
Can okurlarımız hepinize sevgiler bol bol öpücükler 🥰
Nihâyet bölüm bitti ve soluğu hemen burada aldık. Geç geldi çünkü zor bir bölümdü. Yaz - sil, yaz - sil ancak istediğimiz gibi oldu. 🔥
Bölüm başı uyarısı; mendilleriniz hazır olsun 🥺
Yorumlarınızı gerçekten heyecanla bekleyeceğiz 🤩
♧
Bazen uçurumun kenarına sürükler seni hayat. Bedenini boşluğa bırakmak da sana kalır, hırsla tutunmak da.
Uçurumun kenarındaydım.
Kendimi aşağıya bırakırsam bedenimi parçalayacak kayalıklar benden geriye hiçbir şey bırakmayacakmış gibi sivriydi. Esen sert rüzgâr yüzüme tokat gibi çarpıyordu. Saçlarım ve giydiğim beyaz elbisenin etekleri uçuşuyordu. Rüzgârı kucaklayan kollarım iki yana açıktı ve rüzgâr, kulağıma kendimi kollarına bırakmamı fısıldıyordu.
Uçurumun ucuna iyice yaklaştım. Ayaklarımın altındaki derinlik uçsuz bucaksızdı. Bana huzur vaat ediyordu ve bunun için benden ölümü seçmemi istiyordu.
Atlayacak mıydım?
İçinde bulunduğum aracın radyosundan çalan müziğin sesi birkaç kademe kısıldı. Aralık duran pencerenden dışarıya odaklı olan, kayıp giden ağaç yığınını yakalamaya çalışan gözlerim dakikalardır açık durdukları için sızladı.
Nisan ayının ılık İstanbul günlerinden birinde, beni sonuma götüren aracın içerisindeydim.
Kafamı yavaşça aracın camına yasladım. Aralık bıraktığım camdan içeriye dolan rüzgâr, gelişigüzel bağladığım saçları yüzümün etrafında uçuşturdu. Dalgın gözlerim arabanın geçip gittiği ıssız yolların üzerinde boş boş geziniyordu. Güneş tepemdeydi ve doğrudan yüzüme vuruyordu.
Ya o uçurumdan atlayacaktım ya da savaşmaya devam edecektim.
Ben... atlamayı seçmiştim.
Bu anın aylar önce Yeraltı Kulübü’ne ilk kez gittiğim geceyle olan benzerliği midemin sert bir krampla çalkalanmasına neden oldu. Tıpkı o geceki gibi dizlerim titriyor, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor ve aldığım her nefes korkudan dolayı titrek şekilde ciğerlerime doluyordu. Aradan geçen onca zamandan sonra içimde hiçbir umudun kalmadığının farkındaydım. O gece yanımdaki paketi kulübe bırakıp çıkıp gideceğime dair aptalca umut doluydum, ancak şimdi bir umuda tutunmaya çalışmak hayalperestlik olacaktı.
Yolun sonunda beni neyin beklediğini biliyordum.
“Sessizlik yemini mi ettin?”
İrkildiğimi hemen karşımdaki koltukta oturan Gökhan’a belli etmedim. Büyük bir araçtaydık. Şoför harici ön koltukta iki adam ve benim yanımda bir adam daha vardı. Yanımdaki adam vurulmuştu. Kulüpten çıkarken oluşan çatışmada yediği kurşun sol boşluğundaydı ve bulduğu bir bezi oraya bastırıyordu. Ağır kan kokusu yüzünden burnumu aralık pencereye daha çok yaklaştırdım. Kapıdaki korumaların yere yığıldıklarını görmüştüm ve elimden gelen tek şey iyi olmaları yönünde dua etmekten ibaretti.
Gökhan benimle konuşma çabasını sürdürdü. “Sen bu kadar sıkıcı biri değildin.”
Dizlerimin üzerinde duran parmaklarım pantolonumun sert kumaşını kavrayarak sıktı. “Beni Kuzey Işıklarını izlemeye götürmediğinden eminim.”
Bir kahkaha patlattı. “Aklımdaki son seçenek bile değil. Daha olurlu bir şey istersen belki senin için yaparım.” Yüzünün yeniden eski hâlini alması fazla uzun sürmedi ve onun keyfinin kahyasına bağlı olduğumu bildirircesine ekledi. “İyi anımdaysam.”
“Sağ ol. Böyle iyiyim.”
“Ben iyi miyim?”
Ona anlamayarak baktığımda zaten bunu beklediğini belli eden bir ses çıkardı. “En son karşılaştığımızda vurulmuştum, unuttun mu?” diye sordu. Çehresine karanlık bir ifade sinerken asıl önemli ayrıntıyı ekledi. “Kocan bana sıkmıştı.”
Cesur’un onu vurduğu an gözümün önünden geçti. Damarlarımda akan kanın ağırlaştığını hissettim.
Gökhan ürkütücü şekilde dudağının kenarını kıvırdı. “Kafama hedef almadığı için onu pişman edeceğimi söylemem gerekir mi?”
Başımı belli belirsiz iki yana sallamakla yetindim. Kin ve nefret doluydu. Cesur’u kanatmak istiyordu ve ona giden yol benden geçiyordu. İlk kanayacak olan bendim. Bunun çok net, çok daha açık şekilde farkına varmak uzuvlarımın buz kesmesine neden oldu.
Gökhan dirseğini camın kenarına dayarken parmaklarının tersini alt dudağının üzerinde ağır ağır gezdirmeye başladı. Sanki bana neler yapacağını düşünüyor gibi doğrudan bana baktığını, tartıp biçtiğini biliyordum ve ısrarla gözlerimi kaçırıyordum. Çünkü her baktığımda o kara gözlerini kuşatmış olan öfke barikatıyla çarpışmak beni geriyordu.
“Hak ettiğin muamelenin bu olmadığını biliyorsun, değil mi?”
Sırtımdan aşağıya soğuk bir his yuvarlandı. “Ne olmasını isterdin? Tıpkı kurbanlık bir koyun gibi ellerim ve ayaklarım bağlı şekilde bagajda yolculuk etmemi mi?”
Yanımdaki adam yarasından dolayı acıyla karışık öfkeyle homurdandı. “Ve ağzına sesini çıkarmanı engelleyecek bir şeyler tıkılmış şekilde.”
Ürperdim. “Bunu size zorluk çıkaranlara yaptığınızı sanıyordum.”
“Sen zaten bize yeterince zorluk çıkardın, Nehir. Uslu uslu arabaya binmiş olman bu gerçeği değiştirmiyor,” dedi Gökhan hafif ters bir tavırla.
İmayla eski adımı kullanıyor olması gözümden kaçmadı. Görmezden gelerek bileklerimi birleştirip ellerimi ona doğru uzattım. Bana ters ters bakmak dışında hiçbir şey yapmadı. Hatta ellerimi önünden çekmemi istercesine geriye savuracakmış gibi dursa da hareketsizliğini korudu.
“Korkmuyormuş gibi durman seni komik gösteriyor.”
Asabi tavrı karşısında ellerimi geri çekerken, “Korkmadığımı iddia etmiyorum,” dedim sakince. Sanırım gözünde kendime güvenim varmış gibi duruyor olmalıydım ki bu onu rahatsız ediyormuşçasına konuşma gereği duydu.
“Seni önden uyarayım. Bu kez hiçbir ayrıcalığın olmayacak. Sakın içinde umut olmasın. Hiçbir şeye bel bağlama. Ne bana ne abime ne de Cesur’a. O seni kurtarmaya gelemeyecek ve abim de bu kez acımayacak.”
Yutkunamadım. “Anladım,” kelimesi dudaklarımdan cılız şekilde döküldü. Avuç içlerimde biriken teri pantolonuma silip ayağımı stresle sallamaya başladım. Suratımda nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama Gökhan yüzünü başka bir tarafa çevirip hafifçe buruşturdu.
“Saçların bu renkteyken çok çirkinsin.”
“Güzel olmaya çalışmıyordum.”
“Ağır mı geliyor?”
Kaşlarım havalandı. “Ne?”
“Rol yapmak.”
“Ne rolünden bahsettiğini anlayamıyorum.”
“Bence anladın. Cesur’un aradığı kadın olma rolünden bahsediyorum. Ağır geliyor, değil mi?”
Gerçekten gülmek istedim ama o kadar gergindim ki bunu beceremedim. “Halimden memnunum.”
“Yeme beni, Nehir.”
“Deniz’i kullanmayı tercih ederim.”
“Sahte isimler kullanmayı tercih etmem,” dedi yüzündeki tiksinç ifadeyi saklamayarak.
Bu kez ona doğruyu anlatmak ve inandırmaya çalışmak yerine aklındaki senaryoya uygun davranmayı tercih ettim. “Rolümün hakkını verebilmem için kendimi Deniz ismine alıştırdım. Saçlarımı yakında yeniden sarıya boyamayı planlıyordum ama sanırım bu hiç olmayacak. Yine de beni bu hâlimle de seviyor. Tapıyor hatta.” Kalbim sızladı. “Bu da beni sizin için ideal bir intikam yapar, öyle değil mi?”
Tereddütsüz cevapladı. “Öyle.”
Usulca kafamı salladım. İçimde fırtınalar kopuyordu ama sanırım bunu iyi maskeleyebiliyordum. Üşümüş olan ellerimi uyluklarımın arasında kıstırıp ısıtmak için çabalayarak yeniden sessizliğe büründüm. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama İstanbul’dan çıktığımızdan emindim. Tekirdağ taraflarına doğru yol alıyorduk. Uzaklaştıkça gerginliğim daha çok artıyordu. İçimdeki kötü his göğsümün tamamını kaplamıştı.
İyi şeyler olmayacaktı, biliyordum.
Yarım saatlik yolculuktan sonra özel bir mülk olduğu belli olan her tarafı tellerle çevrilmiş araziye girdik. Ana yoldan ayrılan sapak doğrudan araziye çıkıyordu. Birkaç dakikalık daha yolculuğun ardından ön cephesi uzun ağaçlarla gizlenmiş yere vardık. Yüksek demir kapı iki yana açılırken ardındaki devasa malikaneyi başka zaman görsem hayran kalabilirdim. Evi çevreleyen sınırların dışarısı kupkuru, içerisiyse cennetten bir parça gibiydi. Kocaman bahçesi ve üç bloktan oluşan üç katlı yapı göz alıcıydı. Bahçıvanı her kimse iyi iş çıkarmıştı. Süs bitkilerine verdiği şekiller kusursuzdu ve tüm bahçe süs bitkileriyle döşenmiş, yer yer de labirent şekli verilmişti.
Sanki kaçmak isteyen birisi için yeterince kafa karıştırıcı olması amaçlanmıştı.
Yutkunuşum gürültülüydü. Araba dururken Gökhan bana kısa bir bakış attı. Sürgülü kapı sertçe çekilip açıldığında doğrudan yüzüme vuran güneş yüzünden kafamı önüme eğmek zorunda kaldım. Birisi kolumdan tutarak pek de nazik olmayacak şekilde beni araçtan indirdi. Afallayışımı saklayamadım. Gözlerim istemsizce Gökhan’a dönse de onun hiç umurunda değildim. Çoktan arkasını dönüp eve doğru yürümeye başlamıştı.
Evet, bu kez hak ettiğim muameleyi göreceğim şimdiden belliydi.
Beni araçtan indiren adam yürümemle ilgili bir şeyler homurdanıp bedenimi ileriye doğru savurdu. Canımı acıtma niyetiyle sıktığı kolumu ovuşturarak yürümeye başladım. Başıma nelerin geleceği korkusu yüzünden öne doğru değil geriye doğru gitmek istesem de her adımımı takip eden ve açıkça bir düşmana bakar gibi bana bakan onlarca adamın arasında bunu yapmak delilik olurdu.
Evin önündeki mozaik taşlı büyük avluya çıkmak için son adımı attığım anda iki şey aynı anda oldu. Elindeki tasmayı sıkı sıkıya tutan güneş gözlüğü takmış adamı gördüm ve tasmanın ucundaki Pitbull cinsi köpek de beni gördü. Sanki üzerime kırmızı ışık tutulmuş gibi hırlamaya, tasmadan kurtulmaya ve üzerime doğru gelmeye çalıştı. Her havlayışında sivri dişlerinden sıçrayan salyalar ve gözlerindeki vahşi bakış beni panikletti. Kalbim bir anda yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Köpeğe hayatımdaki tek kâbusummuş gibi bakarken çığlık bile atamayacak kadar kilitlenmiştim.
Arkamdaki adam benimle eğlenme fırsatını kaçırmadı. “Tank’a merhaba de ama dikkat et, ısırır.”
“Isırınca da kopartmayı sever,” diye ekledi bir başkası.
İstemsizce geriye doğru kaçmak istedim ama arkamda duran iri beden buna izin vermedi. Beni tutup daha çok öne itti ve tasmayı tutan adama seslendi. “Bırak onu Cenk. Biraz eğlenelim.”
Kafamı hızlı hızlı iki yana sallarken korkuyla, “Hayır,” diye sayıkladım. Gülüşme sesleri kulağıma çalındı. Otomatikman merdivenleri tırmanan Gökhan’a döndüm. Buna engel olmalıydı. Ama olmadı. Arkasına bile dönüp bakmadı. Merdivenleri çıkıp doğruca eve girdi. Hüsranla doldum. Onunla daha önce de yan yana gelmiştim. Hepsinde düşmandık ama ben ancak şimdi gerçekten düşmanmışız gibi hissediyordum.
Adının Cenk olduğunu duyduğum adam köpeğin tasmasına bağlı duran ipi çözmek için eğildi. “Bakalım ne kadar hızlı koşabiliyorsun,” dedi arkamdaki adam. Ardından farklı bir tonla ıslık çaldı. Köpek şiddetle havlayarak karşılık verdi ve bunu gördüğüm anda ayaklarıma elektrik akımları gönderilmiş gibi yerimde sıçrayarak koşmaya başladım.
Hemen arkamdaydı. Hızlı nefes alışverişlerini duyabiliyordum. Hırıltılarını, vahşi havlamalarını da. Beni yakalayacaktı ve parçalayacaktı. Herkes keyifle bu anı izleyecekti, emindim. Kimse müdahale etmek için hareket etmiyordu. Dev ekranlara yansıyan özel bir gösteriymiş gibi izlemek dışında hiçbir şey yapmıyorlardı.
Köpek neredeyse ayağımı dişlerinin arasına alacak kadar bana yaklaşmayı başardığında evin arka bahçesindeydik ve ben dengemi iyice şaşırmıştım. Adrenalin bir yere kadardı. Yakalanacağımın paniği daha baskındı. Bu yüzden elim ayağıma dolaştı. Ayağımı yanlış bastım ve devamında koşmak yerine kelimenin tam anlamıyla uçtum. Yere düştüm, yuvarlandım ve yapay göletin etrafını sarmış olan taşlardan birine kafamın arkasını çarparak durabildim. Aldığım son darbe yüzünden bir an için gözlerim karanlıklarken kendimden geçecek gibi hissettim ama böyle bir lüksüm yoktu. Çok yakınımdan gelen hırlamalar ve bedenimi kavrayan sivri dişler yüzünden bir an önce kendimi toparlayıp kaçmaya devam etmem gerekiyordu.
Hâlâ aldığım darbenin bana bıraktığı sarsıntı yüzünden gidip gelen zihnim çalınan ıslığı zar zor algılayabildi. Kıyafetlerimin çekiştirilmesi ve tenime batıp duran dişlerin verdiği sızı kesildi. Kanımın kokusunu alabiliyordum.
Birisi beni çekiştirerek yattığım zeminden dizlerimin üzerine doğrulmamı sağladı. Kollarımı tutan elleri çekildiğinde yeniden yere devrilmemek için avuçlarımı önümdeki taş yola bastırdım. Kafamın arkasında sert bir sızı vardı ve onun yüzünden hâlâ sersem hâldeydim. Ellerimden birini çekip saçlarımın arasına daldırdığımda parmaklarıma bulaşan ıslaklık beni tepeden tırnağa titretti. Köpekle boğuşurken bilinçsizce yanaklarımdan kayan yaşları elimin tersiyle kurulayıp burnumu çektim. O an fark ettim ki burnumdan kan gelmişti.
“Ölmeyeceksin,” dedi hafif alaylı, soğuk ve duyduğum anda tüylerimin diken diken olmasına neden olan ses. “Şimdi ayağa kalk. İçeri gel.”
Öne doğru düşmüş olan kafamı ağır ağır kaldırdığımda saçlarımın arasından onun yüzünü gördüm; Barut’un. Evin arka merdivenlerinin tepesindeydi. Kusursuz takım elbisesinin içerisinde kusurlu duran tek şey zehirli mavi gözleriydi. Ona bakarken aramızda artık bir duvar varmış gibi hissediyordum. Buzul tahtına oturmuş bir kraldan farksızdı ve bana sunacağı tek şey soğuk bir ölüm olacaktı.
“Kalk dedim,” diye yineledi.
Etrafımda duran adamlardan biri benim yavaşlığıma tahammül gösteremeyerek kolumu tutup bedenimi yukarıya çektiği sırada, “Bırak onu,” dedi Barut ters bir tavırla. “Kendisi kalkıp buraya gelecek. Yapamazsa köpeği yeniden salın.”
Sonra da dönüp eve girdi. Öylece gitti. Şimdiye kadar benden bu tavrını daima sakladığı için elimde olmadan hayal kırıklığına kapıldım. Umurunda değildim. Hiçbir zaman değildim ama şimdi... şimdi gerçekten değildim. Bu oyunda tamamen yalnız olduğumu fark ederek güçlükle yutkunup sendeleye sendeleye ayaklandım. Pantolonum kısım kısım parçalanmıştı ve açılan yerlerinde kan izleri vardı. Kazağımın önü ve kollarım da ısırıklardan nasibini aldığı için yırtık pırtıktı. Ayrıca ayakkabılarımdan birinin nereye gittiğini de bilmiyordum.
Bana düşmanca bakarak bağından kurtulduğu anda yeniden üzerime atlamayı planlayan köpekten kaçmak istiyordum ama adım attığımda öyle dengesizdim ki onun tam önüne düşüp öğlen yemeği olacağımdan herkes emin gibi gülüşüyordu. Alay etmelerini duymazdan gelmeye çalışarak yürüdüm. Yavaş yavaş, tökezleyerek merdivenlere ulaşabildiğimde işim biraz daha kolaylaştı. Taş tırabzanlara kanlı ellerimin izlerini bıraka bıraka tutunarak bedenimi yukarıya tırmandırdım. Kapıya ulaşmama sadece birkaç basamak kaldığı sırada arkamdaki adamlardan biri, “Şimdi!” diye bağırdı. Köpeğin yeniden serbest kaldığını anlamak için dönüp bakmama gerek yoktu. Çığlık atarak korkuyla ileriye doğru atıldım. Kapıya resmen çarptıktan sonraysa tüm dengem yeniden bozulduğu için yine yere kapaklandım. Bedenimdeki acıya aldırmadan sırtüstü dönerek evin içerisine doğru sürünürken köpeğin kapının önünden gelen hırlamalarını duyuyordum.
Panik ve korkunun bana verdiği gürültülü soluklar yüzünden göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. Dehşetle açılmış gözlerim açık duran kapıdaydı ve her an köpeğin içeriye dalacağı anı bekleyerek var olan paniğimi istemsizce arttırıyordum. Tam da bu sırada birisi yanıma çömeldiğinde korkuyla geriye kaçmaktan kendimi alamadım.
“Sakin ol,” dedi Gökhan. Elindeki mendili fark ettim. Bana doğru uzattığında sanki bana vuracakmış gibi geriye çekilmemle durdu. Mendili saran parmakları hafifçe sıklaştı. Hoşuna gitmeyen bir şeyle burun burunaymış gibi yüzünü ekşitecekmiş gibi görünüyordu.
“Al bunu, yüzünü gözünü sil.”
Köpek yüzünden dehşeti yaşıyor olmasaydım tavrına gülebilirdim ama cesaretimi kırmışlardı. Geldiğim ilk andan bunu bilerek yaptıklarından emindim ve önce kırıp sonra yara bandı uzatmasına kanacak değildim.
Zeminde geriye doğru kayarak ondan iyice uzaklaştım. Sırtım duvara değdiğinde ellerimdeki kanı bu kez pahalı duvar kâğıtlarına bulaştırmayı umursamazken ondan destek alarak ayaklarımın üzerine kalkmayı başardım. Bunu yaparken yüzümü buruşturmamak ve acılı iniltiler kaçırmamak için verdiğim savaşı sadece izledi.
Nefes nefese sırtımı duvara yaslayarak karşısına dikildikten sonra, “Hak ettiğim muameleyi görüyorum. Yüzüm seni rahatsız ediyorsa bakma,” dedim güçlükle.
Gökhan ona sanki küfretmişim gibi ağzının içerisinde bir şeyler homurdandı. İki koca adımla aramızdaki mesafeyi tamamladıktan sonra mendili burnuma bastırıp ondan kurtulma çabamı görmezden gelerek akan kanı temizledi. Ardından da elimi tuttu ve mendili avucuma bıraktı.
“Buradaki herkes kanını akıtmak istiyor. Kimseye diklenip karşılık verme hatasına düşme. Hiçbiri gözünün yaşına bakmaz. Çünkü o yangında sadece abimin sevgilisi değil, bu adamların kardeşleri, abileri, babaları da öldü.”
Tenimden buz gibi bir ürperti geçti.
Gökhan, “O yüzden sesini bile çıkarma, Nehir. Arabada sana ne dedim? Kimse sana acımayacak ve kimse kurtaramayacak. Beni anladın mı?” dedi bastıra bastıra. Cevap verecek gücü bulamadım ama onun buna tahammülü yoktu. Uyarırcasına elimi sıkıp yineledi. “Anladığını söyle.”
Hızlı hızlı kafamı salladım. Tek yapabildiğim bu oldu. Gökhan elimi bırakıp kolumu tuttu ve beni evin içerisinde bir yere doğru yürüttü. Adımları bazen hızlı ve sertti, bazense benim yüzümden yavaşlıyor ve yavaşladığı için memnun değilmiş gibi çok geçmeden yeniden hızlanıyordu. Nihâyet salona ulaştığımızda beni kapı girişinde bırakıp doğruca içeri geçti. Ağaçtan oyulma bar köşesine ilerleyip yüksek taburelerden birine bedenini yığdığı gibi orada hazırda duran şişeyi önüne çekti.
Odanın içerisinde ağır ağır dolanan bakışlarım pencerenin orada dikilen Barut’u bulduğunda kaburgalarımın arasına buz gibi bir his hücum etti. Sırtı bana dönüktü. Ellerini ceplerine atmıştı. Onu en son yanan evine dehşetle bakarken, kaçarken ve korkarken görmüştüm. Şimdiyse asla o adam değildi. İzlediği bahçe ateşe verilecek olsa tepkisiz kalıp, sanki televizyon ekranından bir görüntü izliyormuş gibi öylece durmaya devam edecekti.
Arkamdaki koridordan gelen iki adamdan kaçma dürtüsüyle birkaç adım içeriye atıp salona girdim. Ellerimi kendime sararak aşırı tepki gösteren vücudumu kontrol altında tutmaya çalışırken Barut yavaşça bana doğru döndü. O zehirli mavi gözler tepeden tırnağa tüm vücudumda dolaştığı sırada titreyişimi saklamak öyle zordu ki nefesimi bile tutmak zorunda kaldım. Yırtılmış ve kanlanmış kıyafetlerime, ayakkabılarımdan birini kaybettiğim için çıplak kalmış olan ayağıma öylece bakıp geçti. Çehresinde hiçbir ifade belirmedi.
Bana bakıyordu ama gördüğü ben değildim, ezeli düşmanıydı.
“Onu aşağıdaki odaya indirin,” diye emir verdikten sonra yeniden arkasını dönecekti ki, “Bekle,” diye atıldım. “Filiz’i... onu bıraktın mı?”
İçimi donduran gözleri yeniden üzerime döndü. “Artık başkaları için değil sadece kendin için endişelen.”
“Söz vermiştin,” diye çaresizce hatırlattım.
“Sen de bana birçok kez söz vermiştin, Nehir. Hangisini tuttun?” Güler gibi bir ses çıkardı. “Hiçbirini.”
“Barut-”
“Uzatma,” diyerek tersledi.
Elimde olmadan, “O kadın hasta!” diye bağırdım. “Yapamazsın. Bu kadar vicdansız olamazsın. Onu bırakacağını söylemiştin. Geldim işte buradayım. İstediğini yaptım. Sen de söz verdiğini yap.”
Kafası hafifçe, tehlikeli bir edayla omzuna doğru eğildi. Gözlerini kıstı. “Bu kez de ben sözümde durmayacağım. Nasıl hissettirdiğini tat bakalım.”
“Ne yapacaksın? Zaten hasta olan bir kadını mı öldüreceksin? Bu mu senin intikam tarzın? Sen bu kadar onursuz muydun? Hasta bir kadının üzerinden plan kuracak kadar-” dediğim sırada göz açıp kapayıncaya kadar bir anda eli çenemi yakalayıp sıktı. Cümlelerimin devamı dilimin ucunda asılı kalırken onun kapkara bir ifadeyle kuşanan çehresi tam burnumun ucundaydı.
“Bana onurdan gururdan bahsetmeyi bırak! Bundan sonra ne kadar onursuzluk varsa göreceksin. Sen de göreceksin onlar da görecek. Hak ettiğiniz neyse onu alacaksınız, fazlasını değil!”
Afalladım. Bunu gördü ve beni bıraktı. Arkamda olduğunu bildiğim adamlara başıyla emir verdiğinde kollarımdan yakalandım. Dışarıya doğru sürüklenirken ancak anın şokundan sıyrılmayı başararak, “Bunu yapamazsın!” diye bağırdım. “Bu kadar kötü olamazsın! Sen... Sen bu kadar kötü olamazsın! Yapamazsın-”
“Hayal kırıklığının tadını çıkar.”
“Lütfen... Sana yalvarırım! Lütfen onu bırak.”
“Yalvaracaksın,” dedi. Bunu öyle kendinden emin ve merhametsizce söyledi ki uğursuz bir his beni ele geçirdi.
Adamların tutuşundan kurtulabilmek için tüm gücümle çırpındım. “Buna hakkın yok! Bu kadarına hakkın yok senin!”
Duyduğu şey onu neredeyse güldürecekmiş gibi ağzının kenarı kıpırdandı. Ellerini yeniden ceplerine tıkarken, “Ne kadarına hakkım olduğunu sen mi belirleyeceksin?” dedi küçümseyen tavrıyla.
“Senin sevgilin benim bebeğimi ve arkadaşımı öldürdü,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Ona yaptığım bu sert hatırlatma sinirlerini germiş gibi çenesi kasıldı. “Onun ölmesini ben istedim. Onu öldürten bendim! Hesabını benden sor, günahsız hasta bir kadından değil. Cesur’dan da değil! Benden.”
“Hesabını senden soracağım ama bedelini Cesur ödeyecek. Burada sadece Mila’nın meselesi değil, aramızdaki tüm meseleler kapanacak, Nehir. Ölenler ölecek. Geriye zincirlenip bir hastanenin bodrum katına kapatılacak bir deli kalacak.”
Üzerine atlayıp tırnaklarımla yüzünü parçalamak istedim. Çıldırmış gibi beni tutanlardan kurtulmaya çalışırken, “Bir de aptal gibi seni öldürmesine engel oldum. Aptal gibi!” dedim tükürürcesine. “Ne yapacaksan yap ama sana tavsiyem kimseyi sağ koyma. Geride kim kalırsa bunları burnundan fitil fitil getirecek. Delirtmiş olsan bile!”
“Ne cesur sözler,” diyerek benimle alay etti. Sonra gözlerinin gerisinde yanan alevleri gördüm. Gülümsedi ama ölümcül bir gülümsemeydi.
“Sizi öyle kıracağım ki herkes size yapacaklarımdan ibret alacak.”
Aldığım nefes boğazımda düğüm oldu. Ben bu kendini her şeyin üzerinde gören tonlamayı ve bu lanet sözü bir yerden hatırlıyordum.
×××
Her yerde cesetler vardı.
Cesur, annesinin kaldığı evin önündeydi. Onu diğer evden buraya taşıyalı fazla zaman olmamıştı. Bir daha adresini eskisi gibi gizli tutamayacağını bildiği için ekstra çaba sarf etmemişti. Ancak evin güvenliğini iki katına çıkarmıştı. Şimdiyse içeriye yığdığı adamların cansız bedenlerinin evden teker teker çıkarılmasını izliyordu. Ağır yaralı olan birkaç kişi dışında geri kalanı çoktan ölmüştü. Her köşe polis kaynıyordu. Ambulansların sayısı öyle fazlaydı ki yanıp sönen ışıklarının arasında kalakalmıştı.
Olay yeri inceleme ekiplerinin çektiği bantların dışından, tek bir sağlam camı kalmamış evi izlerken içinde uğursuz bir his vardı.
Bir şeyler yanlıştı.
Onunla konuşmaya çalışan komiserin sorularını bile duymuyordu. Bedeni orada ama aklı kesinlikle orada değildi. Kardeşleri polise gerekli açıklamaları yapmayı üstlenirken sedye üzerinde evden çıkarılan kadını gördüğünde kimseyi umursamayarak bariyerleri geçti. Paramediklerden biri Selin’in karnındaki yaraya tampon yaparken kadının cılız bir ışıkla bakan gözlerini fark etti. Yaşıyordu. Durumu kötü görünüyordu ama hâlâ göğsü hareket hâlindeydi, nefes almaya çalışıyordu.
“C-Cesur,” diye acıyla inledi kadın onu gördüğü anda. Sesi ağlamaklı ve korkulu çıkmıştı. Cesur yanına ulaştığı gibi destek vermek istercesine kadının omzuna dokundu.
“Atlatacaksın, Selin. İyisin, tamam mı? Sadece sakin ol. Senin için ne gerekiyorsa yaptıracağım.”
Kadın kanlanmış eliyle Cesur’un koluna güçlükle tutundu. “An-nen...” diye sayıkladı kesik kesik. Devamını getirecek gücü bulamamış gibi durup derin, acılı bir nefes aldı.
“Biliyorum,” dedi Cesur, kadının anlatmaya çalışarak kendisini yormamasını istercesine hafifçe omzunu sıkarak. “Onu düşünme. Ben ilgileneceğim. Sen sadece iyi olmaya bak. Bir seferliğine önce kendini düşün, anlaştık mı?”
Selin söylenenleri hiç duymamış gibi ağlamaklı ifadesiyle, “Ç-çok korktu, Cesur,” dedi zar zor konuşarak. “Bul onu... Bul onu çok korktu.”
Görünmez bir namlu ateşlendi, mermi doğruca Cesur’un göğsüne saplandı.
Selin'in peşinden gidecek gücü bulamadı. Sedye ambulansa doğru taşınırken koluna tutunan elin yavaşça kayıp gitmesini izledi. Durdu. Orada öylece durdu. Kafasının içerisinde birisi bir tuşa dokundu ve burada olan kıyım gözlerinin önünde canlanmaya başladı.
Kapının önüne doluşan arabalar, çekilen silahlar, patlayan mermiler, bağrışlar, acılı çığlıklar, bitmek bilmeyen kurşun sesleri... Tekerlekli sandalyesinde oturmuş parmağındaki yüzüklerle oynayan annesinin bu sesleri duyunca dehşete kapılan yüzü, korkuyla sağa sola bakınması, ellerinin titremeye başlaması, hatta korkudan altına kaçırması... Selin’in ona koşup sarılması, teselli etmeye çalışması ama annesinin korkudan tek kelime bile edememesi... sonra eve ve hatta onun odasına birçok adamın dolması, onlardan birinin Selin’i vurması, annesinin silahlara kilitlenmiş gibi bakması, korkudan nefes bile almadan öylece durması... Tanımadığı eli silahlı adamların onu kabaca alıp götürmesi, bu sırada yapabileceği tek şey olan çığlığı bile atamayacak kadar ürkek durumda olması...
“Abi!” dedi bir ses. Çok uzaktan geliyordu. Birisi elini omzuna koydu. Cesur irkildiğini yanına kadar gelmiş olan Akın’a belli etmedi. Ne zamandır yumduğunu bilmediği gözlerini açıp odağını toparlamaya çalışarak Akın’a dönerken onun söylediği hiçbir şeyi duymuyordu. Aklı hâlâ annesindeydi. Zaten paramparça olmuş bir kadındı ve daha fazla kırılıp döküleceğini düşünmek bile damarlarında akan kanın ağırlaşmasına neden oluyordu.
“...komiser ısrarla seninle görüşmek istiyor ama Tuna bir şekilde-”
Birden, “Dönüyoruz,” diyerek Akın’ın sözünü kesti. Zaten ne anlattığından haberi bile yoktu. Topuklarının üzerinde dönerek arabasına doğru ilerlerken cebindeki telefon sanki olduğundan daha gür bir sesle çalmaya başladı. İçine bir kurt düştü. Telefonu çıkarıp ekranda Eva’nın adını gördüğünü anda o kurt dişlerini çoktan etine geçirmeye başlamıştı.
Bir şey olmuştu.
Aramayı cevaplandırıp telefonu kulağına götürdü ve sadece duymayı bekledi.
“Abi! Burada çatışma çıktı! Dönün, lütfen çabuk dönün! Deniz gitti! Deniz’i aldılar!”
Eva öyle gürültülü bağırıyordu ki telefondan taşan sesini Akın da duymuştu. “Sikeyim böyle işi!” diye kükrerken dönüp herkese toparlanmaları için emirler sıralamaya başladı.
Cesur göğsüne yayılan ağrı yüzünden birkaç dengesiz adımla önündeki araca ulaşıp destek almak istercesine ellerini ön kaputunun üzerine yasladı. Hâlâ avucunda duran telefon eliyle kaput arasında ezilirken birkaç uzun saniye sadece soluklanmak için kendine zaman tanıdı. Ancak nefes aldıkça göğsündeki sıkışma rahatlamak yerine daha beter hâl alıyordu.
Tuna koştur koştur yanına gelerek, “İkisini de hemen bulacağım abi. Onurum şerefim üzerine yemin ederim, bana güven. Halledeceğim. İnan halledeceğim,” dediği sırada telefonunu çıkarıp ekranında bir şeyler yazmaya çalışıyordu.
Cesur hırsla yumruğunu kaputun üzerine geçirirken, “Annemi dikkatimi dağıtmak için aldı,” dedi boğuk, öfkeli bir sesle.
Eğer kulüpten çıkmamış olsaydı Barut, Deniz’i alamazdı.
Bu sırada Akın kendi telefonundan Eva’yı aramış onunla konuşuyordu. Eva hâlâ bir şeyler söylemeye devam ederken Akın aralarından seçtiği cümleleri oradakilere aktarmaya başladı. “Eva, Deniz’in telefonunu bulmuş. Barut onu aramış, muhtemelen tehdit etmek içindir. Annenin fotoğrafını göndermiş abi. Deniz kendisi dışarı çıkmış. Çıkmasını istemiştir orospu çocuğu!”
Cesur yumruğunu bir kez daha aynı noktaya geçirdi. Kaputun üzerinde belirgin bir eğrilme oluştuğunu herkes gördü.
Ortaya atılan yemi yutmuştu ve oltaya yakalanan Deniz olmuştu.
Deniz, annesi için kendisini tehlikeye atmıştı. Bunu gözünü kırpmadan, sonunu hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden yaptığından emindi. Çünkü o böyle biriydi. Kendinden başka herkesi düşünüyordu. Şu anda onunla konuşma şansı olsa duyacağı şeyi biliyordu. Annesine zarar gelmemesi için yaptığını söylerdi. Peki ona zarar gelirse ne yapardı? Önünü ardını hiç düşünmeden hareket ederken bunu aklının ucundan bile geçirmemiş olabileceği canını yaktı.
“Barut’un tüm mekânlarını basalım. Hepsini yerle bir edelim. Ona saklanacak delik bile bırakmayalım,” dedi Özgür çevrelerinde dolanan polisler olduğu için kısık tonda konuşarak. Akın da onu destekledi.
“İkisini de bulmadan durmak yok.”
İkizler kendi aralarında nerden başlamaları gerektiğine dair fikir yürütürken bu kez Özgür’ün telefonu çalmaya başladı. Kötü haber üstüne kötü haber alırlarken çalan telefonların hiçbiri için umuda kapılmayacak durumdaydı. Daha çok var olan gerginlikleri iyice tırmanıyordu. Özgür ekranda dayısı Yunus’un adını gördüğü anda başka bir derdin daha kapıda olduğunu hissetti. Muhtemelen annesiyle ilgili bir sorundan bahsedecekti. Her ne kadar reddetmek istese de yeşil kısma dokunarak aramayı cevaplandırdı. Yunus ona bir şeyler söyledi. Özgür kazık yutmuş heykel gibi sadece dinledi. Nihâyet konuşma bittiğinde ve telefonu kulağından indirebildiğinde gözleri sadece Cesur’un üzerindeydi.
“Abi,” dedi yutkundu. “Anneni annemin önüne bırakmışlar.”
×××
Köşkün büyük avlusuna peş peşe giren beş araç yine peş peşe frenlere asılmalarıyla lastiklerinden çıkan acı çığlıklar eşliğinde durdu. Avlunun etrafına toplanmış adam kalabalığını oluşturanların kafaları teker teker yeni gelen araçlardan inenlere döndü.
Bir kadın bağırıyordu.
Çığlıkları rahatsız edici ve kulak tırmalayıcıydı. Kimse onun için üzülüyor gibi durmuyordu. Oradaki herkes kadının gazabını bastırmak için hazır bekletiliyordu.
Yunus gelenleri gördükten sonra, “Nihâyet,” diye homurdandı. Çehresi gergin, öfkeli ve aynı zamanda belirgin şekilde hüzünlüydü. Cesur’un gelmesiyle birlikte rahat bir soluk verdiğini oradaki herkes hissederken Halide’yle uğraşacak sabrını tamamen kaybetti. Filiz’den uzak tutmaya çalıştığı kız kardeşini arkasına doğru iterken gür sesiyle bağırmaya başladı.
“Yeter Halide! Gir şu siktiğimin evine, elimden bir kaza çıkacak bak!”
“Girmem! O kahpe kanlı canlı benim bahçemde dururken buradan gitmem! Asla! Çekil önümden! ÇEKİL! PARÇALAYACAĞIM ONU! DÜŞMEDİ YAKAMDAN! KURTULAMADIM GİTTİ ONDAN! ÇEKİL!”
Cesur yürüdüğü yolun üzerinden kaçarcasına sağa sola çekilen adamların hiçbirine bakmıyordu. Tek odağı yerdeki annesiydi. Tekerlekli sandalyesinde bile değildi. Öylece yerdeydi ve Halide çığlık çığlığa bağırdıkça o, zemine kapanıyor, elleriyle kulaklarını örterek kadının kulak tırmalayan sesinden kaçmaya bakıyordu. Titriyordu. Korkudan tir tir titriyordu. Göğsünde şiddetli bir acı hissetti ve öfke tamamen uyanmış gibi uzuvlarına doğru esnedi. Çelikten sabrını kuşanamayacak kadar asabı bozulmuştu. Bu yüzden yüzündeki ölümcül ifadeyi gören herkes iki adım geriye kaçmayı tercih ediyordu.
Annesinin yanına diz çöktüğünde onun yine korkuyla yerinde sıçraması göğsünün üzerine bir avuç kor bırakılmış gibi tenini yaktı. Acıyı usul usul hissederken, “Filiz,” diye güçlükle seslendi. Şimdiye kadar ona anne diye seslenemediği için ilk kez bu kadar canı yanıyordu. Kadın sesini duyduğunda bir an için nefes almayı bile bıraktı. Sonraysa onu cehennem ateşinden kurtaracak tutanakmış gibi birden göğsüne atıldığında Cesur neye uğradığını şaşırdı. Elleri annesine sarılmak için havaya kalktı ama sarılamadı bile, öylece kaldı.
Filiz, Cesur’un göğsünde içli içli ağlarken, “S-sarp,” diyerek defalarca hıçkırdı. Her Sarp dediğinde oğlunun irkildiğini hissedemedi. “G-geldin... beni kurtarmaya geldin. Ö-öldürecek beni. Y-yardım et.”
Cesur kafasını kısaca iki yana sallayarak kendini toparlamaya çalışıp annesine sarılmayı başarabildi. “Geldim. Artık kimse sana zarar veremez. Geldim, yanındayım.”
Filiz kurtuluşa ermiş olmanın yorgunluğuyla hıçkırıp, “Ö-öldürecekti beni,” diye dert yandı. “H-Halide... sen gittikten sonra... beni öldürmek istedi... b-beni... Oktay’a vermek istedi.”
Cesur programlanmış gibi onu yatıştırmak adına bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki durdu. Omuzları iyice iki yana doğru gerilirken uzanıp Filiz’in yüzünü göğsünden uzaklaştırdı. Kadının iki yanağı da tırnak izleriyle doluydu. Derin çiziklerin içleri kan toplamıştı. Onu bu hâlde görmek beynindeki düşünce akışını sekteye uğrattı. Ölümün soğukluğunu kuşanmış gözleri yavaşça Halide’nin bulunduğu tarafa doğru kaydı.
Halide ilk kez o an abisi Yunus’un arkasından çıkmaya çalışmak yerine oraya sindi. Hatta eve kaçmak istedi.
“Seni Oktay’a vermek mi istedi?” diye sordu hâlâ sadece Halide’ye bakarken. Filiz acılı bir ses çıkardı.
“E-evet... E-evet.... e-evet...”
Annesi ilk kez bunları konuşuyordu. Hatta ilk kez bu kadar konuşuyordu. Onu tetikleyecek olan şeyin Halide’yle karşı karşıya gelmek olduğunu kim bilebilirdi?
“K-kaçmak zorunda kaldım. Ö-özür dilerim. B-beni öldürecekti. Seni terk etmeyi hiç istemedim. İstemedim... istemedim... istemedim... A-affet beni. İstemedim... istemedim... istemedim...”
Sertçe yutkunarak yeniden annesine döndü. Aynı kelimeyi takılmış plak gibi tekrarlayıp duruyordu. Onu yatıştırmak istercesine tırnak izleriyle dolu yanaklarını okşadı. Eğilip başının tepesine dudaklarını bastırırken, “Beni terk etmeyeceğini biliyordum,” dedi usulca. Babasının yerine konuşmak şu anda ona çok ağır geliyordu. “Şşş... Affedilecek bir şey yok. Ortada bir sorun olmasaydı kaçmayacağını biliyorum. Neler olduğunu anlat bana. Hepsini anlat. Her şeyi.”
Filiz tüm yaşadıklarından sıyrılarak birden, “H-hamileyim,” diye müjdeledi. Bedeni hâlâ tir tir titrerken yüzünde aydınlanma ve umut vardı. Gözlerinin içi heyecanla titreşiyordu.
Cesur kaskatı kesildi. Annesi ona kendisinin haberini veriyordu. Rol yapmayı bırakmaya bir adımlık mesafedeydi. Babasının yerini almanın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemişti. Kardeşlerine babalık yaparken, ailesini toparlarken bile bu kadar yolun sonundaymış gibi hissettiği bir an olmamıştı.
Bu haberi alan kişi babasının kendisi olmalıydı. Filiz onun kolları arasında dehşetten değil tümüyle heyecanla titrerken bunu söylemeliydi. Çalınmış hayatlarının verdiği acı his boğazını sarmaşık gibi sararak sıktı.
“Ama kimse öğrenmemeli,” dedi Filiz hızlı hızlı. “Yunus dedi... Yunus dedi ki öğrenilirse... Halide öğrenirse... bebeğimi öldürür.”
Babası askerdeyken annesi, Halide’den mi kaçmıştı? Kendisini ve bebeğini korumak için mi?
Bu sırada Halide’den bir çığlık yükseldi. Yunus’u var gücüyle iterken, “BİLİYOR MUYDUN? HAMİLE OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUN?” diye haykırdı. “BENDEN BUNU NASIL SAKLARSIN? ONUN KAÇMASINA DA SEN YARDIM ETTİN DEĞİL Mİ? BANA YALANLAR SIRALAYIP ONU KORUDUN! BEN ACIDAN KIVRANIRKEN SEN ONU KORUYUP KOLLADIN!”
Yunus boynuna kadar kıpkırmızı kesildi. Tıpkı bir geminin kazanına yığılan kömürlerin ısındıkça alev topuna dönmesi gibi kız kardeşinin kurduğu her cümleden sonra tabiri caizse burnundan dumanlar çıkacak hâle gelmişti. Patlaması fazla uzun sürmedi. Dönüp kız kardeşini kollarından yakalayıp sarsmaya başladı.
“Senin yüzünden şu kadının hayatını kararttım! Senin yüzünden kendimden iğreniyorum ulan! Tiksiniyorum kendimden. Bak şu kadının hâline,” diyerek Halide’nin çenesini tutup yüzünü Filiz’e çevirdi. “Bak! Senin yüzünden bu hâlde! Mutlu musun? Hiç mutlu olabildin mi? OLAMAZSIN! İnsanların hayatını mahvettikten sonra Allah senin yüzünü güldürür mü?”
Halide hiç etkilenmiş gibi görünmüyordu. Aksine daha çok sinirleri bozulmuştu. Çırpınarak abisine vurmaya, yüzünü tırmalamaya çalışırken, “Yapacağın tek bir şey vardı! Onu öldürecektin! Yapacağın tek şey buydu! Onun kaçmasına yardım edip sonra da gelip bana yalan söylemek değil!” diye haykırdı. “Senin yüzünden Sarp onu buldu. Yıllarca benden gizli yanına gitti. Bana bahaneler uydurup onun yanında kaldı. Piçini bulup evime getirdi. Hepsi senin gereksiz merhametin yüzünden! Mutlu olamamışsam hepsi senin yüzünden abi!”
Yunus elinin tersiyle kız kardeşine sert bir tokat attı. Halide’nin sendeleyerek yere yığılmasına aldırmadı. Yanağını tutarak iri iri açtığı gözleriyle bakmasını, kırgınlıkla boynunu bükmesini görmezden geldi. İlk kez ona hiç acımadı, vicdanı sızlamadı. “Yazık,” dedi tükürürcesine. “Senin için yaptığım her şeye yazık. Seninle aynı kanı taşıdığım için utanıyorum artık. Yaptığım her şey için utanıyorum. Şimdi nasıl af dileyeyim bu kadından,” derken dönüp Filiz’i gösterdi. “Hangi af onun mahvolan hayatını düzeltecek? Ben yaptım Cesur,” dedi itiraf edercesine. Son cümlesinde sesi epey düşük ve yorgun çıkmıştı. Onlara doğru bitik adımlarla yürüdü.
“Annenin kaçmasına ben sebep oldum. Eğer kalsaydı Halide onu öldürmeyi planlıyordu. Ayrıca Oktay’ın da onu kaçırma planları vardı. Baban askerdeydi, o zamanlar eli kolu uzun değildi. Hatta o sanıyordu ki Filiz, Halide’nin yanında güvende onu bekliyor. Halide, annenin ailesini kışkırttı. Ailesi Filiz’i reddetti. Önce gidecek kapılarını birer birer kapattı. Tüm pis işlerini ben yaptım. Baktım oluru yok, sonu gelmiyor. Kaç dedim annene. Kaç git canını kurtar. Hamile olduğunu söyledi, babanı beklemek istedi. Kalsaydı ölürdü ya da Oktay’a kalırdı. Gitmesini sağladım. Biter sandım ama bitmedi. Halide ondan tamamen kurtulmak istedi. Geri dönmeyeceğinden emin olmak istedi. Elimden geldiğince izlerini örttüm. Bulmasını engelledim ama hep peşindeydi. Ona gittiği hiçbir yerde rahat vermedi. Sonra da kız kardeşimin babanla evlenmesini sağladım. Belki de ben bu kadar ayak işlerine koşmasaydım böyle olmayacaktı. Bilmiyorum. Halide Sarp’ı elde edince durulur sandım. Hiç durulmadı. Baban onu hiç sevmedi. Sevilmemek onu delirtti. Bu deliyi ben yarattım. Annenle babanın ayrılmasına asıl ben sebep oldum. Şimdi çek vur beni hakkındır. Belki yıllardır taşıdığım bu yükten kurtulurum.”
Filiz tepeden tırnağa ürperdi. Cesur’a tek güvenli limanıymış gibi sokulurken ürkek bakışları Yunus’un üzerindeydi. “S-sağ ol abi,” dedi minnetle. Adamın itiraflarını hiç duymamış gibi ona gülümsemeye çalıştı. “Beni sen kurtardın.”
Yunus koca bir dağın ikiye bölünmesi gibi dizlerinin üzerine yığıldı. Kurşun yemiş gibi tek elini göğsüne, kalbinin üzerine bastırırken bir çocuk misali ağlamaya başladı. Oradaki herkes onun pişmanlığını netçe görüyor ve iliklerine kadar da hissediyordu.
Cesur omuzlarına yığılan yükün altında eziliyordu. Aldığı her nefes göğsüne kıymık gibi batarken ellerinden birini annesinin bacaklarının altından geçirdi. Diğeriyle de sırtını destekleyerek zayıf bedeniyle birlikte kolayca ayağa kalktı. Yunus’a son bir bakış atıp döndüğünde iki kardeşini de karşısında buldu. İkisi de sanki kabahatli olan onlarmış gibi yüzünden başka her yere bakıyorlardı.
Akın, “Benim artık böyle bir annem yok abi,” dedi kendisini kastığından dolayı boğukça. Omuzları gergin, elleri yumruk şeklindeydi. Sanki olduğu yerde zor duruyordu.
“Vereceğin her kararı desteklerim,” dedi Özgür de. Annesinin arkada sinir krizi geçirmesine kulaklarını tıkamıştı. Onun ölüm kararını tamamen abisine bırakırken dışarıdan gaddar görünse de içi paramparçaydı. Akın’ın da ondan farkı yoktu. Annelerinin affedilmeyecek şeyler yaptığı ortadaydı.
Kaç kez ihanet etmişti? Sayısını bilmiyorlardı.
İhanetin cezası neydi? İkisi de cevabı biliyordu ve ikisi de sesini çıkarmayacaktı.
Herkes Cesur’un katliam çıkarmasını beklerken o, elinde kalan tek tutanağıymış gibi annesini daha sıkı kavrayarak arabalardan birine yürüdü. Tuna’nın açtığı kapıdan içeriye geçip annesini dikkatlice yatırdı ve kafasını da kucağına alarak oturdu.
“Eve sür,” dedi Tuna’ya. Evden kastettiğinin kulüp olduğu yakınında olan herkes bilirdi. Onun evi orasıydı. Bu süslü mekân hiçbir zaman evi olmamıştı. Zamanında babası yeterince söz sahibi olabilseydi belki de burası onun ve annesinin yuvası olabilirdi ama o hikâye artık maziye gömülüydü.
Akın ve Özgür de karşısında kalan koltuklara yerleşti. Tuna öne geçti. Kapılar kapatıldı, motor çalıştırıldı. Cesur annesinin saçlarını okşarken sanki orada değildi. Kadının bedeni hâlâ yaşadığı dehşetin izlerini taşırcasına usul usul titrerken tek yapabildiği onu hiç bırakmayacakmış gibi tutmaktı. Yıllar önce babasının yapması gerektiği gibi...
“Seni yeni bir eve götüreceğim,” dedi yavaşça. “Artık korkmuyorsun, değil mi?”
Kadın cevap vermedi. Sanki yeniden bilinmezliğe gömülmek üzereydi. Cesur bunun olmasından korkarcasına, “Senin için bir kolye yaptım. Görmek ister misin?” diye sordu. Kadın belli belirsiz gülümsedi. “Kolyeleri mi daha çok seviyorsun yoksa yüzükleri mi?”
Filiz ellerinden birini kaldırıp bileğindeki bilezikleri şıngırdattı. Cesur ona dudaklarını kıvırarak değil, gözlerinin içiyle gülümsedi. “Bilezikleri de seviyorsun, biliyorum. Yapacağım senin için. Hangi renk olsun?”
“Aslanlı kolye,” dedi Filiz boynunu göstererek. Oradaki kolyelerden birini tutup sanki bahsettiği kolyeymiş gibi havaya kaldırdı. “Bunun yüzüğünü yapacaktın. Unuttun mu?”
“Unutmadım. Eve gittiğimizde yapacağım. Başka ne istersin?”
Filiz’in yorgun çehresi aydınlandı. “D-düğün yüzüğümüz olsun mu?”
Cesur sertçe yutkundu. Konuşacak gücü bulamayıp kısaca kafasını sallamakla yetinirken onları sessizce izleyen Akın ve Özgür’ün bile boğazı kurumuştu.
“Sarp,” dedi Filiz hayatındaki en değerli varlığa seslenircesine hevesle. “Kız mı olsun yoksa erkek mi?”
Cesur önce anlayamadı. Filiz elini karnına koyduğunda ancak neyden bahsettiğini idrak edebildi. Bu kez öyle gürültülü yutkundu ki onu herkes duydu. “Erkek olacak,” dedi kısık, boğuk bir sesle.
“Senin gibi mi?”
Yine sadece kafasını sallayabildi.
“Senin gibi mi olacak?”
“Olmasın mı?”
“Olsun. Sen... çok iyisin. Çok iyi bir baba olacaksın, Sarp.”
Gözlerinin yanmaya başladığını hissetti.
“Adını Yunus koyalım mı? Bizi o kurtardı,” derken yine titredi. “Yunus olsun mu?”
Cesur göğsündeki ağrı yüzünden neredeyse dişlerini sıkarak nefes alırken, “Adını ben çoktan koydum,” dedi. Bedeni kaskatıydı. Bir cihaza bağlanacak olsa kalbinin şiddetli atışları yüzünden cihaz çığlık çığlığa bağırabilirdi.
Filiz sanki buna alınmış gibi hafif küskün şekilde kaşlarını kaldırdı. “Öyle mi? Ne koydun?”
Gözlerini Filiz’in gözlerinden hiç ayırmazken, “Cesur,” diye fısıldadı. “Adı Cesur olacak.”
Kadın ismi tartar gibi durdu, bir süre düşündü. Sonra, Cesur’a saatler sürmüş kadar gelen bir süre sonra usulca, “Cesur...” dedi.
Cesur’un tüm tüyleri diken diken oldu. Annesinin ağzından kendi adını ilk kez duyuyordu.
Boğazını zorlayan acılı feryadı güçlükle yuttu. “Bir daha söylesene.”
Filiz gülümsedi. “Cesur.”
Yanağından iri bir damla yuvarlanıp kadının saçlarına karıştı. “Beğendin mi?”
“Cesur... beğendim. Cesur,” dedi kendi kendine. Ellerinden birini karnına bastırdı. Gülümsedi ve tekrarladı. “Cesur.”
“Onu sevecek misin?”
Kadın hevesle kafasını salladı. “Elbette. O benim ve senin. Nasıl sevmem?”
Kızarık gözleriyle belli belirsiz gülümsedi. “Sana nasıl seslenecek biliyor musun?”
Filiz kafası karışmış gibi ona baktı. “Nasıl?”
“Anne,” dedi Cesur hasretle, bir damla daha kirpiklerinin arasından sızdı. “Annem,” derken sesi bile titremişti.
Filiz mutlulukla güldü, sanki yanakları kızardı. Işığını kaybetmiş gözleri parıldadı. Cesur yine gürültüyle yutkundu. Kadının saçlarını usulca sevmeye devam ederken kafasını arkasına yaslayıp göğsüne batan hislerin geçmesini umarcasına gözlerini yumdu.
Kadın bunu hiç bilmeyecekti ama ilk kez onun oğlu olabilmişti.
×××
Eva tırnaklarını kemirerek asansörlerin açılmasını bekliyordu. Yanında duran birkaç adam ondan çok daha sakindi. Kulübün kontrolünü ve güvenliğini yeniden ellerinde tutuyorlardı. Kapıdaki adamlardan ikisi ölmüş, üçü yaralanmıştı. İçeriye hiç girilmemiş olsa da Eva her an bir yerden silahlı adamlar çıkacakmış gibi korkuyordu. Peri’nin de ondan farkı yoktu. Rengi atmış bir şekilde orada güçlükle duruyordu. Her an bayılacakmış gibi durduğu için Eva sürekli onu kontrol etme gereği duyuyordu.
Hemen yan masalarında iki doktor ve dört hemşire hazır şekilde bekliyordu. Tuna haber verdiği anda Eva onları çağırmış, Deniz'in eski odasının Filiz için ayarlanmasını sağlamıştı. Kısa süre içerisinde burada olacaklarından emindi. İyi olduklarını bildiği hâlde korkuyordu. Endişe doluydu. Deniz yoktu ve Cesur’un ne hâlde olduğunu düşünmek bile onu geriyordu.
Asansörlerin çalıştığını çıkan tiz sesten anladığında ayağa fırladı. Peri de onunla birlikte ayaklandı. Hatta diğer herkes ayaktaydı. “Geliyorlar,” dedi hem derin bir soluk verip hem de telaşla. “Herkes hazır olsun.”
Peri destek ararcasına uzanıp Eva’nın elini tutarken asansörler alt kata indi. Kapılar açıldığı anda ilk çıkan Cesur oldu. Annesi kucağındaydı. Eva, kadının iyi olduğundan emin olma umuduyla her yanını gözden geçirdi. Ayakkabısız ayaklarındaki çoraplar kirlenmişti. Kıyafetleri dağılmış, yüzü kurumuş kanlı çizgilerle doluydu. Boştaki elini ağzına örterek ses çıkarmamak için kendisini kasarken gözleri Cesur’u buldu. Adam daha önce hiç görmediği kadar perişan duruyordu. Annesini tutuşu güçlüydü, adımları güçlüydü ama aynı zamanda bitmiş tükenmiş bir hâli vardı.
Cesur, Tuna’nın etraftakilere emirler yağdırması eşliğinde arka tarafa geçip gitti. Doktor ve hemşireler de onlarla birlikteydi. Eva tuttuğu soluğunu gürültüyle vererek yanına doğru gelen Akın’a döndü ve bir saniye bile beklemeyerek adamın boynuna doğru atıldı. Akın onu neredeyse havada yakalayarak kendisine çekip sıkıca göğsüne bastırdı. Yüzünü kadının boynuna gömerek kokusunu soludu. Bir süre hareket bile etmeden öylece durup bu kıymetli anın ve kadının sıcak varlığının tadını çıkardı.
Peri onları kaçamak bakışlarla izlediği sırada Özgür’le göz göze geldiğinde sanki yol üzerindeymiş gibi kenara çekilerek ona alan açtı. Adamın gözleri kızarıktı ve yüzü asıktı. Yorgun görünüyordu. Oradaki koltuklardan birine yığılacakmış gibi yanına doğru geldiğinde hiç beklemediği şekilde kolunu tutup, “İyi misin?” diye sordu. Peri şaşkınlığını bastırarak hızlı hızlı kafasını salladı.
“Çatışma olduğunda sen neredeydin?”
“Odadaydım.”
“Gördün mü?” diye sorarken kadının çehresini araştırıyordu.
“Görmedim.”
“Neden yüzünde renk kalmamış o zaman? Başka bir şey mi oldu?”
Başka bir şey olmadığını belli edercesine kafasını hızlı hızlı iki yana sallayıp, “Biraz... korktuğum için,” dedi kısık sesle. Ardından gürültüyle yutkundu ve dilinin ucundaki soruyu çekinerek sordu.
“Sen iyi misin?”
Özgür garip, boğuk bir ses çıkardı. “Ben önemli miyim ki?”
Peri ne diyeceğini bilemeyerek ağzını birkaç kez açıp kapadı. Sonunda sessiz kalmayı seçtiğinde Özgür’ün tek yaptığı dudaklarını birbirine bastırarak kısaca kafa sallamak oldu. En yakınındaki koltuğa bedenini bırakarak Peri’yi de yanına çekti. Kadının gerildiğinin pek farkında değildi. Sadece uzak kalmasını istemeyerek hareket ediyordu.
Oradaki adamlardan biri, “Abi yapılacak ne varsa yapalım,” dedi her şeye hazır olduğunu belli edercesine. Yanındakiler de kafalarını sallayarak onu destekledi.
“Hazırlıklı olun yeter. Abim gelsin ne yapacağımızı konuşacağız.”
Birer birer kafalarını sallayıp kenara çekildiler. Akın da Eva’yı kucağında tutarak Özgür’ün karşısında kalan koltuğa oturdu. Karısından bir an olsun ayrılmak istemediğini açıkça belli ediyordu. Onu sıkıca sarıyor ve uzaklaşmaya çalıştığı her an kafasını göğsüne geri yaslıyordu. Eva sonunda pes ederek olduğu yerde kalırken, “İyi misin koca adam?” diye usulca sordu.
“Koca ayıya ne oldu?”
“Bu seferlik ayı değilsin.”
“Ha geri terfi edeceğim yine yani?”
Eva homurdandı. “Konuyu değiştirmesene. Ne bu hâlin? Garipsiniz. İkiniz de.”
“Boş ver güzelim.”
Genç kadın yine kafasını kaldırmaya çalıştı ve bu kez başardı. Dik dik adamın kahveye kaçan ela harelerine bakarken, “Akın,” dedi uyarırcasına. “Neler olduğundan bahsedecek misiniz?”
Akın uzun uzun onu inceledi. Nihayet konuştuğunda, “Bir gün bir şeyler yolunda gitmezse sakın benden habersiz hareket etme, Eva,” dedi bu ondan tek ve en önemli isteğiymiş gibi. “Eğer ben yanında değilsem... Özgür’e ya da abime git. Tuna’ya git ama sakın benden gitme.”
Eva sertçe yutkundu. Tüm hareketleri ağırlaşırken, “Deniz’in bunu neden yaptığını anlayabiliyorum,” dedi konuyu tamamen farklı bir noktadan anlayarak. “Düşünsene... mesela... mesela Özgür’ün başı dertte olsa ve birisi benden onunla yer değişmemi istese ben de yapardım.”
“Yapmayın,” dedi Özgür alnını ovaladığı sırada. “Haber verin. Sorun. Böyle bir şey yapmayın.”
Eva arka kapıya kısa bir bakış attıktan sonra kısık sesle konuştu. “Ya Deniz gitmeseydi ve Filiz Hanım zarar görseydi ne olurdu? Deniz, Cesur abiye sorsaydı eminim ki gitmesine izin vermezdi ama bu yüzden Filiz Hanım ölseydi Deniz kendisini asla toparlayamazdı. İstediğiniz kadar yargılayın ama ona hak veriyorum ve cesaretini takdir ediyorum.”
Akın, karısının kafasını toparlayıp odaklanmasını istercesine çenesini tutarak yüzünü kendisine çevirdi. Zümrüt yeşili gözlerinin içerisine derin derin bakarken, “Ne olursa olsun gitmeyi seçme,” dedi onaylamasını ve ölümüne buna bağlı kalmasını beklercesine.
“Akın-”
“Bugün bildiğim bir hikâyenin bilmediğim kısımlarını öğrendim,” dediği sırada işaret parmağıyla Eva’nın dudaklarını örterek konuşmasına engel oldu. “Kadın kendisini ve çocuğunu korumak için gitti. Adam perişan oldu. Kadın perişan oldu, çocuğunu da koruyamadı. Adam onu bulmadıkça delirmeye doğru gitti. Ailesi sözde iyiliğini düşünerek onu başkasıyla evlendirdi. Kadın ise... tamamen delirdi. Yıllar sonra birbirlerini buldular ama adam evliydi ve kadının aklı yerinde değildi. Değdi mi? Sadece yaşadılar. Sadece yaşayabilmek için gitmeye değer miydi? Ben kalıp ölmeyi tercih ederdim. Her gün ölmektense bir gün ölmek doğru olandı.”
Eva adamın hangi hikâyeden bahsettiğini hemen anladı. Omuzları düştü. Güzel yüzüne hüzün sinerken, “Bazı seçimler hata gibi görünebilir ama eğer farklı olsaydı tanıdığım ve sevdiğim üç adam belki de bugün olmayacaktı,” diye fısıldadı. “Benim için doğduğuna inanırken hiç doğmayacağını düşünmek...” Tüyleri diken diken olmuş gibi titredi. “Biliyorum birçok detayı acı verici ama bencil davranacağım, tamam mı? Benim için bu sonuçtan iyisi olamazdı. Senden iyisi olamazdı, Akın.”
Elini Akın’ın sakalsız yanağına yerleştirip parmaklarının ucuyla tenini okşadı. Onun ve Özgür’ün yıkılmış, sarsılmış hâli midesinin düğümlenmesine neden oluyordu. Ortadaki gergin duruma tuhaf, yoğun ve duygusal bir hava ekliyorlardı. Onlar için bir şeyler dağılmış, parçalanmış ve yolundan çıkmıştı. Bir şeyler kırılmıştı. Kocasının kızıl damarlarla dolu gözlerine neyle gelirse gelsin kabul edeceğini belli edercesine bakarken, “Köşkte neler oldu?” diye usulca sordu.
Sanki anlatsa derdine derman olabilecekmiş gibi durması Akın’ı belli belirsiz güldürdü. Cansız, renksiz bir gülüştü. “Abim evimize ilk geldiğinde onu istememeye hakkım olduğunu düşünmüştüm.” Acı bir duygu harelerine sindi. “Asıl olmaması gereken bizmişiz, onu öğrendim.”
Eva kaşlarının havalanmasına engel olamazken ne diyeceğini uzun uzun tarttı. Birkaç saniyeyi kaskatı durarak geçirdiği sırada Tuna, “Bulduk!” diye bağırarak arka kısımdan çıktı. “Abi bulduk nerede olduklarını-” dediği esnada orada Cesur’u göremeyince küfretti. “Hâlâ Filiz annenin yanında mı?”
Özgür cevap verdi. “Evet. Sen yanında değil miydin?”
“Çocuklarla konuşmak için çıkmıştım.”
Akın, Eva’nın kalçasına hafifçe vurarak kucağından kalkmasını belli ederken, “Deniz’i mi buldun?” diye sordu.
Cesur, “Neredeler?” diyerek içeriye girdiğinde masada oturan herkes ayağa kalktı. Bir köşeye çekilmiş diğer adamlar orta alana doğru yanaştı.
Tuna telefonun ekranındaki konumu büyüterek adresi gösterdi. “Tekirdağ taraflarında. Balabanlı civarındalar. Barut’un orada büyük bir mülkü var. Bir buçuk, iki saatlik yol abi.”
Özgür, “Hazırlığımızı yapıp basalım,” dedi sabırsızca. Akın ise, “Barut da orada mı? Yoksa sadece Deniz’i mi orada tutuyor?” diye sordu.
“Barut da orada. Gökhan da. Neredeyse tüm adamları orada. Evi kale gibi kuşatmışlar. Plansız saldırırsak çok hasar alırız.”
Cesur sakin kalmaya çalıştığını belli edercesine birkaç kez peş peşe çenesini ovalarken kulüp alanının içerisine, belirsiz bir noktaya doğru yürüdü. Durdu. Yine yürüdü. Durdu. Yine çenesini ovaladı. “Bu kadar çabuk bulduğuna göre saklanmıyor,” dedi doğru düşünmek için kendisini zorladığı sırada.
Tuna gerginlikle ensesini kaşıdı. “Ben de saklandığını düşünmüyorum abi. Her şeye hazırlıklı hareket ediyor.”
Cesur yeniden belirsiz bir noktaya doğru birkaç adım attı. Sonra yine durdu. “Saklanmıyorsa bulunduğunun farkındadır. Gelmemizi bekliyor. Piç kusuru ona gelmemi bekliyor!”
“Plan yapmalıyız,” dedi Akın. “Biliyorum Deniz’i geri almak istiyorsun ama bu durumda düşünmeden saldıramayız abi.”
“Deniz’i onun yanında bırakamam!” diye beklenmedik bir anda bağırdı. “Korkuyor! Onunla karşılaşmaktan korkuyordu!”
“Biliyorum ama Deniz bir yem,” dedi bundan hoşlanmadığını belli ederek. “Seni çekmek için kullanacak abi. Planı ortada işte. Sakin ol. Düşün biraz. Hâlâ tek derdi sensin. Sana oynayacak. Başından beri olduğu gibi.”
Cesur sinirlerini yatıştırmak istercesine derin bir soluk aldı. Bunu birkaç kez tekrarladı. Kendisini yerinde durmaya zorladığı için vücudu terle parıldamaya başlamıştı. Düşünmek şu anda onun için gerçekten zor bir aktiviteydi. Öleceğini bile bile körü körüne saldırmak istiyordu. Bu his içini resmen tırmalıyor, onu dürtüyordu. Avuçları kaşınıyor, bedeni saldırı durumuna geçiyordu. Sakinleşmesi söz konusu bile değildi.
Çıkışa doğru koşmaktan kendisini alıkoyabilmek için avuçlarını önündeki masaya vurarak kendisini sabitlerken, “Ben oraya gidersem Deniz’i öldürecek,” dedi sanki tüm plan masanın pürüzsüz yüzeyinde yazılıymış gibi onun sağını solunu incelediği esnada. “Barut’u oradan çıkarmanın bir yolunu bulmam lazım. Ben gidemem. Onun gelmesi lazım.”
“Onu dışarıya çekecek kimi alabiliriz?” diye sordu Özgür. “Gökhan da orada. Mila yok zaten. Gökhan itinin sevdiği bir kadın da yok. Kim? Kiminle onu kendi tuzağına çekebiliriz?”
Akın yüzyılın buluşunu bulmuş gibi parmaklarını şaklattı. “Gökhan’ın kız kardeşi vardı. Kızı daima kendilerinden uzak tuttular ama bunu onu korumak için yaptıklarını biliyorum.”
“O kızı bul hemen Tuna,” dedi Cesur emrederek.
“Ya onu da yanına almışsa?” dedi Eva tereddütle. Ellerinde ufacık bir koz vardı ve onu bozmayı asla istemediği ortadaydı ama her seçeneği tartmaları gerekiyordu.
“Kızı yurtdışında tutuyorlardı. Planına onu da dahil edip etmediğini bilemiyorum. O kadar büyük düşünmüş müdür öğreniriz çok sürmez.”
Tuna anında ortalıktan kayboldu. Daha sakin bir köşeye geçerek telefonuna gömüldü ve bağlantılarını yoklamaya başladı. Kızın nerede olduğunu öğrenmesi için birkaç dakika onun için yeterliydi.
“Sakin olmalısın abi,” dedi Özgür yavaşça Cesur’a yaklaştığı sırada. “Seni ele alana kadar Deniz’e zarar vermeyeceği ortada. Yine de biliyorum sabretmek zor ama düşünmeden hareket edersen herkes zarar görebilir. En çok da Deniz.”
Cesur sessizliğini korurken doğrulup yine çare olacakmış gibi yüzünü sıvazladı. Düşündüğü tek şey eğer oraya giderse Deniz’in öleceğiydi. Buna tutunarak ayaklarının ona doğru koşmasına engel olabiliyordu. Tek dayanağı buydu.
Derken havadaki ölümcül gerilimi delen zil sesi duyuldu. Eva kaçak elektrik akımına tutulmuş gibi olduğu yerde sıçrarken elini pantolonunun arka cebine attı. “Bu benim telefonum değil,” dedi hızlı hızlı. “Deniz’in telefonu.”
Cesur öyle sert adımlarla Eva’nın üzerine yürüdü ki genç kadın oracıkta öleceğini sandı. Artık çalmayan telefonu çıkarıp elinin titrediğini gizleyemeyerek onu Cesur’a doğru uzattı. Telefon avucundan alındığı esnada bu kez bildirim sesi yükseldi. Cesur ekranı açtı. Bildirimdeki mesaja girdi. Mesaj kayıtlı olmayan ama daha önce mesajlaşılmış bir numaradandı. Yukarıda annesinin fotoğrafı vardı. En aşağıdaysa yirmi saniyelik bir video gönderilmişti. Cesur videoyu açtı.
Ekranda Deniz’in peşindeki köpekten kaçarken, yere yığılırken ve köpek tarafından saldırıya uğrarken ki videosu belirdi.
×××
Kapı kolundan gelen ince tıkırtıyı duyduğum anda gözlerim birden açıldı. İrkilerek kafamı kaldırdım. Eşyasız bir odadaydım, tavanın yukarısında küçücük penceresi bulunuyordu ve artık oradan içeriye hiçbir günışığı girmiyordu. Günü akşam ederken yerde iki büklüm sızmış olmalıydım. Bedenimin her yanından yükselen sızlanmaları görmezden gelerek yavaş ve sinsice açılan kapıya gözlerimi diktim. Her kim geliyorsa ya iyi bir niyeti yoktu ya da diğerlerinden gizli hareket ediyordu.
İç sesim beni uyardı ve tetikte olmamı emretti. İşin kötüsü elimde kullanabileceğim hiçbir şey yoktu. Yine de küçük bir umutla bomboş odada gözlerimi gezdirdim. Tepedeki çıplak lamba dışında hiçbir şey barındırmıyordu. Kapıyı kilitlememişlerdi. Buna hem şükrediyordum hem de şu anda beni tedirgin ediyordu, çünkü içeriye giren adamın beni görünce sırıtan yüzü bana hiç de dost canlısı gibi görünmemişti.
“Kuşlar bana deli gibi susamış olduğunu söyledi,” derken bedeninin tamamını içeriye soktu. Hafif uzun tuttuğu saçlarını geriye doğru tarayıp ışığın altında ıpıslak görünecek yoğunlukta jölelemişti. Sırıttığı için sağ üstteki köpek dişindeki altın kaplamayı görmüştüm. Gür bıyıkları Yeşilçam filmlerindeki kötü adamlarınkilere benziyordu. Tekinsiz, ipsiz sapsız, orta yaşlarına gelmesine rağmen hiçbir baltaya sap olamamış serseriden farkı yoktu.
Onu gördüğüm anda uğursuz bir hisle kuşanmama rağmen elindeki su şişesine yutkunarak baktım. Boğazım kupkuruydu. Bir damla suya muhtaç hissediyordum ve aşağılık adam bunun farkındaydı.
“Ama önce hak ettiğini kanıtlaması gerekir,” diyen başka bir sesi duyduğumda sırtımdan soğuk bir his geçti. İçeriye giren ikinci adam diğerine göre daha gençti. Giydiği askılı atletin sardığı vücudu oldukça yapılıydı. Birkaç dövmesi vardı. Hatta sol kaşının üzerinden yanağına doğru inen farklı bir dilde yazılmış olan dövmesi en çok dikkat çekendi.
Altın diş yanıma gelip çömeldi. Su şişesini uzanabileceğim kadar önüme getirdi. “İstiyor musun?” diye sorduğunda tetikte beklediğini görebiliyordum. Şişeye uzanmayı deneyeceğim anda onu geri çekecekti.
“Siktir git.”
Suratı yazılı olan odanın kapısını kapatarak tehditkâr şekilde güldü. “Ne kadar ayıp. İhtiyaçların için buradayız. Sonra belki sana yemek getiririz, ne dersin?”
“Sizden hiçbir şey istemiyorum. Uzak durun yeter.”
Altın dişli adam gözümü alamadığım şişeyi yeniden havada salladı. Tutuşu iyice gevşemiş, odağı hafif kaymış gibiydi. “İyi niyetimizi reddetmek istemezsin güzellik.”
“Burada kimsenin bana iyi niyet beslemediğini konuşmaya gerek yok.”
Adam biz diğerleri gibi değiliz içerikli saçmalıklardan bahsederken birden atılıp elindeki şişeyi kaptım. Işık hızıyla kapağını açıp onu dudaklarıma dayamıştım ki altın dişli olan yüzüme doğru elinin tersini savurdu. Şişe dudaklarımdan kayıp bir köşeye fırlarken dilime değen birkaç damlayla yetinmek zorunda kaldım. Ayrıca yediğim tokat yüzünden o damlaların da boğazımdan gitmediğinden emindim.
“Seni küçük orospu,” diye homurdanarak saçlarımı yakaladı. “Alemde söz sahibi bir adamın fahişesisin diye kendini dokunulmaz sanıyorsun, değil mi? Sana bir sır vereceğim,” derken saçlarımdan asılarak kulağımı ağzına doğru yaklaştırdı. “En çok da böyle kendini bir bok sananlar sikilmeye layıktır.”
Beni yere doğru iterek bıraktı. Yüzü yazılı adam, “Başlatıyorum, göster hünerlerini,” deyip telefonunun kamerasını bize doğru çevirdiğinde korkudan ne yapacağımı bile şaşırdım. Altın diş kemerini çözerken bana öyle pis şekilde bakıyordu ki yerde sürünerek ondan kaçmaya çalıştım.
“Bağırırım,” dedim çaresizliğe sarınmış can havliyle. “Sakın denemeyin, burayı yıkarım.”
“Bağır da sesini duyan gelsin,” dedi altın dişli. “Bizim için sorun yok ama sen kaçımıza dayanırsın görmüş oluruz.”
Aldırış etmemesini görmezden gelerek, “Barut!” diye haykırdım sanki sesimi duysa imdadıma gelecekmiş gibi. “Gökhan!” Sesim çatladı. “B-Barut...”
Belinden çıkardığı kemeri eline alıp şaklattığı sırada kahkaha attı. “Onların umurunda değilsin. Yerlerinde olsaydım seni sikme fırsatını başkalarına bırakmazdım bile. Onlar tenezzül etmiyor olabilir ama ben nimet seçmem.”
Biliyorlar mıydı? Bana burada ne olacağından haberdar mıydılar? Artık o kadar mı düşmandım onlar için? Bağırırsam sesime kulaklarını kapatacaklar mıydı?
Yoksa zaten hepsi beni ve Cesur’u alt etme planlarının bir parçası mıydı?
Sanki odadan çıkabilecekmişim gibi ayağa fırlayıp uzaklaşmaya çalıştığımda henüz ilk adımı bile atamamışken beni ayağımdan yakaladı. Tüm gücüyle asılıp bedenimi yeniden yere savurdu. Zaten zarar görmüş olan vücudumun her yanından ağrılar yükselmesi karşısında sıkılı dişlerimin arasından acıyla inledim. Altın dişli adam bacaklarımdan tutarak bedenimi kendisine doğru çekmeye çalıştığında can havliyle onu tekmeledim. Birkaç darbem doğru noktaya ulaşmış olacaktı ki ondan da acılı homurdanmalar yükseldi. Ancak kaba gücünün verdiği üstünlükle beni alt etmesi fazla uzun sürmedi. Tıpkı ata biner gibi karnımın üzerine oturduğunda nefesim kesildi. Buna rağmen ellerimle ona vurdum, tırmaladım, çığlıklar attım. Bana kulaklarımı uğuldatacak, kısa bir anlığına bilincimi kaybettirecek yumruğu atana kadar elimden geleni yaptım. Ancak o yumruk çeneme konduğunda dudaklarımın arasından canım çekilip alınıyormuş gibi kısık bir inilti firar etti ve bedenim et yığınından ibaretmiş gibi yığıldı.
Altın diş, bir tarafa fırlamış olan kemerini bularak ellerimi sıkıca bağladı. Diğer adama bir şeyler söyledi, algılayamadım. Ağzımda kan tadı vardı. Kulaklarım hâlâ uğulduyordu ve çalkalanmış bir suyun durulması gibi zihnim ağır ağır kendini toparlıyordu.
Adam sersemliğimden memnun şekilde yırtık pırtık olan kazağımın üzerinden göğüslerimi avuçladı. İyi olduklarıyla ilgili iğrenç cümleler kurduğunu duymak midemi bulandırdı. Kafamı iki yana sallayarak sersemlikten kurtulmak için çabalarken bağlı olan ellerimle onu itemeye çalıştım. Beni umursamayarak ellerini bedenimde kaydırıp pantolonumun düğmesine uzandı. Sanki beni kendime getirecek noktaya değmiş gibi olduğum yerde sıçrayarak birden çığlık attım.
“Geri gelmen iyi oldu. Öylece dursaydın seni sikmenin nesi eğlenceli olurdu ki?”
Üzerimden ne ara kalktığını anlayamadım. Bedenimi kolayca yüzüstü çevirdiğinde ayaklarımı yere vurarak çığlık atmaya devam ettim. Kazağımı tutup ikiye ayırdığında çıplak sırtıma vuran soğuk hava beni tamamen buza çevirdi. Adamın elleri kalçalarıma kaydı. Pantolonumun beline asılıp aşağıya çekerken ona engel olabilmek için elimden gelen her şeyi yaptım ama öyle ya da böyle karşısında sadece iç çamaşırımla kaldığımda gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı.
O an tüm umudumu kaybettiğim andı. Başıma gelecek şeyden kaçabilmek için ölmeyi diledim. Aklımı kaybetmek ve bu ana şahit olmamak için Allah’a yalvardım. Adamın elleri iç çamaşırımda gezinip pis sözleri havada uçuşurken hıçkırarak yüzümü soğuk zemine dayadım. İçimden yalvardım, yalvardım, yalvardım. Bayılmak için, delirmek için ya da ölmek için dualar ettim.
Bayılmadım, delirmedim, ölmedim.
İç çamaşırıma uygulanan güç yüzünden gerilen kumaşının çıkardığı çıtırtıların hepsini duydum. Birkaç saniye sonra yırtılacağını belli eden sesler kademe kademe artarken kapının gürültüyle açıldığını işittim. Belki de hayaldi. Belki de sadece zihnimin çıkış yolu arayışları yüzünden bana sunduğu seraptı.
“NE YAPIYORSUNUZ LAN BURADA!?”
Tanıdık gür ses odanın duvarlarını titretti. İç çamaşırımdaki gerilim birden son buldu. Altın dişli olan adam bedeninin ağırlığını hâlâ üzerimde tutmaya devam ederken, “Abi-” diye başlamıştı ki duyduğum kurşun sesi beni yerimde sıçrattı. Üzerimdeki adam boş bir çuval gibi yana devrilirken hıçkırdım.
Yazılı suratlı olan teslim olurcasına dizlerinin üzerine çöküp ağlar gibi sesler çıkarmaya başladı. “A-abi biz... biz video çekiyorduk. İşine yaraması için... yeminle senin için...”
“HANGİ CÜRETLE? KİME SORARAK LAN!?”
“A-Aslan’a karşı kullanırsın diye-”
Gökhan, “Amına koyduğumun salakları! O küçük aklınızla bizden habersiz iş çevirmeye nasıl kalkarsınız lan!?” diye gürlerken yüzü yazılı adama yumruğunu geçirdi. Adamın sızlanmalarını, yalvarışlarını duymazdan gelerek hırsını çıkartır gibi onu yumruklamaya devam ettiği sırada tonlarca küfür savuruyordu.
Yanıma diz çöken birinin varlığını hissettiğimde kendimi korumak istercesine olduğum yerde iyice küçüldüm. Bağlanmış olan ellerim birkaç çekiştirilmeden sonra serbest bırakıldı. Büyük bir el omzuma dokundu. İrkildim. Hıçkırıklarım arttı. Bunun üzerine, “Güvendesin, Nehir,” diyen o sesi işittim. Bunu duymak beni yatıştırmak yerine daha çok ağlattı. Barut beni böyle görmekten dolayı vicdan azabı çekiyormuş gibi, “Bu işi hiç uzatmamalıydım,” diye kendi kendine söylendi. Ardından biraz sonra beni kaldıracakmış gibi üst kollarımı kavradı. Yüzüm yerden kalktığında ıslak kirpiklerimin arasından onunla göz göze geldim. Görüşüm buğulu ve net olmasa bile çehresine yayılan suçluluğu seçebiliyordum.
Yüzüme yapışmış olan saçlarımı dalgın şekilde geriye iterken, “Rengini değiştirmiş olman işimi kolaylaştırır sanmıştım,” dedi kısık sesle. Çeneme aldığım yumruk darbesinden geriye kalanlara ve kanlanmış ağzıma şöyle bir bakış atıp yine sessizce küfretti. Ardından da birden gardını düşürdü. “Özür dilerim,” dedi yine kısık sesle. Arkada Gökhan adamı yumruklamakla öyle meşgul ve öyle gürültülüydü ki ne o ne de kapıda biriken adam yığınının Barut’u duymadığından emindim.
Bu olanlar onun planı değildi.
O kadar da kötü değildi.
Çığlık attığımda kayıtsız kalmak yerine sesimi duyup gelmişti.
Bu hâlde olmamın asıl nedeninin yine o olduğunu düşünmedim. Her şeyden kaçarcasına, belki de biraz merhamet ararcasına ona doğru atılıp göğsünde hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu adamdan medet ummamam gerektiğini biliyordum, beni buraya yavaşça öldürmek için getirdiğini ve Cesur’a işkence etmek için kullanacağını biliyordum. Ama sanki benim için güvenli bir limanmış gibi orada duruyor olması içgüdülerimin galip gelmesine neden oluyordu. Bu yanlıştı. Ona sarılmamalıydım. Kahrolası elleri bir müddet kendiyle savaş vermiş gibi uzak kaldıktan sonra beni sarmamalıydı.
Bu kadar huzurlu hissettirmemeliydi.
Ağladım. Ondan olması gerektiği kadar nefret edemediğim için daha çok ağladım. Adam benim canımın peşindeyken ben utanmazca ona sarılmıştım. Üstelik ondan ölümüne korkuyorken bunu yapıyordum. Aramızda tuhaf, anlamsız bir çekim vardı. Hoşlantı ya da aşk değildi. Çok daha farklıydı. Kollarında beni tutarken sanki daima güvende olacakmışım gibi hissetmeme, yatışmama neden oluyordu.
Bir düşmanın kollarında nasıl olur da yatışabilirdim? Sorun bende miydi? Akıl sağlığımı yitirmiş gibi mi hareket ediyordum yoksa içgüdülerime mi güvenmeliydim?
Ben bunları düşünerek ağlamaya devam ederken Gökhan tepemizde boğazını temizledikten sonra parfümüyle bütünleşmiş ceketini açıktaki bedenime örttü. “Abi,” dedi biraz uyarırcasına. Barut’a sarılı olduğum için onun irkildiğini netçe hissettim. Beni üzerinden atmak ister gibi oldu ama sonra bir şey onu durdurdu. Ağzının içerisinde küfretti.
Beni dikkatle kucaklayıp ayağa kalkmaya hazırlanması karşısında Gökhan, “Ne yapıyorsun Allah aşkına!” diye çıkıştı. Barut onu umursamadan sıkılı dişlerinin arasından kaçan sert, acılı iniltiyi bastırarak benimle birlikte ayaklandı. Yürümeye başladığında bir ayağına pek yüklenmemeye çalıştığı için sendeliyordu ve her adım atışında dişlerini daha çok sıkıyordu. Kısa sürede alnında ter tabakası birikmeye başlamıştı.
Gökhan sinirlerinin gerildiğini saklamadan koşar adım peşimizden geldi. “Dikişlerini zorluyorsun abi. Ver onu bana. Ver ben taşırım.”
“Sanki senin dikişlerin yok,” diye tersledi Barut. “Aç şu kapıyı.”
“En azından bacağım sağlam. Ver bana.”
Barut onu duymazdan geldi. Gökhan’ın homurdana homurdana açtığı kapıdan geçerek beni bir odaya soktu ve yine epey yürüdükten sonra sırtım yatağın soğuk yüzeyiyle buluştu. Bir top gibi kıvrılarak üzerime sardığı ceketin altına sığındım. O da yataktaki örtüyü üzerime çekip titreyen ve histeri krizi geçiriyormuş gibi sık sık sarsılan bedenimi örttü. Şu anda benimle konuşarak hiçbir şey elde edemeyeceğini bilir gibi, “Artık güvendesin. Biraz uyu, ben buradayım,” dedi katilim olacak adam.
Sesindeki tondan mı bilmiyorum gözlerim ufak bir aralık kalana kadar kapandı. Belki uyurken kafama sıkacaktı, belki de sabah uyandığımda kahvaltı yerine mermiyi yiyecektim, belki son gecem, son saatlerimdi ama buna rağmen şu andan itibaren beni güvende tutacağına dair inancım tamdı.
Öleceğim ana kadar...
Gökhan odanın içerisindeki dolapları karıştırırken hâlâ homurdanıyordu. “Bak zorladın işte yaranı. Kan bulaşmış gömleğine. Otur şuraya gözünü seveyim. Bir bakayım durum ne. Ciddiyse doktoru getirtelim.”
Barut yığılır gibi kendisini çaprazımda kalan kanepeye bıraktı. Epey uzun bir süre kafasını geriye yatırarak sadece hızlı hızlı nefes alıp verdi. “Lazım değil doktor falan. Bana bir şeyler doldur yeter,” dedi asabiyetle.
“Hiç lafımı dinleme, tamam mı? Hiç dinleme.”
“Bırak nazı niyazı Gökhan. Neydi aşağıda olanlar?”
“Asıl ben sana sorayım neydi gerçekten aşağıda olanlar?” diye tersledikten sonra devamını daha kısık sesle getirdi. “Herkesin önünde onu bağrına bastın. Adamlar şoka girdi. Oldu olacak bağışla onu bitsin bu tantana.”
“Ne yapsaydım? Tecavüz etmelerine göz mü yumsaydım lan? Saçma sapan konuşup iyice benim asabımı bozma.”
“Kes cezalarını çık git. Gerisi umurunda olmamalıydı,” dedikten sonra ağır ağır kafasını iki yana salladığı an sanki gözümün önündeydi. Yeniden konuştuğunda sesinden güvensizlik akıyordu. “Yapamayacaksın abi sen. Yapamayacaksın bunu.”
“Siktir git Gökhan. Bir de sen beni sınama.”
“Bana bırak ben yapayım, olur mu? Çünkü silahı ona çevirdiğinde tetiği çekmemek için kendine ottan boktan nedenler bulmaya meyillisin. Bu son olandan sonra adamların hepsi bunu fark etti.”
“Hepsinin gelmişini geçmişini sikeyim,” diyerek sanki onların duymasını istiyormuş gibi sesini yükselti. “Ulan benim çatımın altında ne zaman böyle şerefsizlikler oldu da bunlar kendilerine yol bulabildi?”
Gökhan’ı Barut’a bir kadeh uzatırken gördüm. Ardından da onun diğer tarafındaki boşluğa oturdu. “Her sepetten çürük yumurtalar çıkar,” dedi sanki önemsiz bir detaymış gibi. Artık sessizleşmiş olan hıçkırıklarımın yeniden atağa geçmek istemesini bastırarak odaklarını çekmekten kaçındım. “Ama bu video Cesur’u gerçekten delirtir ben sana söyleyeyim. Bu kez kapının önünde biter.”
Barut ona doğru döndü. Gökhan’a nasıl bir bakış attı bilmiyordum ama gerildiğini aramızdaki mesafeden bile hissettim. “Onu kullanmayacaksın Gökhan.”
“Ama-”
“Oyunlarımı hiçbir zaman böyle pisleştirmem. Kullanmayacaksın dedim.”
“Bir düşün,” diyerek itiraz etti. “Ne kadar pislik görüneceğimiz umurumda değil. Cesur bunu izlerse aynı saniyede buraya gelir. Plansız ve delirmiş şekilde. İşini kolayca bitiririz-”
“Onu geberteceğim diye adıma bunu bulaştırmayacağım.”
“Onlar bunu umursamadı ama,” dedi Gökhan içimi buz kutbuna döndürecek bir kinle. “Anneni kaçırıp vururken ya da kardeşini canlı canlı yakarken bunu hiç umursamadılar abi!”
Barut, “Gökhan!” dedi sınırı geçtiğini belli edercesine. Sert sesi beni yerimde sıçrattı. Gökhan ise geri adım atmayacağını belli edercesine omuzlarını gerdi.
“Sırf kardeşini kurtaracaksın diye alevlerin altında kaldığını ne çabuk unuttun? Günlerce hastanelerde yattın, aylarca sırtüstü uyuyamadın. Sana yaşattıklarının bedelini en acı şekilde ödemelerini istiyorum. Pislikmiş gibi görünecek olmak umurumda değil. Dedim sana her şeyi senin yerine yapmaya hazırım.”
Barut’un yanağındaki kasların kıpırdandığından emindim. Sadece duruşuyla bile kendisini ne kadar kastığını ve sıktığını belli ediyordu. Bu sohbet burada bitmiş gibi ayaklanırken, “Kapat bu konuyu,” diyerek kestirip attı. Gökhan elini hırsla bacağına geçirerek homurdanmaya başladı. Ayağa fırlayıp odayı terk etti. Sanki bir saniye daha fazla kalırsa kendisini tutamayacak ve haddini aşacak laflar etmekten çekindiği gün gibi ortadaydı.
Barut ise onu tamamen göz ardı ederek arkasında kalan gömme dolaplardan birinin kapağını açtı. Gömleğinin düğmelerini çözerken yan profilinden gördüğüm yüzünde ürkütücü bir ifade vardı. İşte yine gardını kuşanmış, kimseye affı olmayan o adamdı.
Sertçe yutkunarak yatağın içerisine tamamen gömüldüm. Şu anda istediğim en son şey o zehirli mavi gözlerinin yeniden üzerime dönmesiydi. Sızıp gittiğimi mi düşünüyordu yoksa uyanık olmam umurlarında olmayacak kadar değersiz miydi cevabını asla bilemeyeceğim sorulardandı.
Barut düğmelerini çözdüğü gömleğini omuzlarından sıyırıp yere attı. Gözlerimi tamamen kapatmak ve onu böyle izlemekten kaçınmayı düşündüm, ancak kollarını saran dövmeler beni durdurdu. Cesur’un da Akın’ın da, Özgür’ün de dövmeleri vardı ama nedense sanki Barut tenine mürekkebi bulaştırmayı tercih etmeyecek birine benziyordu. En azından ben öyle olduğunu düşünmüştüm. Şimdiyse tüm kollarını saran dövmelerin sırtına doğru yayıldığından emindim.
Karnındaki yarayı üstünkörü kontrol ettikten sonra görüntüden memnun kalmamışçasına yüzünü buruşturdu. Dolabın içerisine uzanıp temiz bir gömlek aldığını gördüğümde yarasıyla hiç ilgilenmeden onu giyeceğinden emindim ama düşündüğümün tersine gömleği giymek yerine onunla birlikte bulunduğum tarafa doğru yürümeye başladı. Tamamen hareketsiz kalıp gözlerimi kapattım. Birkaç adım sesinden sonra bir kapının açıldığını duyunca yeniden kirpiklerimi minicik araladım. Onu tam karşımda kalan banyo kapısından girerken buldum. Gözlerim birden ardına kadar açılırken beynime yıldırım düşmüş gibi donup kaldım. Sırtı bana dönüktü. Fakat rahatça gözlerimi açabilmemin nedeni bu değildi.
Barut’un pürüzlü sırt derisini tamamen kaplayan bir dövmesi vardı. Kusursuzca işlenmiş kartal sırtının tam ortasında duruyordu. Kanatlarını omuzlarına doğru açmıştı. Avını kapmak için hazır vaziyete geçmiş pençeleri ve kuyruğunun keskin kıvrımları gözlerimi kapatsam bile oradaydı.
Av bendim.
Kartal da ailemin ve aileme hizmet edenlerin simgesiydi.
Sırtüstü dönerek gözlerimi tavana diktim. Göğsüm dehşetle inip kalkarken bir çeşit şoktaydım. Normalde korkudan kaçacak delik aramayı düşünmem gerektiği yerde tavana boş boş bakıyordum. Bu dövmenin bir benzerini çok yakın zamanda görmüştüm.
Sergei’nin üzerinde.
Hayır, dedi iç sesim. Bunu düşünme. Bunu kendine yapma.
Az önceki olay yüzünden vücudumu sarmış olan titreme bile öylece beni terk etti. Orada kıpırdamadan yatarken canlı olduğumu dışarıya belli eden tek şey artık durulmuş olan nefes alışlarımdı. Gözlerimi kırpacak güç bile bedenimden çekilmişti sanki.
Banyodan yükselen takırtılar kesildikten sonra aralık kalan kapı geriye kadar açıldı ve Barut yeniden odanın içerisindeydi. Bana baktığını biliyordum. Bana baktığını ve garipliği hissettiğini... yatağa doğru iki adım atıp durdu. Beni ölçtü. Ne durumda olduğumu anlamaya çalıştı.
Ne durumda olduğum umurunda olmamalıydı.
Dudaklarım birbirinden ayrıldığında çığlık çığlığa bağırmış olmamdan ötürü sesim epey yıpranmış ve boğuk çıktı.
“Beni öldürecek misin?”
Açık durmaktan yanan gözlerimi yavaşça kırptım. Birikmiş olan gözyaşları şakaklarımdan kayarak saçlarıma karıştı. Barut’un bana doğru attığı her adımı duydum, her adımda bedenimdeki çözülme yerini kasılmaya bıraktı. Geçip ayakucuma oturduğunda gömleği omuzlarına geçirmiş olduğunu görmek bir nebze rahatlamama neden oldu. Sanki onun altında ne olduğunu göremiyor olmam, ne olduğunu unutturacakmış gibi...
Epey bir süre sonra, “Evet,” dedi.
Birkaç damla daha şakaklarımdan süzüldü. “Ne zaman?”
Oturup bunu konuşmak isteyeceği son şeymiş gibi ensesinin üzerindeki saçlardan parmaklarını kaydırırken, “Seni öldürecek olmak hoşnut olduğum bir detay değil,” dedi bu konuya açıklık getirmek zorundaymış gibi. “Burada yaşadıkların... az önce olanlar... bana keyif verdiğini düşünme. Daima kuralına göre oynamaya çalıştım. Onurum benim için diğer her şeyden daha önemli oldu. Sen,” dedi biraz suçlayıcı tonla. “Sen başından beri kendi kurallarımın önünde benim için bir engeldin. Keşke en başında benimle anlaşsaydın, Nehir.”
Adımı düzeltme dürtüsünü dilimi ısırarak bastırdım.
“Keşke sana sunduğum fırsatları değerlendirseydin. Her seferinde elinin tersiyle bir köşeye itmene rağmen sana hep seçenek sundum. Bu duruma gelene kadar birçok çıkışın oldu. Sen hepsini kaçırdın.”
Boğazımda batma hissi oluşmaya başladı. “Neden?”
Sorum ondan keyifsiz, cansız bir gülüş aldı. “Neden?” dedi bunu kendisi de sorguluyormuş gibi. “Hayatını defalarca kez araştırdım. Sen arkadaşlarınla sabahtan akşama kadar çalıştığın kafede, mesai bitince saatlerce oturup bir de onlara hizmet eden bir kadındın. Yetimhaneden sonra kendini düşünmek yerine arkadaşın için işe girip aylarca çalışarak ev düzen ve sonra da onun eğitimine en iyi şekilde devam edebilmesi için çalışmaya devam eden kadındın. Burası sana uygun bir hayat değildi. Bu çirkinliğe yakışmıyordun.”
İç sesim, yapma, diye yakardı. Dinlemedim. Dinleyemedim.
“Hepsi roldü,” dedim acı acı. “O araştırdığın hayat benim hayatım değildi. O araştırdığın kadın... ben değildim.”
Dediklerimi ölçüp biçiyormuş gibi bir süre ses etmedi. Yeniden konuştuğundaysa, “Cesur’la kendini bulduğuna mı inanıyorsun?” dedi çok değişik bir bakış açısıyla.
İç sesim, uzatma, diye uyardı. Bu kez onu dinledim. “Evet.”
“Seni çekip gidemeyeceğin kadar pisliğe bulaştırdı. Bencilce. Sırf aradığı kadına benziyorsun diye. Sana güller verdi, etrafında dikenlerden çemberler oluşturdu. Gözünü boyadı. Yaptığı tek şey buydu.”
“Onu seviyorum,” dedim gönlümden kopup gelen derin bir inanışla.
Homurdandı. “Sevdiğini sanıyorsun.”
“Şu anda yaşıyorsam onun sayesinde yaşıyorum.”
Yine cansız bir gülüş sesi çıkardı. “Ve onun yüzünden de öleceksin.”
“Olsun,” derken hafifçe omuz silktim. “Öleceksem varsın onun yüzünden olsun.”
Bu konuşmadan hoşlanmadığını saklamadı. “Uyu hadi,” dedi. “Biraz dinlen. Kimse bu odaya girmeye cesaret edemez.”
Dudaklarım yeniden aralanmaya niyetlendiğinde iç sesim bir kez daha, yapma, diye fısıldadı. Yutkundum. “Bunu Mila’nın intikamı için mi yapıyorsun?”
Ona derin bir çukura itmişim gibi bir süre öylece durdu ve belirsiz bir noktaya dalgın dalgın baktı. “Tek problem Mila olsaydı... bir şekilde kendimi tutmayı başarabilirdim. Acıma tuz basar size ilişmeden devam ederdim. Yapardım. Başkası olsa yapmazdı ama ben yapardım.”
“Çünkü sen de Mila’yı suçluyorsun,” dedim onun söylemeye dili varmadığı ayrıntıyı söyleyerek. Ağır ağır kafasını salladı.
“Ne kadar inanırsın bilmiyorum ama bebeğin için gerçekten üzgünüm. Yavuz için de. O iyi bir adamdı. Böyle olmasını asla istemezdim. Dolaylı yoldan buna neden olan kişi olmak yeterince kötü. Mila’nın ölmesini de elbette istemezdim. O, bana uygun tek kadındı. Hâlâ göğsümde bir sızı gibi duruyor. Benim kitabımda biri senin yüzünden eksilmişse sen de eksilmeye mahkumsundur. Engel olmak için elimden geleni yapardım, onu kollardım ama günün sonunda onu kaybettiğimde bunun üzerinden kin gütmezdim. Ben öyle biri değilim. Bu yüzden Çağlayanlarla aramdaki mevzu Mila’dan çok daha eski. Onlar beni eksilttiler. Onlar da eksilmeliler.”
Gökhan’ın bahsettiği hikâyeyi hatırlayarak, “Annen ve kız kardeşin mi?” diye sordum. Yine ağır ağır kafasını salladı. “Ama bunu Cesur yapmadı.”
“Babasını mezardan çıkarabilecek güçte olsam oğluyla uğraşmazdım,” diye homurdandı. “Ama mezarında rahat edememesini oğlunun üzerinden sağlayabilirim.”
Bunun doğru olmadığını savunmak istesem de kendimi tuttum, çünkü etki etmeyeceğinin farkındaydım. Barut kuralları, sınırları ve kendisine özel intikam tarzı olan bir adamdı. Nerdeyse beni öldüreceği için üzgün duruyordu. Çünkü onun nazarında suçsuzdum. İyi bir araçtım ama bunu kullanmayı bile rahat bir vicdanla yapmıyordu. Düşmanlığı birçoğundan garipti. Saf, ham, çiğ şekilde kötü düşman rolünde değildi. Bu dünyanın içerisinde olup da prensiplerinden taviz vermeyen nadir kişilerdendi.
Aileme ait simgeyi taşıyıp da onlar kadar merhametsiz, gaddar ve vicdansız değildi.
İç sesim, yapma, dedi can çekişircesine.
Ciğerlerime derin bir soluk topladıktan sonra, “Kimsin sen Barut?” diye sordum. Üzerime dönen mavi gözleri içimi titretti. Ona ilk kez dikkatli dikkatli baktım. Yüzünü taradım. Bir şeyler aradım.
Tek kaşı hafifçe havalanırken, “Garip bir soru,” dedi sorgularcasına.
Bedenim tehlikeli sularda yüzdüğümü bana hatırlatırcasına yeniden titremeye başladı. “Kimlerdensin demek daha doğru olur sanırım.”
Yüzümü araştıran ifadesi artarken gözleri hafifçe kısıldı. “Sen kimin kim olduğunu ne kadar biliyorsun da bunu sorabiliyorsun?”
“Ben düşündüğün o kadın değilim, sana söyledim. Bilsen... bilsen belki de Cesur’un gelmesini bile beklemezdin.”
İç sesim çığlık attı. SUS ARTIK!
“Cesur’un gelmesini bile beklemezdim,” diye tekrarladı. Mavi gözlerinde bir şeyler yer değiştirdi. Ne demek istediğimi anladığı anı netçe anladım. Zaten çok geçmeden kendisi de söyledi.
“Seni öldürmek için Cesur’un gelmesini bile beklemem,” dediğinde sertçe yutkundum. “Öyle mi?” Bu kez susmayı becerebildim ama Barut’un aklına kurt düştüğü belliydi. “Belki de benim sana sormam gerekir. Kimsin sen, Nehir?”
“Benim adım Nehir değil-” diye konuşmaya başlamıştım ki odanın kapısı gürültüyle açıldığında kelimeleri tamamlayamadım. Gökhan’ın, “SİKEYİM LAN! SİKEYİM LAN! SİKEYİM LAN!” diye kükreyişi odayı sarstı.
Barut hışımla ayağa fırladı. “Ne oldu? Ne oldu Gökhan?”
“MİRAY'I ALMIŞLAR! SİKERİM LAN! MİRAY’I ALMIŞLAR ABİ! MİRAY’I!”
×××
Cesur karşısındaki koltukta oturan genç kadına saldıracağı anı bekleyen bir yabani gibi onun her hareketini, göz kırpmasını, yutkunmasını, nefes alıp vermesini izliyordu. Tavrı kadın için epey korkunçtu. Hatta sadece onun için değil, kulüpteki diğer herkes gergin ve tetikteydi.
Gökhan’ın tek kardeşi olan Miray’ı Bakü’deki arttırılmış güvenlikli evinden aldırmıştı. Ufak tefek biriydi. Koyu kumral saçlarındaki örgü dağılmış, perçemleri korkuyla bakan ela gözlerinin üzerine dökülüyordu. Sevimli sayılabilirdi. Küçük bir yüz, küçük bir cüsseyle öldürülmek için yaratılmamış gibiydi.
Eva çekinik adımlarla Cesur’un Miray’la karşılıklı oturduğu masaya yaklaşarak onun için bir bardak su bıraktı ve gerisin geri Akın’ın yanına döndü. Akın sol tarafında, Özgür ise Tuna’yla birlikte sağ tarafındaydı. Bir yerlere dayanmış şekilde durarak bekliyorlardı. Oturmuyorlardı bile. Kulüp bu gece kapalıydı. Masalarda misafirler değil kendi adamları toplanmıştı. Herkes hazır bekliyordu.
Barut’a saldırmak için değil, Cesur’u zapt etmek için.
Miray önüne bırakılan suya bile bakamadı. Sanki bir çeşit gözlerini ilk kaçıran ya da ilk hareket eden oyunu oynuyorlardı. Eğer kıpırdanırsa karşısındaki adam üzerine atlayıp boynunu kırmak için hazır bekliyordu. Bu yüzden olduğu şekilde kalmaya devam etti.
Kulüp hiç olmadığı kadar sessizdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Birçoğu sayılı şekilde nefes alıp veriyordu. Gerginlik hat safhadaydı ve çoğunluğun düşüncesi piyangonun Miray’a vuracağı yönündeydi. Genç kadın her ne kadar ağlayıp sızlanmadan orada duruyor olsa da korkusunun herkes fakındaydı. Hatta ona acıyorlardı. Hiçbir olayla bağlantısı olmayan biriydi ve Barut yüzünden birden olayın ana konularından biri hâline gelmişti.
Sessizliği dağıtan ses asansörden yükseldi. Cesur’un ve Miray’ın bakışları birbirinden ayrılmazken diğer herkesin gözleri o tarafa doğru döndü. Öyle ki asansörden çıkan adam onlarca gözle karşılaşınca gürültüyle yutkunmaktan kendini alamamıştı. Elini ensesine atıp sıvazlayarak gerginliğini yatıştırmaya çalışırken, “Abi... arka bahçeye bir araç yanaşıp eli kolu bağlı adamın birini bırakıp gitmiş. Çocuklar içeriye alıyorlar-” diye açıklıyordu ki Cesur cümlenin sonunu duymayı bile beklemeden ayağa fırladı. Herkes onunla birlikte ayaklandı.
Yeraltı Kulübü’nün otopark alanı olarak kullanılan arka bahçesi kısa sürede normalden fazla insan kalabalığıyla dolduğunda herkes ortaya çekilmiş olan adama odaklıydı. Elleri ve ayakları birbirine bağlanmıştı. Ayrıca ağzının üzerine bantlanmış olan telefon yüzünden ancak boğuk sesler çıkarabiliyor, olduğu yerde kıvranmaktan ileriye gidemiyordu. Askılı atleti kan izleriyle dolu olan bu adam buraya gönderilmeden önce iyice dövülmüştü. Yüzündeki yazı şeklinde dövmenin bulunduğu taraftaki kaşı hâlâ kanıyordu.
Cesur kalabalığın açtığı yoldan geçerek ortadaki boşluğa çıktığında tereddüt bile etmeden adamın üzerine eğildi. Özgür’ün, “Abi bomba olmasın,” ikazını duymadı. Yerdeki kan revan içerisindeki adamın ağzına bantlanmış olan telefonu alabilmek için bantlara asıldı. Adamdan kopan inilti kulaklarına bile ulaşamayıp havada dağıldı. Telefonu incelemek için doğrulduğu sırada adam can havliyle, “Affet abi, kulun köpeğin olayım, bokunu yiyeyim affet. S-sana... sana bir haber getirdim,” derken çaresizlikle ağlıyordu. Başta yalvarırken sona doğru cılız bir umutla kendine yol bulma çabası kimsenin gözünden kaçmış değildi. Telaşlı ve ödü patlayacak kadar korku doluydu. “B-Barut dedi ki... o dedi ki... Miray’ı saçının teline zarar gelmeden getirsin karşılığında karısını alsın.”
Cesur asla rahatlamadı. Sanki basit bir haber almış gibi pek üzerine düşmeyerek avucunda duran telefonun ekranını kaldırdığında yerdeki adam, “Vallahi bir şey yapmadık,” diye aceleyle haykırdı. “H-hiçbir şey yapmadım. Barut’a yaranmak içindi yemin ederim! Y-yemin ederim... ağzımıza sıçtı... kulun köpeğin olayım, büyüklük et... karını alacağının haberini getirdim sana... bari bunun için affet...”
Adamın, oradaki kimsenin ruhuna dokunamayan yakarışları devam ederken Cesur telefonu açtı. İçerisi tamamen boşaltılmıştı, belliydi. Galeride sadece bir video bulunuyordu. Bunun da Deniz’in üzerine köpek salınması gibi bir şey çıkacağından emindi. Bu yüzden parmağı oynat tuşuna giderken hafifçe titredi. Video oynamaya başladığındaysa bunun ilk videodan bin kat daha beter olduğunu daha ilk saniyede anladı.
Oradaki herkesin damarlarındaki kan çekildi.
Yerdeki adam daha şiddetli haykırmaya ve ağlamaya devam etti. “Bir şey olmadı, yemin ederim olmadı... Allah çarpsın olmadı... Barut geldiğinde bitti... yemin ederim bitti... Zafer'i orada öldürdü... benim de ağzıma sıçtılar... vallahi akıllandım... bir daha tövbe abi, bir daha tövbe... kulun köpeğin olayım... bokunu temizleyeyim... yaptım bir yanlış affet beni... dokunmadım bile! ben ona dokunmadım bile... affet yalvarırım...”
Cesur’un şakaklarından terler kayarken video bitti. Parmağı yeniden hareket edip baştan oynattı. Her kare aklına kazındı. Her pis gülüş, her küfür, kadının her çığlığı... gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Gözlerini açtı.
Görüşü bile kan kırmızısıydı.
Bir saniye sonra tıpkı insanlık nedir bilmeyen bir vahşi gibi adama saldırdı. Adamlarının birçoğu beşinci dakikadan sonra dayanamayıp sağa sola dağıldı. Kusanlar oldu. Akın, Özgür ve Tuna bile sık sık gözlerini kaçırdı.
Ölmemek için yalvaran adam ölmek için dakikalarca yalvardı.
×××
Kolumdan başlayıp tüm vücuduma yayılan ani ağrı beni boğukça inletti. Birisi yanaklarımı tokatladı. “Uyan bakalım kül kedisi,” diyen ses tanıdıktı. Güçlükle gözlerimi araladığımda Gökhan’ı üzerime eğilmiş hâlde buldum. İlk dikkatimi çeken omuzlarındaki gerginlik ve suratındaki çelikten sert ifadeydi.
Elini yüzümün önüne getirip üç parmağını gösterdi. “Bu kaç?”
Yüzümü buruşturdum. Ne saçmalıyordu? Hava neden bu kadar sıcaktı? Bir dakika... ben neredeydim?
“Bence kolay bir soruydu,” diye söylendi.
Üzerimde beyaz bir elbise vardı. Benim hiç beyaz elbisem olmazdı. Babaannem açık renk giysiler giydirmezdi, onları çok çabuk kirlettiğimden yakınırdı. Halbuki bahçeye çok nadir çıkardım.
“Neyse siktir et. Kıpırda bakalım. Kocana kavuşmaya hazır mısın?”
Yattığım koltuktan doğrulmam için kolumdan tutarak beni kaldırdı. Bu sert hareket başımı öyle fena döndürdü ki kusmak üzereymişim gibi elimi ağzıma kapattım.
“Sakın üzerime kusma.”
Neden bu kadar sinirliydi? Ne olmuştu ki? Hafızamı yoklamaya çalıştığımda hiçbir şey bulamadım. Yine de düşündüm, düşündüm, düşündüm... giydiğim beyaz elbisenin etek kısmını düzelttiğim sırada ancak neden kızdığını anladım. Bugün evimize misafirler gelecekti ve ben onlarla birlikte gelen benim yaşlarımdaki kızla arkadaş olabilmeyi umuyordum ama ortalıkta dolanmam yasaktı.
Güzel görünüyor muydum? Annem yine giyinmeme yardım etmemişti. Görevli ablalar yemeklerle ve evin temizliğiyle öyle meşgullerdi ki bana bakamamışlardı. Ah, saçlarım... saçlarımı yapmalıydım. O kızın saçları her zaman çok güzel görünürdü. Uzun ipekten farkı yoktu ve örgüsü içimi kıpır kıpır eden bir heyecanla dolmama neden oluyordu. Benim saçlarımı da örer miydi?
Ellerim karmakarışık olan saçlarıma gitti. “Saçlarım,” dedim ağır ağır. “Saçlarım kötü.”
Gökhan hesapçı bir bakışla yüzümü araştırdı. Sonraysa, “Kocan yapsın,” diye tersleyip arabanın arka kapısını açtı. “İn hadi.”
“G-gelemem,” diyerek kendimi geri çekmeye çalıştım. “Aşağıya inemem. Gelemem.”
“Neden gelemezmişsin?”
“Kızarlar bana. Bırak,” derken kolumu yakalayan eline vurdum ama beni arabadan indirmeyi başardı. Yer soğuk ve minik çakıl taşlarıyla kaplıydı. Ayağımda ayakkabı bile yoktu. O kızın parlak kırmızı ayakkabıları gözümün önündeydi. Sızlandım.
“U-uygun değilim. Kızacaklar.”
Soğukça güldü. “Sevineceklerine eminim.”
“Kimse beni sevmiyor ki.”
Arabanın etrafından döndüğümüz sırada bana omzunun üzerinden çözemediğim bir bakış attı. “Senin için dünyayı ayağa kaldırdılar. Ne demek kimse beni sevmiyor?”
Ona garip garip baktım. Boğazımdaki hararet geçen her saniye yükseliyordu. “Su içebilir miyim?”
“Sonra içersin.”
“Lütfen... sadece bir bardak.”
“Olmaz. Acele etmemiz lazım.”
Dudaklarım bükülürken, “Abim nerede?” diye sordum. Ne istersem yapan tek kişi oydu.
“Ben ne bileyim!”
“Bağırma lütfen. Özür dilerim.” Elim ağır ağır havaya kalkıp yüzümü sıvazladı. “Neden bu kadar sıcak?”
“Yürü Nehir, yürü.”
“Benim adım Deniz.”
“Ya sabır!”
“Nereye gidiyoruz? Kafama göre evden çıkma iznim yok.”
“Cesur seni nasıl baskılamış anasını satayım! Buna rağmen öleceksin onun için, sikeyim böyle aşkı.”
Kafam daha çok karıştı. Uğultular arttı. Nefes alıyordum ama o kadar sıcaktı ki ciğerlerim yanıyordu sanki. Yürüyordum ama nereye bastığımdan haberim yoktu. Bu adam beni nereye götürüyordu? Anneannem neredeydi? Burnuma dolan is kokusu yüzünden yüzüm buruştu.
“Y-yetimhaneye mi gidiyoruz?”
“Hatıralarını biraz hızlı ileriye sar da bugüne gel artık. Beynin yandı iyice. Kocana götürüyorum seni. Bak, işte orada,” derken beni ortaya çektiğinde ancak etrafımda neler olup bittiğine bakabildim. Boş, büyük bir arazideydik. Ondan fazla araç ortada bir çember oluşturmuşlardı. Farlarının aydınlattığı alanda tanımadığım birçok adam vardı ama karşıdakileri tanıyordum. İsimlerini hatırlamak için kendimi zorladım. İsimleri neydi ki?
Etraftaki onlarca silahlı adamın arasından geçerek yüzü bana tanıdık gelen bir adamın yanında durduk. Kafamı zorladım ve hiç değilse onun adını hatırlayabildim. O, Barut’tu. Kulaklarımda garip bir uğuldama oluştu. Sıcaklık arttı. Nefes alışlarım arttı. Göğsümün içerisinde kalbim sanki can çekişiyordu. Midemdekileri yerinde tutmak şimdi daha zordu.
Barut kolumu tutup beni yanına çekti. Yüzümü taradı ama çok uzun tutmadı. Sanki bakmak istemedi. Kafasını çevirip karşımızda kalanlara döndü. Ben de onu takip ettim. Araba farlarının vurduğu öne çıkan dörtlünün isimlerini ancak hatırlayabildim. Akın, Cesur, Özgür ve Tuna... Karşımda bu şekilde sıralanmışlardı. Akın’ın tuttuğu bir kadın vardı. Korkmuş görünüyordu. Ağlıyordu. Benim de korkmam gerekiyor muydu? Çünkü Barut da beni Akın’ın o kadını tuttuğu gibi tutuyordu.
Çok sıcaktı.
Barut, “Yürü dediğimde onlara doğru git. Olabildiğince hızlı şekilde. Anladın mı?” dedi onu onaylamamı beklercesine. Çok gaddar duruyordu. İşte şimdi ondan korkmuştum. Hızlı hızlı kafamı salladım. O da Cesur’a doğru dönüp kafasıyla işaret verdi ve beni öne doğru itti.
“Yürü.”
Yürümeyi yeni öğrenen bir ceylan gibi sersem birkaç adımdan sonra kendimi toparladım. İçimde birazdan patlayacakmışım gibi yoğun bir his vardı. Cesur’a baktıkça bu his daha çok artıyordu. Yanaklarım su içerisindeydi. O kadar mı terlemiştim? Ya da ağlıyor muydum?
Karşıdan bana doğru gelen genç kadın daha şiddetli ağlamaya başladı. Sanki her an kaçıp gidecekmiş gibi görünüyordu. Saçlarındaki örgü ne kadar da güzeldi. Biraz bozulmuştu ama yine de gözümü alıyordu. Abim neredeydi? Saçlarımı örmesine ihtiyacım vardı. Etrafıma bakınarak onu aradım. Onlarca adam vardı ama o yoktu. Yine babamla mı gitmişti?
Çıplak ayaklarım yürüdükçe sızlıyordu. Ayakkabılarım neredeydi? Evin içerisine bu şekilde pis girersem azar işitirdim. Babam beni bodruma kapatabilirdi. Hatta dövebilirdi. Dayak yemek istemiyordum. Karanlıkta kilitli kalmak istemiyordum.
Bana doğru gelen kadınla yan yana geçtiğimizde istemsizce dönüp ona baktım. Şiddetli şiddetli ağlıyordu. Adımları ağırdı. Barut’a gitmek istemiyordu.
Cesur, “Koş Deniz!” diye bağırdı. İrkilerek önüme döndüm ve bir an önce ona ulaşma dürtüsüyle adımlarımı hızlandırdım. Sıcaklık arttı. Kalp atışım daha çok hızlandı. Kafamdaki uğultu çoğaldı. Sesler birbirine karışmaya başladı. Midem bir kez daha kendisini hatırlattı. Hatta bu kez öyle sert bir hatırlatma yaptı ki onu tutamadım. Cesur’un kollarına atıldığım anda öğürdüm. Atik davranarak beni yere doğru eğdi. Midemdeki her şeyi boşalttım. Her şey gitti. Sıcaklık gitti, yoğunluk gitti, bunalma gitti, kusma hissi gitti, hızlı kalp atışı gitti.
Cesur, “Deniz bana bak. Beni duyuyor musun? Bana bak fırtına. Beni duyuyorsan kafanı salla,” dedi hızlı hızlı. Ne zamandan beri yüzüm ellerinin arasındaydı.
Özgür’ün telaşlı sesi aramıza girdi. “Sorun ne? Ne oluyor ona?”
Aynı esnada arkamızda bir bağrışma oldu. Az önce yanından geçtiğim kadın, “BOMBA VAR! ÜZERİMDE BOMBA VAR! BANA YAKLAŞMAYIN!” diye çığlık atarak başka yöne kaçmaya başladı. Gökhan sanki söyleneni duymamış gibi peşinden gitti. Onların tarafında karışıklık oluştu.
Cesur kollarımı kaldırıp kontrol etti. Sol kolumdaki iğne izini görünce bir küfür savurdu. Ardından elimi kaldırıp tırnaklarımı kontrol etti. Dudaklarıma baktı. Gözlerimden birini açtı. Bir doktor edasıyla beni muayene etmesi bittiğinde, “Ona uyuşturucu vermiş,” dedi şokla. “OROSPU ÇOCUĞU ONA UYUŞTURUCU VERMİŞ!”
Bizim tarafımızda da karışıklık çıktı. Akın’ın, “Arabayı çalıştırın!” diye bağırdığını duydum. Sonra bir şeyler ters gitti. Etraftaki adam sayısı arttı. Silahlar çekildi. Gözlerimi kapattım ve açtığımda bizim tarafımızda olan herkesin kafasına dayanmış olan silahları gördüm. Birisi Tuna’nın elindeki uzaktan kumandayı o henüz basamadan aldı ve ona yumruk attı.
Cesur’a ve bana iki namlu çevrildi.
İnleyerek kendimi bıraktım. Boğazımda hırıltı sesleri vardı. Nefes almak niye zorlaşmaya başlamıştı? Dudaklarımın üzerinden kayan bir soğukluk hissettim. Elim hayal gibi havalanarak burnuma konduğunda akan kan parmaklarıma bulaştı. Başım döndü, gücüm tükendi, her şey tersine döndü.
Bedenim yere doğru düşerken Cesur beni sıkıca tuttu, güvenli şekilde yere indirdi. Kucağında can çekişir gibi kıvrandığım adama güçlükle bakabildim. Bir şeyler söylüyordu, bağırıyordu çağırıyordu ama hiçbiri bana ulaşamıyordu. Ona hayatımda gördüğüm en mükemmel kişiymiş gibi dalgın dalgın bakarken kanlanmış elimi yanağına dayadım.
Bir yudum nefes için aralanan dudaklarımdan adı kesik kesik döküldü. “Ce-sur...”
“Şşş... şşş... şşş... iyi olacaksın! İyi olacaksın!”
“İyi olmayacak. Bari son anlarında onu kandırmayı bırak,” dedi Barut. Birkaç adım ötemizdeydi. Ellerini ceplerine tıkmış, bizi esir almış olmanın, planını daha büyük kurmuş olmanın tadını çıkarıyordu.
Cesur kafasını kaldırıp tam karşısında kalan adama doğru öyle bir düşmanlıkla baktı ki tepkisizliğe sürüklenen bedenim tepeden tırnağa irkildi.
“Senin istediğin benim,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Bunu gerçekten zorlanarak söyledi. Çekincesi kesinlikle ölmek değildi, Barut’tan medet umacak duruma düşmekten tiksinti duyuyor, öfkeden köpürüyordu.
“Onu bırak. Bırak gitsin. Benden istediğini al.”
“Teklifin için teşekkürler ama ben zaten istediğimi alıyorum. Miray’a bomba bağlayarak bunu hak ettiğini bir kez daha kanıtladın. Havaya uçurmayı, yakmayı seversin sen. Dibinden böylesin.”
Akın küfretti. “Deniz’e yaptığınız onca şeyden sonra kızı parçalamadan getirdiğimize dua et lan.”
Barut umursamadı bile. Eğlenir gibi gülümsedi. “Ama güzel plan takdir ediyorum. Hazırlıklı olmasaydım beni alt edebilirdiniz ama o bir kereliğine olur. Onda da hakkınızı doğru kullanmamanız sizin hatanızdı.”
Bir kez daha öğürdüm ama hiçbir şey çıkaramadım. Ellerim yakama asılıp çekiştirdi. Sanki elbiseyi çekiştirmekle kaburgalarımı ayırıp ciğerlerime hava doldurabilecektim.
Cesur, “Onun sayesinde yaşıyorsun,” dediğinde alnındaki damar kabarmıştı. Yüzü kıpkırmızıydı. “Şimdi bırak o yaşasın. Beni al. Onu değil beni öldür.”
Vücuduma kramplar saplandı. Sağımda solumda acı hissetmeye başladım ve bu da kıvranmama neden oldu. Barut çenesinin ucuyla beni gösterip, “Seni öldürüyorum işte,” dedi eğlenircesine. “Kız kardeşinin kollarında nasıl can verdiğini hatırlıyor musun?”
Akın ve Özgür küfürler savurdu. Cesur ise gürültüyle yutkundu. Adem elmasının sert hareketi içime oturdu.
“Hatırlıyorsun,” dedi Barut. “Hastaneye yetiştirmeye çalışırken dakikaları saydığından eminim. Şimdi de sayıyor musun? Kaç dakika kaldı kız kardeşin gibi karının da kollarında ölmesine?”
Güçlükle, “C-Cesur...” diye seslendim. Sesimi bu şekilde can çekişir tonda duymaya dayanamıyormuş gibi acıyla gözlerini yumdu. “Ç-çok korkuyorum. Beni... sakın bırakma.”
“Bırakmam,” dedi yemin edercesine. Bedenimi sıkı sıkı tutarak göğsüne bastırdı. “Bırakmam seni Deniz. Çok zor buldum. Çok geç buldum. Böyle bırakamam.”
Koyu kahve harelerini kaplayan kızıl damarlara bakarken yaşlar yanaklarımdan kaydı. “Sen... bunların... hiçbirini hak etmedin. Keşke... keşke... yirmi yılımız heba olmasaydı.”
Cesur bu konuşmayı yapmak istemiyormuş gibi yeniden gözlerini yumup dişlerini sıkarken, “Onu. bırak. beni. al,” dedi bastıra bastıra.
Elimi güçlükle kaldırıp gömleğinin yakasına tutundum. “K-kaç dakikam kaldı?”
Cesur’un yanağından iri bir damla yuvarlandı ve aynı şeyi daha acılı, daha boğuk bir tonla tekrarladı. “Barut,” dedi önce ismini uzata uzata. “Onu. Bırak. Beni. Al.”
Nefes almak eziyete dönmek üzereydi. Gömleğinin yakasına asılıp dikkatini kendime çekmek istedim. Yapabildiğim kadar gülümsemeye çalıştım ama acı ifadesinden öteye gitmediği gerçekti. “B-bana... beni sevdiğini söyler misin?”
“Yapma, bana veda etme. Yapamam. Geride kalamam. Beni geride bırakmana izin veremem. Peşinden geleceğimi biliyorsun. Peşinden gelecek kadar seni seviyorum. Seni bırakmam, Deniz. Sensiz bir dünyada kalamam.”
“Orada... orada k-kızımızı bulur muyuz sence?”
Cesur’un boğazının derinliklerinden acılı, boğuk bir ses yükseldi. Kızarık gözleriyle kafasını sallarken bir çocuğu avutur gibiydi sanki. İnandım ona. Zaten ne söylerse inanırdım.
Nefes almak bir kademe daha zorlaştığında acele etmem gerektiğini fısıldayan o ses zihnimin gerisinde yankılandı. Odağı üzerimde olmasına rağmen son kez daha yakasına asılarak bir derdim olduğunu belli ettim. “S-söyle bana,” dedim yarıya kapanmış gözlerimin ardından ona bakarken.
“O mu?”
Cesur önce ne dediğimi, kimi sorduğumu anlayamadı. Kafamı yavaşça çevirip Barut’a baktım. Mavi gözlerinde tanıdık bir şeyler bulmaya çalıştım. Onu araştırmamdan ötürü rahatsızca kıpırdandı. Sırtındaki dövmeyi hatırladım. Sırtındaki kartaldan babamın omzunda da vardı. Hâlâ ona bakmaya devam ederken yeniden, “O mu?” diye sordum.
Cesur bu kez neyin cevabını istediğimi anladı. Beni tutan ellerinin kaskatı kesilmesinden anladım. Benim gibi onun da Barut’a baktığını hissediyordum. Benim aksime o nefretle, öfkeyle bakıyor olmalıydı. Bense kırıl dökük, yorgun ve aptal gibi biraz da özlemle bakıyordum. Barut omuzlarını gererek olduğu yerde dikleşti. Hissediyordu. Bir şeyler olduğunun o da farkındaydı.
“Cesur,” dedim zar zor. “O mu?”
“O,” dedi.
Aldığım nefes kıymık gibi göğsüme battı. Acıyla inledim. Barut’un mavi gözlerinde bir kıyamet saklıydı. Orada burada olanlardan memnunmuş gibi rol yapan bir adamla, buna mecbur olduğunu savunan bir başka adam çarpışıyordu.
Ben dikkatinde bile değildim.
Ben asıl hedefi değildim.
Ben onun için sadece Cesur’un karısıydım.
“G-gerçekten insan en çok korktuğuyla yüzleşirmiş,” dedim ağır ağır. “Ö-ömrüm boyunca beni bulmandan korktum. Ö-ömrüm boyunca... bana düşman olmandan korktum. Bak işte... bilmeden bunu başardın.”
Barut beni anlamakta zorlanıyormuş gibi kaşlarını çattı. Sapasağlam duruşu sekteye uğradı, gerildi. Yanıma yaklaşıp beni daha rahat duyabilmek için diz çökmesini izlerken kalbim yerinden çıkacak sandım ama aslında kalbim gittikçe daha da yavaşlıyordu.
“Ne diyorsun sen Nehir? Ne demek bunlar?”
“B-benim... adım... Deniz,” dediğimde kısık çıkan sesimdeki can iyice solmuştu. “S-sen bana... sen bana boncuk derdin. Saçlarımı örerken koklardın... bal kokulum derdin.” Çenem tir tir titrerken güçlükle yutkundum.
Barut... Arda... Benim abim...
Şoktaydı. Ona acı, kırık, beceriksiz bir tebessümle baktım. Nefessiz kalmaya başladığı için ağrıyan göğsümün üzerindeki elim kayıp ona doğru uzandı. Yüzüne dokunmak istedim ama eline bile dokunamadım, gücüm yetmedi. Nefes alabilmek için aralanan dudaklarımdan, “Abi,” kelimesi usulca döküldü. Yaşlar yanaklarımdan kaydı. Barut elektrik akımına kapılmış gibi irkildi.
O an gözümün önünden Barut’un yüzü silindi. Abim olarak bildiğim Arda’nın yüzü belirdi. Yüreğim özlemle, hasretle sızladı. Sarılmak istedim, son kez dokunmak istedim. Yapamadım. Onsuz yüzlerce kez canımın yandığını söylemek; gelmediği, yetişmediği için kızmak istedim. Onu doyasıya izlemek istedim ama kirpiklerimi daha fazla açık tutamadım.
Karanlık üzerime karabasan gibi çöktüğünde, “K-korkuyorum,” diye hıçkırdım. “Burası... burası çok karanlık. Ç-çok korkuyorum.. Son kez... benimle birlikte sayar mısın? Ama bu kez bine kadar değil. Ona kadar sayalım mı? Çünkü ben... ben hemen uyuyacağım.”
Cesur, “Sayma, Deniz!” diye bağırdı. Can havliyle beni sarstı. “Saymak yok! Bana bak! Saymak yok!”
“Ona kadar sayarsam... gün doğacak, karanlık bitecek. K-kurtulacağım...”
“Hayır, hayır, hayır... beni dinle. Sakın saymaya başlama, Deniz. Sakın beni bırakmaya kendini hazırlama!”
“B-bir... iki...”
“Sayma! Hayır, sayma!”
“Üç... d-dört...”
“Deniz!” diye bağırışlarına tepki veremedim. Bedenim kendini bırakmıştı. Hareket eden sadece dudaklarımdı. Ama eğer yapabilseydim ona onu aslında hiç bırakmak istemediğimi söylerdim. Onu her şeyiyle sevdiğimi ve yarım kalacağımı bilmenin beni ölümden çok yaktığını söylerdim. Her nereye gidiyorsam orada onu bekleyeceğimi söylerdim. Tıpkı beni yetimhanede bırakıp geleceğini söyleyerek gittikten sonra günlerce kapının önünde beklediğim gibi...
“B-beş... altı... y-yedi...”
“Sayma dedim sana! Sayma!”
“Sekiz...”
“Saymak yok, Deniz! Saymak yok!”
“D-dokuz...”
“Ölmek yok, Deniz! Ölmek yok!”
“O-on...”
×××
Cesur...
Deniz...
Barut- ARDA...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 65.91k Okunma |
4.22k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |