
Sabah sisinin içine gömülmüş Kaliforniya otoyolu, gün doğumuna rağmen hâlâ kasvetliydi. Gökyüzü gri, asfalt zemine sinsice eğilmişti. Saat henüz 06:15’ti. Bir hapishane otobüsü, rutin bir nakil işlemi için doğuya, Stockton Hapishanesi’nden Los Angeles’a doğru ilerliyordu. İçeridekiler sessizdi—çünkü umut, bu duvarlarla çevrili metal kutuda çoktan boğulmuştu.
Ama otobüs, 114. kilometrede ani bir virajda dengesini kaybetti. Yağmurdan kayganlaşmış yolda kontrolden çıkan araç, bariyerleri aşıp yol kenarındaki uçuruma savruldu. Metalin metale çığlık çığlığa çarpması, birkaç saniyede sona eren bir ömre benziyordu. Ardından sessizlik… ve ardından duman.
Aynı sabah, kuzeyde bir kafede, Ellie Larson elindeki kahveyi yudumlarken televizyon ekranında alt yazı beliriverdi:
"SON DAKİKA: Kaliforniya’da bir mahkûm nakil otobüsü kaza yaptı. Kaçakların arasında 2011’deki Woodsboro Cinayetleri’nden hüküm giymiş olan JILL ROBERTS da var."
Ellie’nin elinden kahve bardağı yavaşça kaydı. Başını kaldırdığında karşısında Patrick vardı. Gözleri televizyona kilitlenmişti. Hemen yanlarında ise Amelia, göz devirdi ama kaşlarını da çattı.
“Bu mümkün değil,” dedi Patrick, boğuk bir sesle. “Jill Roberts mı? O ölmüştü sanıyordum.”
“Biz hep öyle sandık,” dedi Ellie, yavaşça ayağa kalkarak. “Ama Suskun Şehir’in kuralı bu değil miydi? Ölüm bile, hikâyeyi sonlandıramaz.”
Tam o sırada kafeye giren bir adam, telefonu kulağındayken bağırdı:
“Bayan Holloway’in kocası kazada ölmüş! O hapishane otobüsü kazasında!”
Ellie, Patrick ve Amelia birbirlerine baktılar. Geçmiş yeniden uyanıyordu. Jill Roberts sadece bir hayal değil, yaşayan bir tehlike hâline gelmişti. Ve geçmişte yarım kalan hesaplar, artık bugünün kanlı manşetlerine dönüşüyordu.
Kafenin içinde ani bir sessizlik oluşmuştu. Herkes gözlerini televizyon ekranına dikmişti ama Ellie’nin kulağında yalnızca kendi kalp atışlarının yankısı vardı. Sanki geçmiş, göğsüne bir ağırlık gibi oturmuştu. Jill Roberts… O isim, hâlâ bir gölge gibi nefes alabiliyorsa, bu şehir gerçekten hiçbir zaman susmamıştı.
Patrick ceketini aldı. “Gidiyoruz,” dedi Ellie’ye ve Amelia’ya. Sesi kararlıydı, ama içinde yankılanan duygular öyle değildi. Amelia kafasını hafifçe salladı.
“Yani o kadın hâlâ yaşıyorsa… demek ki hiçbir şey sona ermedi, değil mi?” dedi alaycı bir tonda. “Gerçekten, geçmişin hortladığı bir sabah kahvesi gibisi yok.”
Patrick, Amelia’nın sözlerine karşılık vermedi. Onu tanıyordu. Sert kabuğunun altında çatlamaya yüz tutmuş bir öfke ve gizli bir korku vardı. Tıpkı kendisinde ve Ellie’de olduğu gibi. Arabaya bindiklerinde radyo kazaya dair detayları veriyordu.
"Yedi ölü, üç ağır yaralı. Kaçak mahkûm sayısı hâlâ net değil. Jill Roberts’ın kaçtığı iddiası resmiyet kazandı. Yetkililer sessiz."
Ellie sürüyordu. Gözleri yolda ama aklı, 14 yıl önceki Woodsboro gecelerindeydi. Jill’in ölü numarası yaptığı, bıçak izlerini kendi vücuduna kazıdığı, medyanın gözünü boyadığı o kabus geceler…
“Onu tanıyordum,” dedi Ellie, boğuk bir sesle. “Sadece televizyonlardan değil… Sesi hâlâ aklımda. Gülüşü. Ne kadar… sahici görünüyordu.”
Amelia arka koltuktan uzanıp müziği kısmaya çalıştı. “Sahici görünen her şey sahici değildir. Tıpkı ailemiz gibi.”
Patrick başını çevirdi. “Bunu konuşmak için çok yanlış bir zaman.”
Amelia omuz silkti. “Hayır, tam zamanı. Çünkü bizim geçmişimiz, artık başkalarının ölüm ilanıyla hortluyor.”
Ellie iç geçirdi. “Bu sadece Jill değil. Bu... her şey. Maureen’in ölümü. Victor’un intiharı. Julia’nın suskunluğu. Michel’in varlığı. Ve şimdi… bu.”
Araba sessizliğe gömüldü. Üç kardeş, yalnızca bir firarın peşine değil, kendi geçmişlerinin hayaletiyle de yüzleşmeye gidiyordu. Otobüs kazasının olduğu bölgeye vardıklarında ortalık polis bariyerleriyle çevrilmişti. Ambulanslar, haber ekipleri, çamura bulanmış yol... Her şey bulanıktı.
Birden biri yanlarına yaklaştı. Kadının gözleri yaşlıydı, elleri titriyordu. “Siz… siz Patrick Larson değil misiniz?” dedi.
Patrick başını yavaşça eğdi.
Kadın, boğuk bir sesle devam etti: “Kocam… o da o otobüsteydi. Bayan Holloway... Ben… kocamı kaybettim.”
Ellie kadının elini tuttu. Gözleri, tanıdık bir acının izlerini arıyordu. Ama o an kadının fısıltısı kalplerine saplanan bir bıçak gibiydi:
“Kaçan mahkûmlar arasında biri daha var… ama o Jill değil. Bir başkası daha. Kim olduğunu kimse bilmiyor.”
Patrick’in yüzü soldu. “Kimse bilmiyor mu… yoksa söylemeye mi cesaret edemiyor?”
O sabah Kaliforniya güneşinin bile bir anlamı yoktu. Kazanın yaşandığı bölgedeki kaos yavaş yavaş dağılırken, Patrick ve Ellie polislerle görüşüyordu. Amelia ise tek başına olay yerinin biraz ötesinde yürüyordu. Aklı karmakarışıktı, kalbi ise alışık olduğu gibi boştu — ya da o öyle sanıyordu.
Tozlu yolda, otobüsün yan duvarından sıyrılıp yere saçılmış mahkûm kıyafetleri arasında, bir adam dikiliyordu. Üzerindeki hafif yırtılmış gri tişört ve kanla kirlenmiş ellerine rağmen, gözleri berraktı. O gözler, Amelia’nın dikkatini çekti. Sadece berraklık değil… bir meydan okuma da vardı o bakışta.
Amelia, dudaklarının kenarına alaycı bir gülümseme yerleştirdi. “Yaralı bir kurt gibi görünüyorsun. Ama hâlâ ayaktasın… etkileyici.”
Adam başını çevirdi, ona baktı. “Beni tanıyor musun?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Amelia, bir sigara çıkarıp yaktı. “Ama tanımak istiyorum. Çünkü insanların gözleri yalan söylemez. Ve senin gözlerinde… bir savaş var.”
Adam sessizce yaklaştı. Elleriyle cebini yokladı ama boştu. “Adım Leo.”
“Leo,” diye tekrarladı Amelia, dumanı havaya savururken. “Ellie ve Patrick’in arkadaşlarından biri misin?”
Leo başını salladı. “Jack’in kardeşiyim. Ama onlardan farklıyım.”
Amelia kıkırdadı. “Senin gibi insanlar genelde farklı olduklarını söylerler ama aslında hep aynıdırlar.”
Leo’nun dudaklarında ince bir çizgi oluştu. “Peki ya sen? Senin gibi biri kendini nasıl tanımlar?”
Amelia gözlerini kısıp yaklaştı. Yüzü yüzüne yakındı artık. “Ben? Tanımlanmayı sevmem. Kategorilere konmayı hiç sevmem. Ama istersen… beni karmaşa diye adlandırabilirsin.”
Leo onun bakışına karşılık verdi. “Ben karmaşayı tanırım. Ve genelde ona yaklaşmam.”
“Yaklaşıyorsun ama,” dedi Amelia, sesini düşürerek. “Ve farkında olmadan nefes almayı unuttuğunu görebiliyorum.”
Leo’nun bir adım geri çekilmesi bir refleks gibiydi ama gözleri hâlâ ondaydı.
Aralarındaki sessizlik, bir siren sesiyle kesildi. Patrick onları uzaktan gördü, kaşlarını çattı.
Leo arkasını dönerken, son bir kez konuştu: “Bu şehirde herkes bir yara taşır. Benimkini henüz görmedin. Ama seninkini tahmin edebiliyorum.”
Amelia sigarasını yere attı. Ayağıyla bastırırken, gülümsedi. “Yaram yok. Ben zaten baştan sona kanayan bir hatayım.”
Gün öğleye yaklaşırken, Ellie olay yerinden ayrılmış, basın açıklamaları için merkeze dönmüştü. Patrick ise hâlâ kazanın yaşandığı bölgedeydi. Gözleri uzaktan Amelia ve Leo’yu tararken yüzünde çözülemeyen bir ifade vardı — kaygı, kuşku, belki biraz da öfke.
Leo, Amelia’ya bir şeyler anlatıyordu. Amelia gülüyordu. Ve bu, Patrick’in dişlerini sıktıracak kadar can sıkıcıydı.
Bir polis yanına gelip bazı belgeleri imzalatırken Patrick dalgınca kalemi tuttu, ama gözleri hâlâ kardeşindeydi. O gülümseme... Amelia'nın yüzünde ne zaman o gülümsemeyi görse, geçmişten bir gölge belirirdi. Amelia’nın hatalar zinciri, yıkılmış ilişkiler, harap olmuş aile bağları… hepsi o gülümsemenin altına gizlenmişti hep.
Polise kısa bir teşekkür fısıldayıp hızla Leo ve Amelia’ya doğru yürüdü.
“Ne konuşuyordunuz?” diye sordu, sesi beklediğinden biraz daha sert çıkmıştı.
Amelia gözlerini devirdi. “Rahatla Patrick. Sadece tanışıyorduk.”
“Tanışmak mı? Senin tanışmaların genelde bir felaketle sonuçlanır. Bunu en iyi ben bilirim,” dedi Patrick, Leo’ya sert bir bakış fırlatarak.
Leo sessizce Patrick’in gözlerinin içine baktı. “Eğer bir sorun varsa, açıkça söyle.”
Patrick bir adım daha yaklaştı. “Sorunum sensin. Ve onun etrafında dolaşma biçimin.”
Amelia araya girdi. “Yeter! Leo ne yaptı sana? Sadece konuşuyorduk.”
Patrick’in yüzü karanlık bir ifadeye büründü. “Senin ‘sadece’ dediğin şeyler hep kanlı biter Amelia. Sen hiçbir zaman sadece konuşmazsın.”
Amelia’nın yüzü gerildi. “Senin için hâlâ küçük kız kardeşinim, değil mi? Üzerine titrediğin, hayatını mahvettiğim... ama Patrick, büyüdüm. Ve sen bu gerçekle yüzleşemiyorsun.”
Patrick sessiz kaldı. Ama içinden bir şeyler kırılıyordu sanki.
Leo’nun dudakları aralandı. “Belki de bazı yaraları sen değil, zaman sarar Patrick.”
Patrick’in gözleri alev aldı ama hiçbir şey söylemeden dönüp uzaklaştı.
Amelia gözlerini Leo’dan kaçırmadan fısıldadı: “Bizi kolay kolay kabullenmez.”
Leo başını eğdi. “O zaman savaşacağız.”
Günün yorgunluğu henüz tenlerine yerleşmişken, Patrick’in cebindeki telefon titredi. Ellie biraz ötede, polis telsizinden gelen karmaşık sesleri dinliyor; Amelia ise Leo’dan uzaklaşmış, sessizce kendi sigarasını tüttürüyordu.
Patrick telefona baktı. Ekranda bir isim yanıp sönüyordu: “GALE WEATHERS”
Gözlerini kısmıştı. “Bu kadın ya kâbusum olacak ya da mezar kazıcımız,” diye mırıldandı ve telefonu açtı.
“Patrick Larson. Seni görmek ne güzel,” dedi telefondaki tanıdık ve tok ses. “San Francisco’dan çok uzak değilsin. Ve duyduğuma göre... Woodsboro geçmişi yeniden hortlamış.”
Patrick derin bir nefes aldı. “Senin burnun hâlâ kan kokusunu kilometrelerce öteden alıyor, ha Gale?”
“Ve sen hâlâ saklayamadığın şeyleri yüzünde taşıyorsun. Oraya geliyorum. Çoktan yoldayım bile.”
Telefon kapanmadan önce ekledi: “Jill Roberts firariyse, kameralarım da oradadır. Üzgünüm ama bu sadece senin hikâyen değil. Artık bizim hikâyemiz.”
Patrick elindeki telefonu yavaşça indirdi. “Harika...” diye homurdandı.
O sırada Ellie, Patrick’in yanına geldi. “O muydu?”
“Evet.”
“Gale mi?”
Patrick başını salladı. “Evet. Tanrım, felaket geliyor.”
Ve tam o anda, uzaklardan bir helikopter sesi yükseldi. Aracın iniş takımları yere değdiğinde kapılar açıldı, içinden tanıdık bir figür adım adım yaklaştı. Dizlerine kadar inen siyah trençkotu, sert topuk sesleri ve yüzünde yılların yorgunluğunu maskeleyen keskin bir gülümseme vardı.
Gale Weathers, yeniden sahnedeydi.
“Bu şehir hâlâ nefes alıyor mu?” dedi, rüzgârdan savrulan saçlarını eliyle düzelterek. “Yoksa sadece çürüyen bir hayaletten mi ibaret kaldınız?”
Amelia ona dönüp dikkatle baktı. “Bu kim?”
Patrick dişlerini sıktı. “Düşmanın da, dostun da olmadığı bir dönemin hayaleti. Basının canavarı.”
Gale dudaklarında o tanıdık gülümsemeyle yaklaştı. “Gale Weathers, memnun oldum. Her iyi hikâyede bir yazar olmalı. Ve ben, en ölümcül satırları yazmak için geldim.”
Gale Weathers’ın gelişi, sanki havadaki oksijeni bile değiştirmişti. Onun bulunduğu yerde sessizlik fazla uzun sürmezdi. Elindeki not defteri, kolunun altına sıkıştırılmış kamerası ve gözlerinin içindeki ışık, bir felaketin daha eşiğinde olduklarını haykırıyordu.
Ellie, Gale'e güvenmeyen bakışlarla yaklaşırken, Patrick kenarda telefonunu kontrol ediyordu. Amelia hâlâ Leo’ya göz ucuyla bakıyor, aralarındaki yeni ama garip bağı Patrick’in fark ettiğinin bilincinde göz temasından kaçıyordu.
Tam o esnada, adli tıp ekibinden biri, yüzü solgun bir halde onlara doğru yürüdü. Genç adam ellerinde bir dosya tutuyordu. Gözleri Patrick ve Ellie’yle buluştuğunda sesi çatallandı:
“Victor Larson... hakkında ilk bulgular geldi.”
Patrick doğruldu. Ellie yanında dikildi.
“Ne diyorsun?” diye sordu Patrick, sesi biraz titrekti. “İntihar... değil mi?”
Adli tıpçı başını hafifçe iki yana salladı. “Hayır... Görünüşe göre... bu bir cinayet olabilir.”
Bir anda havada bir uğultu oluştu. Gale gözlüğünü indirip başını yana eğdi. “Bunu haber yapmamı istemiyorsanız, beni net bilgilendirin. Cinayet mi dediniz?”
Ellie derin bir nefes aldı. “Nasıl yani? Babam kendini...”
“İp düğümü ters yönde,” diye araya girdi görevli. “Ve bileklerinde... mücadele izleri var. Ayrıca evde, hâlâ kimliğini belirleyemediğimiz metal bir nesne bulundu. Kan izleriyle uyumlu değil ama... önemli olabilir.”
Patrick’in dizleri hafifçe büküldü. Ellie elini kardeşinin koluna attı. O an, geçmişin gölgesi sanki yeniden boyunlarına dolanmış gibiydi.
Amelia, olan biteni bir adım geriden izliyor, Leo’nun yanına yaklaşıyordu. Ama gözleri, Victor’un ölümünün gerçek yüzünü öğrenmekten kaçmak ister gibiydi.
Gale ise çoktan defterine not almıştı:
“Larson ailesinde yeni bir sır. İntihar sandıkları şey, bir cinayet. Ve bu defa... katil çok daha yakınlarında olabilir.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 715 Okunma |
206 Oy |
0 Takip |
90 Bölümlü Kitap |