyorsan neden böyle bir şeye kalkıştın? Macera mı arıyorsun? Yoksa hava almaya mı ihtiyacın vardı?”
“Macera arıyorum. Sakince yerimde durmak bana göre değil çünkü.”
“Emin ol bunu herkes biliyor.”
“Göbekten sola lütfen. Ve sağ ol, baş belası olduğumu daha güzel söyleyemezdin.”
Direksiyonu sola doğru çevirirken, “Baş belası olduğunda bunu direkt söylemeyi tercih ederim, bilirsin,” dedi bana göz kırptığı sırada. “Anlat bakalım, sorun ne?”
Afalladım. “Ne sorunu?”
“Şu suratının hâline bak. Yanlış bir şey yaptığın yüzünden okunuyor. Ne oldu? Abimle mi tartıştınız?”
“Abin gerçekten delinin teki,” dedim homurtuyla.
Güldü. “Bunu sana en başında söylemiştim. Ne oldu?”
“Bu onun ortaya attığı bir oyunken kabul etmemle birlikte anlamsız şekilde onu terk edeceğimi düşünmeye başladı,” derken başım ağrıyormuş gibi alnımı ovalıyordum. “Bu arabada takip cihazı falan yok, değil mi?”
“Elbette var ama Tuna bunun üzerinden ilerlemeyecek.”
“Desene beş dakika sonra beni bulmuş olacak.”
Kuşkuyla bana baktı. “Sana iki saat verdiğini sanıyordum?”
Kısaca kafamı salladım, çünkü ona son olanları söylersem beni geri götüreceğinden emindim. Ne olursa olsun Cesur’un tarafında olacaktı. Üstelik istemeyerek yapmış olsam da şu anda gerçekten kaçmış konumundaydım ve Cesur muhtemelen öfkeden köpürüyordu. Elbette Akın hiç düşünmeden beni geri götürürdü.
“Neler oluyor Nehir?”
İç çektim. “Aramız bozuk,” dedim keyifsizce. “Nasıl düzeleceğini de bilmiyorum. Ne yaparsam yapayım elime yüzüme bulaşıyor gibi.”
“Seni kaybetmekten korkuyor,” dedi, bu kez ciddiydi.
“Bunun farkındayım ama bir yere gittiğim yok ki.” Bunu ondan uzaklaşan bir arabanın içerisindeyken söylemek komikti.
“Bebekten sonra...” Boğazını temizledi. Bu konudan nasıl bahsedeceğini bile bilmiyor gibiydi. “Geriye tek sen kaldın. Bu yüzden olduğundan daha hassas ve hâlâ kendisini toparlayabilmiş değil.”
Sertçe yutkundum. Bunu konuşmayı hiç istemiyordum. “İlk sağdan girer misin?”
“Nereye gidiyoruz?” dedi. Sanırım o da bunu konuşmak istemiyordu.
“Cevapları almam gereken bir yer var. Tamamen sıyırmadan önce her şeyi öğrenmeliyim, görerek, bizzat.”
Kaşları çatıldı. “Ne demek bu şimdi?”
“Boş ver, benimle birlikte göreceksin zaten. Aslında daha farklı planlarım vardı. Seninle Barut’un mekânını basmayı düşünüyordum.” Akın büyük bir kahkaha patlattı. Bunun üzerine, “Ne? Birkaç adam dövmeyi istemeyeceğini söyleme bana?” dedim.
“Birkaç adamdan fazlasını haklardım da onlar da beni haklardı. Beni tek başıma kurtların arasına atmayı mı planladın cidden? Bu kadar düşman mısın bana?”
Takılır gibi konuşmasına rağmen, “Elbette düşman değilim,” dedim ciddiyetle. “Senin aksine ben hiç düşman olmadım.”
Akın’ın yüzündeki sırıtış yavaşça silindi. “Neden öyle olduğunu biliyorsun,” dedi, sesi birden düşmüştü.
“Biliyorum, abini korumaya çalışıyordun. Sorun değil, artık geçtiğinin de farkındayım.”
“Yine de hâlâ beni yumruklatmak istiyorsun?”
Yarım yamalak güldüm. “Bu vücudu boşuna mı yaptın? On kişiden fazlasını yumruklayacağından eminim.”
“Yumruklardım tabii ki,” derken kendine güven doluydu. “Analarını da ağlatırdım da bu çılgınlığa gerek yok. Abimin güzel bir planı var zaten.”
“Ne planı?” dedim hızla. Bana bundan hiç bahsetmemişti.
“Siktir, söylememiş miydi? O zaman duymadın, Nehir.”
“Ne planı Akın? Sen söyle, ben sonra unuturum.”
“Sikimsonik sanat tüccarlarının sağdan soldan kaçırdıkları tarihi eserleri satışa sunacakları açık arttırma gecesi düzenlenecek. Biz de katılacağız.”
“Eee bunda ne var ki?” dedim kafa karışıklığıyla.
“Sence şu anda tek derdimiz aptal bir parti olur mu? Ya da bizi ilgilendirmeyen bir parti?” Bana yandan bir bakış gönderdi. “Tamamen kendi aralarında olacak. Biz davetli listesinde değiliz.”
“Ah,” dedim. Kaşlarım şaşkınlıkla havalanmıştı ve neyi amaçladıklarını az çok anlamış olmanın soğuk heyecanı şimdiden içime doluşmaya başlamıştı. Sonunda intikam alma kısmına geçecektik.
“Duydun ve unuttun, Nehir. Bu konuda anlaşalım.”
Hızlı hızlı kafamı salladım. “İleriden yine sağa. Ne zaman olacak peki?”
“Birkaç gün içerisinde. Gününü tam belirlediklerinde haberimiz olacak.”
“Bende geleceğim.”
“Elbette. Bu en çok senin intikamın.”
Karşı çıkmaması beni rahatlatırken, “O zaman iyi ki mekân basma işini ertelemişim,” diye ona takıldım. Aklımda hâlâ ne olacağı dönüp duruyordu.
“Biraz daha yaşayacağım, şükür etmeli miyim?”
“Eğer öyle bir delilik yapsaydık bizi öldürürler miydi?”
Omuz silkti. “Ben olsam öldürürdüm. Neden yaşamasına izin vereyim ki? Zaten Barut neden senin yaşamana izin verdi ki? Bunu irdelemek için söylemiyorum ama hırsı yüzünden zafiyet gösteriyor. Şimdiye kadar seni öldürebileceği birkaç ana erişmişti ve eline geçen fırsatları değerlendirmemesini seni daha iyi kullanabileceği bir durum elde edene kadar bekletmesine yoruyorum. Çünkü başka bir şey aklıma gelmiyor açıkçası. O şeytan aklından neler geçiyor Allah bilir.”
En azından Mila gibi düşünmüyor olması az da olsa içimi rahatlatmıştı. “Onu beni kanattığı gibi kanatmak istiyorum. Tamamen suçlu o olmasa bile. Şimdi soldan.”
“Tamamen suçlu o olmasa ne demek şimdi?”
“Orada ben zarar görmeyecektim, söz vermişti,” derken farkında olmadan tırnaklarımı avuçlarıma geçiriyordum.
“Onun verdiği sözleri sikeyim.”
“Yavuz da yaşıyor olacaktı,” dedim dalgın dalgın. “Ona o evde Cesur’un annesinin kaldığını söyleyince... gitmemize izin vermişti. Benimle bunun karşılığında pazarlık etmişti. Ama Mila dinlemedi. Silahı bana çevirdi, Yavuz beni korudu. Tetiği çeken Mila’ydı.”
Akın kısa bir an sessiz kaldıktan sonra olayı kavramakta zorlanmamış gibi, “O kadın zehirli bir yılandan farksız. Kıskançlık krizlerine girmiş belli ki,” dedi düşünceli düşünceli. “Ama o bile kıskançlık hissetmişse... var bir sıkıntı.”
“Yok, yemin ederim, olsa fark ederdim. Barut bana düşmanca davranıyor. Sadece dediğin gibi en iyi şekilde kullanacağı anı bekliyor. O da en az kadın kadar zehirli.”
“Düşmanın olarak kalsa iyi olur. Yoksa abim gerçekten çıldırır.”
“Cesur’la bunu böyle sakince konuşabilmek bile imkânsız. Lafı geçtiği anda öfkeleniyor.”
“Bende pek sakin sayılmam ama en azından daha mantıklı düşünebiliyorum.”
Takılmasına karşılık, “Senin de ondan aşağıya kalır yanın yok. Konu Eva olduğunda bunu görüyoruz,” dedim üstünü hiç örtmeden. Akın donakaldı. Öyle ki arabanın hızı bile azalmıştı. Normalde ibreyi zorlayacak hızda sürerken normal seyre düşmeye başlamıştık. Gülümsememi bastırmaya çalışırken, “Ne? Belli oluyor, tamam mı? Emin ol herkes de farkında,” dedim.
“Herkes farkında bir o farkında değil anasını satayım.”
“Nasıl yani?”
“Boş ver, Nehir. Bahsedip canımı sıkmayı hiç istemiyorum şu an.”
“Tamam.”
“İnatçı bir keçi gibi.”
Konuşmak istemediğini söylediği hâlde yorum yapmaktan kendisini alamaması karşısında gülüşümü bastırmaya çalışırken kısaca kafamı salladım. “Hiç öyle görünmüyor aslında.”
“Görünmüyor mu? İnadıyla canıma okuyor. Süründürüyor resmen beni.” Elimde olmadan kıkırdadım. Bunun üzerine o da hafifçe güldü. “Sürünmemden mutlu oluyorsun, biliyorum.”
“Eh, bunu başardığı için bir ara onu tebrik edeceğim.”
Homurdandı. “Kadın dayanışmasından nefret ediyorum.”
“Artık üç tane olduk. Bence korkmalısın. Soldaki sapaktan.”
“Üç tane mi? Üçüncü kim ki?” Durdu ve kimi kast ettiğimi anladığında bana ters bir bakış attı. “Peri’yi üçüncü olarak kabul etmiyorum. Ortalık durulduğunda o da gidecek.”
“Cesur’un bunu Özgür’ü yatıştırmak için söylediğinin farkındasın, değil mi? Ben bile böyle bir şeyin bariz şekilde dikkat çekeceğini anlayabiliyorken senin böyle konuşmaman gerekir.”
“Kaçıncı yüzyıldayız Allah aşkına! Babamın devrindeydi mecburi evlilikler. Artık bitti.”
“Bitmiş olsaydı dün geceki nikâh olmazdı bence.”
“Neyse ne. Hangi pembe hayallerdeysen onlardan sıyrıl. Özgür o kızla üç günden fazla durmaz.”
“Dün gece sorun çıkmadıysa daha çıkmaz-”
Bana bakıp bilmiş bilmiş güldü. “Dün gece ortalığın anasını ağlattı.”
“Nasıl yani? Ben hiçbir şey duymadım?”
“Odalar ses geçirmiyor. Ben rahat durmayacağını bildiğim için tetikteydim. Odayı birbirine katmış kırmış dökmüş her şeyi.”
“Peri-”
“Banyoya kaçmıştı,” dedi önemsiz bir ayrıntıymış gibi.
“Ona bir şey yapmış mı?”
“Bilmiyorum, bakmadım.”
“Bu kadar vurdumduymaz olamazsın! O da bir insan evladı. Önceliğin ailen biliyorum ama ona bu kadar kötü davranman doğru değil.”
“İnan umurumda bile değil, Nehir. Her şey onun başının altından çıkmışken onu düşünemem. Ayrıca Özgür ona dokunmaz, gözü dönse bile. Bak ben yaparım ama o yapmaz. Abim de yapmaz, tüm deliliğine rağmen. Ama ben yaparım. Kadındır dokunulmaz falan umurumda olmaz. Kim neyi hak ediyorsa.”
“Sen gerçekten sorunlusun.”
Eyvallah dercesine kafasını salladı. “Hangimiz değiliz ki?”
“Sağdan,” dedikten sonra ergenlik yıllarımdan sonra pek uğramadığım yolların yabancılığına dalıp gittim. Her yer değişmiş ve gelişmişti. Bu yolları ilk gittiğimde sekiz yaşındaydım ve etraf alabildiğine yeşillikken şimdiyse bina doluydu. Yarım yamalak da olsa bunu hatırlayabiliyordum.
Sessiz kalmam üzerine, “Şişt!” diye seslendi. “Ne oldu? Küstün mü?”
Sanki her şey yolundaymış gibi bana sataşmasına karşılık, “Peri’yi kandırdıklarını ve ona hap verdiklerini unutuyorsun,” dedim iç geçirerek. “Her şey onun suçu değil. Hiçbir yerde istenmiyor ve ailesi resmen ölmesini istiyor. Bunun onu nasıl incittiğini bile görmüyorsun. Çünkü senin daima arkanda duran bir ailen oldu. Hiç gözden çıkarılmadın, Akın. Bu yüzden bazı şeyler senin için daha kolay. Ama bir düşün bakalım. Cesur’un, Özgür’ün seni istemediğini, öldürmek için çabaladığını, sana nefretle baktığını... annenin bile... evin yok, yurdun yok. Dımdızlak ortada kalsan ne yapacaksın? Peşinde ailen, onların ne kadar güçlü olduğunu da en iyi sen biliyorsun. Nereye kadar saklanabilirsin? Eminim düşünemiyorsundur bile, çünkü bu duruma düşürülen hep kadınlar oluyor. Ayrıca bu boktan bir kadın dayanışması değil. Benzerlerini yaşadım, hem de çocukken. Peri benden daha şanslı, aklın alabiliyor mu? En azından çocuk değildi ama ben çocuktum. Gözden çıkarıldığımda, ailem tarafından öldürülmek istendiğimde henüz sadece çocuktum.”
Akın ibreyi yine zorlarken bir şeyler söylemek için ağzını aralasa da bundan vazgeçerek sustu. Gaza biraz daha asıldı. Sonra ağzının içerisinde bir şeyler homurdanıp gösterge panelindeki hız çizelgesini umursamadan dönüp bana kısa bir bakış daha gönderdi. “Kimsin sen, Nehir?” dedi, aldığım nefeste boğulacak gibi oldum. “Senin hayatında bu anlattıklarının hiçbiri yer almıyor. Onlarca kez araştırdım.”
“Kim olduğumu öğreneceksin, söz veriyorum. Çok yakında,” dedim şimdilik irdelememesini ister gibi konuşurken. Onu geçiştirmek için konuşmuyordum, öğrenecekti. Herkes öğrenecekti.
Güldü. Sinirli bir gülüştü. “Ben beklemekten nefret ederim.”
Gözlerimi devirmekten kendimi alamazken, “Şaşırmıyorum,” diye homurdandım.
“Abime her ne yaptıysan seni çok kurcalamıyor ama unutma ki ben abim değilim. Gizli kapaklı şeylerden, sırlardan, yalanlardan, aldatmacalardan nefret ederim. Sorun neyse ortaya çıkartmak içinse elimden geleni yaparım, haberin olsun.”
Konudan rahatsız olmuşum gibi oturduğum yerde kıpırdanırken, “Okları ne ara bana çevirdin sen? Peri’den ve ona nasıl davrandığından bahsetmiyor muyduk biz?” dedim sohbet akışımızı yeniden değiştirme niyetiyle. Ne kadar araştırırsa araştırsın ben konuşmadığım müddetçe bir şeyler elde etmesinin zor olduğunu bildiğim için fazla telaşa kapılmamıştım.
Homurdandı. Konu değişme çabamı fark ettiği için bana ters bir bakış gönderse de üstelemeyerek ve biraz da bıkkınlıkla konuştu. “Boş ver artık şu kızı. Abim seni seviyor ve sen de onu. Peri ise öylesine biri gibi. Seni bana abim benimsetti. Onu Özgür’ün bize benimseteceğini düşünmüyorum. Şimdi bu konu kapandı, bir daha açılmamak üzere, tamam mı?”
“Buradan düz, iki sokak sonra soldan,” dedikten sonra soluğumu gürültüyle verdim. “Benimsemek zorunda değilsin zaten. Ona normal davransan yeter. Her seferinde istenmediğini belli etmek zorunda değilsin.”
“Ne yapayım? Benim de huyum bu? Dilimi tutamıyorum. Özgür’ü öyle bunalmış gördükçe hesabını kızdan çıkartmak istiyorum.”
Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Gerçekten zor birisin. Eva’yı nasıl kabul edip sevebildin bazen şaşıyorum.”
“Epey uzun sürdü,” dedi sıkıntıyla. “Belki de başlarda onu süründürdüğüm için o da şimdi beni süründürüyor. Kesinlikle öyle!”
“O zaman umarım öyle süründürür ki herkesin acısını çıkartır.”
Gözleri dehşetle açıldı. “Düzgün beddua et, Allah’ın yok mu? Benim de bir canım var.”
Umursamazca kafamı salladım. “Evet, bizim de vardı. Ama senin pek umurunda olmadı.”
“Sen bu kadar acımasız değildin.”
“Artık öyleyim. İnsan bir şeyler kaybedince değişir bilirsin ki.”
Güler gibi ses çıkarttı. “Saçının rengini değiştirince hayatını değiştirmiş sayanlardan olma güzelim,” dedi bir kardeş, bir abi tavrıyla. Şaşırmıştım, çünkü bu tavırla bana hiç yaklaşmamıştı. “Sonra hayal ettiklerini başaramayınca yine sen üzülürsün. Olmadığın biri gibi davranmaya çalışma.”
“Aslında olmam gereken kişiye dönüşeceğim zamanla. Kaçtığım, saklandığım, uzak durduğum o benliğimin yönetimi ele almasına izin verdim. İnan ne çıkacağını bende bilmiyorum. Ama pişman olmayacağımdan eminim. Akın,” derken ona doğru baktım. O da bana baktı. “Ben Nehir’i öldürdüm artık.”
Araba yine yavaşlamıştı. “Nehir’i öldürdün? Geriye ne kaldı öyleyse?”
Kalbim şiddetini arttırırken, “Geriye Deniz kaldı,” dedim. “Artık Deniz olacağım.”
Birden frene asıldığında öne doğru savrulmaktan beni koruyan kemerime şükrettim. Araba lastiklerinden tiz çığlıklar çıkartarak durduğunda etrafıma baktım, işte gelmiştik bile. İki sokak ötede aradığımı bulacağımdan emindim. Kemerimi çözüp kapının kolunu açarken Akın’ın, “Nehir,” diye seslenmesini duymazdan geldim. Arabadan inerek kapıyı çarptım. İleriye doğru yürümeye başlarken onun da arabadan indiğini duymuştum.
“Nehir!”
Sanki başkasına sesleniyormuş gibi oralı olmayıp koşmaya başladım. Köşeyi döndüm, sonra bir daha döndüm ve kendimi çift kanatlı kapının önünde bulmam fazla uzun sürmedi. Akın koşarak yanıma geldiğinde nerede olduğumuzu ancak kavrayabilmiş olmanın şokunu yaşadığı suratından açıkça okunuyordu. Sohbete odaklanmış olmalıydı ki onu nereye getirdiğimi anlayamamıştı.
Yıllar sonra yeniden Gülbahar Hatun Yetimhanesinin önünde duruyordum.
Akın, “Nehir,” dedi hâlâ üzerinden atamadığı şaşkınlıkla. “Burada ne işimiz var? Ne yapıyorsun sen?”
Baktığım her yanı hatıralarımla dolu olan binanın yüksek duvarlarından gözlerimi ayırıp omzumun üzerinden Akın’a döndüm. “Biraz önce buraya gelirken bana kim olduğumu sormuştun, hatırlıyor musun?” dedim. Unutmadığından elbette emindim, üzerinden on dakika bile geçmemişti.
Bana bir yabancıya bakar gibi garip garip bakarken, “Nehir-” diye başlamıştı ki, “Nehir değil,” dedim lafını keserek. Kalbim deli gibi atıyordu. “Benim adım Deniz.”
Akın ona sert bir tokat atmışım gibi irkildi.
Hafifçe gülümsemekten kendimi alamazken elimi kaldırıp yetimhaneyi işaret ettim.
“Burası da hikâyemin başladığı yer.”
♧
Eveeett sonunda dediğinizi duyar gibiyiizzz sizce devamında neler olur??? 🫢
Peki Peri ve Özgür.... 🥲
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |