
Leo, sabaha karşı uyanmıştı. İçinde bir sıkıntı vardı, adı olmayan, yeri tarif edilemeyen bir huzursuzluk. Pencereden dışarı baktığında güneşin doğmadığını, ama gecenin de çoktan çekildiğini fark etti. Havanın içi bomboştu. Sessizdi.
Yatağından kalktı, elleriyle yüzünü ovaladı. Ayakta ama aklı darmadağındı. Kalbine çöken ağırlık, nedensiz değildi. Bunu biliyordu.
Mutfakta su içerken birden durdu. Elleri titredi. Bardak lavabonun kenarına çarpıp yere düştü ama Leo sesini bile duymadı.
Gözleri sabitlendi. Derin bir boşluğa bakar gibiydi.
“Bir şey oldu,” dedi fısıltıyla. “Amelia...”
Dizlerinin bağı çözüldü sandı bir an. Hemen telefonuna uzandı. Aramaya kalktı. Bekledi. Sinyal yoktu. Mesaj attı, gönderilmedi. Kalp atışları hızlandı.
O an aklında sadece tek bir şey vardı:
Amelia artık yoktu.
Sanki ruhu, bedeninden bir parçayı koparırcasına uzaklaşmıştı.
Gözleri doldu. Oturduğu sandalyede hareketsiz kaldı.
Aralarındaki her şey yarım kalmıştı.
Ve Leo bunu, geç olmadan anlamıştı.
Ellie, halatla dikkatlice aşağı indiğinde güneşin ilk ışıkları kulenin keskin kenarlarına vuruyordu. Gözlerini kısarak ilerledi; rüzgar, düşmüş taşlar gibi sessizce uğulduyordu. Ve onu gördü.
Amelia.
Çelik antenin üstünde, hareketsiz yatıyordu. Vücudu garip bir şekilde bükülmüş, bir kolu yana düşmüş, diğeri göğsünün üstünde durmuştu. Ancak Ellie’yi asıl durduran şey, gözleriydi. Açık… Boş… Gökyüzüne takılı kalmış.
Ellie önce inanamayan bir adımla yaklaştı. Sonra dudakları titredi.
Ve sonra, dizlerinin üstüne çöktü.
"Hayır... hayır, Amelia..."
Ellie'nin içinden yükselen ses bir anda parçalanarak dışarı çıktı.
Bir çığlık.
Derin, acı dolu, boğuk ve tarifsiz bir çığlık.
Gözyaşları yağmur gibi indi yüzüne. Ellerini Amelia'nın omzuna koydu, onu sarsmaya çalıştı:
“Uyan... lütfen, sadece bir şaka gibi olsun bu... Lütfen Amelia…”
Ama Amelia cevap vermiyordu. Gözleri hâlâ açık, ama içinde yaşamdan hiçbir iz yoktu.
Ellie başını göğsüne bastırdı. Ve haykırarak ağlamaya devam etti.
“Kardeşim… seni koruyamadım…”
Rüzgar, onun acısına ortak olmuş gibi, kulenin çevresinde inliyordu.
O an, gökyüzü bile suskundu.
Ellie’nin B67 kulesindeki sessiz çığlığı göğe savrulurken, şehirden çok uzakta, Larson ailesinin evi hâlâ gerilimle çarpıyordu. Güneşin batışı, odaları donuk turuncuya boyarken Jill evin salonunda oturuyordu. Elinde telefon, gözleri ekrana kilitliydi. Saatler geçmişti. Ellie’den bir mesaj, bir sinyal, bir ses hâlâ yoktu.
Michel, sessizce köşede oturuyordu ama gözleri Jill’deydi. Jill’in dudakları bembeyazdı artık. Nefes alışverişi hızlandı. Parmakları titredi. Birden ayağa kalktı, telefonunu yere bıraktı ve iki eliyle başını tuttu.
“Neden hâlâ haber yok?! Neden hâlâ o kulede… Neden?!” diye bağırdı.
Michel ayağa fırladı, “Jill! Jill sakin ol—”
Ama Jill’in bacakları onu daha fazla taşıyamadı. Gözleri karardı, başı döndü ve olduğu yere yığıldı. Michel hemen diz çöktü, Jill’in nabzını kontrol etti. Yaşıyordu ama cildi buz gibi, rengi solgundu.
“Jill! Jill, lütfen… hadi, lütfen…” Michel’in sesi titriyordu.
Jill hafifçe gözlerini araladı. Dudakları zar zor hareket etti:
“Ben… onu… kaybedemem…”
Michel, Jill’in ellerini tuttu. "Kaybetmeyeceğiz. Babam dönecek. Dönecek, tamam mı?”
Ama o anda, ikisi de içten içe hissetmişti.
Bir şey… artık asla eskisi gibi olmayacaktı.
Jill’in durumu hızla kötüleşiyordu. Vücudu kasılıyor, ter içinde kalıyordu. Michel, ne kadar güçlü durmaya çalışsa da gözyaşları yanaklarına inmişti. Jill’in solgun teni ve güçsüz fısıltıları kalbine bıçak gibi saplanıyordu.
Arabasına atladığında Jill’i ön koltuğa yatırdı, kemerini taktı. Motoru çalıştırdı, tekerlekler hızla sokaklara savruldu. Gecenin karanlığına rağmen gözlerini yoldan ayırmıyor, bir yandan telefonunu Bluetooth’a bağlamaya çalışıyordu. Ellerinin titremesine rağmen ekranı buldu, rehbere girdi.
Patrick – Amca
Ekranda parmakları onun adının üstüne bastı.
Çaldı.
Çaldı.
Ve sonunda bir ses…
“Alo?”
Michel’in sesi neredeyse feryat gibiydi:
“Amca! Jill fenalaştı. Onu hastaneye götürüyorum. Nefes almakta zorlanıyor, gözleri kapanıyor. Ellie hâlâ kulede, ondan da haber yok. Her şey üst üste geliyor! Lütfen... ne yapacağımı bilmiyorum…”
Patrick’in sesi bir an dondu. Ardından derin, kararlı ama yorgun bir tonda yanıt verdi:
“Sakin ol Michel… hastaneye götür. Ben hemen çıkıyorum, orada buluşuruz. Ellie’yi de bulacağız. Söz veriyorum.”
Michel’in gözleri doldu.
Kendi içindeki karmaşa, Jill’in soluk soluğa hali ve amcasının güven veren sesi arasında sıkıştı.
“Sakın geç kalma,” dedi ve telefonu kapattı.
Motorun uğultusu gecenin sessizliğinde yankılanırken Michel’in kalbinde tek bir şey vardı:
"Bu sefer birini daha kaybetmeyeceğim."
Acil servis girişinin parlak ışıkları gecenin karanlığını delip geçiyordu. Michel, arabayı neredeyse fren yapmadan yana çekti. Hastane kapısına ulaşana kadar kalbi sanki göğsünden fırlayacak gibiydi. Jill’in başı yana düşmüş, bilinci neredeyse tamamen kapanmıştı.
“Yardım edin! Lütfen!” diye bağırdı, arabadan inip Jill’in kapısını açarak.
İçeriden birkaç hemşire koşarak geldi. Biri sedyeyi iterken diğeri Jill’in nabzını kontrol ediyordu.
“Nabzı zayıf ama var! Oksijen verelim! Genç kadın, siz geri çekilin!” dedi görevli.
Michel onların peşinden koşarken gözleri yaşlarla doluydu. Jill’in o güçlü hali, hayata meydan okuyan sözleri bir anda silinmişti. Şimdi sadece solgun ve sessiz bir bedeni taşıyorlardı içeri.
Hastane Koridoru.
Michel, elleriyle başını kavramış bir şekilde duvar dibine çöktü. Gözleri boşluğa bakıyor, kulakları doktorun ya da hemşirenin adını anons etmesini bekliyordu. Dakikalar saat gibi uzuyordu.
Tam o sırada Patrick hastanenin cam kapısından içeri girdi. Hızlı adımlarla Michel’e yaklaştı, onun halini görünce bir an durdu. Sonra diz çökerek yeğenine sarıldı.
“Michel… şimdi buradayım. Jill iyi olacak, tamam mı? Ellie’den de haber alacağız. Hepsi düzelecek.”
Michel, başını Patrick’in göğsüne yasladı.
“Amca… çok korkuyorum.”
Patrick, gözleri dolmuş olsa da güçlü durdu.
“Hepimiz korkuyoruz. Ama kimseyi kaybetmeyeceğiz, söz veriyorum.”
Kapının ardından bir doktor belirdi.
“Jill Roberts şu an yoğun bakımda. Bilinci kapalı ama nabzı sabit. Müdahaleye iyi yanıt verdi. Şimdilik stabil, ancak durumu kritik.”
Michel nefesini tuttu.
Patrick gözlerini kapayıp başını eğdi.
Dualar sessizce yankılandı hastane koridorunda…
Ve kulede, hâlâ dönmeyen bir telefon vardı.
Michel, hastanenin bekleme salonunda başını ellerinin arasına almış, sessizce oturuyordu. Gözleri kıpkırmızıydı, nefesi düzensizdi. Hastanenin soğuk ışıkları, onun içinde bulunduğu karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu.
Ayak sesleri yaklaştı. Sessiz ama kararlı…
Sally.
Onun yanına yavaşça oturdu. Michel başını kaldırmadı, ama Sally onun varlığını hissedince gözyaşları daha da çoğaldı.
Sally bir süre sessiz kaldı. Sonra, sesi yumuşak ama netti:
"Michel... Herkesin güçlü olmak zorunda olmadığı anlar vardır."
Michel, gözyaşlarını silmeden cevap verdi:
"Ama ben güçlü olmam gerekiyordu. Jill için… Ellie için… Amelia için. Ve hiçbirini koruyamıyorum."
Sally başını salladı.
"Bazen kimseyi koruyamazsın. Bazen sadece yanında olmak yeter. Sen şu anda yanında oluyorsun. Jill hayatta, çünkü onu hastaneye getirdin. Ellie… Ellie hâlâ orada ama o da senin gibi direniyor. Amelia için ise… artık yapabileceğimiz tek şey dua etmek."
Michel gözlerini Sally’e çevirdi, sesinde kırılmış bir çocuk vardı:
"Biliyor musun… bazen Amelia’dan nefret ettim. Ama sonra onu sevdim. Hem de çok."
Sally, onun elini tuttu.
"Hepimiz karmaşayız Michel. Sevgi de, nefret de, pişmanlık da. Ama sen ne olursa olsun kalbini kaybetmedin. Bu senin en büyük gücün."
Michel yavaşça başını salladı.
"Ama kalbim acıyor…"
Sally ona sarıldı.
"Acıyacak. Çünkü sen insansın. Ama bu acının içinde, seni hayatta tutan şeyleri unutma. Sevdiğin insanları… seni sevenleri… kendini."
Michel sarılığa karşılık verdi.
O an, ikisinin de gözleri doldu.
Ama o koca hastanenin ortasında,
sessizce teselli bulan bir kalp yeniden atmaya başladı.
Hastanenin loş koridorunda zaman ağır akıyordu. Michel, Sally’nin yanında oturuyordu hâlâ. Sessizlik onları sarmış, endişe bir zırh gibi üzerlerine çökmüştü. Derken, kapı açıldı.
Beyaz önlüğüyle bir doktor içeri girdi. Yüzünde ne gülümseme ne de keder vardı; sadece yorgun ama net bir ifade.
"Michel Larson?" dedi, dosyasına bakarak.
Michel hemen ayağa kalktı. "Benim."
Doktor yaklaştı, başıyla ona ve Sally’e selam verdikten sonra ciddi ama sakin bir ses tonuyla konuştu:
"Endişelenmeyin. Jill’in durumu stabil. Halsizlik ve duygusal stres kaynaklı baygınlık geçirmiş. Bir süre dinlenmesi gerek."
Michel rahat bir nefes aldı ama doktor devam etti.
"Ayrıca… size başka bir haber daha vermem gerekiyor."
Michel’in kaşları çatıldı. "Nasıl bir haber?"
Doktor gülümsedi, bu kez ifadesi yumuşamıştı.
"Jill hamile. Bir kız bebeğe. Yaklaşık altı haftalık."
O an, zaman durdu.
Michel’in gözleri kocaman açıldı. Sally, derin bir nefes verdi ve ardından hafifçe gülümsedi. Michel’in dudağı titredi, kalbinin sesi boğazına düğümlendi.
"Bir… kız mı?" diye fısıldadı.
Doktor başını salladı.
"Evet. Ve gayet sağlıklı görünüyor. Bu zorluklara rağmen içinde büyüyen bir yaşam var."
Michel gözyaşlarına hâkim olamadı.
Bir yanda Amelia’nın kaybı,
diğer yanda Jill’in kalbinde büyüyen yeni bir umut…
O an Michel fark etti:
Hayat, en beklenmedik anlarda en çarpıcı çelişkileriyle geliyordu.
Ve bazen… bir ölüm, bir doğumla dengeleniyordu.
Haklısın — bu karar Ellie’nin. Michel derin bir nefes aldıktan sonra Sally’ye döndü:
“Ama onun adına karar verecek kişi ben değilim. Bu, babamın hakkı. Bu onun mirası… ve o çocuğun adı, onun sesi olmalı.”
Sally başını yavaşça salladı, anlayışla:
“Ellie bunu duyduğunda… eminim yüreği parçalanacak. Ama aynı zamanda… ona iyi gelecek bu düşünce. Michel, sen çok büyümüşsün.”
Michel usulca başını salladı. Koridorun sonunda bir hemşire göründü, ellerinde bir kağıtla. Sessizliğin içinde hastanenin ışıkları, duvarlardaki saat tıkırtısıyla beraber, bir hayatın bitip diğerinin başladığını hatırlatıyordu.
O sırada Ellie hâlâ kuledeydi. Ve henüz Amelia’nın bedenini bırakmamıştı.
Ama şimdi onu bekleyen sadece yas değil…
Yeni bir umut da vardı.
Ve o umudun adı… belki Ellie’nin kalbindeki bir yara izinden doğacaktı.
Ellie, B67 kulesinin ürkütücü boşluğunda sessizce oturuyordu. Rüzgarın uğultusu kulenin metal direklerinde çınlıyor, yavaş yavaş çöküşün ağırlığı omuzlarına biniyordu. Amelia’nın düşüşü, ağır yaralı hali, o anda zihninde dönüp duran karanlık düşünceler… Her nefes alışında çaresizliği daha da derinleşiyordu.
Telefon sinyallerini kontrol etmek için defalarca cebinden çıkardığı cihazlar da neredeyse umutsuzlukla doluydu. Hem kendi telefonunun hem de Amelia’nın sinyallerini arıyor, ama kuledeki radyo sessizliğin içinde kayboluyordu. "Buradan nasıl çıkacağız? Ya yardım yetişmezse?" diye fısıldadı kendi kendine.
Gözleri ufka daldı. Akşamın alacakaranlığı, kuleye vuran son ışıklarıyla bir veda şarkısı söyler gibiydi. Ama Ellie’nin yüreğinde sarsılmaz bir kararlılık belirdi: Amelia’yı yalnız bırakmayacaktı. Ne olursa olsun, o hayatta kalmalıydı.
Ellie ayağa kalktı, elleri titriyordu ama gözlerinde bir kıvılcım vardı. İçindeki korkuya rağmen, mücadeleye devam edecekti. Çünkü umut, en karanlık anlarda bile hayatta kalırdı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 715 Okunma |
206 Oy |
0 Takip |
90 Bölümlü Kitap |