
Oda, hastane kokusuyla değil; yeni doğacak bir hayatın sessiz, büyülü nabzıyla doluydu. Sabah ışığı pencerenin tülünden süzülüp Jill’in yastığına düşüyordu. Ellie, odanın köşesinde, elinde iki fincan sıcak çayla bekliyordu. Gözlerinin altı yorgunluktan morarmıştı ama içinde hafif de olsa bir umut parıltısı vardı.
Jill, yatağında doğrulup hafifçe gülümsedi.
“Günaydın,” dedi kısık bir sesle. “Biliyor musun… sana bir şey göstermek istiyorum.”
Ellie sessizce başını salladı ve yatağın kenarına oturdu. Jill, komodinin çekmecesinden küçük, kadife bir kutu çıkardı. Açtığında içinden zarif ama eskimiş bir yüzük çıktı.
“Annemin yüzüğü bu,” dedi Jill, parmağında gezdirerek. “Onu sana takmak istiyorum. Eğer hâlâ… benimle evlenmek istiyorsan.”
Ellie’nin boğazı düğümlendi. Gözleri doldu. “Jill… seninle evlenmek için her şeyimi verirdim. Hâlâ Amelia’nın sesi kulaklarımda ama… belki de bu acının içinde biraz umut taşımak gerek.”
Jill’in elini tuttu. Sonra o el, yüzükle buluştu. Parmaklar, birbirine aitmiş gibi kenetlendi.
O an, hastane odasında zaman yavaşladı. İçerisi hâlâ steril, hâlâ soğuktu… ama kalpler sıcaktı. Ve en azından birinin, yani küçük Shantel’in, orada atmaya başladığına dair şüphe yoktu.
Salon, dışarıdaki yağmurun camlara usulca vuruşuyla doluydu. Şehir sessizdi, sokak lambaları yeni yanmıştı. Michel pencere önünde durmuş, avuçlarında tuttuğu kahve kupasına hiç içmeyecekmiş gibi bakıyordu. Gözleri yorgundu, ama daha çok içindeki kayıptan kararmıştı.
Sally, mutfaktan sessizce çıktı. Üzerinde Amelia’nın bir zamanlar hediye ettiği eski, lacivert kazak vardı. Belki bilerek giymişti, belki bilinçsizce… ama kazak sanki eve bir gölge gibi sinmişti.
Michel dönüp ona baktı. “Bazen düşünüyorum,” dedi. “Onu oradan ben çekmeliydim.”
Sally yaklaştı, Michel’in yanına oturdu. “Bunu yapamazdın. Kimse yapamazdı. Amelia seçti. O her zaman kendi yolunu çizen biriydi.”
“Belki… ama ben o mesajı gördüğümde…” Michel durdu, yutkundu. “Bacaklarım çözüldü Sally. Bütün hayatım, o çelik antenin üstüne düştü sanki.”
Sally bir elini onun omzuna koydu. Sonra biraz daha yaklaştı. “Amelia bizi sevdi. Bizi, her şeyine rağmen… olduğu haliyle sevdi. Ama artık gitmesine izin vermeliyiz. Yoksa o burada takılı kalır. Ruhuyla… gölgesiyle.”
Michel gözlerini yumdu. Bir damla yaş, yanağından süzülüp ellerine düştü. Başını salladı. “Ellie’yi düğüne yalnız bırakmayacağız, değil mi?”
Sally, gülümsedi. “Asla.”
Ev sessizdi. Çok sessiz.
Julia, Amelia’nın eski odasının kapısını açarken elleri titriyordu. Gözlerinde ne bir yaş kalmıştı ne de direnç. Bembeyaz saçları dağılmış, üstündeki sabahlık solgun bir hayalet gibi üzerine yapışmıştı. Oda hâlâ Amelia’ydı. Duvarlarda gençlik posterleri, köşede içi boş bir gitar kılıfı, çekmecede yazıp asla yollamadığı mektuplar...
Julia odaya girdi, bir an kapının eşiğinde durdu. Sanki orada bir şey onu geri çekmeye çalışıyordu. Ama içeri adım attı. Ayakları halının üzerine sessizce bastı. Gözleri yataktaki yastığa takıldı — Amelia’nın yıllar önce okula geç kaldığı sabah aceleyle bıraktığı gibi, biraz yamuk ve kırışık.
Yavaşça oturdu. Ellerini yastığın üzerine koydu. Sonra... içine çektiği havayla bir fısıltı döküldü dudaklarından:
“Senin annen olmayı hak edecek kadar iyi bir kadın olamadım, biliyorum. Ama seni her zaman sevdim. Kızım... kızım...”
Sessiz bir çığlık gibi yayıldı bu sözler odaya. Julia eğildi, yastığa sarıldı. Gözlerinden boşalan yaşlar yastığa değil, geçmişin küllerine döküldü sanki. Bütün ev, anneliğin paramparça bir kalbini taşıyordu artık.
Bir anda rüzgâr pencereyi araladı. Perde usulca savruldu. Julia başını kaldırdı.
“Bu sen misin?” diye sordu kısık bir sesle.
Cevap yoktu. Ama odada artık yalnız olmadığını hissediyordu.
Evde ilk defa, günlerdir süren hüzünlü sessizliğe karşı bir tıkırtı hâkimdi. Michel, bir fincan kahveyi annesi Ellie’nin önüne koyduğunda, onun gözlerinin altında hâlâ uykusuzluğun çizgileri vardı ama bu sabah gözlerinde farklı bir parıltı da vardı: Jill.
Ellie, Jill’in karşısına geçti. İkisinin arasında bir masa vardı; üstü düğün notları, eski defterler, pastel tonlu davetiye tasarımları, birkaç kurumuş çiçekle doluydu.
Jill gülümsedi. Elleri karnında, hâlâ inanamıyormuş gibi:
“Hem evleniyoruz... hem bir kızımız olacak. Şu hayata bak...”
Ellie, onun ellerini tuttu. Sessizce bir an durdu.
“Bunca şeyden sonra hâlâ nefes alabiliyorsak... seninle hayatı birleştirmek, yaşadığım en doğru şeymiş gibi geliyor.”
Jill başını eğdi. “Annem bile bu anı göremedi...” dedi fısıltıyla. “Ama senin annen, baban, Michel... Patrick... herkes orada olacak değil mi?”
Ellie başını salladı. “Hepsi orada olacak. Amelia da.”
Bu sözle bir anlık sessizlik indi. Jill gözlerini kapadı, sonra tekrar toparlandı.
“Peki nerede olsun düğün? Sahil? Yoksa Amelia’nın sevdiği o lavanta bahçesinde mi?”
Ellie derin bir nefes aldı. “Lavanta bahçesi. Onun için. Bize sonsuza dek iyi gelen tek koku oydu.”
Michel masaya eğildi, karalamalar yaptığı kâğıdı gösterdi.
“İşte... menü. Vegan dostu, çiçeksiz masa süsleri. Arka planda klasik müzik. Ve... Jill’in sevdiği mor tonlarında her şey.”
Jill gülümsedi. Gözleri doldu.
“Birlikte kurduğumuz hayat, acıdan doğdu ama umutla büyüyor. Bu düğün... sadece bir tören değil. Bir yeniden doğuş olacak.”
Gün, morun en ağır tonlarında batarken, gökyüzü Ellie ile Jill’in seçtiği lavanta bahçesini pembe ve altın renklerine boyuyordu. Tören için hazırlanan ahşap kemer, mor tüllerle süslenmişti. Yan yana dizilen sandalyelerin bazıları hâlâ eksikti. Ama eksikler bugünlük kimsenin umurunda değildi.
Michel, bir yerden küçük bir hoparlör bulmuş, Jill’in sevdiği o eski şarkıyı açmıştı: Florence + The Machine – Never Let Me Go.
Ellie bir köşede Patrick’le yürüyüş provasını yapıyordu. Patrick, elinde kravatı, kafası başka yerlerde:
“Bunu Amelia da görmeliydi...” dedi kısık sesle.
Ellie durdu. Gözleri uzaklara daldı, lavanta kokusunun içinde bir hayalet gibi dolaşan o yokluğu hissediyordu.
“O buradaymış gibi hissediyorum,” dedi. “Bizi izliyor. Affetmiştir belki de…”
Patrick başını salladı. “Affetmese bile... artık acı çekmiyor. Bu bile teselli.”
Jill, bir iki adım ötede Sally ile birlikte masa düzenini kontrol ediyordu. Sally’nin elleri titriyordu hâlâ; acıdan mı yoksa gururdan mı, kimse bilmiyordu.
“Ben bu kadar hızlı toparlanamazdım,” dedi Jill. “Ama Ellie… sanki içindeki tüm yaraları sarma çabasını bana adayarak geçiriyor.”
Sally hafifçe gülümsedi. “Bunu yapacak tek kişi Ellie’ydi zaten. Bunu hak ediyorsun.”
O sırada Julia, yani Amelia'nın annesi, bahçenin ucundan ağır adımlarla geldi. Elinde eski bir kolye vardı. Gözleri nemli, sesi yumuşak ama çatallıydı.
“Bu… Amelia’nın çocukken çizdiği bir düğün hayaliydi,” dedi. “Sadece defterine çizmişti ama... mor elbiseler, çiçekler, müzik… Hepsi vardı. Belki de siz onun hayalini yaşatıyorsunuz.”
Jill kolyeyi aldı. Ağlayarak Julia’ya sarıldı. O an herkes sessizdi. Rüzgar sadece lavantaların arasında değil, kalplerin içinde de esiyordu.
Düğün provası sona ererken Ellie ve Jill bahçenin ortasında baş başa kaldı. Gözleri birbirinde, kelimeler gereksizdi. Ellie, Jill’in alnına küçük bir öpücük kondurdu:
“Yarın... artık aile olacağız. Her şeyin ötesinde, tam anlamıyla.”
Jill başını salladı. Gözleri dolu doluydu ama bu kez yaşlar sadece acıya değil, şükre de aitti.
Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü hafifçe ısıtmaya başlamıştı. Lavanta bahçesi henüz sessizdi. Kuş sesleriyle birlikte rüzgar tülleri okşuyordu.
Ellie, küçük bir misafir odasında, gömleğini yarım düğmelemiş halde aynanın karşısında duruyordu. Gözleri yerde bir kutunun üzerinde duran zarfı izliyordu. Michel, kapı aralığından başını uzattı.
“Gelin damat sabahı mektup yazarmış… Geline bir şey yazdın mı?”
Ellie başını salladı. Çekmeceden bir zarf çıkardı. Kapağında sadece "Jill'e, sonsuza kadar." yazıyordu. İçinde ise şu cümleler:
Mektup – Ellie'den Jill’e:
“Hayatım boyunca seni sevdiğimi hatırlayacak kadar yaşamak istiyorum.
Hayatım boyunca acının içinden bir isimle kurtulmak istedim: Seninle.
Jill, ben yarım bir adamdım. Seninle bütün oldum.
Kayıplarımızı birlikte taşıdık. Seninle yürümek, hayatta kalmaktan daha büyük bir mucizeydi.
Bugün sana ‘evet’ demek, geçmişime, bugünüme ve yarınıma evet demek gibi.
Sonsuzluk nerede başlıyorsa, senin gözlerinle başlıyor.
- Ellie”
Diğer tarafta, Jill aynanın karşısında makyajı yapılırken elinde Ellie’nin mektubunu tutuyordu. Gözyaşlarını silerek Sally’ye döndü:
“O bana inanıyor Sally. Gerçekten inanıyor. Bu bana yetiyor.”
Sally gülümsedi ama yüzünde tuhaf bir burukluk vardı.
“Ben de bir zamanlar birine böyle bakmıştım. Umarım senin sonun bizimki gibi olmaz.”
Jill irkildi, Sally’yi anladı. Sessizce elini tuttu.
Michel ise Patrick'le dışarıda Ellie’yi bekliyordu. Elinde bir kutu vardı, içinde Amelia’nın eski bir kolyesi. Ellie geldiğinde Michel ona uzattı.
“O senin yanında olsun. Bunu hak ettin baba.”
Ellie gözlerini kısıp kutuya baktı. Gözleri doldu. Michel’e sarıldı.
“Sen de.”
Ve o sırada uzaktan gelen bir araba sesiyle Julia indi arabadan. Elinde minik bir lavanta buketi vardı.
“Bu... Amelia için. Onun yeri boş kalmasın istedim.”
Patrick ve Sally, onunla birlikte çiçekleri sahneye bıraktı. Hep birlikte gökyüzüne baktılar. Rüzgâr bu kez sadece yaprakları değil, kalpleri de taşıyordu.
Gün, morun en huzurlu tonuyla batıyordu. Kaliforniya’nın sessiz yamaçlarından birinde kurulu lavanta bahçesi, bu akşam bambaşka bir anlam taşıyordu.
İki sıra beyaz sandalye, küçük bir sahne, etrafa serpiştirilmiş mumlar… Arka planda ise yalnızca rüzgarın lavantaları okşayan sesi ve minik bir çellonun zarif tınıları vardı.
Ellie, siyah takım elbisesi içinde bir gölge gibi yavaşça ilerliyordu. Yanında Michel, elinde bir buket lavanta. Jill beyaz, sade ama zarif bir elbise giymişti. Gözleri dolmuştu, ama bu gözyaşları artık acıya değil, ait olmaya aitti.
Konuklar arasında Patrick, Sally, Julia, Jack, Leo ve Michel vardı. Boş bir sandalye vardı: Amelia için. Üzerine lavanta kolyesi konmuştu.
Nikâh memuru, ellerini açtı.
“Bugün burada, Ellie Larson ve Jill Roberts’ın aşkını kutlamak için toplandık.
Kayıpların, acının ve karanlığın içinden yürümüş iki kalbin birbirini bulmasının, hayatın sunduğu en gerçek mucize olduğuna şahitlik edeceğiz.”
Ellie gözlerini Jill’e çevirdi. Sesinde titreyen ama kararlı bir sükûnet vardı.
“Jill… Seni ilk gördüğümde tanımadım. Ama tanıdıkça bir gerçeklik oldun.
Ben parçaydım, sen beni topladın. Ben kırılmıştım, sen ellerinle sardın.
Bu hayatta birini sevmek değil mesele, onunla karanlığa da yürümek.
Ve ben seninle, en karanlık gecelerde bile yolumu bulurum.”
Jill’in gözyaşları yanağından süzülüyordu. Ellerin titreyerek Ellie’nin ellerini tuttu.
“Ellie…
Ben hayata karşı sessizdim, sen sesim oldun.
Ben kabullendiğimde susmayı, sen yeniden hayal etmeyi öğrettin.
Geçmişimiz farklıydı ama gelecek için aynı kelimeyi seçtik: Birlikte.
Seni seviyorum. Bugün, yarın ve her doğacak sabah için.”
Michel ve Sally gözyaşlarını saklamıyordu artık. Julia ise başını eğmiş, boş sandalyeye bakıyordu: “Keşke Amelia görebilseydi.”
Nikâh memuru başını salladı:
“Size evli çift ilan etmeden önce… Ellie, Jill... Son bir sorum var:
Kalbinizin ve hayatınızın ortağı olarak, birbirinizi kabul ediyor musunuz?”
İkisi birden aynı anda:
“Evet.”
“O hâlde sizi... karı ve koca ilan ediyorum.”
Alkışlar, lavantaların hışırtısına karıştı. Ellie ve Jill öpüştü. Arka planda Michel babasının elini tutuyordu.
Ellie, kalabalığa bir an bakıp gözlerini gökyüzüne çevirdi. Fısıldadı:
“Görüyor musun Amelia? Bir yerlerdeysen... ben buradayım. Ayaktayım. Ve artık yalnız değilim.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 715 Okunma |
206 Oy |
0 Takip |
90 Bölümlü Kitap |