
Patrick’in hayatında kaybettiği her şey, sanki birer parça kaybolmuş bir yapboz gibi zihninde birbirine karışıyordu. Melissa’nın ölüm haberinin ardından, duygularının ne kadar ağırlaştığını ancak zamanla anlayabiliyordu. Şimdi, tam da cenaze töreni için toplanılan o odada, geçmişin tüm karanlıkları yeniden ortaya çıkıyordu. Baba olmanın acımasız yüzüyle yüzleşmeye başlamıştı.
Saat öğleden sonraydı. Cenaze evi, herkesin dolmuş olduğu karanlık odanın içinde boğucu bir sessizlik vardı. Patrick ve Ellie, Sally’nin ve Patrick’in çocuklarının gelmesini bekliyorlardı. Patrick, onlarla yüzleşmeye hazır değildi.
Ellie, kardeşinin sakinleşmesini beklerken, bir süreliğine kenara çekilmişti. Gözleri kız kardeşine kaydı; Amelia, duygularını bastırmaya çalışıyor ama belli ki o da öfkeyle doluydu. Ama ne olursa olsun, herkesin ruhu daralmıştı.
O sırada, kapı gıcırdadı ve Patrick’in eski eşi Sally ve iki çocuğu içeri girdi. Sally, Patrick’in eski karısıydı. Bir zamanlar evli olduklarında, çok güçlü bir bağ kurmuşlardı ama sonra yolları ayrılmıştı. Kızı Claire, yirmi beş yaşında, hâlâ Patrick’in gözlerinde minik bir bebek gibi hatırladığı bir kızdı. Oğlu ise Max, yirmi dört yaşındaydı. Max, Sally'nin yanına yaklaşarak sessizce selam verdi.
Sally, gözlerinde korku ve derin bir hüzünle Patrick’e yaklaştı. Onun duygusal çöküşünü görmek, geçmişin derin yaralarını tekrar açıyordu. Ne kadar da uzaklaşmışlarsa da, hala bir zamanlar aile oldukları gerçeği, havada asılı kalıyordu. O an, gözlerinden süzülen tek bir damla yaş, aralarındaki mesafeyi gözler önüne seriyordu.
Patrick, başını kaldırdı ve eski eşine doğru birkaç adım attı. Gözleri hala yaşlarla doluydu ama eski ilişkilerine dair hiçbir söz söylemeden, bir adım geriye çekildi.
Patrick:
"Claire, Max... Hoş geldiniz. Bunu beklememiştim..."
Claire, babasına doğru birkaç adım attı ve sadece bir sarılma ile karşılık verdi. Max, derin bir sessizlik içinde annesinin yanına oturdu. Sally ise Patrick’in duygusal çöküşüne kayıtsız kalmayarak, hafifçe başını salladı ve derin bir nefes aldı.
Sally:
“Patrick, üzgünüm. Bu acı… hepimiz için büyük bir yük. Melissa’yı kaybetmek…”
Ama Patrick, başını hafifçe yana eğerek, derin bir iç çekti.
“Benim için, hayatımda hiç kimseyi kaybetmek bu kadar zor olmamıştı. Belki de hâlâ onu seviyorum, bilmiyorum.”
Claire, babasının zor anlarını izleyerek yavaşça seslendi:
“Baba, biz buradayız. Ne olursa olsun, birlikte atlatacağız.”
Max, elini annesinin cebine koyarak sessizce gözlerini kısıp bakıyordu. Herkes, bu acılı ortamın içinde birbirinden uzak ama bir o kadar da birbirine bağlıydı.
Sally’nin sözleri, odada ağır bir sessizlik yarattı. Patrick’in gözleri, eski eşinin söylediklerine takılı kalmıştı. Claire ve Max, babalarına bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Sally, Patrick’in gözlerinin içine bakarak, yıllar önce kaybolan duyguları tekrar gündeme getirmişti.
Sally:
“Patrick... Bir zamanlar seni sevmiştim, gerçekten. Ama sen, bizi bırakıp gittiğinde, her şey değişti. O yüzden üzgünüm. Bizi kaybettin ama hepimizin hala seni sevdiğini unutmamalısın.”
Patrick, yıllar sonra ilk kez eski eşinin bu kadar açık sözlü olduğunu duyuyordu ve ne kadar doğru söylendiğini bilse de, buna ne diyeceğini bilemiyordu. Bundan yıllar önce, bu duygularla yüzleşmek istemediği için ayrılmışlardı.
Patrick:
"Sally, o kadar zor bir zaman geçirdik ki... Sen de bunu çok iyi biliyorsun. Ama senin için hiçbir şey değişmedi mi? Hala o eski duygularla mı hareket ediyorsun?"
Sally, derin bir nefes alarak cevap verdi:
“Bazen, bir insanı kaybettikten sonra fark edersin. Ama bir şeyi değiştiremezsin. Duygular, hep bir şekilde geri döner.”
O esnada Jill, odanın köşesinde durmuş, Sally’nin her sözünü dikkatle dinliyordu. Sally’nin Patrick’in geçmişini ve duygularını yeniden yıkması onu sinirlendirmişti. Jill, artık sabrını kaybediyordu.
Jill, sinirli bir şekilde Sally’ye seslendi:
"Yeter, Sally! Çenenizi kapatın artık. Bu artık zamanı gelmiş bir konuşma değil. Patrick’in yaşadığı acıları daha da derinleştirmeyin."
Odanın havası aniden gerildi. Sally, Jill’in yaklaşımına şaşkın bakarken, Patrick araya girdi.
Patrick:
“Jill! Ne yapıyorsun? O benim eski eşim, ne dediği beni ilgilendiriyor.”
Jill:
“Beni ilgilendiren bir şey değil mi? O zaman ne diye burada duruyorum? Bizimle bir ilgisi yok. Bunu kabul etmelisin, Patrick. Onu geçmişte bırakmalısın!”
Patrick, Jill’in söyledikleri karşısında biraz gerildi ve önceki sessizliği bozan tek şey, Sally’nin sinirli bakışlarıydı.
Sally, gözlerini devirerek Patrick’e doğru seslendi.
"Jill, sen ne kadar da rahatlıkla karar veriyorsun! Ne hakkın var benimle konuşmaya?"
Jill ve Sally arasındaki gerilim hızla arttı. Birbirlerine yaklaşırken, ortam iyice gerginleşti. Claire, endişeyle annesini tuttu.
Claire:
“Yeter! Bunu burada yapmayın! Lütfen.”
Ama o kadar sert bir tartışma çıkmıştı ki, artık herkes bu kavgayı durdurabilecek durumda değildi. Patrick, bir an önce ortamı sakinleştirmeye çalıştı ama kendisi de çabalarını yitiriyordu.
Patrick:
“Bu gerçekten şu an önemli mi? Hepimiz üzgünüz ve birbirimize daha fazla zarar vermek istemiyorum. Burada olmamız gereken tek şey, Melissa'yı anmak.”
Sally, derin bir nefes aldı.
“Evet, haklısın. Ama bunlar da gerçekler. Gerçekler her zaman zamanla yüzleşir.”
Jill, sinirli bir şekilde son bir hamle yaptı.
"Gerçekler dediğin, geçmişte yaşadığın bir hayalet. O kadar önemsediğiniz geçmişinizi bırakın ve şu anı yaşayın."
Gözleri, Patrick’in gözlerinde derin bir anlam arayarak, adeta geçmişe olan tüm öfkesini dillendiriyordu.
Patrick:
“Geçmişi, Sally. Geçmişi... Benim için o kadar zor ki bu.”
Sally, duygusal bir an yaşarken, Jill sinirle baktı ve salonu terk etti. Orada, birbiriyle savaşa girmiş iki kadın ve birbirinin acısıyla yüzleşen bir adam kalmıştı. Patrick ve Sally arasındaki gerginlik, her birimizin kalbinde keskin bir yara bırakmıştı.
Jill, gözleri dolmuş bir şekilde, öfke ve duyguların etkisiyle salondan çıktı. Her adımı, öfkesinin ve geçmişin yükünü taşıyor gibiydi. Patrick ve Sally’nin tartışması, ona geçmişindeki kırık dökük ilişkileri hatırlatmıştı. Kendini çaresiz hissediyordu. Sally’nin söyledikleri, aralarındaki gerginliği ve eski yaraları tekrar açmıştı.
Bahçeye doğru adım atarken, Jill, derin bir nefes alarak ağlamaya başladı. Önünde uzanan çiçekler ve bahçenin sakin atmosferi, içindeki fırtınayı bir nebze olsun dindiremiyordu. Yavaşça, elleriyle gözyaşlarını silerken, başını göğsüne yaslayarak hıçkırıklarıyla baş başa kaldı.
Ellie, Jill’in ardında olduğunu fark etti. İçindeki endişe, onu hemen arkasından koşmaya zorladı. Sally’nin ve Patrick’in tartışmasından sonra bu ikili arasındaki bağ daha da derinleşmişti. Jill’in acısını paylaşıyor, ona destek olmak istiyordu. Ellie, hızlıca Jill’in peşinden gitmeye başladı.
Jill, kendini dışarıda yalnız hissettiği an, birinin ona yaklaşacağını hissetmişti, ama yavaşça başını çevirdiğinde, Ellie'nin gözlerinde kaybolmuş bir sevgi ve endişe karışımı olduğunu gördü. Ellie’nin kalbi, Jill’in yalnız kalmaması için atıyordu.
Ellie, Jill’i kollarından sararak sımsıkı tutarken, Jill istemeden içindeki hıçkırıkları Ellie’nin omzuna gömmek zorunda kaldı. Ellie, Jill’in ağlamasına aldırmadan ona sarıldı, bütün vücut ağırlığıyla destek olmak istiyordu. Sadece birbirlerine yakın olmak, bu kadar büyük bir yükü hafifletmeye yetiyordu.
Ellie, çok nazik bir şekilde Jill’in kulağına fısıldadı:
“Ben buradayım, Jill. Ne olursa olsun, yalnız değilsin. Hep yanındayım.”
Jill, Ellie'nin bu sıcaklığıyla yavaşça sakinleşti. O kadar derin bir acı çekiyordu ki, Ellie'nin varlığı ona bir huzur vermişti. Başını Ellie’nin omzuna yaslayarak, gözyaşlarını daha fazla tutamayacak gibi oldu. Bu an, ikisi için de yeni bir dönemin başlangıcıydı.
Ellie, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Ne kadar zor olsa da, bu geceyi atlatacaklardı. Aralarındaki bağ, artık sadece bir dostluktan çok daha fazlasıydı.
Jill, zayıf bir gülümsemeyle başını kaldırdı.
“Teşekkür ederim, Ellie. Bunu hak etmedim, ama yine de... beni yalnız bırakmadın. Sana minnettarım.”
Ellie, gülümseyerek cevap verdi.
“Bunlar, dostluk dediğimiz şeyin temelleri. Bunu hak ettiğini çoktan biliyordum.”
İkisi de birbirlerinin kollarında kaybolmuştu. Bahçede sadece birbirlerine sarılarak, içsel acılarını paylaşarak, bu geceyi atlatmak için birbirlerine güç veriyorlardı.
Cenaze evinin kapıları yavaşça açıldı ve Leo, ağır adımlarla içeri girdi. O, her zaman soğukkanlı ve kontrolü elinde tutan biriydi, ama bugün yüzünde bir huzursuzluk vardı. Gözleri, odanın içinde insanların birbirlerine yaslanarak hüzünlü bir şekilde sessizce durdukları anı taradı. Cenazenin yapıldığı yer, Leo'nun içindeki karışık duyguları daha da yoğunlaştırmıştı. İçeriye girerken, salona göz ucuyla baktı; Patrick, Ellie, Jill ve diğer yakınları büyük bir acıyla baş başa kalmışlardı.
Leo’nun içi, özellikle Patrick’in gözlerinde gördüğü boşlukla acı ve empatiyle dolmuştu. Patrick, son zamanlarda içine kapanmıştı. Leo, ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Ama o an hissettiği en büyük şey, acıyı anlamak değil, yalnızlığıydı.
Cenazede kimse ona yaklaşmamıştı. Leo, kalabalık arasından geçerek, Jill ve Ellie’nin yanında bir yere oturdu. Ellie, başını kaldırıp Leo'yu görünce hafifçe gülümsedi, ama yüzündeki hüzün, Leo’ya da yansımıştı.
Ellie, Leo’yu fark edince, derin bir nefes aldı ve yanına oturmasını işaret etti. "Leo," dedi, sesi kısıktı, "Hoş geldin. Burası... biraz zorlayıcı olabilir, ama seni görmek iyi oldu."
Leo, başını sallayarak karşılık verdi, "Bunu tahmin edebiliyorum." Yavaşça koltuğa oturdu, ellerini kucakladı ve derin bir nefes aldı. "Burada olmak zor. Ama hepimiz için bir şeyler kayboldu."
Leo'nun cümlesi, salondaki sessizliğe karıştı. Zamanın derinliklerinden gelen duygular, herkesin içinde bir ağırlık bırakıyordu.
Patrick, cenaze evinin köşesinde tek başına duruyordu. Gözleri, sanki ne olduğunu anlamaya çalışan bir boşluk gibi donuk görünüyordu. Leo, kısa bir süre sonra ona yaklaştı. "Patrick," diye seslendi, "Nasılsın?"
Patrick, derin bir nefes alarak başını kaldırdı, "Nasılsın? Bunu bana soruyorsun, Leo?" dedi, sesinde acı ve öfke karışımı vardı. "Bunu hep birlikte yaşadık, ama sanırım yalnız kaldık."
Leo, Patrick’in içindeki acıyı daha da yakından hissedebiliyordu. "Hepimiz kaybettik," dedi ve aralarındaki boşluğu biraz daha sıkılaştırmaya çalıştı. "Ama senin için oradaydık, Patrick. Her adımda senin yanında olacağız."
Patrick’in gözlerinde bir şeyler değişti. Hüzün, gözyaşları yerine öfke olarak dönüştü. "Olan biteni değiştiremeyiz," dedi, ama içindeki acı yine oradaydı. "Ama bir tek gerçek var, Leo. Kimse beni anlamıyor."
Ellie, uzaklardan seslendi, "Patrick..." Ama Patrick, ona dönmedi. Sadece başını öne eğdi.
Jill, gözlerinden akan yaşları silerek kalktı ve Patrick’in yanına doğru yöneldi. Onun acısını hissediyor, ama aynı zamanda bu acının büyüklüğü karşısında nasıl bir adım atacağını bilmiyordu.
Birkaç dakika sonra, Leo’nun yüzüne yansıyan bir şey vardı. “Bazen, insanın içindeki acı o kadar büyür ki, nehrin sularına sığınmak ister.”
Jill ve Ellie, Leo’nun söylediklerine derinden bir şekilde kulak verdiler. Ama bir şey daha vardı, her anın içinde bir karanlık vardı. Bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Bu cenaze, geçmişin ve geleceğin birleşim noktasıydı.
Ama, işlerin yoluna girmesi için sadece tek bir şey gerekiyordu: Zaman.
Cenazede herkesin birbirine sarıldığı, hüzünle dolu anların ardından, Jill bir an için sessizliğe büründü. Ellie, Patrick’in yanına gittiği için yalnız kalan Jill, bir süre etrafına bakındı. Yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi, gözlerinde, içinde bulunduğu karmaşık duygulara rağmen bir mizah vardı. Leo’nun, cenaze evindeki kalabalığın bir köşesinde sessizce duran halini fark etti.
Hızla yürüyerek yanına gitti. Leo, cenaze için gelmiş olmasına rağmen, yüzündeki ifadeyi gizlemekte zorlanıyordu. Gözleri, içindeki karışıklığı dışa vuruyor gibiydi. Jill, ona yaklaşırken, kasvetli atmosferi biraz olsun bozmaya karar verdi.
“Görünüşe göre, Patrick'in kafayı sıyırdığını biliyor musun?” dedi Jill, Leo’nun dikkatini çekerek alaycı bir şekilde. Gözleri, adeta bir meydan okumaya dönüşmüş, suratı ise tipik Jill tarzında sarkastik bir gülümseme ile donanmıştı.
Leo, ona bir an için garip bir şekilde bakıp, sonra alaycı bir şekilde başını salladı. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu, ama sesi yumuşak ve biraz da kararsızdı. Jill’in söyledikleri, ne kadar ciddiyse, içindeki huzursuzluğu daha da arttırıyordu.
“Bunu görünce anlamadın mı?” Jill devam etti, gözlerinde eğlenceli bir parıltı. “Patrick, her geçen gün biraz daha dibe batıyor. Bir bakışta kaybolmuş gibi, ama hepimiz ne olduğunu biliyoruz, değil mi?” Gülümsemeyi kesmeden, Leo’ya baktı.
Leo, biraz sabırla cevap verdi, “Jill, senin bu şekilde yaklaşman, gerçekten de doğru zamanı bulmuş olamazsın.”
Jill, ona göz kırparak konuşmasına devam etti. “Evet, belki de. Ama işin garip yanı, hepimizin fark ettiği bir şey var. Patrick’teki değişimi.” Cümlesini bitirirken gözleri yine karanlık bir ironiyle parlıyordu. “Bence, Patrick o kadar kafayı sıyırdı ki, herkesin önünde bunu görmek zor. Ama, Leo, bazen kaybolan birinin gerçek yüzünü görmek daha kolaydır, ne dersin?”
Leo, Jill’in sözlerine daha fazla kulak veremedi ve yüzünde belirgin bir öfke belirdi. “Jill,” diye mırıldandı, “Böyle konuşarak hiçbir şeyi düzeltemezsin.”
Jill, Leo’nun bu tepkisinden memnun bir şekilde gülümsedi. “Belki de düzeltemem, ama söylediklerimi görmezden gelemeyeceksin.” dedi, kelimeleri adeta yudumlayarak.
O sırada, Jill’in sözlerinden bir süre sonra, Patrick’in bağırışı bir anda duyuldu. Cenaze odasında yankılandı, içeriye girmeden önce patrick’in zorlanmış, öfkeli sesi etrafı sarıyordu.
“Bu ne biçim dil!” Patrick, oldukça kızgın ve kontrolünü kaybetmiş bir şekilde bağırıyordu.
Jill, Leo’ya bir kez daha baktı. “İşte, Patrick’in sıyırdığı an bu.” dedi. “Ama biz hep aynı şeyi yaşadık, değil mi?” Gözleri parlıyordu.
Leo, biraz daha sabrederek bakışlarını Jill'den aldı ve Patrick'e yöneldi. O sırada Jill'in alaycı tavrı, Leo'nun içindeki sabrı test ediyordu. Ama ne olursa olsun, Leo da Patrick’in yanında olmak zorundaydı.
Jill, son bir kez gülerek içeri doğru adım attı. “Hadi bakalım, haydi içeri girin. Patrick’in kafasını sıyırmadan bu cenaze bitmez.”
Leo ise, gergin bir şekilde içeri doğru ilerledi, Jill’in sözlerinin etkisinde kalmadan sadece bir adım daha attı.
Cenaze sonrası ortam, yoğun bir şekilde duygusallıkla kaplanmıştı. Patrick, hala salonun köşesinde öfkeyle ellerini ovuşturuyor, gözleri fazlasıyla kırmızıydı. Sally ve çocuklarıyla yaptığı kısa konuşma da sinirlerini yatıştırmaya yetmemişti. Diğer yandan, Jill ve Ellie bir kenara çekilmiş, sohbet ederken daha da yakınlaşmışlardı. Aralarındaki çekim, her geçen dakika biraz daha derinleşiyordu. Ellie’nin gözlerinde yorgunluk vardı, ama Jill’in sıcak bakışları ona bir anlamda rahatlık veriyordu.
Jill, Ellie’yi hafifçe yanına çekti. “Burası sadece acı veriyor, biliyor musun?” dedi. “Ama burada seninle olmak, her şeyin daha kolay olmasını sağlıyor.” Sözleri çok derindi, tıpkı içindeki boşluğu anlamlı şekilde doldurmak ister gibi.
Ellie, hafif bir gülümsemeyle Jill’e baktı. “Bu kadar zor değilmiş gibi, böyle bir anı birlikte yaşamak...” diye mırıldandı. Ellerin birbirine dokundu, gözler birbirine kilitlenmişti. Birçok şeyin değişmiş olduğunu hissediyorlardı.
Aniden, aralarındaki mesafe daha da daraldı. Gözlerinin derinliklerinde bir şeyler kaynıyordu. Ellie, başını eğerek Jill’in dudaklarına yaklaştı ve ikisi de birbirlerine doğru adım attılar. Bir öpücük, gecenin sessizliğinde yankılandı.
O an, Amelia salonun kapısından girdi. İlk başta ne olduğunu anlamadı, ama odada farklı bir hava olduğunu hissetti. Ellie ve Jill’in arasında kesişen bakışlar ve baştan çıkartan dokunuşlar Amelia'nın dikkatini çekti. Hemen şaşkın bir şekilde duraksadı.
“Pardon...” dedi, sesindeki incelik ve tuhaflık arasında. Ellin’in ve Jill’in hemen aralarındaki mesafeyi açmalarına sebep oldu.
Ellie, hemen kendini toparlayarak, hafifçe başını eğdi. “Amelia, bunu... ben...” diye söze girmeye çalıştı, ama sözlerini toparlamakta zorlanıyordu.
Jill ise, gözlerinde hafif bir gülümseme ile, “Hiç de yanlış bir şey yoktu, Amelia. Ama evet, sanırım biz... biraz daha dikkatli olmalıydık.” dedi, tavırları alışkın olduğu bir şekilde biraz alaycıydı.
Amelia, hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “Yok, yok... sorun değil. Ben sadece... pardon, siz... bir şeyler söylemek istedim, ama sizi rahatsız etmek istemem.” dedi ve hızla odadan çıkmak için hareket etti.
Ellie, Amelia'nın odadan ayrıldığını görünce derin bir nefes aldı. İçindeki karışıklık artmıştı. Jill’in söyledikleri, bir şekilde ona huzur veriyordu ama diğer yandan bu samimiyetin ne kadar doğru olduğunu sorguluyordu.
Jill, Ellie’ye dönerek, “Görüyor musun?” dedi. “Kimse burada doğru şeyi yapmıyor, ama bazen buna dayanmak gerekiyor.”
Ellie, bir an için hiçbir şey söylemeden sadece Jill’e baktı. Hızla olan biteni kafasında toparlamaya çalıştı. O an aralarındaki çekim, daha da büyümüş gibiydi. Fakat, bu dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Cenazeden sonra evdeki atmosfer oldukça gergindi. Patrick'in duygusal çöküşü, Sally'nin geçmişiyle yüzleşmesi ve Jill ile Ellie arasındaki gerilim hepsi bir araya gelmişti. Havanın ağırlaşmış olması, herkesin ruh halini etkiliyordu. Ancak, bu karmaşa içinde Sally'nin sabrı da tükenmek üzereydi.
Bir anlık sessizlikten sonra, Sally, Jill'e doğru dönüp sert bir şekilde, "Buna karışmak zorunda değildin," dedi. Sesi, boğazındaki tıkanıklığına rağmen netti. "Her boka burnunu sokma Jill, bunu sana açıkça söylüyorum. Eğer başka bir kez araya girersen, sonun hiç iyi olmayacak."
Jill, hafifçe başını eğdi ve gözleri Sally’nin yüzünde sabitlenmişti. "Sally, sadece insanlara yardım etmeye çalışıyorum," dedi ama sesinde en ufak bir korku yoktu. "Herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiğini biliyorum, ama bazen başkalarına ihtiyaçları olduğunda bunu hissetmek zorundayız."
Sally, sert bir şekilde gülümsedi. "Yardım etmek mi? Hadi canım. Kendi oyununu oynamaya çalışıyorsun ama ben seni iyi tanıyorum. Her zaman bir şekilde devreye giriyorsun. O yüzden sana bir uyarı yapıyorum; artık karışma, yoksa seni yerle bir ederim."
Jill, sakin kalmaya çalıştı ama gözlerinde bir parıltı belirdi. “Bunu denemek mi istiyorsun, Sally?” diye sordu, sesindeki alaycılık keskinleşmişti. “Sana zarar vermek niyetinde değilim, ama seni tehdit etmeye çalışmak da... pek sağlıklı bir şey değil. Seninle yüzleşmek isteyen biri varsa, o da ben olabilirim."
Sally’nin gözleri iyice kararmıştı. Jill’in söylediği sözler ona bıçak gibi batmıştı. “Bir kez daha bu tür bir laf edersen, seni düşündüğünden çok daha hızlı ve acımasızca yerle bir ederim,” dedi ve vücudu sertleşti.
Ellie, Sally ve Jill’in arasındaki gerilimden rahatsız oluyordu. Hızla aralarına girmeye çalıştı, ama Sally’nin tavrı daha da sertleşmişti. “Artık, Jill... hadi git,” dedi Sally, her kelimesiyle tehdit ediyordu. “Burada seni istemiyorum, gitmeden önce hayatının en kötü kararını verdiğini unutma."
Jill, bir süre Sally’yi izledikten sonra derin bir nefes aldı ve yavaşça başını salladı. "Bunu sen seçtin," dedi. “Her şeyin bir bedeli vardır Sally. Savaş başlarsa, sonu nasıl olacak göreceğiz."
Jill, sessizce Sally’ye bakarak geri adım atıp, salonu terk etti. Ellie de kısa bir süre sonra arkasından gitti, ama geride kalanların gerginliği hâlâ hissediliyordu.
Sally, sonrasında derin bir nefes alıp ellerini ovuşturdu. Jill’i tehdit etmeyi düşündüğü kadar, onunla uğraşmak zorunda kalacağı bir savaşa hazır değildi. Ama savaş başlamak üzereydi, ve bu defa farklı olacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 715 Okunma |
206 Oy |
0 Takip |
90 Bölümlü Kitap |