59. Bölüm

59. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Bu bölüm çabucak bitsin diye gerçekten uykusuz kaldık 🥺 umarız beğenirsiniz, yorumlarınız bizim ilham kaynağımız unutmayınızz 💗💗

Önümde duran soda şişesine uzanıp onu Peri’nin önündeki şişeyle tokuşturdum. Dudaklarıma konan yamuk sırıtışımla, “Eee, bu gece çılgınlık yok mu?” diye ona takıldığımda bana korkulu bir bakış gönderip yüzünü buruşturdu.

“Bir daha yok. Kaç kez kustuğumu bilmiyorum bile.” Rengini hâlâ bulamamış yanakları yavaşça kızardı. “Sanırım Özgür’ün de üzerine kustum. Bana hiçbir şey söylemedi ama bölük pörçük de olsa hatırlıyorum.”

Genelde olduğu gibi bar kısmına geçerek içkilerin arasına karışmış Özgür'e bakıp hafifçe omuz silktim. “Sorun etmemiş demektir, değil mi? Kafana takmayı bırak.”

Basit şekilde savuşturuyor olmam karşısında gözlerini irileştirdi. Başka birinin duymasından korkarcasına üzerime doğru eğilirken, “Masanın üzerine çıkıp dans ettim!” dedi bu dehşet verici bir şeymiş gibi.

Gülüşümü bastırmaya çalıştım. “Gerçekten güzel bir gösteriydi. Kimse sahnedeki dansçılara bakmadı bile. Böyle yeteneklerinin olduğunu bilmiyordum.”

Ağzı bir karış açıldığında çok sevimli görünüyordu. Hâline dayanamayıp kahkaha attım. Peri’ninse yanakları daha çok kızardı. “Resmen kendimi rezil ettim. Gülme, Deniz. Rezil oldum.”

Gülüşüm yavaşça solsa bile kaybolmadı. Uzanıp onu biraz olsun rahatlatmak istercesine koluna dokundum. “Rezil falan olmadın. Gerçekten güzel dans ediyordun.”

Eliyle yüzüne hava akımı yaparken, “Annem beni öyle görseydi aklını kaybederdi,” diye mırıldandı. Sonra daha büyük bir endişeyle doldu. “Sence yine magazine düşer miyim? Eğer böyle bir şey yayılırsa bittim ben.”

“Elbette o görüntüler yayılmayacak. Zaten önemler alınmıştı.”

“Emin misin? Özgür’de görüntüler vardı,” dedi rahatsızlığını belli ederek. “Masanın üzerinde dans ederken birisi videomu çekmiş. Nasılsa ona ulaşmış. İzlerken gördüm. O an yerin yarılmasını istedim, yemin ederim.”

Ah, şu video. Onu çekenin ben olduğumu fark etmemiş miydi? Sırıtışımı saklamak için yanağımın içerisini kemirirken, “Seni izliyordu demek,” dedim kıstığım gözlerimi Özgür’e dikerek. “Bir şey söyledi mi?”

“Şey... biraz garipti. Videoyu izlerken bakışlarının farklılaştığına yemin edebilirim. Biraz... ürkütücüydü. Sonra beni fark edince kaşlarını çatıp videoyu hızla kapattı ve sürekli saçma sapan şeyler yüzünden söylenip durdu.”

Bu kez sırıtışımı saklayamadım. Gözlerimi Özgür’ün üzerinden çekmeden, “İçimden bir ses yakında tükürdüğünü yalayacağını söylüyor,” dedim sanki onunla konuşuyormuş gibi.

“Anlamadım?”

Soda şişemi bir kez daha Peri’nin hâlâ ağzına kadar dolu olan sodasına vurdum. “İç hadi. Korkma sadece soda,” derken yine gülüyordum.

“Umarım bunu da kusmam,” diyerek şişeden küçük bir yudum aldı ve sonra da sanki zehir içmiş gibi yüzünü buruşturdu. “Eva’yı gördün mü? Beni eve geri götürmesi için birilerini ayarlayacağını söylemişti.”

“Sıkıldın mı?”

Panikledi. “Hayır, hayır. Sadece yorgunum ve etrafımdakilere rahatsızlık vermeden rahatça dinlenmek istiyorum.”

“Kimseye rahatsızlık verdiğin falan yok Peri,” dedim elimde olmadan kızarak.

Özgür’e kaçamak bir bakış gönderdi. “Dün gece beni eve götürmek yerine buraya getirdiği için yine yatağında yatmak durumunda kaldım ve kendisi nerede uyudu bilmiyorum. Sabaha kadar kusup durduğum için muhtemelen uyuyamamıştır da. Hepsinde bana yardım etti. Böyle şeylerden hoşlanmadığını biliyorum. Onun alanını işgal etmemden şikâyetçi. Bu yüzden bana verilen eve geçmem en iyisi olacak.” Sanki durum hiç canını sıkmıyormuş, üzmüyormuş gibi yavaşça gülümsedi. “Hem gerçekten dinlenmeye ihtiyacım var. Muhtemelen yatıp kesintisiz şekilde iki gün uyurum.”

Eva tam da bu sırada yanımızda belirdi. Yine tüm enerjisi üzerindeydi. “İki gün kesintisiz uyumayı unut tatlım. Yarın dil derslerin başlıyor. Senin için ateşli bir öğretmen seçtim,” diyerek göz kırptı. “Eğer istersen seninle İtalya’ya bile gelir. Tabii ki oraya daha iyi uyum sağlayabilmen için! Ayrıca adam zaten İtalyan.”

Güldüm. Peri ise kafası karışmış şekilde Eva’ya bakıyordu ve neyi kast ettiğini anlamaya başlıyordu. En sonunda, “Hâlâ sarhoş musun Eva?” diye sorduğunda yine kahkaha attım.

“Kesinlikle değil, sadece iki kadeh içtim,” derken müziğin kıpır kıpır ritmine kendisini bırakıp bedenini sağa sola salladı. Çok kısa sürmüş olsa da kendilerine ait locada takılan Akın’ın keskin bakışları hızla ona kilitlenmişti.

Peri’nin gözleri büyüdü. “Tek kusan ben miyim? Yemek bile yiyemedim ve sen çoktan iki kadeh içtiğini söylüyorsun.”

“Bu biraz bünye meselesi ve sen sanırım fazla narinsin.” Elini gelişigüzel havada savurdu. “Dert etme, bunu çözeriz. Her gün ufak shot atarsın-”

“Hayır, lütfen. Bir daha o deliliği yapmayacağım. İki kez yaptım ve ikisinde de başım belaya girdi.”

İlkinde Özgür'le birlikte olmuştu. Dün geceyse açıkçası elle tutulur hiçbir şey olmamıştı. Eva da bunu sorguluyor olsa gerek, “Bir şey mi oldu?” diye sordu. Tüm neşeli havasının yerini her an öfkeden köpürecek bir ifade almıştı. “Özgür mü bir şey yaptı? Eğer bir şey yaptıysa bana şimdi söyle ve bende gidip onun kıçını tekmelerim.”

Peri bir an için güldü. Sonraysa kızardı ve daha sonra da yine gözlerini irileştirdi. Sanırım Eva’nın ciddi olduğunu geç fark etmişti.

“Bunu yapar mısın gerçekten? Yapabilir misin?”

“Ben Akın Çağlayan gibi bir deliyle baş ediyorum, lütfen bu kısmı atlama,” derken kocasının bulunduğu tarafa doğru dönüp ona işveli bir bakış gönderdi. Elbette Akın onu izlemek dışında bir şey yapmıyordu.

Peri, Eva’nın baktığı yöne döndüğünde ve Akın’ı gördüğünde bariz şekilde irkildi. Hızla önüne dönerken, “Seni takdir ediyorum gerçekten. Bunu her gün söyleyebilirim,” dedi hayranlığını saklamadan. “Kediyi kabul etti mi?”

Eva hafifçe omuz silkti. “Tüm gece homurdandı. Tanrım! Rüyalarımda bile homurdandığını duyabiliyordum ama hiçbir şey sevgili Absent’imle birlikte uyumama engel olamadı. Ah, onu iyi ki aldım. Küçük, sevimli, yumuşak bir yastık gibi ve onunla uyumaya şimdiden bayıldım.”

Bunu bir de kediye sormalıydık. Konuşamıyor olması çok yazıktı.

Sol tarafımdan geçen gölgeyi fark ettiğimde ne olduğunu anlamaya çalışarak bar kısmına döndüm. Epey yüksek topuklu ayakkabılarının üzerindeki kadın adeta bu yerin sahibiymiş edasıyla yürüyordu ve hedefinde kimin olduğunu anlamam pek uzun sürmemişti. Hızla Peri’yi kontrol ettiğimde onun da kadına baktığını gördüm. Eva’nın da kaşları çatıktı. “Ona kimse bar kısmına yalnızca çalışanların geçebileceğini söylemedi mi?” diye homurdanmayı da ihmal etmedi. Çabucak etrafta dolanan adamlardan birini müdahale etmesi için çağırdı. Ancak kadın çoktan hedefine ulaşmıştı. Doğruca Özgür’e gidip onu kolundan tuttuğu gibi kendisine çekti ve üzerinde tek hak sahibiymiş gibi öpmek için uzandı.

Peri bu anı görmekten kaçınırcasına kafasını çevirip sanki her an kusacakmış gibi midesini tutarken, “Artık gidebilir miyim Eva? Lütfen,” diye güçlükle mırıldandı.

Bu sırada ben hâlâ o sahnedeydim ve Özgür’ün son anda kendisini geri çekerek kadını ittiğini görmüştüm. Kaşlarım havalandı, çünkü daha önce de böyle sahnelerle karşılaşmıştım ve Özgür hepsini bir çeşit şova çevirmeyi tercih etmişti. Genellikle kadınları tezgâha doğru yaslayıp öpmek gibi. Bu yüzden çoğu kadın onun yanındayken tereddütlü davranmıyordu. Özgür’e dokunmak, sarılmak ve onu öpmek çok kolaydı. Hepsi bunu kullanıyordu. Özgür de hepsine izin veriyordu. Bu ana kadar.

Peri’ye durumun sandığı gibi ilerlemediğini söylemek için amansız bir istek duysam da kadın çoktan kaçar gibi buradan uzaklaşmıştı. Arkasından bakakaldım. Eva bile ona yetişmekte zorlanıyordu. Özgür’ün kadına bağırdığını işittiğimde yeniden bar kısmına doğru döndüm. Gerçekten öfkeli görünüyordu ve olduğum yeri kontrol ettiğinde Peri’nin boş kalan koltuğunu görmek onu daha çok öfkelendirmiş gibiydi. Kadını pek de nazik olmayacak şekilde bar kısmından dışarıya itip bir şeyler söyleye söyleye arkadaki mutfağa açılan kapıdan geçerek gözden kayboldu.

Sıkıntıyla büyük bir soluk aldım. İkisinin arasının ne olacağı tam bir muammaydı. Ne zaman biraz olumlu düşünsem çok geçmeden geri tepmesine şahit oluyordum. Bu gece olduğu gibi. Yeniden göğsümü şişirdim ve sodamdan yudumlarken epey gürültü çıkartarak yan tarafımdaki boşalan sandalyeye geçen adama odaklandım. Daha yüzünü görmeden onda beni rahatsız eden bir şeyler olduğunu hissederek oturduğum yerde dikleşirken yüzünü bana doğru döndüğünde üzerime bir kova buzlu su fırlatılmış gibi irkildim. Tepkim hoşuna gitmiş olmalıydı ki pis bir sırıtışla yüzü aydınlandı.

Sonra Didem’i gördüm. Bana, “Selam,” diyerek o adamın yanında durdu. Nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Gözlerim ikisi arasında mekik dokuyordu.

Didem’in, Yonca’nın kuzeni olan, her türlü pisliği yapabileceğine emin olduğum Erdem’le ne tür bir ilişkisi olabilirdi?

Didem siyah ojeli elini Erdem’in koluna sararken, “Erkek arkadaşım, Deniz. Adı Erdem,” diyerek bizi tanıştırdı.

Allah aşkına! Bu herifi eminim ki ondan daha iyi tanıyordum.

Erdem uysal erkek arkadaş rolünü benimsediğini belli edercesine yavaşça elini bana doğru uzattı. “Memnun oldum, Deniz,” dedi adıma vurgu yapmayı ihmal etmeyerek. Beni Nehir olarak tanıyordu. Nehir olarak ve Yonca’nın sevdiği bir dostu olarak. Şimdiyse karşısında yepyeni bir isimle, yepyeni bir duruşla duruyordum. Beni yadırgadığını, çözmek ister gibi baktığını anlamak zor değildi. Artık gözünde eskisi kadar kolay lokma olmadığımı görüyordum.

Erdem’in havadaki eline dokunmadım. Yüzüne ters ters bakmakla yetindim. Aramızdaki gerginlik gittikçe tırmanırken Erdem soğuk kalan tavrıma bozulmuş gibi yavaşça elini geri çekip, “Sanırım benden pek hoşlanmadı,” dedi. Ses tonu bundan dolayı üzgün çıkıyordu, ancak bakışlarındaki sinsiliği tanıyordum.

Didem de gergindi. Siyah ve abartılı göz makyajının altından bana bakan kahve harelerinde aksilik etmememi bekleyen bir bakış saklıydı. Yanında getirdiği adamın kabul görülmesini istediğini anlayabiliyordum ama Erdem’i kabul etmemin imkânı bile yoktu.

Bu sırada Özgür yeniden bar kısmına geçti ve içkilerle oynamaya kaldığı yerden devam etmeye başladı. Tek fark artık suratı epey asıktı. Didem onu fark ettiğinde hızla Erdem’i dürtüp, “Bak, işte o Özgür. Sana bahsetmiştim ya,” diyerek gösterdi. “Onunla tanışırsan seversin. İyi biridir.”

“Eminim ki,” dedi Erdem ve tatlı tatlı gülümsemeyi de ihmal etmedi. Gözlerimi kısarak her hareketini izlerken Didem yeniden bana doğru döndü.

“Lütfen onu yabancı hissettirme. Gelmesi için çok ısrar ettim ve sizlerle tanışmaktan biraz çekiniyor. Önce Özgür’le konuşacağım, tamam mı?”

Bar kısmına geçmek için hazırlanıyordu ki, “Didem,” diye seslenerek onu durdurdum. “Tuna’nın bundan haberi var mı?”

Çenesi gerildi. “Olacak.”

“Herkesten önce onunla konuşman gerekmez miydi?”

Umurunda değilmiş gibi omuz silkti. “Herkesle birlikte öğrenebilir,” diye beni geçiştirdi. “Birazdan dönerim tamam mı? Lütfen Deniz.”

Sessiz yakarışına karşılık dişlerimi sıktım ve çok kısa hareketle kafamı salladım. Özgür’ün yanına, muhtemelen ona durumu anlatıp Erdem’i iyi karşılanasını istemek için giderken bakışları kısa bir anlığına locasında oturmaya devam eden Akın’ı buldu. Çaresizce ondan tepki beklediğini o an anladım. Ancak Akın, Eva’nın buradan gitmesiyle birlikte çevreyle ilgisini tamamen kesmiş, telefonuyla ilgileniyordu. Didem ve onun yanında getirdiği adam umurunda bile değildi.

O an anladım. Didem, sırf dikkat çekebilmek için yanında birini getirmişti.

Ve Erdem de sırf dikkatimi çekebilmek için bir şekilde Didem’i oltasına getirmişti.

Didem’in bizden yeterince uzaklaşmasıyla birlikte, “Onun kaç yaşında olduğunu biliyor musun?” diye tısladım. Erdem eğleniyormuş gibi sırıtarak omuz silkip etrafı kolaçan etmeye başladı. Didem umurunda bile değildi. Onun derdi buraya girebilmek, besleme misali yapışıp kalmaktı. Ayrıca bana rahatsızlık vermek olduğuna da emindim.

“Aranızda kahrolası on yaştan fazlası var!”

Sanki buranın daimi müdavimiymiş gibi bar kısmındaki Nedim’e eliyle işaret verdi. “Aşkın yaşı yokmuş derler, bilirsin işte,” dediğinde alay ettiğinin farkındaydım. Aç gözlerle etrafı taramaya devam etti. “Cidden fiyakalı mekânmış. Kapağı attın tabii buraya rahatın yerinde. Hiç düşünmüyorsun değil mi arkandakileri?”

Gülecek gibi oldum. “Kimmiş arkamdakiler?”

Önüne bırakılan içkiyi kendine doğru çekerken bana yandan bir bakış attı. “Ben.”

“İnan bana düşüneceğim son kişi bile değilsin. İçkini iç, sonra da buradan defol.”

Ona komik bir hikâye anlatmışım gibi gülerek kafasını geriye attı. “Gitmeye hiç ama hiç niyetim yok. Hem ben gitmek istesem bile küçük sevgilim bırakmaz, anlarsın ya. Beni burada sık sık görmeye alıştır kendini.”

Adam hiç değişmemişti. Tıpkı eskiden olduğu gibi serseriliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bol bol jöleleyerek ensesinin üzerinde bağladığı saçları ışık gösterilerinin altında sanki günlerdir yıkanmadığı için yağlanmış gibi duruyordu. Yüzünde sakal yoktu. Desenli tişörtü ve dar pantolonuyla Eva gibi giyime dikkat edenlerin nazarında tam bir moda faciasıydı. Boynundaki ve bileğindeki zincirlerden bahsetmek dahi istemiyordum. Şık görünmeye çalıştığı belliydi ama bunu batırmıştı. Zaten her ne giyerse giysin şeytani ifadesiyle açıkça rengini belli ediyordu. Zehirli ve can sıkıcı bir adamdı. Yonca gibi iyi huylu birinin böylesine pislik bir kuzene sahip olması büyük şanssızlıktı. Ondan Yonca’ya yaptıklarından dolayı daima nefret etmiştim ve adam bunun farkındaydı. Yine de benden bir şeyler kopartacağını umarak bir şekilde buraya girebilmeyi başarmıştı. Başka bir şeyde bu kadar çabalasaydı azmini gerçekten takdir edebilirdim. Ancak şu anda tek yaptığı beni kızdırmaktı.

Öfkemi bastırmaya çalışarak, “Burası senin sandığın gibi bir yer değil. Didem seni buradaki adamlardan koruyamaz haberin olsun. Sonra uyarmadı deme,” dedim sertçe.

Bana dönüp göz kırptı ve kibirle göğsünü şişirdi. “Küçük oyuncağım bana gerekli olan tüm bilgileri anlatıyor merak etme. Başımın çaresine bakarım.”

“Onu kullandığını utanmadan bana söyleyebiliyorsun, öyle mi?”

Yeniden umursamazca omuz silkti. “Evet. Çünkü ona deli gibi aşık olduğuma herkesi inandırabilirim ama seni inandıramayacağımı biliyorum. Neden kendimi yorayım ki?”

“İğrenç birisin. Tıpkı eskiden olduğun gibi,” dedim Didem’in yeniden yanımıza doğru gelişini izlerken. Ona zorlama bir tebessüm sundum. “O bardağın ve bu gecenin keyfini çıkart. Çünkü bir daha kapıdan içeriye girmemeni sağlayacağım. Emin ol, Erdem. Bunu yaparım.”

Bana gözlerinden ateşler fırlatarak baksa da Didem geldiği için sesini çıkartmadı ama sessiz tehditlerini görebiliyordum ve umurumda dahi değildi.

“Özgür seninle tanışmak istiyor. Gel hadi.”

Didem’in Erdem’i Özgür’e doğru sürüklemesini izledim. Gitmeden önce bana sinirlerimi altüst edecek şekilde sırıtmayı da ihmal etmedi. Orada durup sevimli ve çaresizce kabul görünmeyi bekleyen sevgili rolünü oynamasını izlemeye tahammül edemeyerek hızla oturduğum koltuktan indim ve Tuna’yı bulabilme umuduyla üst kata çıkmak için asansöre doğru yürüdüm. Ona durumu anlattığımda bu saçma sapan sevgilicilik oyunu bitecekti, emindim. Normal şartlarda bile Erdem kabul edilecek bir aday değildi. Üstelik Didem’le aralarında epey yaş farkı vardı ve Didem’in de onu gerçekten sevdiğine inanmıyordum. Tek amacı şovdu. İlgi çekmek, özellikle de Akın’ın ilgisini çekmek için yaptığı açıktı. Hâlâ Akın’ı aklından çıkartamamış olmasına üzülüyordum. Erkek seçimleri kesinlikle dipten başa hatalıydı.

Asansör beni üst kata ulaştırdığında kayarak açılan kapıdan çıkmak için hareketlenmiştim ki karşımda Tuna’yı görünce kaşlarım havalandı. “Ben de seni arıyordum,” diyerek asansörden çıktım. Adam gergin görünüyordu. Eli ensesindeydi ve kendisini gevşetmek istercesine ensesini ovuyordu. Bana dik bir bakış gönderdi.

“Buradayım. Bir şey mi oldu?”

Kaşlarım yavaşça çatıldı. Tavrındaki soğukluğu çözmek istercesine ona bakarken, “Didem’in yanında erkek arkadaşını getirdiğinden haberin var mıydı?” diye sordum. Birden bunu ispiyonlamak kendimi iğrençmişim gibi hissettirdi. Hele de Tuna’nın kayıtsızca dinlediğini gördüğümde bunu devam ettirmekte tereddüt ettim. “O adam uygun biri değil. Onu tanıyorum. Yonca’nın kuzeni oluyor. Biraz araştırırsan ne dediğimi anlayacaksın- Tuna! Beni dinliyor musun?”

Başı ağrıyormuş gibi bu kez alnını ovalamaya başlarken, “Bin tane işle uğraşıyorum, Deniz,” diye homurdandı. O her zamanki enerjisi ve neşesinden eser dahi olmaması gerilmeme neden olmuştu. “Beni en çok da sen yoruyorsun biliyor musun?”

Afalladım. “Ne?”

“Konuş artık. Senden bunu istemiyorum. Senden bunu rica ediyorum. Sen sustukça işler daha da boka batıyor haberin olsun. Abim çoktan sınırı geçti. Bir katliam çıkartmanın uçlarında geziyor. Susmaya devam edersen çok kan dökülecek. Umarım beni anlarsın.”

Sonra gitti. Asansöre binip kapıların kapanması için düğmeye bastı. Arkasından bakakaldım. Az önce ne yaşadığımıza dair hiçbir fikrim yoktu. Şaşkın şaşkın orada dikilmeye devam ederken, “Ah, Deniz, burada mıydın? Peri’yi şimdi gönderdim,” dedi Eva, Tuna’nın aksine cıvıl cıvıl tavrıyla.

Ona doğru dönüp omuzlarındaki şalı sıyırmasını izlerken, “Neler oluyor, Eva?” diye sormaktan kendimi alamadım. “Bana söylemediğiniz bir şey mi var?”

Afalladı. Tıpkı az önce bana olduğu gibi. Ve tavrı oldukça gerçekçiydi. “Bu da nereden çıktı?”

“Bilmiyorum. Tuna garipti.”

“Evet, onu ben de fark ettim. Ben Peri’yi uğurlarken Cesur abiyle birlikte geldiler az önce. Benimle hiç konuşmadan içeri girdi ve bunu pek yapmazdı.”

“Cesur nerede?”

Parmağıyla omzunun üzerinden dışarıyı gösterdi. “Arabadaydı-”

Devamını dinlemeyerek kendimi hızlı adımlarla dışarıya attım. Kapıdan çıktığım anda korumaların gözleri üzerime döndü. İçeri girmeye hazırlanan misafirlere çarpmaktan son anda kurtuldum. Aralarından sıyrıldığımda hemen kaldırımın kenarına park etmiş Rolls Royce dikkatimi çekti. Geceden karaydı ve parlaktı da. Sürücü koltuğundaki adamı seçebiliyordum. Doğrudan bana bakıyordu. Bir kolunu açık pencereye dayamıştı ve parmaklarını çenesinin üzerinde ağır ağır gezdiriyordu. Bakışları yoğun ve karaydı.

Üzerimde dizlerime kadar uzanan düz bir elbise vardı ve hava epey serindi. Üşüdüğüm için mi yoksa Cesur’un beni usul usul işgal eden tavrından dolayı mı titremeye başlamıştım emin değildim. Tuna’nın dedikleri hâlâ aklımı kurcalıyordu. Ortada hiçbir sorun olmadığına emindim ama belli ki bilmediğim bir şeyler vardı.

Yavaş adımlarla hâlâ motoru çalışır vaziyette duran arabaya doğru yürümeye başladım. Ceket bile giymiyor olmama etraftan gelen garip bakışları önemsemeyerek ön yolcu koltuğunun kapısını araladım. Can alıcı turuncu rengindeki koltuğa yerleştikten sonra kapıyı kapatıp beklentiyle Cesur’a doğru döndüm. Hâlâ aynı şekilde duruyordu. Sanki ben hâlâ karşıda, kaldırımdaymışım gibi oraya bakıyordu. Dalgındı. Dalıp gitmiş hâldeydi.

“Cesur,” dedim temkinli şekilde.

Derin bir soluk alarak siyah gömleğin sardığı göğsünü şişirdi. Kırpmadığı gözlerini güçlükle saplı kaldığı noktadan ayırıp bana çevirdiğinde yutkunmaktan kendimi alamadım. Koyu kahve harelerin etrafı kızıl çizgilerle doluydu.

“Fırtına,” diye karşılık verdi. “Benimle evlenecek misin?”

Ufak bir kıvrım dudaklarımdan gelip geçti. İyiydik, en azından o an iyi olduğumuzu hissetmiştim. “Evet,” dedim tereddütsüz şekilde. “Düğüne kaç gün daha kaldı?”

“17.”

“16,” diye düzelttim. “Bugünün bitmesine az kaldı.”

Açık olan pencereyi kapatmak için tuşa dokundu. Ardından da uzanıp klimayı açtıktan sonra kafasını koltuğa iyice yaslayıp yeniden bana döndü. Aramızdaki hava ağırdı. Sabah uyandığımda dün geceki dağıtmam hakkında eğlendiğini saklamadan yorumlarda bulunan adam değildi. Benimle uğraşan, utandıran ve sonra da güldüren adam asla değildi.

“Bana bir şey söyle,” dedi birden. Talepkâr tavrı beni irkiltti.

Yanağımın içini kemirmeye başladım. “Ne söyleyeceğim?”

“Herhangi bir şey.”

“Beni geriyorsun,” dedim biraz itiraf edercesine.

Çenesi kasıldı. “Başka bir şey.”

“Ne duymak istiyorsun Cesur?”

Dudağının kenarı çok hafifçe kıvrıldı. Küçük ve soğuk bir hareketti. Sonra, “Babanın adını,” dedi benden çok doğal, sıradan bir şey talep edercesine.

Kaşlarım olabildiğince çatılırken, “Bu tavrın bu yüzden değil mi? Araştırdın ve hiçbir şey bulamadın,” dedim öfkeyle. Zihnimdeki taşlar yavaşça yerine oturmaya başladı ve Tuna’nın ne demek istediğini anladım. “Sana hiçbir şey bulamayacağını söylemiştim-”

“Kimse sekiz ya da dokuz yaşında doğmuyor,” diye homurdandı. “Ama sen o yaşlarda doğmuş gibisin. Öncesi yok.”

“Öncesini kurcalamayı bırak.”

“Hayır.”

“Hayır?” dedim elimi yumruk yapıp sıkarken. “Öyleyse hiçbir şey bulamayınca böyle çıldırmış gibi davranma.”

“Ne gördün ki?” dedi keyifsiz bir gülümsemeyle. “Henüz çıldırmadım ama çok az kaldı. O zaman dünyanın altını üstüne getireceğim. Kırılacaksın.”

“Neden durduk yere-”

“Durduk yere mi?” diye ansızın bağırdığında kanıma soğuk bir his karıştı. “Deniz olduğunu öğrendiğimden beridir bunun peşindeyim. Bana vermeyi reddettiğin aileni bulacağım, fırtına. Bugün olmazsa yarın. Ne kadar uğraştırırsa uğraştırsın. Kaç kez elim boş dönersem döneyim. Hiçbiri beni sonuca gitmekten alıkoymayacak.”

Yutkunamadım. “Peki sonra? Sonra ne yapacaksın?”

“Hepsini öldüreceğim.”

Kafamı korkuyla iki yana salladım. “Buna izin vermeyeceğim.”

“Ne yapabilirsin ki? Susmaya devam etmek dışında ne yapabilirsin Deniz?”

Kalbim bir ateş çemberiyle kuşanmış gibi sızladı. “Benden haberleri bile yok Cesur!” diye bağırmaktan kendimi alamadım. “Senin yanındayım, herkesin gözünün önündeyim. Kimse çıkıp ailem olduğunu iddia etmiyor. Kimsenin hedefinde değilim. Neden kurcalamakta bu kadar ısrarcısın anlayamıyorum.”

“Varsayımlarla yaşanmaz.”

“Bunca yıldır yaşadım-”

“Köşe bucak saklanarak,” diyerek savunmamı ayağının altında ezdi. “Artık göz önündesin. Ortaya çıkacaksın. Ne pahasına olursa olsun seni ortaya çıkartacağım.”

Ağlama isteğiyle doldum ama yine de bunu yapmadım. “Başına yeni düşmanlar almak için mi? Huzursuzluk, nefret ve kan dökmek için mi?”

“En azından neyle savaştığımı bilirim. Bir gölgeyle savaşmaktansa bir düşmanı yeğlerim.”

“Peki bana vereceğin acı?”

Dişlerini sıktı. “Ya sana verdikleri acı?”

“Umurumda değil. Neden anlamak istemiyorsun? Zamanında olaylar oldu. Ellerinden kaçtım. Beni unuttular. Her Perşembe gecesi dost düşman bir sürü kişi buraya geliyor ve ben hiçbirine bu ailemden biri diyemedim. Kimse de kalkıp beni tanıdığını iddia etmedi. Onlar için izi kaybedilmiş biriyim. Neden beni ele vermek için bu kadar ısrar ediyorsun? Geçmişimden çok geleceğimi istemen gerekmez miydi?”

Birden bana doğru eğilip çenemi yakaladığında yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. “Geleceğin zaten benim,” dedi sanki yarınların ne getirdiğini çok iyi biliyormuş gibi sertçe. “Geçmişin de benim olacak. Sxktiğimin 16 günü sonrası karım olacaksın ama ben senin hâlâ kim olduğunu bile bilmiyorum. Kimsin sen Deniz? Kimsin. Sen.”

Beni bırakması için çenemi tutan elini bileğinden yakalayıp çeksem de kifayetsizdi. Fazla çabalamadan pes ettim ve sesimin boğuk çıkacağını umursamadım. Çünkü o bunu istemedikçe eli çözülmeyecekti.

“Düştüğü karanlıktan seninle çıkan, sayende yeni bir hayata başlayabilen o kızım. Hayatımın büyük bir kısmı senden oluşuyor. Bu sana niye yetmiyor?”

Koyu kahve gözlerinde bir kargaşa ve bir yangın vardı. “KİMSİN SEN?”

Gözlerim doldu. “Hiç kimseyim.”

“Çok kimsesin,” diye bastırdı. “Silinmiş her bir kaydını bulacağım. Kim, nerede, neleri silmişse öğreneceğim. Toprağın altına gömülmüş ne varsa kazacağım.”

“Bulacağın tek şey artık sana cevap veremeyecek cesetler olacak,” derken burnumu dik başlılıkla havaya kaldırdım.

Çenemi biraz daha sıktı, artık canım yanıyordu. “O cesetlere kaç tane daha ekleneceğini göreceksin.”

Tırnaklarımı bileğine geçirdim. Yaşaran gözlerimi nihâyet fark ederek çenemi serbest bıraktı. İstemsizce tenimi ovalayıp acısını almaya çalıştım. Bu sırada artık onun yanında kalmak istemediğimi fark etmek mideme sert bir krampın saplanmasına neden oldu. Uzaklaşmak istiyordum ve aynı zamanda istemiyordum da. Çünkü uzaklaştığımda onu çıldırmaya bir adım daha yaklaştıracağımı biliyordum.

“Kim olduğumu öğrenmeyi bu kadar çok mu istiyorsun?” Çenemi gösterdim. “Canımı acıtacak kadar çok mu?”

Eli yumruk şeklini aldı. Öyle çok sıktı ki teni bembeyaz kesildi.

“Sana kim olduğumu tek bir şartla söylerim.”

Ne duyacağını bilirmiş gibi, “Hayır,” dedi.

Yine de söyledim. “Onlara zarar vermeyeceksin.”

Gözlerini benden tamamen çekip karanlık geceye dikti. Gaz pedalındaki ayağını bastırıp arabadan gürültülü motor sesinin yükselmesine neden olurken, “Onları öldüreceğim,” dedi açıkça. “Babanı. Abini. Varsa amcanı, dayını, kuzenlerini. Hepsini.”

Kaburgalarım sanki bir darbeyle ezilerek birbirine geçmiş gibi acıdı. “Ailemi yok etmekten nasıl bu kadar rahat bahsedebilirsin? Beni hiç mi düşünmüyorsun Cesur?”

Birden bana doğru döndüğünde bu kez ifadesi yıkım doluydu. “Ortaya çıktığında hepsi seni öldürmek için sıraya girecek. Bunu söyleyen sendin,” diye acımasızca hatırlattı.

“İşte bu yüzden beni ortaya çıkartma!” diye yine var gücümle bağırdım. Boğazımdaki damarlar şişip belirginleşti.

“Belirsizlikle, varsayımla ya da siktiğimin bilinmezlikleriyle yaşamaya devam etmeyeceğim. Bir baban varsa onu bileceğim. Sonra o ölü bir baba olacak. Bir abin varsa öğreneceğim. Sonra ölü bir abin olacak. Sana zarar verme potansiyelinde olan kimsenin yaşamasına müsaade etmem.”

“Beni parçalama pahasına mı?”

Gözlerindeki meydan okumayı gördüm. Bu bana net bir cevaptı.

“Hiç umurunda değil miyim?”

“Deniz!” diye keskin şekilde beni uyardı.

“Yapma, Cesur. Geçmişi bırak. Beni üzmene değecek mi?”

Elini öyle sert şekilde direksiyona geçirdi ki oturduğum yerde sıçramaktan kendimi alamadım. “Evleneceğiz, Deniz,” dedi bağırarak. “Günün birinde yeniden hamile kalmak isteyeceksin. Karnında onu taşırken ya da çoktan doğurmuşken birden bu meselenin patladığını düşün. Hazırlığım olmayacak. Düşmanı bilmediğim için hazırlıksız yakalanacağım. Seni mi koruyacağım yoksa bebeği mi? Kendimi mi? Ailemi mi? Yoksa kardeşlerimi mi? Beni öyle bir bilinmezlikte bırakıyorsun ki bunun farkında bile değilsin. Seni bilmiyorlarmış! Öğrenirseler ne olacak? Onlardan önce davranmak zorundayım. Senin için. Senin iyi olman için. Geçmişinin peşindeyim; geleceğin için.”

Bu bir balonun içerisinde yaşamak gibiydi. Günün birinde patlayacağını biliyordum. Hiçbir sır sonsuza dek saklı kalmazdı. Acı gelse de abimi görsem bile tanıyamayacağımı biliyordum. Sadece kendime itiraf edemiyordum. Onu bir çocukken hatırlıyordum. Şimdi kaç yaşındaydı? Otuz altı, otuz yedi? Belki de çoktan onunla dövüş gecelerinden birinde karşılaşmıştım ve bir yabancıya bakar gibi bakıp, yanından geçip gitmiştim. Onun için de ben bir yabancıydım.

Ancak babam için durum öyle değildi.

Belki yine ben onun için bile yabancı olabilirdim ama o benim için asla yabancı olmazdı. Gördüğümde onu tanıyacağımdan emindim. Henüz görmemiştim ama bu hiç denk gelmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Özellikle de onun Cesur’un babasıyla bir zamanlar dost olduğunu bilirken. Artık düşman olsalar da herkesten daha yakında o vardı. Bugün değilse yarın, karşılaşacaktık. Bugün değilse yarın, saklandığım ve kaçtığım her şeyin tam ortasına düşecektim.

Yine de reddetmeyi seçtim. Aşık olduğum, onsuz nefes alamayacağıma inandığım adamın ailemin katili olmasına öylece göz yumacak kalbe sahip değildim. Babam bunu hak ediyor olsa bile, beni durduran tek kişi abimdi. Mazimde benim her şeyim olan abim. Artık varlığımı öğrense belki de babamdan önce silahına davranacak olan abim için susmaya devam edecektim. Çünkü ben ona kıyamazdım. Onun bana kıyacağını bilsem de bunu yapamazdım.

Göğsüme kıymık gibi batan hisle güçlükle nefes alırken, “Eğer söz verirsen-” diye başlamıştım ki Cesur katı tavrını bozmadan karşılık verdi.

“Hayır.”

“O zaman öğrenmek için daha çok çabalamak zorunda kalacaksın,” diye fısıldadım.

Tek ve sert bir hareketle kafasını salladı. “Kendini bir kan gölünün içerisinde bulduğunda sakın sızlanma, Fırtına.”

Sertçe yutkundum. “Onlara zarar vermeyeceğini söylemek bu kadar zor mu?”

Bedenini bana doğru çevirdiğinde gerildim. Alan yeterince dardı ve o fazlasıyla iriydi. O kadar çok kandan ve ölümden bahsetmişti ki gözüme devasa geliyordu. Ayrıca korkuyordum. Elbette ondan kaynaklı değildi ama yapacakları kalbimi ayazda kalmış gibi titretiyordu.

Cesur sanki bir aşk sözcüğü söylermiş edasıyla, “Onları yok edeceğim,” dedi. “Hepsini. Geriye bir tane bile yaşayan kalmayacak.”

Omuzlarıma yıktığı baskıya daha fazla direnemedim. Yanağımdan bir damla kayıp gitti. Görmesini istemediğim için hızla kapının kolunu tutup asıldım. Artık gitsem iyi olacaktı, çünkü kalmak acıtmaya başlamıştı. Ancak kolumu yakalayarak beni durdurdu. Bedenimi kendisine doğru çektiğinde ona karşı koyamadım.

Karanlık, alev alev yanan bakışlarını yüzümde gezdirirken avucu yanağıma kondu ve yavaşça gözyaşımı sildi. Şu an ona bakmayı, daha fazla konuşmayı hiç istemiyor olsam da gözlerimi kaldırıp gözleriyle buluşturdum.

“Benimle evlenecek misin Deniz?”

Yanağımdan bir damla daha yuvarlandı. Usulca kafamı salladım. Ailemin hepsini gözünü kırpmadan öldüreceğini söylüyordu ve bende aptal gibi onunla evleneceğimin yeniden altını çiziyordum. Bu durum canımı yaktı. Daha çok gözyaşı dışarıya çıkabilmek için beni zorlamaya başladı.

Diğer damlaları da kurularken, “Bu bir cevap değil,” dedi kısık, kupkuru bir sesle.

Kendimi toparlamaya çalışıp güçlükle, “Evleneceğim,” diye fısıldadım.

“Ağlama.”

Bir umutla, “Söz veremez misin?” diye tekrar sordum. Dürüstçe cevapladı.

“Veremem.”

“Ortaya çıkmak istemiyorum. Yeniden bana düşman gibi bakmalarını görmekten korkuyorum,” dedim acıyla.

“Görmeyeceksin,” dedi yemin edercesine. “Görmemen için önce davranacağım. Şimdi anladın mı?”

Yaşlar yanaklarımdan oluk oluk akmaya başladı ve içime tırnaklarını geçiren düşünceyi sonunda salıverdim. “Sana baktığımda ailemin katili olduğunu bilmek istemiyorum,” dedim, gerildi. “Sana baktığımda tek görmek istediğim kuracağımız aile, Cesur.”

“Sxkeyim,” diye homurdanarak beni baldırlarımdan tutup kolayca kucağına çekti. Yüzümü boynuna sokarak sakinleşmeye çalıştım.

“Beni çıkmaza sokuyorsun,” diye kızdı. “Aramızda sırlar olmasın nefret ediyorum. Benden bir şeyler saklamandan, boktan aileni korumaya çalışmandan, hepsinden nefret ediyorum.”

“İnan senden hiçbir şey saklamak istemiyorum ve bunu yapmak artık bana acı veriyor. Ama sen karşıma geçip onları yok edeceğini söylüyorsun. Bunu nasıl kabul edebilirim ki-”

Göğsünden sinirli bir homurtu yükseldi. “Sanki seni bulduklarında çiçeklerle karşılayacaklarmış gibi konuşmayı kes artık Deniz.”

Ürperdim. Korkularımı hissetmiş olacak ki sırtıma yerleştirdiği eliyle beni iyice göğsüne bastırdı. Burada, onunlayken güvende olacağımı içime işlemek ister gibi hareket ediyordu. Güvende olmaktan korkmuyordum. Güvende olduğumu biliyordum. Benim korkum daha farklıydı.

Burnumu gürültüyle çekerken, “Onları görmek istemiyorum. Tanımak istemiyorum. Bilmek istemiyorum. Karşılaşmak istemiyorum. Yüzleşmek istemiyorum,” dedim adeta daha fazla ısrar etmemesi için yalvarırcasına. “Beni onlarla karşı karşıya gelmek durumunda bırakma. Bundan ömrüm boyunca korktum. Onlarca kez uykularımdan beni kan ter içerisinde kaldıran kâbuslarım onlar benim. Kaç kez evimin kapısını kırarak girip bana silah doğrulttuklarını sanarak yataktan fırladığımı bilmiyorsun. Sokakta gezerken bir anda içime dolan korku yüzünden kaçıp ilk bulduğum yere saklandığımı ve saatlerce aptal gibi orada beklediğimi hiç bilmiyorsun.” Bunlardan bahsetmek bana ağır geliyormuş gibi güçlükle yutkundum. “Beni bilmediklerinden eminim ve öğreneceklerini düşünmek bile beni parça parça yiyor. Korkuyorum, Cesur.”

Göğsüne, derisini açıp kaburgalarının arasına saklanmak istercesine sığınmış bedenimi kolayca geriye ittiğinde yüzüne bakacak gücü bulamadım, bakışlarım gömleğinin açık düğmelerinden görünen teninde takılı kaldı. Ancak çenemin altına dokunup ona bakmamı istercesine yukarıya ittiğinde itaat ettim. Şimşekler çakan kara bulutların dolaştığı gözlerini bana dikip en küçük ifademi bile kaçırmak istemiyormuşçasına dikkatini vermişken, “Çoğul kullanmayı bırak artık,” dedi beni yakaladığını yüzüme vururcasına. “Babanı öldüreceğim desem silahı elime sen verirsin. Hatta tetiği benimle birlikte çekmek istersin, görüyorum. Senin tüm meselen abin.” Koyu kahve hareleri sanki yeterince sert bakmıyormuş gibi biraz daha hoyratlaştı. “Onu benden korumaya çalışıyorsun.”

Gözlerimi sabit tutmayı başaramayarak kaçırırken usulca kafamı salladım. İnkâr etmemem onu daha çok kızdırdı.

“Onu benden korumaya çalışıyorsun, Deniz.”

“Büyüdükçe neye dönüştüğünü bilmiyorum. Benden nefret ettiğini, babam gibi düşündüğünü söylemişti bir keresinde anneannem. Yine de umurumda değil. Ben onu o kahrolası evde beni seven, koruyan tek kişi olarak hatırlamak istiyorum. Bunun değiştiğini görmeyi kaldıramam. Bırak hatıralarımdaki gibi kalsın. Lütfen.”

Uzunca bir süre sadece beni izledi. Sessizliği can sıkıcıydı. Düşüncelerini değiştirip kurcalamayı bırakacağını söylemesini amansızca bekliyordum ama hayır, bunu yapmayacaktı. Öyle ya da böyle istediğini alacağını, vazgeçmeden peşinde koşacağını ifadesindeki kararlılıktan seçebiliyordum. Onun için güvenliğim daha öncelikliydi. Benim saçma saplantılarım, acınası koruma içgüdüm ve içimden koparıp atamadığım sevgim Cesur’un nazarında kıymetsizdi. Ona engel olmaya çalışmamdan nefret ediyordu.

Abimden... nefret ediyordu.

“Beni kıracağını bildiğin hâlde buna devam edeceksin, değil mi?”

“Evet,” dedi üzerinde düşünmeden. Dürüstlüğü canımı yaktı.

“Öyleyse sana söyleyeceğim,” dedim. Tek kaşı yavaşça havalandı. Yapamayacağımı mı düşünüyordu? Yapabilirdim. Ancak yerinden çıkacakmış gibi atan kalbimin çaresiz çırpınışları bile dilimin ucuna gelse de söyleyemeyeceğimi bağırır cinstendi. Gürültüyle yutkunup bunu bastırmaya çalıştım.

“Ama sen de bana söz vereceksin.”

Birkaç küfür savurdu. “Deniz!”

Aceleyle, “Kim olduğumu bileceksin. Sadece bileceksin. Hazırlıklı olacaksın,” dedim ikna etmeye çalışır gibi. Yanağında bir kasın seğirmeye başladığını fark edince kelimeler daha da hızlı dudaklarımdan dökülmeye başladı. “Onlar saldırana kadar saldırmayacaksın. Bileceksin, hazırlıklı olacaksın ve onlar durumu öğrenip harekete geçene kadar bekleyeceksin. Sorun çıkana kadar sorun çıkartmayacaksın. Tamam mı?” Tepki vermedi. Yine de umutla gözlerine baktım.

“Buna söz verir misin?”

Sessizliğini bozmadı. Kafasını geriye yaslamıştı ve yemin edebilirdim ki bir baş belasıymışım gibi bana bakıyordu. Sınırlarını zorladığımın farkındaydım. Teninin altındaki canavar gerinip duruyordu ve yönetimi ele alacağı anı hevesle bekliyordu. Gözlerinde hâlâ sadece yıkım ve ateş vardı.

Bana oldukça uzun gelen sessizlikten sonra kaba, gergin bir sesle, “Konuş,” diye buyurdu. İçimde bir umudun doğduğunu hissettim. En azından körlemesine hareket etmeyecekti.

Elimi boynunun yanına yerleştirip gergin tenini okşamaya başlarken, “Bu bir söz değildi,” diye mırıldandım. Bana ters bir bakış gönderdi. Pekâlâ, söz verdiğini duymasam da olabilirdi. İç çekip, “Kim olduğumu duyduğunda umarım aramızdaki hiçbir şey değişmez. Umarım arada benden nefret edeceğin kadar büyük durumlar yoktur,” diye uyarmadan edemedim. Belki de bunu daha detaylı düşünmem gerekirdi, çünkü ailelerimiz arasında neler döndüğünden gerçekten de habersizdim.

Homurdandı. “İmkânsız şeylerden bahsediyorsun.”

Dudağımı ısırmaktan kendimi alamadım. Kalbim dehşetle atıyordu. Ona söylediğimde bunun geri dönüşünün olmayacağını biliyordum. Belki de sözümü çiğneyerek saldıracaktı. Bunu yaparsa onu affedebilir miydim?

“Lütfen beni pişman etme,” diye yakardım. “Lütfen, Cesur.”

Yeniden çenemi tutup yavaşça okşadı. Sanki az önceki kabalığının izlerini silmek istercesine parmaklarını usulca tenimin üzerinde kaydırdı. Hâlâ üzerinden atamadığı katı duruşuna rağmen bunu biraz da beni rahatlatmak için yaptığının farkındaydım. Ayrıca pişman etmeyeceğini de açıkça belli ediyordu. Söylemiyordu ama ben onu anlayabiliyordum.

Konuşmadan önce gerçekten derin bir soluk alıp gözlerimi yumdum. Doğruyu mu yapıyordum? Saklamaya devam etmek en doğrusu olmaz mıydı? Ne de olsa bulamamıştı. Defalarca araştırmış ve eli boş dönmüştü. Böyle devam edebilirdik. Ama sırlar aramızda problem olup büyüyecek ve büyüyecekti. Cesur’un kanatan tavrıyla yeniden yüzleşmek beni geriyordu, çünkü bir daha buna benzer tartışma yaşarsak daha şiddetli geçeceğini biliyordum.

Ansızın çenemde hissettiğim dudakların varlığıyla birlikte derin, gürültülü bir iç çektim. Ufak öpücükler bırakarak tenimde gezinirken, “Sadece sen bileceksin,” dedim nefes nefese kalmış şekilde. “Bana söyleme, tamam mı? Haklarında hiçbir şey bilmek istemiyorum.”

Bir şeyler homurdanıp dudaklarını dudaklarıma kapadı. Beni aklımı başımdan almak istercesine öptüğünde ona ayak uydurdum. Kulübün etrafındakilere bir şov sergilediğimizi bilmek o an umurumda olan son şeydi. Dudakları fazla talepkârdı. Aç ve kopartmaya çalışıyordu. Sanki kelimeleri benden bu şekilde çekip alabilecekmiş gibi hoyrattı. Ya da belki de onu sınırlandırdığım, kanlı eylemlerini ileriki bir zamana atmasına neden olduğum için sinirini çıkartmaya çalışıyor da olabilirdi. Tüm seçeneklerin farkında olarak onu kabul ettim. Beni talan etmesine, ellerinin arasında şekillenen bir jöleye çevirmesine izin verdim. İyi geliyordu. Taşıdığım saçma sapan korkuları benden uzaklaştırmakta başarılıydı.

Ellerinin kalçalarıma indiğini hissettim. Bedenimi hareket ettirip kendisine bastırdı. İstemsizce ağzına doğru inlediğimde beni çok daha tutkulu şekilde öptü. Bunun nereye gittiğinden emin değildim. Bir konuşma yapmamız gerekmiyor muydu? Ancak artık benden cevap duymayı istemiyormuş gibi hareket ediyordu. Sanki bana dokunmak çok daha önemliydi ve cevaplar sonraya kalabilirdi.

Dudakları yeniden çeneme kayıp oradan da boynuma doğru indi. Nefes nefese kalmış şekilde beni kolayca ele geçirmesinin şaşkınlığını yaşarken dudaklarım benden bağımsızca aralandı ve yirmi yıl sonra ilk kez birine babamın, babam sandığım adamın adını fısıldadım.

“Ben Oktay Seymen’in kızıyım.”

Cesur birden durdu.

Aramızdaki hava buz kesti.

Sanırım ona verdiğim ismi duymayı hiç ama hiç beklememişti.

Kötü koku her yerdeydi. Etrafa dağılmış çöpler iğrenç şekilde vıcık vıcıktı. Sokağın köşesinde, sokak lambasının altında bir köpek bekliyordu. Dili dışarıdaydı ve hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Sanki öldüğü anda etine saldırıp onu parçalara ayıracağı anın hayalini kuruyordu. Son gücüyle kafasını dönüp gökyüzüne baktı. Hava açıktı ama bir o kadar da soğuktu.

Erdem titriyordu. Soğuktan dolayı olmalıydı ya da belki de ölüyordu. Tutunduğu sevgilicilik rolü ona pahalıya patlamıştı. Tüm kemikleri kırılmıştı. Her birinin kırılışını hissetmişti. Sonra da tıpkı bir çöp gibi çöp kutularının yanına atılmıştı. Issız, köhne bir sokaktı. Kimsenin yardımına gelmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden yaşama tutunmak için çabalamadı. Pes edercesine soluğunu verip bedenini saldı. Kafası yana doğru düştü. Gözleri karanlığa dalmaya başladı.

Bir aracın sesini duydu.

Karanlık onu sarmak üzereydi.

Asfaltta yankılanan topuklu ayakkabıların çıkarttığı tok sesler kulağına çalındı.

Karanlığa yenilmek üzereyken güçlükle ne olduğuna bakabildi.

Bir çift kırmızı topuklu ayakkabı hemen önünde duruyordu.

Peri yatak odasındaydı. Işığı kapatmamıştı, çünkü midesini yine iyi hissetmiyordu. Birkaç kez odanın içerisindeki banyoya kusmak için koşmuş olsa da boş boş öğürerek geri dönmüştü. Zaten midesinde çıkartabileceği hiçbir şey bulunmuyordu. Dün geceki partilemelerinden sonra tek bir lokma bile yiyememişti. Midesi içtiği tüm içkileri dışarıya püskürttüğü hâlde hâlâ daha huzursuzdu.

Sıkıntıyla iç çekip kıvrıldığı yatakta iyice büzüştü. Gözleri kıpkırmızıydı ve ağlıyordu. İşin kötüsü neden ağladığını bile bilmiyordu. Belki de aptal olduğu içindi, çünkü kendisini çok ama çok aptal hissediyordu.

Odasının kapısı usulca tıklatıldığında önce ses vermek istemedi ama sonra bunun Gaye’yi endişelendireceğini düşünerek, “Gir,” diye seslendi. Kapı yavaşça aralandı ama kadının içeriye girdiğini duymadı. Sırtı kapıya dönük olduğu için sadece seslerden yola çıkabiliyordu.

“Işığını hâlâ açık görünce sana bir bakmak istedim. İyi misin?”

“Evet. Kontrol ettiğin için teşekkür ederim. Birazdan duş alıp uyuyacağım.”

“Bir şeyler atıştırmak ister misin? Ne istersen senin için hazırlayabilirim.”

Midesi bunu duyunca sızlandı ama Peri onu görmezden geldi. Gün boyu içtiği suları bile kustuğu düşünülürse hâlâ daha yemek yiyecek durumda değildi. Bu yüzden, “Aç değilim,” dedi kısaca. “İlgilendiğin için teşekkürler ve iyi geceler.”

Kibarca kadınla daha fazla konuşmak istemediğini belli ettiğinde Gaye üstelemeden kapıyı kapatarak gitti. Peri yeniden yalnız kaldı. Zaten hep yalnızdı. Gaye onunla gerektiği kadar konuşuyordu. Samimi olsa bile aralarında yerini daima koruyan resmi bir çizgi vardı ve bunu her daim hissettiriyordu. Onunla gerçekten arkadaş olabileceğini hiç sanmıyordu. Bu yüzden de kendisini çok yalnız hissediyordu. Bir yanı kulüpte olmak ve Deniz ile Eva’yla takılmayı çok istiyordu, ancak hangi vasıfla onların yanında duracaktı ki? Onları ne kadar sevse de mesafesini koruması gerektiğinin farkındaydı. Bunu beceremiyordu tabii ama yapmalıydı. Çünkü vakti geldiğinde buradan gidecekti ve bir de onlardan ayrıldığı için üzülmek istemiyordu. Zaten yeterince şey için üzülüyordu.

Gözyaşlarını kurulayıp karnına çektiği ayaklarına sarıldı. Şu anda annesinin yanında olmayı isterdi. Ona sarılmayı ve sıcaklığında uyumayı. Ne zaman hastalansa annesi iyi olana kadar başında beklerdi. Çoğunlukla bunu dikkat etmediği durumlar hakkında söylenerek yapardı ama yine de yanında olurdu. Yumuşak elinin sık sık alnına konduğunu hatırlıyordu, sıcak hissi sanki hâlâ alnındaki yerini koruyordu.

Birden telefonu çalmaya başladığında irkilerek doğruldu. Komodinin üzerindeki saat çoktan gece yarısını geçmişti ve onu bu saatte kimse aramazdı. Daha doğrusu onu pek arayan da yoktu. Bu yüzden içine yayılan korkuyla uzanıp telefonu aldı. Ekranda Özgür’ün adını gördüğünde korkusu tamamen kaybolurken yerini göğsünde anlamsız bir sıkışıklığa bıraktı. Aramaya cevap vermek istemiyordu. Onunla konuşmak da istemiyordu. Hatta görmek de. Bu yüzden tüm açma dürtüsüne rağmen ekranı kilitleyip telefonu aldığı yere bıraktı ama içi içini yemeye başlamıştı. Kendisini baskı altında hissediyordu. Sanki açmazsa başına büyük bir bela gelecekmiş gibi düşünmeden edemiyordu. Babası ya da abisi onu aradığında telefona aynı saniyede cevap vermezse yediği azarlar dün gibi aklındaydı. Bu yüzden endişeyle yanağının içini kemirmeye başladı ve açma dürtüsüne yenilerek telefonu yeniden eline aldı. Kontrol ettiğinde aramanın sonlandığını gördü. Kesinlikle adamı çok kızdırmış olmalıydı. Acaba fazla ileriye gidip tıpkı abisi gibi telefonunu kırmakla tehdit eder miydi? Zaten bu aleti veren onlardı. Geri almakta tereddüt etmeyebilirdi.

İçi içini yiyip bin bir farklı düşünce aklından kayıp giderken telefona gelen mesajla yeniden irkildi. Tabii ki Özgür’dendi.

“Uyumadığını biliyorum. Neden cevap vermiyorsun?”

Ne yazmalıydı? Ya da yazmasa mıydı? Uyuduğunu söyler, sabah cevap verirdi. Sonra bunu hızla kafasından sildi. Adam muhtemelen Gaye’yle konuşmuştu. Bu yüzden yalan söylemeyi düşünmemeliydi bile. Ayrıca öyle bir şey yaparsa hiç uyuyamazdı. Huzursuzluktan sabaha kadar yatakta kıvranırdı. Bu yüzden dosdoğru ne hissediyorsa onu yazdı.

“Konuşmak istemiyorum.”

“Neden?”

Dudağını ısırdı. “Yorgunum, başka bir nedeni yok,” diye yazdı. İşte bu bir yalandı. Sanki adam da bunu hissetmiş gibi birkaç dakika hiçbir şey yazmadı. Hatta genç kadın başka bir şey yazmayacağını düşünerek telefonu bırakmak üzereydi. Ancak sonra bir mesaj daha geldi.

“Telefonu aç Peri.”

Emir dolu ses tonu sanki kulaklarındaydı. İstemsizce ürperdi. Avucundaki aletin yeniden çalmaya başlamasıyla birlikte dişlerini sıkarak kendini kastı. Ağladığı anlaşılmasın diye birkaç kez öksürüp boğazını temizledi ve çağrı neredeyse sonlanmak üzereyken ancak cevap verebildi.

“Peri?”

Yeniden boğazını temizledi. “Efendim,” dedi kısık, gerçekten yorgun çıkan bir sesle.

Hattın ucundaki adam derin bir nefes aldı. “Miden nasıl oldu?”

“Daha iyiyim.”

“Öyle misin?”

“Evet.”

“Bir şeyler yedin mi?”

“Atıştırdım,” derken yalanının ortaya çıkacağından korkarak gerildi.

“Ne atıştırdın?”

“Bir şeyler işte... ne bulduysam.”

“Yani yemedin,” dedi biraz kızarak. “Yalan söylemeye mi başladın?”

Panikleyerek yattığı yerden doğruldu. “H-hayır. Canım bir şey çekmiyor. Sadece uyumak istiyorum.”

“Ama uyumuyorsun,” dedi sertçe. “Şu saat olmuş hâlâ ayaktasın. Neden?”

Tırnaklarını yataktaki çarşafa geçirirken, “Yatma saatim olduğunu bilmiyordum,” dedi elinde olmadan sesini yükselterek. “Özür dilerim. Hemen uyurum. Oldu mu?”

“Olmadı.”

Peri adamın hafif alaylı tavrına karşılık dişlerini sıktı. “Ne istiyorsun benden anlamıyorum. Eğlenmene bakıp beni rahat bırakmalısın. Gidip keyfini sür. Bende uyuyayım.”

“Neyin keyfini süreceğim?”

“Hayatının,” dedi sesini düz tutmaya özen göstererek.

“İçinden geçtiğin hayatımın mı?”

Genç kadın göğsünün sıkıştığını hissetti. “Haklısın,” diye mırıldandı. Yanağından koca bir damla yuvarlanırken, “Özür dilememe mi ihtiyacın var?” diye sordu.

“Yok. Bin kere tekrarlasan da hiçbir büyülü etkisi olmadığı ortada.”

Bir damla daha kaydı. “Beni ne zaman yurtdışına göndereceksin?” diye ansızın sorduğunda bu konuyu açmayı aslında hiç planlamamıştı.

Adamın sesi katılaştı. “Nerden çıktı şimdi bu?”

“Gitmek istiyorum. Böylece benden kurtulursun.”

“Peri-”

“Dil eğitimini orada da alabilirim. Aileme okul için gittiğimi söylerim, bir şekilde ikna ederim. Burada beklememe gerek yok. Gideyim ve ikimiz de birbirimizden kurtulalım. Sen burada eski hayatına geri dönersin ve ben de orada kendime yeni bir hayat kurarım.”

Özgür’ün hattın ucundan öfkeli nefes alışverişi duyuluyordu. “Nasıl bir hayat kuracakmışsın orada?” diye sorduğunda sesinin altında yatan karanlık öfke maskelenmiş hâldeydi. Peri bunu fark etmedi. Fark edemeyecek kadar kendi öfkesinde hapsolmuştu.

“Bilmiyorum. Arkadaşlar edinmeye çalışacağım. Bugüne kadar hiç doğru düzgün arkadaşım olmadı. Belki orada bulabilirim ve...”

“Ve?”

“Belki sevebileceğim biriyle karşılaşırım. O da beni sever ve değer verir. Ne de olsa boşanacağımız için rahat olurum-”

“O. Ülkeyi. Yakarım.”

Telefon kapandı. Peri yanağının içini kemirerek yüzünü yatağa gömdü. Adamın neden bu kadar öfkelendiğini anlayamıyordu. Gitmesini en çok isteyen oydu ama ne zaman bu konu açılsa tavrı sertleşiyordu. Peri de gitmek için can atmıyordu elbette. Hatta bir seçeneği olsa bu kalmaktan yana olurdu, ancak mevcut durumlar dolayısıyla şartlar bunu gerektiriyordu. Hiç umudu olmasa bile gideceği yerde arkadaşlar edinebilmeyi hayal ediyordu. Yalnız kalmaktan korkuyordu. Hayatının çoğu dönemini ailesiyle geçirmişti ve şimdi onlar da yanında değildi. Çok yalnız hissediyordu. Özellikle de bu evdeyken...

Bedenini güçlükle yataktan kaldırıp ayaklarını sürüye sürüye banyoya gitti. İlk işi yüzündeki makyajı silmek oldu. Aynadaki aksini uzun uzun inceledi. Gözleri ağlamaktan şişmişti ve makyajı silmesiyle birlikte yanağındaki kesik izi ortaya çıkmıştı. İnce bir çizgi şeklindeydi. Sürdüğü kremler sayesinde çok çabuk toparlamış ve soluklaşmıştı. Yakında ondan geriye hiçbir şey kalmayacağından emindi.

Kıyafetlerinden de birer birer kurtulduktan sonra doğruca banyoya girip suyu çevirdi. Dayanabildiği kadar sıcak suyla tüm vücudunu haşladı. Köpüklendi ve uzun uzun durulandı. Dışarı çıkıp bedenini büyük bir havluya sardıktan sonra yeniden aynanın karşısına geçerek saçlarını kuruladı. Güzel kokulu yağlardan sürüp taramayı da ihmal etmedi. Saçlarıyla ilgilenmek onun için bir terapi gibiydi. Artık eskisi kadar ruhuna iyi gelmiyor olsa da alışkanlığından vazgeçemiyordu. Bu yüzden uzunca bir süre de onlarla oynayarak harcadı. Ardından usul adımlarla odaya geri döndü. Giysi dolabına gitmeden önce telefonunu bulup yeni bir mesaj ya da çağrı göreceğini düşünerek kontrol etti ama hiçbir şey yoktu. Bunun verdiği rahatlamayla giysi dolabının kapaklarını araladı. Sıra sıra asılmış gecelikler ve pijamalar ona göz kırpıyordu. Önce pijamalardan birine uzandı ama sonra yarı yolda hareketini durdurup geceliklere döndü. Burada kendi kendineydi ve biraz olsun kendisini şımartabilir, özel hissettirebilirdi değil mi?

Çeşit çeşit geceliklerin arasından şampanya rengindekini çıkartıp aldı. İnce askılı ve dantel detayları vardı. Çabucak havludan ayrılıp onu giyindi ve altına da iç çamaşırlarından birini geçirdi. Odadaki boy aynasının karşısına geçtiğinde sağa sola dönerek kendisini incelemeye başladı. Geceliğin eteği kalçalarını anca kapatıyordu. Bol kesimdi. Sadece göğüs kısmı bedenine tam oturmuştu. Göğüslerini saran kumaşın etrafı dantellerle çevrelenmişti ve transparan şekilde tenini gösteriyordu. Sırtıysa neredeyse tamamen açıktaydı.

Peri kendisini güzel hissetse de bir sorun vardı. Gecelik kusursuzdu. Daha önce giydiğinden epey farklı ve cüretkârdı. Üzerinde güzel durmuştu ama kendisini ona ait hissedemiyordu. Sanki bu ve buna benzer şeyler giymek onun hakkı değildi. İstenmeyen bir evlilik içerisindeydi. Kocası için mükemmel parçalarla dolu dolaba sahipti ama bunları giyeceği kocaya sahip değildi. Peri böyle gecelikleri kadınların eşleri için giymeleri gerektiğini duyarak büyümüştü. İşte bu yüzden gecelik kusursuz görünse de içerisinde rahat değildi. Bu yüzden onu çıkartmak için dolaba doğru yürüdü. Yine gözleri doldu. Pijama takımlarından birini çıkarttı ve bir gün kendisini gerçek bir evliliğin içerisinde bulmayı umarak omzundaki ince askılardan birini indirdi. Tam da o sırada odanın kapısı çalınmadan birden açıldı.

Peri irkilerek kapıya doğru döndüğünde Özgür’ü görmeyi asla ummadığı için şaşkınlıkla gözleri irileşti. Düşürdüğü askıyı hızla düzeltti. Elinde kalan geceliği can havliyle göğsüne bastırıp sanki adam vücudunu hiç görmemiş gibi ondan kendini korumaya çalıştı. Özgür epey sinirli görünüyordu. Adeta burnundan soluyor gibiydi. Nitekim odaya girip kapıyı gürültüyle ardından kapattığında genç kadın istemsizce olduğu yerde sıçramıştı.

“B-bir şey mi oldu?” diye telaşla sordu. Endişeli ve gergindi. Kendisini aşırı rahatsız hissediyordu. Özellikle de bu geceliğin içerisinde sıkışıp kalmışken.

“Bir de yüzüme söyle bakalım yurtdışına çıkınca neler yapacağını!”

Genç kadın sertçe yutkundu. “Bu yüzden mi geldin?” diye sorduğunda sesindeki hayal kırıklığı ortadaydı. “Birkaç arkadaşım bile olamaz mı? Hep yalnız mı kalacağım?”

Özgür yeri döven adımlarla kadının üzerine doğru yürüdü. Tam karşısında durduğunda aralarında sadece bir kol boyu mesafe bırakmıştı. “Olamaz,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Utanmadan bana sevgili edinmek istediğini söylüyorsun. UTANMADAN!”

Peri yüzüne sert bir tokat atılmış gibi irkildi. Hemen kendisini savunmak için ağzını araladı ama sonra birden durdu. Eva’nın dedikleri aklına geldi. Kendini daha özgüvenli göstermeye çalışarak omuzlarını gerdi. “Boşandıktan sonra kiminle istersem onunla olurum,” dedi yavaşça. Sözleri tane tane olsa bile kalbi göğsünü öyle sert dövüyordu ki bir an sonra bayılabilirdi. “Senin gibi... senin gibi yapmayacağım sonuçta.”

Özgür karanlık bir tavırla yüzünü kadına doğru eğdi. “Ne yapmışım ben?”

“Seni gördüm.”

“Bence görmedin,” diye bastırdı.

“Gördüm,” dedi ısrarla. “İnkâr mı edeceksin? Utanmadan,” derken adamın yaptığı gibi o kelimeyi vurguladı. “Senin hayatının kalabalık olduğunu biliyorum. Herkes bunu söylüyor zaten. Yine de ben oradayken bu çok iğrenç görünüyor. Beni düşünmediğini biliyorum. Kendi onurun için bunu yapmamalısın. İnsanlar hakkında konuşacak.”

Özgür kadının üzerine iyice giderek onun arkasındaki dolaba yaslanmasına sebep oldu. Ellerini kadının iki yanından dolabın sert yüzeyine yaslarken çenesi hâlâ kaskatıydı. “Sen etrafta değilken mi yapmalıydım?” dediğinde Peri sertçe yutkundu ve gözlerini kaçırdı.

“Evet.”

“Evet?”

Kısaca kafasını salladı.

“Yani sen yokken önüme gelenle birlikte olmamda sorun görmüyorsun.”

Peri güçlükle belli belirsiz gülümsemeyi başardı. “En başında bu evliliği yok saydığını söyledin. Senin için kâğıt parçasından başka bir şey değil ve senden sadakat bekliyor da değilim. Sadece bunu uluorta yapmamalısın. Söylentiler yayılırsa canın sıkılacak.”

Özgür sinirlerine hâkim olmakta zorlanıyormuş gibi ellerinden birini dolabın kapağına geçirdi. “Bana akıl mı veriyorsun bir de?” diye bağırdığında genç kadın yine olduğu yerde sıçramaktan kendini alamadı ve hemen geri adım attı.

“H-hayır. Ne biliyorsan onu yap, tamam mı? İstediğini yap.”

Adam sakinleşmek bir yana dursun her saniye daha çok katlanan öfkesiyle yüzünü kadının yüzüne yaklaştırdı. “Sen de öyle mi yapacaksın?” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Doğru düzgün düşünemeyecek hâldeydi.

Peri kanına karışan soğukluğu hissetti. Gözlerini kaldırıp nihâyet yeniden doğruca adama bakabildiğinde, “Ne?” dedi şokla. “Ne demek bu?”

“Ben yanında yokken başkalarıyla-”

Özgür’ün lafını kesen sert bir tokat oldu. Peri ansızın hissettiği öfkeyle ona vurmuş olsa da sadece bir saniye sonra korkuyla doldu. Gözbebekleri titreşti. Her an ağlayacakmış gibi dururken, “Beni kendinle karıştırma,” dedi. Tüm vücudu zangır zangır titriyordu. “Bir daha sakın bunu yapma. Ben sen değilim.”

Özgür aldığı darbeden sonra sağa doğru dönen kafasını yeniden kadına çevirdiğinde ifadesi ürkünçtü. Gözlerinde fırtınalar kopuyordu. Ellerini dolaptan ayırmazken biraz daha güç uyguladı. Sanki ellerini oradan çekse yanlış bir şey yapmaktan korkuyor gibiydi. “Bana birini bulurum, onu severim diyen sen değil miydin?” dedi sertçe. Bağırmıyordu ama her harfe, her kelimeye uyguladığı vurgu epey kabaydı.

“Boşandıktan sonra,” diye altını çizdi Peri. “Aramızda hiçbir değeri olmayan bu evlilik bittikten sonra. Kâğıt üzerinde olsa bile benim buna saygım var.” Duraksadı ve düzeltme gereği duydu. “Aslında buna değil. Kendime saygım var. Böyle bir iğrençliği yapmam.”

“Bu evlilik öyle sandığın kadar kolay bitmeyecek. Yurtdışına gidince özgür olacağını mı sanıyorsun? Peşinde sürekli birisi olacak. Her adımını bana haber verecek. Sxktiğimin erkek sineği bile etrafında uçmayacak, Peri. Duydun mu?”

Genç kadın içinin yine öfkeyle tutuştuğunu hissetti. “Beni böyle sınırlandıramazsın. Eğer bunu yapacaksan aynısını senden beklerim.”

Özgür geri çekilecek iradeyi kendisinde bulabildiğinde kadından bir adım uzaklaşarak kaskatı kesilmiş olan boynunu sağa sola eğip rahatlatmaya çalıştı. Bu sırada dudağının kenarına kondurduğu gülümseme fazlasıyla kibirliydi. “Senin benden bir şeyler beklemeye hakkın yok.”

Peri yine yüzüne tokat yemiş gibi oldu. Adam ona rolünü acımasızca hatırlatmaktan geri durmuyordu ve ne diyebilirdi ki ipler onun elindeydi. İçinde bir şeylerin kırıldığını belli eden gözlerini iri iri açarak adama bakarken, “Senden nefret ediyorum,” dedi can acısıyla. “Beni her gün öldürmek için mi kurtarmıştın?”

Özgür kaskatı kesildi.

“Benden intikamını böyle alıyorsun, değil mi? Hayatını mahvettim sonuçta. Sadece senin hayatın önemli. Benimkinin hiçbir değeri yok biliyorum. Olmasaydın ben hâlâ yaşıyor olmayacaktım. Minnettarım. Her şeye rağmen minnettarım. Ama yine de keşke bıraksaydın da ölseydim. Çünkü böyle yaşamak artık dayanılmaz olmaya başladı.”

Yanaklarından iri iri yaşlar döküldü. Adama tokat attığı sırada ayaklarının dibine düşmüş olan pijamaları toparlayıp yeniden göğsüne bastırırken Özgür’e hiç bakmadan odanın içerisindeki banyoya doğru bir adım attı ama sonra durdu ve boğazına tırmanan hıçkırığı bastırmak için sertçe yutkundu.

“Eğer aynı cesareti bulursam... seni kendimden kurtaracağım. Söz veriyorum.”

Peri ikinci adımını atamadan Özgür onu yakaladı. Kolundan tutup biraz kaba bir güçle kendisine çevirerek, “Ne demekti bu?” diye tısladı. “Bana bak. Yüzüme bak! Ne. Demekti. Bu.”

Genç kadın ıslak gözlerini kaldırıp adamın kahve – ela harelerine baktığında bir cevap vermesine gerek yoktu. Ölüm gözlerinde yatıyordu. Tüm bu olayların başlangıcında bir avuç ilaç içerek intihar etmişti ve yeniden yapabileceğine güvendiği an bunu deneyeceğini gözleri söylüyordu.

Özgür, kadının kolunu daha sıkı sardı. Onu sertçe kendisine çektiğinde göğüslerinin çarpışması umurunda bile olmadı. “Sakın,” diye hırladı. “Aklının ucundan bile geçirme, Peri. Sakın.”

Genç kadın isyan etmekten kendisini alamadı. “Öleyim istemiyorsun yaşayayım onu da istemiyorsun. Ne yapacağım ben?”

“Bana bu deliliği yapmayacağını söyle,” diye buyurdu. Ancak kadın sessiz kalınca onu hafifçe sarstı. “Söyle, Peri. Yoksa tüm mahremiyetini elinden alırım. Tuvalete bile yanında biriyle gidersin.”

“Tamam! Tamam yapmayacağım,” dedi Peri can havliyle. Yanağından bir damla daha kaydı. “Lütfen beni daha fazla boğma. Tamam.”

“Seni boğuyorum, öyle mi? Nasıl boğuyorum söylesene? Sana bir ev açtım, keyfin yerinde. İstediğin ülkeye göndereceğim. Orada da bir ev açıp güvenliğini sağlayacağım. Hiçbir zaman para derdin olmayacak. Bunun için çalışmak zorunda kalmayacaksın. Ailen sana karışamayacak. Kimse sana bir daha vurmaya kalkmayacak. Seni yatağıma girmeye de zorlamıyorum. Ama yine de sxktiğimin yerinde seni boğuyorum!”

Peri kolunu ondan kurtarmak için tüm gücüyle savurarak özgürlüğünü geri aldı. Ardından da sesinin yükselmesine engel olamadı. “Keyfim yerinde mi? Burada yapayalnızım. Gaye yanında diyeceksin, evet yanımda ama bir görevli olarak fazlası değil. İstediğim ülkeye göndereceksin! Bana gitmek isteyip istemediğimi bile sormadın ki. Gitmek istemiyorum ama senin huzura ermen için buna mecburum. Ailem artık umurumda değil. Sayende dayak yemekten artık korkmuyorum, bunun için de minnettarım. Beni yatağına girmeye zorlamıyorsun! Yatağında beni istemediğin için bunu yapmıyorsun. Eğer isteseydin bana seçim hakkı sunmayacağının farkındayım. Çünkü sen ne istersen o oluyor. Benim hislerimin, düşünlerimin hiçbir önemi yok. Senin nazarında benim konuşmaya bile hakkım yok.”

Özgür duyduğu her cümleyle bilendikçe parlayan bir bıçak gibi keskinleşiyordu. Bu gece sakinleşebileceği en ufak bir ana dahi erişemediği için çileden çıkmak üzereydi. Kadını yeniden kolundan yakalayıp bu kez yönünü değiştirerek arkasında kalan yatağa doğru itti.

“Soyun. Hemen.”

Peri afalladı. “N-ne?”

“Seni kullanmaya karar verdim,” dedi gaddarca. “Bundan sonra ne zaman istersem benim için soyunacaksın. Ne zaman istersem kendini bana sunacaksın. Ne zaman, nerede, nasıl istersem.”

Kafasını şiddetle iki yana salladı. Özgür üzerine doğru bir adım attığında bu hareketi daha büyük bir dehşetle tekrarladı. “L-lütfen dur. İstemiyorum.”

“Dans edeceksin benim için. Sadece benim için,” diye bastırdı.

Peri bunu duyduğunda vücudu kilitlendi sanki. Hareket dahi edemeyerek öylece kalakaldı. Pijamalar yine yerdeydi. Bir parça gecelikle adamın karşısında çırılçıplak kalmış gibi hissediyordu.

“Soyun, Peri. Yoksa bunu ben yaparım.”

“L-lütfen.”

“Ağlamayı bırak. Ne oldu? Seni yatağımda istemeyeceğime mi güveniyordun? Neden istemeyeyim? Her kadında olan sende de var. Başkalarını kullanmaktansa seni kullanırım. En azından sana verdiklerimin karşılığını az da olsa ödemiş olursun.”

Peri bundan daha fazla aşağılandığını hissetmemişti. Yaşlar yanaklarını yıkarken adamın kararlılığını açıkça gördü. Karşı koymak ona ne fayda sağlayacaktı? İstemediğini söylemişti ama adam duymamıştı bile. Bu yüzden çırpınmayı düşünmedi. Önce yanaklarındaki yaşları ellerinin tersiyle kuruladı ve yenilerinin dökülmesine izin vermedi. Buz gibi bakan gözlerini adamın acımasız bakışlarına dikerek omzundaki askılardan birine uzanıp indirdi. Sonra da diğerini indirdi. Bunu göz temasını kesmeden yapmak onun için epey zor olsa da başarılıydı. Patlamak üzere olan kalbini bir kutuya kilitlemişti. Tıpkı hislerden ve duygulardan arınmış bir robot gibi geceliği iki yanından tutarak aşağıya çekti. Saten kumaş teninden kolayca sıyrılarak ayaklarının dibini boyladı. Çıplak kalan göğüslerine kollarını sarma dürtüsüne boyun eğmeyerek dişlerini sıktı. Yaşlar gözlerini zorluyor olsa da hayır, ağlamayacaktı. Dışarıdan dimdik görünse bile içinde büyük bir savaş veriyordu ve ona yenilmeyecekti.

Bu saniyelerde Özgür sadece gözlerine bakıyordu. Bakışları bir milim bile aşağıya kaymamıştı ve sanki dediğini yaparak soyunduğu için daha çok, gerçekten daha çok öfkelenmiş duruyordu.

Parmaklarının titreyişini umursamayarak üzerinde kalan tek parçaya, iç çamaşırına uzandı. Henüz bel kısmına yeni dokunmuştu ki adam onu çenesinden yakaladı. Tutuşu sertti. Bakışları gibi.

“Peri,” dedi kızgınca.

Kadın yenildi. Bu kez yanağından kayan damlaya engel olamadı. “E-efendim,” dedi hıçkırır gibi.

Özgür küfretti. Kadını bırakıp yatağın üzerindeki örtüyü çektiği gibi onu hızla omuzlarına sararak çıplaklığını örttü. Peri’nin saklanır gibi örtünün altına sığınmasıyla yeniden küfretti. Ne beklemişti ki? Kahretsin. Kadının yüzünde renk bile kalmamıştı. Gözlerinde öyle büyük bir korku vardı ki bir daha asla eskisi gibi ona bakamayacak şekilde duruyordu. Sanki bundan sonra Özgür’den hep korkacaktı.

“Her şey olabilirim ama rızasız şekilde bir kadına dokunacak pxçin teki değilim,” diye homurdandı. Bunu açıklamak durumunda kaldığı için de sinirlenmiş gibiydi. “Beni kışkırtırken iki kere düşün Peri. Bir ayarım yok. Kırarım seni, elimde kalırsın.”

Genç kadının tek yapabildiği hızlı hızlı kafasını sallamak oldu, ancak zemin ayaklarının altından kayıyor gibiydi. Kafasını salladığında bunu daha net hissetmeye başlamıştı. Nitekim çok sürmedi, kulakları uğuldadı, tenini sıcak bir ateş bastı, boğulacak gibi oldu ve sonra da zihni bağlantıyı koparttı.

Özgür çevik bir hareketle onu yakalayıp kucağına aldı. Ardından da yatağa kadar taşıdı. Dikkatlice yerleştirdikten sonraysa yanındaki boşluğa oturarak öfkeyle yüzünü sıvazladı. Küfretti. Homurdandı. Bu sırada Peri’den küçük bir iç çekiş yükseldiğinde uyandığını sanarak hızla ona döndü. Gözyaşları yüzünden yapış yapış kalan yanağına dokunarak, “Peri,” diye seslendi. Kadın derin bir âlemdeydi. Dişlerini sıktı. Teni bile buz gibiydi. Baygındı ama vücudu sanki hâlâ kaskatıydı. Gözpınarlarından yenice süzülen damlaları yavaşça kurulamaya başladı.

“Beni deli ediyorsun,” diye söylendi. “Sevebileceğin biriyle karşılaşmakmış. Sxkeyim. Beni gerçekten delirtiyorsun. Bir anda tek lafınla bana kafayı yedirtiyorsun. Bunu böyle kolay başarmandan nefret ediyorum. Daima sakinliğimi koruyan biriydim ama şimdi şu hâlime bak. Çıldırdım. Çıldırttın beni.” Kadının gözyaşlarını kuruladıktan sonra yanağında izi duran kesiğin üzerinde parmaklarını gezdirdi. “Sevebileceğin biriymiş. Belki o da seni severmiş. Sxkerim.”

Ellerini hızla kadının üzerinden çekerek yumruk yaptı. “Amxna koyduğumun yerinde bana böyle şeyler düşündürtme. Seni bu eve kapatırım. Tek göreceğin yüz Gaye’nin yüzü olur. Hatta sxktir et, yetmiş yaşında bir kadın koyarım başına. Zevklerini değiştirip Gaye’ye abayı yakabilirsin ama yetmiş yaşındaki birine pek sanmıyorum.”

Söylediklerinin absürtlüğü yüzünden yeniden küfretti. Bu kadın doğru düşünmesinin önünde büyük bir engeldi.

“Eğer benim bir kırmızı çizgim varsa o da sadakattir, Peri,” dedi sanki kadın onu duyabiliyormuş gibi vurgulaya vurgulaya. “Bu evlilikten önce sayısız tene dokundum ama evlendikten sonra bitti. Asla. Bağlı oldukları kişiye sadık olmayanlardan nefret ederim. Arada aşk olmasa bile. Nikâhın var olması benim için yeter.”

Babası buna en büyük örnekti. Özgür, babasının annesine yaşattığını hiçbir kadına yaşatmayacağına dair daha genç bir çocukken yemin etmişti. Kimsenin canını o şekilde yakmayacaktı, çünkü ne kadar acı verici olduğunu annesini gizli gizli köşelerde ağlarken birçok defa görerek deneyimlemişti.

“Bu yüzden bir daha bana sakın başka birinin lafını geçirme,” diye hırladı. “İmasını ya da şakasını bile yapma. Sen benimsin,” dedi birden. Sonra durdu. Ne dediğini düşündü ve bundan rahatsız olmadığını fark etti. Bunu fark etmek onu daha kararlı birine dönüştürdü. “Sadece bana aitsin,” dedi altını çize çize. “Sadece bana ait kalacaksın. Hoşuna gitsin ya da gitmesin.”

×××

Soğuk bir geceydi.

Ama onun için değildi.

Sergei Petrov, İstanbul’un en ünlü otelindeydi. Şahsı için ayırt edilmiş otuz beşinci kattaki odasının tüm pencerelerini açmıştı. Şehre çöken karanlığı izlerken soğuktan etkileniyormuş gibi durmuyordu. Sonuçta o bir Rus’tu. Soğuk ona kanı kadar yakındı.

Elinde tuttuğu kristal bardaktaki votkadan yudumladığı sırada cebindeki telefon çalmaya başladı. Telaşsız şekilde önce votkanın tadını çıkarttı. Daha sonraysa cebindeki alete uzanıp gelen aramayı cevaplandırdı.

“İnmişsin.”

“Da,” dedi. Ancak artık Rusya’da olmadığını hatırlayarak, “Evet,” diye düzeltti. Türkçesi iyi sayılırdı, ancak aksanını gizleyecek kadar değildi.

“Neden haber vermedin?”

“Karşılama komitesi sevmediğimi bilirsin.”

“Hazırlan, geliyorum.”

Votkadan yeni bir yudum aldı. “Gerekmez. Ben sizi bulurum.”

“Adresi bile bilmiyorsun-”

Onu duymazdan geldi. “Rahat ol. Burası benim evim.”

Hattın ucundan birkaç homurtu yükseldi. Ancak devamını dinlemeyerek aramayı sonlandırdı. Ardından da pencerenin önünden çekilip odanın içerisinde ağır adımlarla yürüdü. Telefonu yeniden pantolonunun cebine attıktan sonra komodinin yanına giderek yarım kalan votkasını oraya bıraktı. Yatakta sere serpe yatan kadına kısa bir bakış gönderdi.

“Buraya ne zaman gelsem asla rahat vermiyorlar,” dedi gelen aramaya karşın hoşnutsuzluğunu belli ederek. “Hayranlarım epey fazla, hayatım.”

Islık çalarak arkasını dönüp koltuğun üzerine bıraktığı siyah kısa boğazlı kazağına uzandı. Karşısındaki aynaya bakarak onu vücuduna geçirdi. Tenindeki sayısız dövme boğazına kadar uzanıyordu ve ten rengi neredeyse hiç görünmüyordu. Bundan memnundu. Temiz olan sadece elleri ve yüzüydü. Ah, yüzünde sadece sağ gözünün yanında gözyaşı damlası şeklinde dövme vardı. Minik bir ayrıntıydı ama onun varlığından daima hoşnut olmuştu.

Kaslarla ve tamamen dövmeyle bezeli olan göz doldurucu vücudunu kazağın altına sakladığı sırada aynadaki yansıma aracılığıyla yatakta yatan kadına baktı. Çıplak bacakları örtünün dışındaydı. Gülümsedi. Kazağını son kez düzeltip siyah kürklü yakası olan paltosunu giydi. Ardından da cebinden çıkarttığı deri eldivenleri ellerine geçirdi. Aynadaki görüntüsü tepeden tırnağa siyahtan oluşuyordu. Üzerindeki tek renk sarı saçları ve buz mavisi gözleriydi.

Sakalsız çehresinde yer edinen şeytani gülümsemeyle birlikte aynayla olan bakışmasını keserek paltosunun iç cebine uzandı. Çıkarttığı birkaç yüz doları yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakıp kadına doğru döndü. Hafifçe eğilerek deri eldivenli parmaklarını kadının yanağında gezdirdi ve kendisine bakan kahve gözlerine doğru sırıttı.

“Misafirperverliğin için teşekkür ederim, bebek. Beni iyi ağırladın.”

Kadın aynı şekilde bakmaya devam etti.

“Evet, az kalsın unutuyordum,” dedi Sergei bunun üzerine. Deri eldivenli elini kadının yanağında kaydırıp çıplak boynuna ve oradan da göğsüne doğru indirdi. Doğrudan kalbine saplanmış olan bıçağın kabzasını kavrayıp bıçağı oradan çekti. Ardından da bıçağa bulaşan kanı kadını yarım yamalak örten beyaz çarşafa sürerek temizledi.

“Böyle daha iyi oldu, değil mi?”

Kadının cansız gözlerine bakarak yeniden güldü.

“Kesinlikle daha iyi oldu.”

Sonra Sergei ıslık çalarak uyuşuk, tasasız adımlarla odadan çıkıp gitti.

×××

Ne dedi ne dediii

Ben Oktay'ın kızıyım dediiii 😱

Erdem'i almaya gelen kim ki?

Peki Peri ve Özgür?

Pekiii Sergei Petrov için düşüncelerinizi alalımm yeni karakterimizi sevdiniz mi? 😅

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 26.07.2025 20:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...