
Gökyüzü griye çalan soluk bir maviye boyanmış. Hafifçe yağan çiseleme toprağı nemlendirmiş, hava durgun. Mezarlığın en sessiz köşesinde, bir çadır kurulmuş. Altında beyaz çiçeklerle süslenmiş kapalı bir tabut yer alıyor. Tabutun üzerinde siyah-beyaz bir fotoğraf: Amelia gülümsüyor... Bir zamanlar gerçekten gülümseyebilen hâliyle.
İlk gelen Leo oluyor. Gözleri uykusuzluktan kızarmış, takım elbisesi üzerindeyken bile darmadağın. Elinde bir demet sarı lale taşıyor. Yaklaşıp tabutun yanına bırakıyor. Dizlerinin üstüne çöküyor ve usulca:
Leo:
“Ben... seni koruyamadım. Her şeyi mahvettim. Ve seni seviyorum, hâlâ... Çok geç bile olsa.”
Sessizlik.
Ardından Patrick, Sally, Michel ve Jill geliyor. Jill'in karnı artık belirgin. Ellie en son gelir. Yüzü donuk, gözlerinin altında uykusuz gecelerin çizgisi vardır. Tabutun başında durur. Kimse konuşmaz. Sadece rüzgâr, ağaçların dallarında hafifçe uğuldar.
Bir papaz konuşmaya başlar. Sözleri öyle hafif ve sade ki, sanki herkes zaten önceden duymuş gibidir.
Papaz:
“Hayatlarımızda bazı ölümler, sadece bir vedadan ibaret değildir. Onlar bir gerçeğin, bir kırılmanın, bir sessiz çığlığın mezarıdır. Bugün Amelia Larson’ı uğurlarken, onun yüreğinde taşıdığı tüm karanlığı, yalnızlığı ve sessizliği de birlikte gömüyoruz.”
Gözyaşları sessizce süzülür.
Michel:
“Amelia, benim için karmaşıktın... Tıpkı bu şehir gibi. Seni tam anlayamadım. Ama bir şey öğrendim; herkesin içinde bir fırtına vardır. Seninki de çok büyüktü. Ve seni yuttu. Umarım artık huzurlusun.”
Ellie öne çıkar. Herkes susar.
Ellie (kısık sesle):
“Seninle hiçbir zaman iyi anlaşamadık. Belki anlaşamayacaktık da. Ama… Ben seni kaybettiğimde, bir parçam daha eksildi. Bunu zamanla değil, suskunluğumla fark ettim. Affet beni... Çünkü sen, hep eksik bir sevginin ortasında kaldın.”
Ellie, cebinden küçük bir kolye çıkarır. Amelia’nın çocukken annesinden kalan bir şeydir bu. Sessizce tabutun üzerine koyar. Ardından geri çekilir.
İlk toprağı Leo atar. Ardından Ellie... Michel... Patrick... Son olarak Jill, gözyaşları arasında bebeğine fısıldar:
Jill:
“Tanımayacaksın onu... ama içinde bir parça olacak.”
Tabut tamamen toprağa karıştığında, rüzgâr artar. Sanki birinin sesi uzaktan duyulur gibi. Kimse konuşmaz. Gök gri kalır.
Gün, mezarlığın nemli toprağında ağır ağır biterken, Ellie cenaze töreninden sonra bir süre daha mezarın başında kaldı. Herkes dağılmıştı artık. Michel, Jill’i hastaneye geri götürmek zorunda kalmış, Patrick ise arabasında uzun süre ağlayarak oturmuştu. Sally, Leo’yu yalnız bırakmamak için yanında kalmıştı. Ama Ellie... O hâlâ oradaydı.
Toprağın nemli kokusu ciğerlerine işliyor, çiçeklerin üzerine sinmiş hafif yağmur damlaları sanki dünyayı susturuyordu. Elini cebine attı, çıkardığı eski bir kâğıt parçasına baktı. Amelia'nın yıllar önce annesine yazdığı ama hiç gönderemediği bir mektubun kopyasıydı bu.
"Hiçbir şey tamamlanmadı," diye düşündü. "Sadece yarım bırakıldı. Hep yarım..."
Tabutun üzerinde az önce bıraktığı küçük kolye, toprağın altında artık bir hatıra değil, bir veda nesnesine dönüşmüştü. Ellie dizlerinin üzerine çöktü. Toprağa eğildi.
“Hakkını veremedik sana. Seni anlayamadık. Bunu kabul ediyorum. Ama ben... ben yine de sevdim seni bir yerden. Belki doğru yerden değil ama içten sevdim. Ve o kulede, son nefesinde bana 'Sizi unutmayacağım' derken... ben senden özür bile dileyemedim.”
Ellie'nin sesi çatladı. Gözleri boşluğa bakarken elleri hafifçe titredi. O kulede geçen 5 gün bir ömür gibiydi. Her şey, Amelia’nın gözlerinin açık kaldığı o anla kilitlenmişti. Gözlerini kapatmayı bile başaramamıştı. Ölüm, onu hazırlıksız yakalamıştı.
Ellie ayağa kalktı. Toprağa son bir bakış attı ve sırtını dönerek yürümeye başladı.
Jill, beyaz çarşafların arasında bir hayalet gibi görünüyordu. Gözkapakları ağır, yüzü solgundu. Ama elini karnının üstüne koyduğunda gözlerinden dökülen yaşlar sıcaktı.
“Baban... seni duymayacak Shantel,” diye fısıldadı. “Ama sen onu duyacaksın. Seni en çok seven adamın kim olduğunu bileceksin. Çünkü o, her adımında seni düşünecek.”
Michel odanın kapısında duruyordu. Annesine tek kelime etmeden sadece başını eğdi. Sessizlik, hastane odasına ince bir tül gibi serilmişti.
Leo yatakta oturuyordu. Uyuyamıyordu. Elinde Amelia’nın ona yazdığı ama hiçbir zaman göndermediği kısa mesaj duruyordu:
"Ben sana her zaman çok kırıldım. Ama yine de seni merak ediyorum. Bu da bir şeydir belki."
Kısa ve acımasızdı. Aynı Amelia gibi. Leo, telefonu yavaşça yastığın yanına bıraktı. Tavana baktı.
“Sen benim cezam mıydın?” diye fısıldadı.
Ama cevabı yalnızca tavanın sessizliğiydi.
Leo – Dağılmışlığın Kıyısında
Leo, evin arka bahçesindeki eski salıncağa oturmuştu. Ayaklarının altında kuru yapraklar kıtırdıyor, hava serinliğini boğazında keskin bir iz gibi bırakıyordu. Gözleri uzaklara takılmıştı ama zihni hep aynı ana geri dönüyordu: Amelia’nın gülüşü… Kırık, dalga geçen ama bir o kadar da sahici o gülüş.
“Elimden hiçbir şey gelmedi…” dedi kendi kendine, başını iki elinin arasına alarak. Parmakları saçlarını yoluyordu neredeyse. Jack, uzaktan onu izliyordu ama yaklaşamıyordu. Leo yalnız kalmak istiyordu artık.
Gözyaşları yanaklarını ıslattı, sonra daha da içeri çekildi. Artık Leo’nun gülüşü eksikti. Kalbindeki eksiklik, Amelia’nın yokluğunun yerini tutmuyordu. O boşluk sadece büyüyordu.
Patrick – Sessizlikle Gelen Çöküş
Patrick, evin salonunda, elinde bir kadeh viskiyle oturuyordu. Önünde Amelia'nın çocukluk fotoğrafı duruyordu: saçları rüzgârdan dağılmış, gözlerinde yaramaz bir ışıltı. Bu fotoğrafı yıllar önce çekmişti. Bir anlığına zaman durmuş gibiydi.
“Nasıl oldu da seni tutamadım Amelia?” diye fısıldadı.
Ellie içeri girdiğinde Patrick’in gözleri doluydu, ama ağlamıyordu. Gözyaşları bile sanki ondan kaçıyordu artık. Ağlayacak kadar güçlü olmadığını düşünüyordu.
“Ben sana baba olamadım… hiçbirimize olamadım,” diye mırıldandı. Ellie onun yanına oturdu, hiçbir şey demedi. Çünkü bazı acılar, sadece sessizlikle paylaşılırdı.
Michel – Geriye Kalanlar
Michel, Shantel’in odasında, pencerenin önünde oturuyordu. Elinde defteri, sayfaları karalanmış, çizilmiş, silinmiş duygularla doluydu. Bir şeyler yazmaya çalışıyor, ama cümleler eksik kalıyordu. Tıpkı Amelia gibi. Eksik, tamamlanmamış, yarım…
“Ölüm, seni tanıdıktan sonra daha çok anlam kazandı…” diye yazdı.
Jill içeri girdi, karnını tuttu. “Seni koruyacağım,” dedi sessizce bebeğine. “Amelia’nın hikâyesi sende eksiksiz devam edecek.”
Michel gözlerini Jill’e çevirdi. “Onun adı Amelia olmalı,” dedi. “Küçük bir ışık gibi, hatırlatmalı bize… her şeyi.”
Jill – Bedeninde İki Kalp, İçinde Bin Acı
Hastane odasının penceresinden yağmur damlaları süzülüyordu. Jill yatağa oturmuş, karnına elini koymuştu. Bebeğin kalp atışları monitörde cılız cılız titreşirken kendi kalp atışları darmadağındı. Ellie yanında olmasına rağmen zihni hâlâ kulenin başındaydı.
“Amelia…” diye fısıldadı kendi kendine. “Senin gittiğin yerde, ben bir hayat taşıyorum içimde. Ne garip değil mi?”
Her sabah midesi bulanıyor, her gece sancılarla uyanıyordu. Ama bu sadece hamileliğin değil, yasın getirdiği sarsıntıydı. Kaybın bedeninde açtığı yarayla bebeğin varlığı savaşıyordu.
“Bazen…” dedi Ellie’ye, boğazında bir düğümle, “onun acısını tam hissetmeme izin vermiyor bu bebek. O da onun gibi yarım kalacak diye korkuyorum.”
Ellie, onun elini tuttu. “Bu kez kimse yarım kalmayacak Jill. Ne sen, ne kızımız.”
Sally – Anneliğin Suskun Çığlığı
Sally, evde yalnızdı. Elinde Amelia’nın küçük yaşta çizdiği bir resim: dağınık saçlı, büyük gözlü bir çocuk ve altında üç harf: "S-A-L". O zamanlar bile kendini ifade edemeyen bir çocuktu Amelia. Şimdi ise onun sesi tamamen susmuştu.
Bir anda sandalyesinden kalktı, mutfağa gitti, yere çömeldi ve ağlamaya başladı. Titreyen elleriyle yüzünü kapatırken, kırık bir fısıltı döküldü dudaklarından:
“Ben onun annesi olmalıydım… o gün o kucağımda olmalıydı…”
Geçmişin pişmanlığı, içinde şimşek gibi çakıyordu. Michel mutfağa geldiğinde onu öyle görünce ne yapacağını bilemedi.
“Sally… Lütfen...”
Sally gözyaşları içinden baktı: “Beni affedin. Ben onu... ben Amelia’yı koruyamadım...”
Michel, ellerini onun omuzlarına koydu. “Sen onun tek sığınağıydın. Bunu unutturma kendine.”
Jack – Sessiz Yük, Bitmeyen Cümleler
Jack, Leo’nun evinin garajında tek başına, elinde Amelia'nın eşyalarıyla baş başa kaldı. Onun küçük not defteri… birkaç ruj… ve hâlâ kokusunu taşıyan bir eşarp.
Defteri açtı, sayfalardan biri dikkatini çekti. El yazısıyla yazılmış bir cümle:
“Kimseye tam anlatamadım kendimi. Belki de anlatmak istemedim.”
Gözleri doldu. İçinde bir cümle yankılandı: "Keşke daha çok dinleseydim seni Amelia." Ama artık çok geçti. Artık onunla konuşabileceği bir an, bir saniye bile yoktu.
Jack aynaya baktı, kendi yüzüne. Kızarmış gözleriyle, solmuş çehresiyle.
“Ben seni kurtaracaktım. Ama ben kendimi bile kurtaramadım…”
Julia – Gölge Gibi Üzerine Çöken Sessizlik
Julia, evinin cam kenarındaki koltukta oturuyordu. Perde aralanmıştı ama dışarının gün ışığı bile içeriye girememişti sanki. Salonun ortasında Amelia'nın bir çocukken giydiği sarı elbise, katlanmış hâlde eski bir bavulun üzerinde duruyordu. Julia gözlerini oraya dikmişti.
Telefon birkaç kez çalmıştı ama açmamıştı. O an için dünyayla bağını kesmişti. Çünkü o, bir anne olarak yaşaması gereken en büyük acıyı yaşıyordu: çocuğunun ölü bedeni, kendisinden önce toprağa girecekti.
Yavaşça başını eğdi, elleriyle yüzünü ovuşturdu. Dudaklarından dökülen kelimeler kopuktu, sanki havada asılı kalıyorlardı.
“Ben seni yanlış sevdim... değil mi Amelia?”
Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu ama o farkında bile değildi. Gözlerini hâlâ sarı elbiseye dikmişti.
“Sen doğduğunda… çok küçüktün. İçimdeki korkular büyüktü. Sana hiç iyi bir anne olamadım. Ama... ama içimde hep bir umut vardı. Bir gün affedeceksin diye. Şimdi o günü göremeden gittin!”
Bir çığlık koptu içinden; bastırmaya çalıştığı, yılların birikimiyle taşan bir haykırıştı bu. Yastığın üstüne kapanıp öylece hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Acısı artık sessiz değildi. Ev duvarlarına çarpan yankılar gibi dolaşıyordu odada.
Sonra sandalyesinden kalktı, bavulu yavaşça yere indirdi. Elbiseyi eline aldı. Teni titriyordu. Sarı kumaşı kokladı, gözleri kapandı bir anlığına.
“O küçük ellerin… hâlâ burada gibi. Amelia… Sana hiç ‘kızım’ diyemedim, değil mi? Hep ‘Amelia’... hep uzak...”
Durdu. Gözleriyle bir noktaya boş boş baktı. Ardından ilk kez sesli söyledi:
“Kızım... Kızım öldü.”
O an, evin içinde zaman durdu. Julia dizlerinin üstüne çöktü. Ağlamıyordu artık. Çünkü bazı acılar, ağlamayla bile hafiflemeyecek kadar derindir.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 715 Okunma |
206 Oy |
0 Takip |
90 Bölümlü Kitap |