
LAVİNİA
Merhaba arkadaşlar, ilk defa kitap yazıyorum lütfen destek olursanız mutlu olurum, askeri bir kurgu kitabım. şimdiden iyi okumlar lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayınnn.
BARUT KOKUSU
1. Bölüm
Ankara – Beş Yıl Önce
Üç gündür süren o kalp ağrısı, bu sabah yeniden kendini hissettirdi. Öyle bir ağrıydı ki, tam göğsümün ortasına oturmuş, nefes almamı bile zorlaştırıyordu. Son üç gündür ne nefes alabiliyor ne de uyuyabiliyordum zaten. Uyku, insanı yüklerinden uzaklaştıran, huzura kavuşturan kısacık bir zaman dilimiydi ama şu an en çok ona muhtaçtım. Uykulu gözlerimi sınıfın penceresine dikmiş okul bahçesinde tek tük olan öğrencileri izliyordum. Sınıfta boğazı yırtılırcasına bağıran Sevda hoca hiç dikkatimi çekmezken kendimi bir yerlere odaklamaya çalışıyordum. Yapmak istediğim aslında kendimi oyalamaktı. Kafamdaki sesler hiç susmazken artık dayanma gücümü kaybettiğimi düşünüyordum.
Beni kendime getiren okulun ziliyle derince bir nefes çektim ciğerlerime. Yerimden hızlıca kalkarken acele bir şekilde eşyalarımı, okul kitaplarımı toplayıp çantamı aldığım gibi kapıya yöneldim. Hemen eve gitmeli, günlerdir beklediğim telefonun gelip gelmediğini öğrenmeliydim. Benim sabırsız tavrım sıra arkadaşım Hülya’nın dikkatini çekmiş olmalı ki kolumu tuttu ve endişeli bir yüzle bana baktı.
Kısa sarı saçları ve kahve gözleri onu şirin gösteriyordu. Gözleri yüzümü incelerken bende gördüğü her neyse hoşuna gitmediği kısılan gözlerinden belliydi.
“ Umay, iyi misin? Kaç gündür konuşmuyorsun, geç gelip dersler biter bitmez koşarak gidiyorsun.” dedi.
Gelen soruya nasıl cevap vermem gerektiğini bilemeyerek dolan gözlerimi kırpıştırdım, kolumu onun ellerinden yavaşça çekerek kurtardım. Boğazımda oluşan düğümü yok etmek için yutkunmaya çalıştım ama uğraşlarım boşaydı, burnum sızlamaya başlamıştı bile.
“ Gitmem gerek Hülya, konuşacak vaktim yok. Sonra anlatırım.” Kısık çıkan sesime rağmen hareketlerim fazla aceleciydi.
Verdiği cevabı bile dinlemeden hızla okulun merdivenlerinden indim. Kapıdan çıkan öğrencilerin arasına karışarak sokağa attım kendimi.
Ankara her zaman olduğu gibi kalabalık ve bir yerlere yetişme telaşı ile doluydu. Kalabalığın içine karışarak her şeyden soyutlanmak ve uzaklaşmak isteği doldu içime. İnsanlar bir o yana bir bu yana koşuştururken benim ayaklarım birbirine dolanıyordu. Ankara’nın ayazı insanın ruhunu bile üşütürdü, insanlar üstlerine aldıkları ceketler ve montlarla ısınmaya çalışırken ben rüzgârı hissetmek için üstümdeki ceketi çıkarttım. Sert rüzgâr saçlarımı birbirine karıştırırken içimdeki ateş ve endişeye iyi gelmesini bekliyordum.
Aklımdaki düşünceler içinde, bir saatte gelmem gereken yolu bitirip bahçeli, iki katlı evimizin önünde duruyordum. Sarsak ve aceleci adımlarım beni çabucak evime getirmişti. Gözlerim hemen ikinci katta bulunan, perdeleri ayda yılda bir açılan odaya daldı. Siyah perdeleri yine çekiliydi. İçeriye sızmaya çalışan gün ışığını dışarda bırakmak için özel almıştık onları. Sırf rahat uyuması için. Hem sabırsız hem de büyük bir merakla bahçenin içine girip kapıyı çaldım.
Kapıyı açan annemin kızarmış kahverengi gözlerine baktım. Bir cevap, bir haber aradım. Bunu anlamış gibi:
“ Hâlâ bir haber yok, bekliyoruz.” Titreyen sesinde hissettiği endişe apaçık anlaşılırken gözlerini benden kaçırdı. Bana hissettirmek istemediğini anlamıştım ama onun fark etmediği şey benim kemiklerime kadar onun endişesi ile dolu oluşumdu.
Duyduğum cümleyle omuzlarım düştü ama ona hissettirmemek için yumuşak bir sesle, “ Bekleyelim anne, arar...” dedim.
İçeriye girdiğimde evde ki ıssızlık ürperticiydi. Annemin her an dinlediği radyonun sesi kesilmişti. Evde temizlik yaparken müzik dinlemeyi sevdiği için anneler gününde ona hediye olarak radyo almıştık. Beklentimizin üstünde bir sevinçle karşılamıştı hediyemizi.
Babamın sürekli izlediği haber kanalı kapalıydı. Bu sessizliğin amacı çalan telefonu duymak içindi. Çalmasını beklediğimiz telefonun.
Saatler geçmiş, akşam beşi bulmuştu bile. Ben babamın kolunun altına girmiş, öylece ondan medet umarak oturuyordum. Bunu fark etmiş olacak ki kolumu okşayarak,
“Kızım, merak etmeyin artık. Ben de göreve gittiğimde günlerce arayamıyordum, unuttun mu? Abinin işi vardır mutlaka, arar.” dedi.
Kafamla onayladım. Bizi sakinleştirmek ve rahatlatmak için günlerdir aynı sözleri söylüyor, gülümsemeye çalışıyordu. Ama annem de ben de, onda kopan fırtınaların farkındaydık. Biz ihtimalleri tahmin ederken, o ihtimalleri biliyordu. Ve bu ihtimaller onu, dağ gibi duran babamı üç günde yaşlandırmıştı sanki. Saçındaki beyazlar bana artmış gibi geliyordu. Belki bir iki kilo bile vermiş olabilirdi çünkü günlerdir bizi yemek yemeğe zorlarken kendisi tek lokma yememişti.
Yerimden kalkıp mutfağa gitmek için koridora çıktım. Mutfak kapısından girerken, yanında bulunduğum dış kapının ziliyle yerimde durdum. O zilin ne demek olduğunu, bana neler getireceğini bilmeden, bir heyecanla açtım.
Karşımda koyu yeşil üniforma giymiş, omuzlarında rozetleri olan kırk-kırk beş yaşlarında bir adam duruyordu. O üç günlük kalp ağrısı gitmiş, yerini kesik bir acıya bırakmıştı. Kafamı adamın arkasına çevirdiğim an iki kadın asker gördüm, en son ambulansı fark ettim. Kapının ardında heyecanla aldığım nefes ciğerlerimde sıkıştı. Duyduğum sesle tekrar karşımda, gözleri kızarmış, elini nereye koyacağını şaşırmış adama çevirdim.
“Kızım, baban evde mi?” soğuk ama kırgın bir sesle konuştu.
Anlamıştım. Anlamıştım ama nefes alamamıştım. Sadece kafamı salladım.
Ben hareketsiz öylece kalmışken adam yavaşça yanımdan geçerek içeri girdi. Ben kapının önündeki ambulansın renkli lambalarına takılı kalmıştım. Kapının önüne toplanan kalabalıkta gezdirdim gözlerimi. Komşularımız, arkadaşlarım, abimin arkadaşları... Herkes anlamıştı ne olduğunu.
İçeri giren adamla annem ne olduğunu çoktan anlamış, acı bir şekilde:
“ALİ!” diye çığlık atıp yere yığılmıştı.
Emekli bir tuğgeneral olan babam ise gözleri dolu ama tek damla yaş dökmeden, kafasını gururla kaldırdı:
“ Vatan sağ olsun!” diyerek annemin yanına çöktü.
Ben ise hâlâ kapıya bakarak abimi bekliyordum. Söz vermişti, gelecek ve bana çiçekler getirecekti. Kapıya dikili gözlerimi, yanıma yaklaşan kadına çevirdim. Gözleri kızarmıştı. Titreyen elini omzuma koydu:
“Ben Ali’nin görev arkadaşı Işıl. Bunu sana vermemi istedi” yorgun çıkan sesiyle zar zor konuşuyor gibiydi.
Diğer eliyle avuçlarımın içine, ucu mermiyle delinmiş, abime ait olduğunu anladığım künyeyi bıraktı.
O an tekrar kapıda ilk kez gördüğüm adama diktim gözlerimi. Zor nefes aldığı o kadar belliydi ki... O, âşık olduğum yeşilin en güzel tonu olan üniformaya sığamıyordu.
O gün, o renkten... Yeşilin her tonundan nefret ettim.
O renk, abimi benden almıştı.
İstanbul – Beş Yıl Sonra
Renkler, hayata anlam veren en önemli şeylerdi benim için. Doğa renklerle oluşur, gün renklerle doğar, renklerle batardı. Ruha en iyi gelen gökyüzünün mavisi huzur verirdi mesela; güneşin kızılı insanın içini ısıtır, âşık olma isteği uyandırırdı. Her rengi severdim; benim için hepsinin ayrı bir anlamı vardı ya da ben onlara anlamlar yüklüyordum.
Ama yeşil... Bir zamanlar en sevdiğim, huzur bulduğum o renk artık bana ölümü, acıyı ve hasreti hatırlatıyordu. Uzun uzun baktım gözlerime; yeşilin en koyu tonu olan, bana onu hatırlatan gözlerime... Yeşili ben onun gözlerinden sevmiştim. İlk gördüğüm gözlerdi galiba, çünkü hep hatırımdaydı. Gün onunla başlar, onunla biterdi. Benzeyen tek yerimiz gözlerimizdi zaten onunla; onun saçları kahveye yakınken benim saçlarım inadına kızıldı.
Dünyadaki en büyük acı mıydı bilmiyorum ama, benim için en büyüğü onu kaybetmekti. İnsanlar sevdikleri kişilerin kıymetini kaybetmeden önce bilmezler derler. Ama ben onun kıymetini her zaman bildim ve onu çok sevdim. Neden gitmişti ki benden?
Çocukluğumun başkahramanıydı. İlk aşkım, küçük babamdı o benim.
Babam göreve gittiğinde onun yokluğunu bana bir an bile hissettirmemek için elinden geleni yapardı. “Çilli kızım” derdi bana. Ben çillerimden nefret eder, onları kapatmak için türlü şeyler sürerken, o hep şöyle derdi:
“ Çillerin sana o kadar yakışıyor ki, yıldızların geceyi süslediği gibi süslüyor seni. Ve ben en çok çillerini seviyorum.”
Aramızdaki bağ, abi kardeş ilişkisinden çok baba kız ilişkisi gibiydi. Ankara sokaklarında oynayarak büyümüş, dünya telaşından hep uzak kalmıştık. Babamız askerdi; uzun görevler için evden ayrılır, bizimle sadece annemiz kalır, bizimle birlikte baş etmeye çalışırdı. Mutlu çocuklardık aslında ama abim babama her zaman hayrandı. Kendini ona kanıtlamak istiyordu. Meslek seçimi bile bu hayranlıktan dolayı askerlik olmuştu.
Yemin törenini bile hatırlıyorum. Çok mutlu ve gururlu bir şekilde babama bakıp tekmil vermişti. Çok gençti... Hayatta yaşaması gereken çok şey vardı. Ne âşık olmuş, ne de birini sevmişti. Yirmi yaşında ayrıldığı evine, yirmi beş yaşında, âşık olduğu bayrağa sarılı bir tabutla geri gelmişti.
Ankara o zaman benim evim olmaktan çıkmış, nefesimi kesen bir şehir olmuştu.
Hiç vedalaşamadık onunla. Hep, "Geri dönünce ararım," der, kapatırdı o telefonu. Beklerdim onu. O gün de çok bekledim ama o telefon hiç çalmadı. Ondan bana kalan son şey ise boynumdan hiç çıkarmadığım, ucunda mermi deliği olan asker künyesiydi. Yanımdan asla ayırmazdım; kalbimin üstünde taşırdım ki her zaman yanımda olsun istiyordum.
Daldığım yerden Elif’in sesiyle çıktım ve gözlerimi ona diktim.
“Hadi Umay, sahne hazır. Çıkman gerekiyor,” demesiyle hareketlendim. Makyaj aynasının karşısından kalkıp boy aynasından kendime bakıp üstümü kontrol ettim. Mini, siyah, hafif dekolteli kıyafetime bakarak doğal turuncu, uzun saçlarımı düzelttim. Saçlarım omuzlarımdan dökülürken uçlarında oluşan bukleleri parmaklarımla tekrar kıvırdım. Kolyemi elimle yoklayarak göğsümü hava ile şişirdim. Yanımda her zaman abim Ali’yi hissetmek için sıkı sıkı tutup öptüm ve elbisemin içine yerleştirdim.
Bu kolye son beş yıldır boynumda olan tek şeydi. Asla başka bir kolye ile değiştirmeye cesaret edememiştim. Neden bilmiyorum ama boynumdan çıktığı an abimi gerçekten kaybedeceğimi düşünüyordum.
Konservatuvarı bitirmiştim bu beş yılın içinde. Ailem her zaman beni desteklemiş, yanımda olmuşlardı daima. Bir yıldır ünlü bir eğlence mekânında sahne alıyordum. Bana iyi gelen ve beni iyi hissettiren tek şey şarkı söylemekti. Beni bu dünyadan, acılardan, anılardan uzaklaştırıyordu sanki.
Hala arkamda dikilen Elif’e döndüm, elinde saç spreyi ile beni bekliyordu. Belli ki yine işini sağlama almak için uğraşıyordu. Çünkü saclarım kendi dalgası dışında herhangi bir işlemi kabul etmiyor bir saat içinde kendi haline geliyordu. Ve bu da Elif’i çıldırtıyordu.
“Onu kafama sıkmayı düşünmüyorsun dimi?” merakla soru sormuyordum bunu yapmaması için uyarıyordum ama karşımda duran Elif kendinden çok emin bir şekilde konuştu.
“Tabi ki sıkacağım, eserimin bozulmasına asla izin vermem.” Diyerek üstüme yürümeye başladığında hızlıca kaçamaya çalışarak kapıya yöneldim.
“Olmaz Elif! en son sıktığında sahnede yağlı gibi parlamıştı ve kaskatı olmuştu.” Ben ondan kaçarken o arkamdan emin adımlarla geliyordu.
Bu kız beni rezil etmek için yaşıyordu resmen.
“Umay buraya gel çabuk! Ayrıca o spreyin simli olduğunu nerden biliyim ben!” nerden biliyim ben mi? Dansçı kızlardan gizli gizli aşırdığını bilmiyorduk sanki.
“Yalan söyleme! Didem geçen gece deli gibi spreyini arıyordu.” Konuşurken hala koridorda ondan kaçıyordum.
“Aaa, ne belli Didem’in spreyi olduğu?” sesi kısık çıkınca kıkırdadım. Oda bal gibi Didem’in olduğunu biliyordu.
Sahnenin arkasında programın akışını planlayanlar ve Fatih bir şeyler konuşuyordu. Aklıma gelen fikirle adımlarımı hızlandırıp Fatih’in arkasına geçtim. İlk önce ne olduğunu anlamayıp şaşırırken karşıdan gelen Elif’i görünce bir şeyler döndüğünü anladı.
“Siz ikiniz gene ne halt ediyorsunuz? Sahnene iki dakika kaldı Umay bilmem farkında mısın?” Sesi sitemli çıkarken gözleri etrafında dönen bizdeydi.
Elif elindeki spreyi bir oraya bir buraya sıkarken kafamı nişan alıyordu ama bunda oldukça kötüydü çünkü sprey Fatih ve çalışanların gözüne girmişti. Hepsi gözlerini ovuşturuyordu.
“Ben farkındayım ama Umay farkında değil! Sahneye çıkınca saçları düşmesin diye uğraşıyorum. Umay sabit dur sprey sen hariç her yere gidiyor.” Dediğinde artık gülüyordum.
Fatih kızarak Elif’i yakalamak isterken kollarını görmediği yerlere sallıyordu. “Umay’ın saçlarını bilmeme ama bizim gözlerimiz düşecek, bırak şunu!”
Sahneye çıkmam gerektiği için Fatih’i omuzlarından tutup Elif’e doğru ittim. Sahneye çıkarken arkama bakmadan bağırdım, “Özür dilerim!”
Sahneye çıkınca nefeslenerek kendime gelmeyi bekledim. Şimdilik yırtmıştım ama sahne sonrası Elif beni öldürecekti. Selam vererek yerimi aldım. Masalara oranda yukarda kalan sahne tüm masaları rahat bir şekilde görmemi sağlıyordu. Tüm masalar dolarken yukarda kalan localarda gözlerimi gezdirdim. Genellikle özel misafirleri orada ağırlardık ama beni dinlemek isteyenler hep bana yakın masalarda oturmayı tercih ederlerdi. Arkamda kalan minik orkestra vardı.
Karanlık sahnede bir tek benim üzerimde ışık vardı. Bir elimle mikrofonu tutarak şarkıya giriş yaparken gözlerim, her zaman olduğu gibi, kendiliğinden kapandı. Bunu bile isteğe yapmıyordum ama böyle şarkı söylerken daha güçlü hissediyordum kendimi. Arkamdan gelen müzik ile sözleri okumaya başladım.
Hep başa geri dönüyorsan
Nafile beni soruyorsan Sorma
Kendini boşa yorma
Bak sana kapalı bu yollar
Sanma hep iyi bir son var
Sanma
Boş yere buna kanma
Zaman ödemez kefaretini
Sanma siler gidişini
Hiçbir iyi söz dilinde dönen
Unutturamaz ihanetini
Öyle bir kader ki bu
Öyle bir ceza bana
Bin kere vursan da ölmem ölmem
Son bir sözü varsa
Hayatın kullarına
Asla deme asla dönmem dönmem
Gözlerimi açtığımda alkış seslerini yeni duyuyordum. İnsanlar silik bir şekilde görünürken küçük bir tebessümle teşekkür edip son şarkıma geçerek sahneyi bitirdim. İnsanların beni alkışlaması ruhuma merhem gibi dokunurken küçük bir selam verip sahneden indim. Sahne arkasında duran Çağıl gülümseyerek bana bakınca bende ona minik bir gülümseme ile karşılık verdim
“Yine harikaydınız Umay Hanım.” Dediğinde gülümsemem büyüdü. Bunu her akşam söylerdi ve beni mutlu ederdi.
“teşekkür ederim Çağıl, siz olmasanız ben de bu kadar kolay şarkı söyleyemem. Bütün işi siz yapıyorsunuz.” Dediğimde yalan söylemiyordum. Ben sahneye çıkmak için iki saat öncesinde gelirken onlar sabahtan gelip bütün günü planlayıp, her şeyin yolunda gitmesini sağlıyorlardı. Bana ayrılan odaya geldiğimde Elif hazırlanmış, beni bekliyordu.
“Çok iyiydin yine, kiraz çekirdeğim.” Diyerek kocaman bir gülümsemeyle bana baktı. Belli ki sahne arkası yaptığımız cebelleşmeyi çoktan unutmuştu. Zaten bana küs kalma süresi iki saat bile sürmezdi. Evde kavga etsek bile benimle küs uyuyamaz, yatakta dönüp durur dayanamayıp yastığını alıp yanıma gelirdi, hiç ses çıkarmadan sadece yanıma yatar uyurdu. Onunla diyaloğumuz böyleydi bizim. Canı sıkkın olan, hatalı olan yastığını alıp yatağa gelir ister konuşur isterse sessizce uyurdu.
Ah, Elif… En yakınım, can arkadaşımdı benim. Onunla üniversitenin bahçesinde tanışmıştık.
Üniversitenin ikinci haftasına girmiştik. Herkes etrafında kalabalık arkadaş gruplarıyla oturup eğlenirken ben bir kenarda oturmuş kiraz yiyordum. Hayır yani, ne ara bu kadar samimi oldunuz, anlamadım ki. Ben insanlara göz gezdirirken, aynı odada kaldığım diğer iki kızı görünce hızlıca kafamı eğerek saklanmaya çalıştım. Biri çok vıcık vıcık, sürekli el kol temasında bulunuyordu ve ben temas sevmezdim. Diğeri desen, “Allah’ım neden ben, neden?” diye isyan ettirecek kadar sinir bozucuydu; her şeye bir yorum yapıyordu. Ve nedense sesinin benden iyi olduğunu iddia ediyor, sürekli şarkı söylemeye çabalıyordu. Evet, çabalıyordu; çünkü tavuk gırtlaklıyorlarmış gibi sesler çıkarıyordu her şarkı söylediğinde.
Onlar önümden beni fark etmeden geçerken derin bir "oh" çektim. Çekmez olaydım; ağzımdaki kiraz çekirdeğini unutmuştum, ikisine görünmeyeceğim diye. Ben öksürürken arkamdan bir el sırtıma dokundu. "Ulan, vallahi gidiyorum ha." Arkamdaki el daha hızlı vurunca beni boğan kiraz çekirdeği bir anda elime düştü. Bu sefer gerçekten "ohh".
Arkamı döndüğümde, esmer, hemen hemen benim boylarımda, uzun kahverengi saçlara sahip bir kız, kahverengi gözleriyle bana bakarken gözlerinde endişe vardı, “İyi misin?” diye sordu. Kendimi toparlamak adına öksürerek konuştum:
“Ah iyiyim valla, sen olmasaydın yoktum şu an.”
Gülümseyerek konuştuğumda, kısılan gözleriyle sıcacık gülümsedi.
“Korkuttun beni.”
Elimdeki çekirdeği göstererek, “Valla bunun suçu,” dediğimde büyük bir kahkaha attı. Kiraz poşetimi elimden alıp içinden bir tane çıkartıp azına attı.
“sen daha fazla yeme, kiraz çekirdeği.” Dedi.
Ben eski günlere gitmişken konuşan arkadaşıma gülümseyip yanaklarını öptüm.
“Hayırdır kız, ne öptün sen beni şimdi?” şaşkın çıkan sesini kocaman açılan gözleri destekliyordu.
Kıza nasıl davranıyorsam artık, şok olmuştu, yazık ya.
“Elf abartma, duyan da hiç yapmıyorum sanacak.”
“Yapıyor musun? En son doğum günümde öptün beni, o da benim zorumla.”
Daha da abart istersen bakışı attım. Dostluğumuz bir kiraz çekirdeğiyle başlamıştı ve hâlâ devam ediyordu.
“Abartma be gecen ay da sarıldım ya.” Bu aralar hızlı unutuyordu.
Söylediklerime gözlerini devirerek karşılık verdi. “ Arkamda sakladığım elbiseni almak için sarılmıştın, beni sevdiğin için değil.”
Gözlerimi kısarak yanına yaklaştım, o elbiseyi yeni almıştım ve o, giymek için benden alıp ütülerken yakmıştı. Bunu hatırlatması iyi olmuştu, ben o elbise için bir kadınla kavga etmiştim be.
Koluna vurdum sinirle, “Dua et sarılmışım, seni o ütünün altına yatırıp ütülemediğime şükret.” Diyerek arkamı donup banyoya ilerledim.
“Bir elbise be, bir elbise benden değerli mi?” diyerek arkamdan bağırdı.
Hızla duş alarak gri eşofmanlarımı giydim. Koltukta oturmuş telefonuyla oynayan Elif’e seslendim.
“Elif, hadi çıkalım aşkım, beklettim kusura bakma.”
“Yok aşkım, saçmalama, zaten aynı eve gidiyoruz.”
Araba hareket ederken günlerdir uğraştığımız ev arama işini hatırlayınca Elif’e döndüm.
“Elif, ne yaptın ev işini? Konuştun mu Fatih’le?”
Fatih, çalıştığımız mekânın sahibi ve Elif’in kuzeniydi. Bize uygun bir ev bulacağını söylemişti. Ama biz bir türlü konuşamamıştık
“Konuştum. Oturduğu semtte bir ev varmış satılık, arkadaşının ailesinin eviymiş. Yardımcı olacaklarını söyledi.”
“E, yarın gidip bakalım, olur mu?”
“Fatih’e geçer, oradan gideriz. Ben söylerim.”
Kafamla onu onaylayarak yola döndüm. Evimizin olduğu sokağa girip apartmanın önünde bize ayrılan park yerine arabayı park ederek eve çıktık. Apartmanda bizi pek istemiyorlardı. Biz ikimiz de müzikle ilgilendiğimiz için evde sürekli şarkı söyler, gitar çalardık. E haliyle sık sık komşulardan şikâyet gelirdi. Tam bu sırada dedem bana ev almak istediğini, diğer torunlarına da alacağını söylemişti. Babam da üstüne ekleyeceğini, istediğim evi alabileceğimi söyledi. Biz de evi çoktan toplamaya başlamıştık. Acil bir ev bulmalıydık.
İleride ikimize ait bir müzik okulu açmak için hem para birikiyor hem de gereken belgeleri hazırlıyorduk. Hızla uyku için hazırlanıp hemen yatmak üzere odalarımıza dağıldık.
Sabah uyanır uyanmaz hızla kot şortumu giyip düz beyaz bir tişörtü üstüme geçirdim. Havalar gereksiz sıcaktı ve ben sıcak havadan nefret ederdim. Ki ben çoğu şeyden nefret ederdim ya, o ayrı. Elif’in kapısına dayandım.
“Elf, hadi kızım işimiz var!”
“Geliyorum ya, sen in arabaya, yetişirim.”
Belli ki daha makyaj faslı bitmemişti hanımın. En iyisi gidip kahve almaktı o gelene kadar. Hızla apartmandan inip ayılmak için karşıdaki kahveciye girdim. Küf yeşili ve krem rengiyle dekore edilen mekan insanın için ısıtacak kadar tatlıydı. Ufaktı ama içerde cam kenarında bulunan masalar mekanı cazip kılıyordu. Ben kahve alırken Elif çoktan inmiş, arabanın yanında beni bekliyordu. Elimdeki kahveyi görünce,
“Sen mükemmelsin ya,” diyerek kahveyi alıp arabaya bindi.
Ben de şoför koltuğuna geçip Fatih’in evine doğru hareket ettim. Aslında sürekli çalıştığımız için birbirimizin evince çok vakit geçiremiyorduk. Buraya daha önce hiç gelmemiştim. Attığı adrese geldiğimizde incelemek için biraz yavaşladım.
Güzel bir mahalleye benziyordu; sakin ve her yerinden pahalı olduğu belli evler bulunuyordu. Evin önüne gelince Elif, Fatih’i arayarak geldiğimizi belirtti. Fatih hızla dışarı çıkıp arabaya doğru gelirken gözlerimi ondan ayırmadım. Zayıf, uzun bir adamdı. Elif gibi o da esmer, kahverengi gözlü, sevimli biriydi.
Elif’in tarafında açık olan camdan kafasını içeriye sokup bize selam verdi. “Gelin, bir kahve içelim, öyle gideriz,” deyince ben hemen itiraz ettim:
“Gidip bakalım, beğenirsek işlemlere hemen başlamamız lazım. Ev sahibi zırt pırt arıyor, kendi geçecekmiş eve. Acelemiz var.” Gerçekten de öyleydi, aslında amacı evi daha pahalıya kiralamaktı bunun farkındaydım ama zaten kendi evimi aradığım için onunla kavgaya tutuşmakla uğraşmak istemedim.
“İnin o zaman, üç ev ilerisi.” Diyerek geri çekildi.
İkimiz de arabadan inip ortalığa göz gezdirdik. Sakin ve sessiz bir mahalle olduğu her hâlinden belliydi. Fatih önde, biz arkada ilerliyorduk. Bir yandan da Fatih:
“Çocukluk arkadaşımın amcasının evi burası. Yurt dışına taşınıyorlar, o yüzden satıyorlar. Fiyatta tam sana göre Umay, umarım beğenirsin.”
Fatih yürümeyi bırakınca evin burası olduğunu anladım ve incelemek istedim. İki katlı gri, modern bir evdi. Bahçe kapısından içeri girdik. Araba için ayrılan bir alan vardı. Ön bahçesi oldukça sevimli ama küçüktü.
Kapıda bizi bekleyen siyah saçlı, mavi gözlü, elli yaşlarında bir kadın ve ona çok benzeyen, benim yaşlarımda mavi gözlü, annesinden yaklaşık 15 santim filan uzun bir kız vardı.
Kadın gülümseyerek Fatih’i kendi çocuğu gibi sarmalamıştı. Belli ki gerçekten çok yakınlardı.
“Hoş geldin Fatih oğlum.” Kadının neşeli sesi insanın içini ısıtıyordu.
“Hoş bulduk Güler teyze.”
Kadın bize dönüp sıcacık gülümsemesini hiç bozmadan konuştu:
“Hoş geldiniz kızlar, ben Güler, bu da kızım Dicle.”
“Hoş bulduk, ben Umay.” diyerek kadının elini sıktım.
“Ben de Elif.”
“Geçin, gezin istediğiniz gibi kızım, geçin.”
Güler Hanım’ın kapıyı açmasıyla içeri girdik. Kısa bir koridor ve koridorun kenarında yukarı çıkan bir merdiven vardı. İçeriye doğru ilerleyince üç adımdan oluşan bir merdivenle inip salona geçiliyordu ve bu kısımda kapı yoktu. Salonun kenarındaki kapıdan mutfağa geçerek incelemeye başladım. Beyaz ve gri bir mutfaktı ve oldukça büyüktü. Tam ortada ada mutfak bulunuyordu. Mutfaktan arka tarafa açılan bir kapı vardı. Hızlıca ilerleyip dışarı çıktım. Arka bahçe oldukça büyüktü ve bahçe mobilyaları vardı. İki bahçenin arasında, kış bahçesi gibi camlardan oluşan bir yer vardı. İlgimi çekince hızla içine girdim. Çeşit çeşit bitkiler vardı ve tam ortasında oturma alanı bulunuyordu. Derin bir nefes alınca burnumun direği sızladı. Etraf odun ve toprak kokuyordu. En sevdiğim koku ile en nefret ettiğim koku sarmıştı etrafımı. Abim kokuyordu sanki. Onu hatırlamak için bir yer arasam, bu kadar uygun bir yer bulamazdım.
Arkamdan Elif gelmiş ve ne düşündüğümü anlamıştı bile. Elini omzuma koyup sıvazladı, “çok güzel.” Dediğinde onunda benim gibi büyülendiğini anladım.
Güler Hanım yanımıza gelerek:
“Burası eltime aitti. Çiçekleri çok sever, saatlerce burada vakit geçirirdi. Biz aile olduğumuz için burayı ortak alan olarak kullanıyorduk. Ondan dolayı çitler burada bitiyor. İsterseniz kaldırtabiliriz.” Deyince hemen itiraz ettim.
“Yok, kalsın. Ben çok sevdim, yeni çalışma alanım burası belli oldu.”
Kadın bana gülümseyerek başıyla onayladı. Tatlı bir aileye benziyorlardı.
“Biz zaten pek gelmeyiz buraya, istediğiniz gibi kullanın.”
Evin geri kalan kısmını da gezdikten sonra almaya karar vermiştim. Yeni hayatımızı burada şekillendirecektik artık. Yenilikler her zaman iyi gelirdi bana. Umarım bu yenilik beni mutlu ederdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.33k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |