
2. BÖLÜM
Selam millet yeni bölümle geldimmmm
karakterlerimiz yeni yeni tanışıyorlar. sizce nasıl oldular?
2. BÖLÜM
- Fırat ATEŞOĞLU -
Yerde sürünerek önümdeki kayanın arkasına mevzilendim. Karanlığın içinde gözümü zar zor açarken nefes nefeseydim. Etrafta yoğun bir duman vardı. Dumanın içinde genzimi yakan barut kokusunu daha da içime çektim. Bir pusunun içine düşmüş ve buradan bir türlü çıkamıyorduk. Timi kontrol etmek için arkamı döndüğümde hepsini yerde yatıyorlardı. Hepsi vurulmuştu. Yüzlerinin görmeye çalıştım fakat kandan kim olduklarını bile ayırt edemedim. Etrafı ele geçiren kan kokusu, barutla karıştıkça midemi altüst ediyordu.
Çatışma hâlâ bitmemiş, devam ediyordu. Mermi seslerinden kafamı kaldırıp bakamıyordum bile. Sesler kulağımı sağır ederken bir yol aradım kendime; acil bir şekilde buradan çıkmanın yolunu bulmalıydım. Çocukları kontrol etmem lazımdı; yaraları ne durumdaydı, yaşayan var mıydı aralarında? Acil bir şekilde yardım istemek için telsize ulaşmam gerekiyordu. Patlama olunca her şey başka başka yerlere dağılmıştı. Elimde kalan tek şey silahımdı ve ona sıkı sıkı tutundum.
İlerdeki ormanlık araziye doğru koşarsam kurtulabilir, takviye ile geri dönüp askerlerimi geri alabilirdim. Onları ölü ya da diri, ne olursa olsun bu cenderenin içinden çıkarmalıydım. Küçük bir hesaplama yaparak kayaların diplerinden geçerek ormanlık kısma girmiştim ama o kadar karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordum. Tek ses ayaklarımla ezdiğim yapraklardan geliyordu. Hızla hareket ederek tahmini bir yol izliyordum. Zifiri karanlığa alışmasını beklediğim gözlerim hiçbir şeye odaklanmıyordu. Issızlık o kadar büyüktü ki koca bir kara deliğin içindeymişim gibi hissettiriyordu.
Çatışma sesleri arkamda kalırken adımlarımı hızlandırarak çıkacak bir yol arıyordum ama ağaçlar o kadar sıktı ki aralarından zor geçiyordum.
Birden askerlerimden Selçuk önüme çıktı. Onu bulmanın heyecanıyla nefeslenirken gözlerimi üstünde gezdirmek istedim, hiç yara almadığını fark ettim. Ama bir gariplik vardı. Selçuk, kamuflajı içinde, elinde silahıyla bembeyaz bir ışıkla çevrelenmişti ve bana gülümseyerek bakıyordu. Onun etrafındaki aydınlığa anlam veremedim uzun bir süre. Yüzündeki gülümseme beni afallattı, arkamızda kardeşlerimizi bırakırken o neden gülüyordu?
“Komutanım, benimle gelin.”
Yüzündeki gülümseme içimi titretirken, sesi sanki çok uzaktan geliyordu.
“Nereye Selçuk?”
“Komutanım, gelin. Ait olduğumuz yere gidelim, bizi bekliyorlar.”
Garip konuşması kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. Biz zaten ait olduğumuz yerdeydik; kan ve barutun olduğu, ölümün olduğu yerdeydik.
“Kim bekliyor Selçuk? Geri dönmem lazım, askerlerim kaldı. Onları almamız lazım.” Dedim. Ben geri dönmenin derdindeyken o, gitmenin derdindeydi.
“Ben gelemem komutanım. Beni bekliyorlar,” diyerek arkasını dönüp koşarak uzaklaşmaya başladı. Arkasından gitmek istesem de ayaklarım ben emir almıyordu sanki.
O gittikçe etraf aydınlandı, gece gündüze döndü.
“Selçuk! Nereye?”
“Gitme Selçuk! Gitme!” arkasından bağrışlarımın arasından gözlerim acımaya başladı.
Birden karanlık orman yok oldu etrafımı saran gün ışığı gözlerimi açmamı zorlaştırırken, tekrar kırpıştırdım gözlerimi. İlk gördüğüm şey beyaz tavandı ve burnuma gelen temiz koku ile ormandan çok uzakta olduğumu yeni yeni kavrıyordum.
Nerede olduğumu anlamaya çalışırken etrafıma bakınınca Sancar’ın duvara yaslanmış, öylece yere bakarak durduğunu fark ettim. Hastane odasında olduğumu anladığım an hemen ayağa kalkmaya çalıştım. Beni fark eden Sancar, beni sakinleştirmek için omuzlarımdan tuttu.
“Fırat, yaralısın. Yatman gerekiyor.”
“Selçuk nerede, Sancar? Önümdeydi, o nerede?”
Sancar şaşırarak, “Fırat, rüyanda Selçuk’u mu gördün?” diye sordu. Ben hâlâ etrafımda onu arayarak:
“Evet, gitmem lazım deyip durdu. Nerede o?”
Benden duydukları onu şaşırtırken aynı şekilde gözlerinde acının belirmesine sebep oldu. “Fırat, Selçuk öleli bir yıl oldu. Sen çatışmada vuruldun. İki gündür uyuyorsun.”
Sancar’ın söyledikleriyle yavaş yavaş kendime gelmeye başladım.
Sınır ötesinde çatışırken sağ göğüs boşluğumdan vurulmuştum. Vurulmanın etkisiyle en son kaybettiğim askerimi görmüş olmalıyım. Selçuk, ölümü bile korkutan o adam artık yoktu ve ben bununla yeniden yüzleştim.
Zaten bu gerçekle yüz yüze yaşardık biz. Bizler ölmek için değil, yaşatmak için vardık. Fakat yeri geldiğinde de gözümüzü kırpmadan ölürdük. Bu yolda çok kardeş kaybetmiş, çok da yara almıştık. Otuz yaşıma girmek üzereydim ama yıllardan bir haber dağ taş gezmekten kendi yaşımı bile unutabiliyordum. İnsan sadece acısını ve amacını unutmuyordu; onlarla yaşamayı öğreniyordu.
“Sancar, kimsenin haberi yok, değil mi?” diye endişeyle konuştum.
“Yok, kimseye söylemedim. Ama annen aradı, göreve çıktığını, gelince arayacağını söyledim.”
“İyi yapmışsın, ararım sonra.”
Biz konuşurken kapı çaldı ve timin geri kalanı içeri girdi. Hepsinin gözlerinde kokuyla karışık bir mutluluk vardı. Dağların kurdu olup korkusuzca gezerdik ama birimize bir şey olunca korkudan da ölürdük.
Biz birbirimize kardeşten daha yakındık; aynı taş üstünde uyur, aynı tastan yemek yer, birbirimize can emanet edip siper olurduk. Cihangir önde girip hemen yanıma koştu:
“Komutanım be ne korkuttun bizi! Ölüp ölüp dirildik valla.” Dediğinde gülümsedim.
“İyiyim, Çiço, iyiyim.”
Kubilay: “Geçmiş olsun komutanım. Şükür iyisiniz.”
“Sağ ol Kubi. Uzun bir süre aranızda olamayacağım gibi gözüküyor. Birbirinize emanetsiniz. Ben yoksam Sancar var, tamam mı? Bir dediğini iki etmeyin.”
Hepsi beni onaylarken tek tek göz gezdirdim yüzlerinde. Onlar benim timim olmaktan çıkmıştı; artık hepsi kardeşim olmuştu. Göreni korkutan yüzleri şimdi küçük çocuk gibi mahzundu. Kısa ziyaretten sonra onlar birliğe geri dönmüş, bense ilaçların etkisiyle çoktan uykuya dalmıştım.
******
İstanbul’a geleli bir ay oluyordu. Ev, insanın ait olduğu yer miydi yoksa ev gibi hissettiği yer mi?
Ben buralara ait değildim; buralar bana hayal gibi geliyordu, yalan gibi. Gerçek olan tek yer dağlardı benim için. Evdekiler yaramın çok hafif olduğunu sanıyorlardı. Zaten hop oturup hop kalkıyorlardı; korkmalarını istemediğim için hafif yaralandığımı ve onları da görmek için bahane edip geldiğimi söylemiştim. İkisinin de tutunacak tek dalı ben kalmıştım: baba, abi, oğul... Birçok sıfat vardı üstümde. Hiçbiri ağır gelmiyordu da baba kısmı boğazımı düğümlüyordu. İki yıl olmuştu o gideli; ansızın gelen bir kalp krizi almıştı onu bizden. Öyle sorunlu çocuklardan değildim ben; sıradan bir ailesi olan, sıradan bir adamdım.
Geldiğim günden beri evden çıkmadığım için çok sıkılmış ve bunalmıştım. Çocukluk arkadaşım Fatih, ben buralarda yokken bir mekân açmıştı. Bunu bahane ederek evden çıkmayı planlıyordum. Öyle gece eğlencelerinde pek işim olmazdı ama kardeşim dediğim adamı da özlemiştim. İnsan içine karışmayalı aylar olmuştu ve vurulduğumdan ailemden başka kimsenin haberi yoktu. Üzerime siyah bir tişört ve kot giyerek çıkıp arabama bindim. Fatih’i arayarak mekânın adresini atmasını istedim. “Buraya yirmi dakika, trafik olmazsa on beş dakikada oradayım,” diyerek arabayı çalıştırdım. İnsan araba kullanmayı özler miydi? Onu bile özlemiştim gerçekten. Geldiğimde kapıda Fatih’i gördüm. Yanına yaklaşınca:
“Ooo kardeşim, hoş geldin! Vallahi biraz daha gelmeseydin darılacaktım lan,” sitemine hafif tebessümle cevap verdim.
“Uzatma lan, geldim işte,” diyerek içeri geçtik. Kolumdan çeke çeke sahneye yakın bir yere oturttu beni.
“Hayırdır, hangi rüzgâr attı seni İstanbul’a?”
“Hiç, öyle. Görev bitti, ben de bizimkilerin yanına geldim.”
“İyi yapmışsın. Geçen gün Güler Teyze beni görünce boynunu büktü. Seni çok özlüyor.”
“Öyle ama benim gerçeğim bu kardeşim. Annemin bir gözyaşına dünyayı yakarım ama istediği an yanına gelemem. Alıştı zaten; kaç yıl oldu oğlum, otuzuma geldim.”
“Doğru diyorsun. Bak, sana ne diyeceğim, amcanın evini sattık.”
“Ya öyleymiş, annem anlattı bir şeyler. İnşallah sessiz sedasız tiplerdir; evler dip dibe sonuçta.”
“Bizim kızlar ya, biri benim kuzenim Elif, diğeri Umay. Tatlı kızlardır, tanıştırırım şimdi.” Tam sahnenin karşısında olan masaya yerleştik. Biz konuşurken Fatih’in telefonu çalınca yanımdan ayrıldı, bana da bir içki ısmarlamayı unutmadı.
Sahne kararınca sadece orta kısımda bir tabure ve mikrofona ışık verildi. Sahneye bir kız çıktı fakat ışığın olduğu yere gelene kadar yüzünü göremedim. Yavaşça ışığın altına gelerek narince tabureye oturdu ve elini mikrofona atarak küçük bir selam verdi. Kızı yavaşça incelemeye başladım; turuncu saçları omuzlarından dökülüyordu, perçemleri yeşil gözlerine bir perde gibi gölgeler indiriyordu. Bembeyaz tenine çok yakışan, gözleri kadar koyu yeşil mini bir elbise giymişti. Şarkıya giriş yapınca sesinin etkisiyle nefesimi tutarak dinlemeye başladım:
“Ah yandım ben Allah'ım
Buna can dayanmaz” Kulaklarıma dolan sesi içimde bir yeri titretti sanki. Ruhani bir tınıydı ve insan kendini dinlemekten alıkoyamıyordu.
“Al onu getir geri
Bir daha vermeyeyim” Dudaklarından dökülen her sözde kızıl saçları alevleniyor gibi parlıyordu.
“Al onu ver bana geri
Yarınlar yok gibi” Şarkının etkisi miydi bilmiyorum ama sanki acı çeker gibi yüzü kasılmıştı ve bu nedense beni rahatsız etti.
“Güneş hiç doğmayacak
O gitti ah gitti
Bir daha hiç dönmeyecek” Son nakarata geldiğinde o kadar güçlü ve kendinden emin bir şekilde söylüyordu.
Şarkı biterken gözünden minik bir damla düşüverdi; içimde, ellerimle silme isteği oluştu. Sesi o kadar büyüleyici gelmişti ki insan bir an bile başka bir şeye bakamıyordu.
Bir an gözlerimiz kesişti ve kalbim o an tekledi. Sanki çok kısa sürmüştü bakışmamız ama o an her şey durmuştu. Zarifçe yerinden kalkıp selam vererek sahneyi terk etti. Arkasından uzunca baktım; büyülü sesiyle bir görünüp bir kaybolmuştu sanki.
Kolumdaki saatte baktığımda geç olduğunu fark ettim, zaten Fatih’te yoğundu geldiğimden beyli bir dakika oturmamıştı. Benim de gitme zamanım gelmişti. O sırada Fatih, yanında bir kızla bana doğru geliyordu.
“Gidiyor musun? Daha yeni geldin kardeşim, otursaydın nereye?”
“Gideyim Fatih, seni görmeye geldim. Benlik değil buralar.”
“Anladım. Tekrar beklerim. Bu arada kuzenim Elif, yeni komşunuz.”
“Ben de Fırat, memnun oldum.”
“Ben de memnun oldum.” Tatlı bir kıza benziyordu. İnşallah arkadaşı da öyledir. Onlarla kısa bir sohbetten sonra hızla eve gitmek için yola çıktım.
Eve geldiğimde yandaki boş evde göz gezdirdim. İki ev birbirine gereksizce yakındı. Amcam ve babam ikiz oldukları için evleri dip dibe yaptırmışlardı. Tabi babam öldükten sonra en çok etkilenen amcam olmuştu, en fazla iki sene burada kalmaya katlanmıştı ama elinden daha fazlasının gelmediğini anlayıp gitmeyi tercih etti.
Evin arka kısmında duran minik kış bahçesinin içine çiçekler eken yengem en çok onları bıraktığı için üzülmüştü. Şimdi başkalarının olduğunu duyunca daha fazla üzülecekti eminim ki.
Eve girdiğimde salonda oturan Dicle ve ayakta duran annem yine tartışıyorlardı.
“Kızım, Allah için bir kurabiye yapmak için kaç tane kaba ihtiyacın olabilir senin? Bu mutfağı Çernobil’e nasıl çevirdin?”
“Ya anne abartma iki kap, üç bardak, tepsi ve mikser. Bence o kadar çok değil.” Omuzlarını silkip kurabiyesinden bir ısırık aldı.
“Kız o kadar az madem kendin niye toplamıyorsun sen!” annem ayağındaki terliği eline aldığında ortalığın karışacağı çok belliydi.
Dicle hemen ayağa kalkıp “Anne, valla sen beni sevmiyorsun! İnsan kızını kurabiye yaptı diye döver mi?”
“Dur bakalım döver mi dövmez mi?” deyip annem tam terliği fırlatacakken Dicle kapıda beni dikilirken görünce koşarak arkama saklandı.
“Abi! Allah için al şu ananı başımdan.” Derken sadece kafasını kolumun kenarından uzatıyordu.
Annem beni görünce gülümsedi, “A, oğlum sen mi geldin?” tatlı konuşurken havada tutuğu terliği unutmuştu. Gözlerimle terliği gösterip, “geldim, sana da gelmişler gibi.” Dediğim terliği yere bırakıp ellerini mutfak önlüğüne sildi.
“Ne alaka canım. Elimde kaşmış öyle.”
Dicle arkamdan uzattığı kafasıyla itiraz etti. “Valla yalan! Dövecekti beni abi.”
Annem gözlerini kısarak Dicle’ye baktı. “Sadece teşvik içindi.” Deyip tekrar bana baktı. “Valla oğlum. Sen bu yalancıya inanma. Ben seni hiç dövdüm mü?”
Soruyu sorarken kendinden emin olan tavrı beni güldürmek üzereydi. “Yani bana gücünün yetmeyeceğini anladığında bıraktın terliği.” Dediğimde daha da sinirlendi ve terliği geri eline aldı.
“Babanızın tarafına çektiniz siz, benim sülalemde böyle iftira atan çıkmaz!” sinirli sözlerinden sonra terliği bize doğru fırlattı.
Neyse ki son anda kendimizi kenara çekip kurtulmuştuk.
“Abi, iyi ki geldin yoksa tek başıma dayak yiyecektim.”
“Sus kız gene kadını delirtmişsin. Git topla mutfağı.” Dediğimde arkasına bile bakmadan mutfağa koştu. Benim annem gibi bir terlikle bırakmayacağımı biliyordu.
– Umay AKARSU –
Sabah saat altıda kalkmış, taşınmak için son hazırlıklarla uğraşıyorduk. İki gündür işe gitmiyorduk bu taşınma tantanası yüzünden. Oflayarak kendimi kapının önüne çıkmaya hazır olan koltuğa attım. Sabahın köründe yapılan bu taşınma işini, kim bu saatte yapılmasına karar verdi? Hayır yani genel kanı neden bu saat? Öylen saatlerinde, uyku alınmış şekilde olmuyor mu?
“Yoruldum ya bu ne, vazgeçtim ben.”
Elif, elindeki eşyaları kutuya koyarken kendinden geçmiş gibiydi.
“Söylenme Umay, hadi kalk. Adamlar geldi, bir an önce çıkalım şu apartmandan.”
Benden çok Elif daha acele davranıyordu, çünkü ben apartmanda herkesle kavga ederdim. Yazık, canım arkadaşım da arabulmak için uğraşırdı. Koltuğun diğer tarafından bacaklarımı sarkıtırken karşı komşumuz olan Berkay Bey kapıdan çıkarken benim bacaklarımla karşılaşınca bir afalladı.
Gözlerini yukarıya kaldırıldığında yarı içerde yarı dışarda koltuğun üstünde beni görünce duraksadı. “Umay hanım? Evde yer mi kalmadı?” diye sordu.
Gözlerimi devirip yüzüne baktım, tombalak yüzü şok içinde bana bakarken çok komik duruyordu.
“Ya Berkay Beyciyim, bizim kolduk sığmadı. Bende dedim kalsın böyle havalı havalı otururuz.” Dediklerime rağmen hala yüzüme salak salak bakınca bir sessizlik oldu. Belli ki kendisini bu fikre inandırıyordu.
Arkamdan çıkan Elif adamın haline acımış olacak ki, “İlahi Umay, siz bakmayın buna. Çok şakacıdır, biz taşınıyoruz da.” Diye düzeltirken arkadan saçımı çekti. “Ah!” acıdı.
Berkay Bey durumu sonunda anlamış olacak ki, “Öyle mi? Ben bilmiyordum hayırlı olsun o zaman.” Diyerek merdivenlere koştu.
İkimizde onun arkasından bakarken Elif bu sefer kafama vurdu. “Uğraşma şu adamla. Bir gün aklını alacaksın. Sonra uğraş dur.” O söylenirken kafamı ovuşturdum. Koca elleri çok acıtıyordu.
“Ne var be? Zaten gidiyoruz azcık yolluk aldım.”
Berkay Bey beni gördüğünde her zaman biraz alıklaşırdı, genelde söylediklerime hemen inanır ve sorgulamazdı. Bu da bana muzırlık yapmak için gerekli şart ve durumların temelini hazırlıyordu. Ne yani eylenmeye hakkım yok mu benim?
****
Adamların eşyaları yüklemesi bir saati bulmuştu. Zaten çok fazla eşyamız da yoktu, geriye sadece biz kalmıştık. Son bir kez el ele evi gezdik. İlk evimizdi bu; eve çıkarken daha iki öğrenciydik, şimdi iki yetişkin kadındık. Anılarımız tek tek canlanırken hüzünlü bir gülümseme oluştu dudaklarımda. Burası, Ankara’dan sonra mutlu bir hayat kurmak için attığım ilk adımdı. Kapıyı da kilitleyip anahtarı posta kutusuna bırakarak çıktık binadan.
Aklıma gelen fikirle sinsi sinsi gülüp binanın bütün zillerine basıp herkesin beni görebileceği bir yere geçtim.
Elif şokla, “Umay ne yapıyorsun, delirdin mi sabahın sekizi!”
“Sen sus, arabanın yanına geç.”
Birden camlar açılarak herkes bize bakıp bağırmaya başladılar. Onlara ellerimi kaldırıp:
“Sakin olun, sakin! Biz gidiyoruz. Alın başınıza çalın apartmanınızı demek için bastım. Naciye Teyze, senin de üstüne inşallah beş çocuklu bir aile gelir de bizim kıymetimizi anlarsın. Tefik Amca, senin de Allah yardımcın olsun, bu kadınla hayat geçmez. Ayrıca işinize gelince bedava konser bileti istemeyi biliyordunuz,” dedim.
Arkamı dönerek arabaya doğru yürüdüm. Sırf yıllardır hayalini kurduğum lafı söylemek için anahtarı Elif’e atıp apartmana dönerek:
“Sür şoför, götür bizi bu bitli mahalleden,” deyip arabaya bindim.
Elif arabaya binip: “Delisin vallahi ya, ne dedin sen, bitli mahalle mi?”
İkimiz de kahkaha atarak gülüyorduk. Yıllardır en küçük sese bile gelip bizi rahatsız ediyorlardı. Bütün apartmana iyi olmuştu, içim rahatlamıştı.
Yeni evin önüne gelince arabadan inip derin bir nefes aldım. Elif’in elini tutarak, “Diğer evden el ele çıktık, yine öyle girelim,” dedim. Gülümseyerek beni onayladı ve yeni hayatımıza giriş yaptık.
Fatih çoktan gelmiş, adamları karşılamıştı fakat bir saattir çözemediğimiz bir sorun vardı. Salon takımının nasıl durmasına karar verememiştik bir türlü. Ben tekli koltukları camın önüne koymakta ısrar ederken Elif tam tersi duvara dayalı durmalarını istiyordu.
“Bırak artık şu koltuğu. Bak ne güzel işte dursun camın önünde.”
Ben konuşurken Elif koltuğun diğer kolunu tutmuş çekiştiriyordu. “Olmaz diyorum sana ya. Bütün ışık arkada kalır göremeyiz. Duvar dibinde durursa karşıdan izleriz işte ne güzel.” Takmıştı camdan giren güneş ışığına.
“ya Allah aşkına ben güneşten nefret ederim. Sende biliyorsun gece insanıyım ben. Yani güneş ışığı arkada kalabilir.” Koltuğu iyice kendime doğru çektim.
“Bana ne bende gündüz insanıyım güneş görmek istiyorum.”
“Aa, Elif bak yere ne düşmüş.” Sabahtan beyli çalışmak için bekleyen, ama bizim tartışmamızı izleyen işçiler ve Fatih aynı anda yeri incelemeye başladılar. Elif’te yere baktığında devam ettim konuşmaya. “A, senin yere düşen çenenmiş. Alda tak bir sus artık.” Dediğimde aynı hızla bana geri döndü.
“A yok kız o düşen senin akıl ve mantığın. Al takta düzgün düşün.” Biz ikimiz her an birbirimize saldıracak gibi duruyor olacağız ki Fatih araya girdi.
“Sakin olalım hanımlar sakin. Çözeriz şimdi..” diyerek tekli koltukların birini alıp duvarın kenarına yerleştirdi. Ben sinirli homurtular çıkarınca, “Bekle” diyerek kapanın önünde bekleyen L koltuğu içeri getirmelerini işaret etti.
“Getir abi. Getir camın önüne koy.” Koltuğu camın önüne yerleştirip bize döndü. Eliyle tekli koltuğu gösterip devam etti konuşmaya. “Elif buradan Güneş ışığını izler.” Diğer eliyle L koltuğu gösterip, “Umay’da burada arkasını cama dönüp ister yatar ister oturur oldu mu?”
Elifle iki üç adım geri adım atıp şöyle bir inceledik. Camın Önünde duran beyaz bohem tarzı L koltuk bence yerine çok yakışmıştı. Ahşap kolları olan tekli koltuklar da duvar kenarında güzel duruyordu, aklıma gelen fikirle kenarda duran sehpayı iki koltuğun ortasına koydum.
“Bence oldu.” Diyerek sırıttım. Elif eline aldığı çiçeği benim yerleştirdiğim sehpanın üstüne koyup gülümsedi.
“Bence de oldu. Kız ne güzel yerleştirdik.” Dediğinde onu onaylayarak kafamı salladım.
“Zevkli kızlarız canım, bak kardeş kardeş ne güzel yerleştirdik.” Biz ikimiz konuşurken şok içinde bize bakan Fatih ve tayfasına döndük.
Sanki bize değil de iki uzaylıya bakar gibi duran gözleri ile omuzlarımı silktim.
“Ne var?”
Fatih ellerini beline koyup tek ayağının üstüne ağırlığını verip konuştu. “ Ne olacak canım. Ben değil siz yaptınız bütün dekorasyonu.”
“ay Fatih sana mı bırakacaktık sen çok zevksizsin hem.” Diyen Elif’le bütün işçiler gülmeye başladı.
Hep birlikte evi çoktan yerleştirmiştik, sadece özel eşyalar kalmıştı. Adamlar da gidince, odama geçip eşyaları yerleştirmeye başladık. Ben yüksek sesle müzik dinlemek için resmen direndim. Onlar da daha fazla dayanamayarak bana eşlik etmeye başladılar. Söz konusu Serdar Ortaç’tı, nasıl söylemesinler? Nakarat kısmında üçümüz birden:
“Sen korkaksın hiç bulaşma
Yaklaşmazsın gerçek aşklara
Demiş ki benden uzak olsun
Peki niye her gün ağlıyorsun?
Sebebini senle gece gezenlere aç bir sor”
Biz şarkıyı söylerken birden cama biri taş attı ve aynı zamanda:
“Fatih! Çık lan!” diye bağırıyordu.
“Aa ne oluyor be? Kim bu?” Elif panikle konuşurken, Fatih’te ondan farklı değildi.
“Eyvah! Ben Fırat... Unuttum ya!”
Onların konuşmasını es geçerek cama yöneldim. Hayır kimdi bu Vandal sabah sabah. Medeniyet yoksunu.
Hızlıca boydan olan camı açıp oturma alanı gibi olan geniş kısma dizlerimi koydum.
“Ne oluyor be? Kır camı bir de, dağ ayısı!”
Karşı camdan bize bakan bir adam vardı. O mavi gözler... Bu adam, o adamdı. Mekânda gözlerine takılı kaldığım adam. İkimizde kısa bir duraksama yaşarken ilk kendine gelen o olmuştu.
“Bu ses ne kardeşim? Saatten haberiniz var mı? Bir de bana dağ ayısı diyor. Asıl dağdan gelen sensin.”
Sinirle arkamı dönüp, şok içinde bana bakan iki arkadaşıma:
“Bana ayı mı demek istedi o? Bana mı dedi?”
“Yok Umay, bana dedi,” gözlerini devirerek konuşan Elif’le anladım. Bana demişti ayı, kesin bana demişti.
“Bana bak, sen bana ayı mı dedin ha? Cevap ver!”
İki evin arası yüz metre filandı galiba. Şuradan üstüne atlayabilir miyim acaba? Ulan bekle, kafanı kıracağım senin, boz ayı!
“Sabahın bu saatinde kimseyi düşünmeden hareket ettiğine göre...” Aha vallahi itiraf etti! Allahhhh tutmayın beniiiiii!
“Beyefendi, saat on iki. Kimsenin uyuyacağını düşünmedik. Ha sizin gibiler kış uykuları için hazırlık yapıyor olabilirler tabii, onu atladık biz.”
Hah, aferin Umay. Çizgini bozmadan sok lafını.
“Bana bak kızım, ikidir bana ayı diyorsun. Fena olacak.”
“Ne olacak be? Ne yapacaksın?” belime kadar camdan çıkıp elimi kaldırarak konuştuğumda, karşı camdaki hödükte aynı benim gibi kendini dışarı uzatıp konuşmaya devam etti.
“Gir kızım içeri, gir. Fatih, al şunu al!”
Fatih beni belimden tutarak içeri çekti. Ben ise koluna vurarak kurtulmaya çalıştım.
“Bırak Fatih, gidip bir kafasını kırayım ayının!”
“Umay dur bir. Ben demeyi unuttum ona, bugün taşınacağınızı. Ondan sinirlenmiştir.”
Bir de hak veriyordu adama. Hayır daha yeni geldik, hele bir ‘bismillah’, tanışmadan kavgaya tutuşmuştuk. Sinirimi en iyisi iş yaparak atayım deyip kulaklık takarak işime devam ettim.
El deliye, biz akıllıya hasret canım. Gene bulduk bir deli.
Bir saatin sonunda oda tamamen yerleşmişti. Tam arkamı dönüp duşa gidecekken camın açık olduğunu ve adamın benim odama baktığını fark ettim. Sinirle gidip perdeyi çektim. Cam hala açık olduğu için duyar diye,
“Röntgenci ayı!” diyerek odamda bulunan banyoya gittim.
Uzun ve sıcak bir duşun ardından üstüme taytımı ve crop giyerek aşağı indim. Mutfaktan güzel kokular gelince, Elif gene iş başında diyerek yanına gittim.
“Mis gibi kokmuş her yer ya, neler yaptın bize aşkım?”
“Basit şeyler ya, kremalı mantarlı tavuk, bir de pilav.”
“Oy, daha neler olsun ya!” deyip hemen öptüm.
“Kız, ikidir öpüyorsun, sarılıyorsun, iyi misin sen?”
Sözlerine göz devirerek karşılık verdim.
“Aman be, sen de! Öpmüyorum ulan, bir daha!” Hemen sarılarak,
“Şaka şaka, yatım aşkım.” Vasfiye Teyze taklidiyle yanağımı öptü. Deli gibi tekrar tekrar Yalan Dünya izlediğimiz için en favori karakterimizdi kendisi.
Yemeklerimizi yiyip, bulaşıkları yerleştirip hemen kahve yaparak bahçeye çıktık. İkimiz sohbet edip gülüşürken yan bahçede Dicle’yi görüp hemen yanımıza davet ettik.
Baya bir sohbetten sonra onun bir mimar olduğunu öğrendik. Tatlı, bıcır bıcır bir kızdı.
“Sabah abimle atışmışsınız, kusura bakmayın.”
“Yok canım, sen niye özür diliyorsun, boş ver.”
Şu sevimli kıza bak bir de, boz ayıya adam hiç mi benzemez, kardeşine.
“Neyse, ben artık kalkayım, tekrar görüşürüz.” Dicle’nin gitmesiyle ben de odama çıkıp kulaklığımı takarak camın önündeki oturma kısmına oturdum. Odanın en güzel yeriydi burası benim için. Camı açarak, canım çektikçe içtiğim sigaramı yaktım. Aynı anda karşı camda da bir hareketlilik oldu ve sabahki ayı sigara içmeye başladı. Sokak lambası ikimizi de aydınlatmaya yetiyordu. Sessizce sigara içip birbirimizi izlemeye başladık. Değişik bir şekilde bana abimi anımsatıyordu, gözleri maviydi ama bana abimin gözleri gibi geliyordu.
Sigarası bitince yerinden hiç oynamadı, benim ise sigaram bitince yavaşça yerimden kalktım ve elimi yıkayıp yatağıma girdim.
Üç gündür bir fiil evin düzenini oturtmaya çalışıyorduk. Ben sadelikten yana olup etrafa mumlar koyarken, Elif perdelere ışıklar takmak için diretiyordu.
“Elif, Temmuz ayındayız, bu ne her yerde yılbaşı havası? Oldu bir de ağaç süsle.”
“Ya ne var, ne güzel olur işte. Ben senin mumlarına karışıyor muyum? Türbe gibi oldu ev, kapının önünden geçenler içeride yatır var sanıyor.”
Bana diyene bakın ya,
“E, bu ışıklarla da pavyona döndü ev.”
Biz tartışırken bahçede birinin olduğunu fark ettim. Dışarıya kafamı uzatınca, Dicle elinde kekle bize geldiğini gördüm.
“Hoş geldin, neden zahmet ettin ya? Teşekkür ederiz.”
“Ne zahmeti ya, beraber kahve içeriz diye yaptım.”
Biz konuşurken Elif yanımıza gelip,
“Ben hemen yapıyorum, geçin siz,” dedi.
Demesiyle biz de bahçe oturma grubuna yerleştik. Uzun bir sohbetten sonra, Dicle’nin Fatih’in nişanlısı İpek’in yakın arkadaşı olduğunu öğrendim.
“Akşam sahnem var, sen de gel. İpek de gelecek zaten.”
“Bilmiyorum, abim buradayken pek dışarı çıkamam. Hem çizmem gereken bir projem var ama zamanım olursa gelirim.”
Demek ki abisi ayrı bir evde yaşıyordu. İyi bari, bu kız ne kadar tatlıysa, abisi o kadar uyuz bir tipti. Uzun süren sohbetten sonra Dicle evine geçmiş, ben de hazırlanmak için odama çıktım.
Hızlı bir duş alıp, üstüme rahat bir şeyler giyip, eşyalarımı alarak evden çıktım. Elif çoktan çıkmış, beni arabada bekliyordu. Hızlıca arabaya binip yola çıktım.
“Biliyorsun, Dicle’yi davet ettim. Sen ilgilenirsin, olur mu? Zaten İpek de gelecek, yalnız kalmasın.”
“Tamam, ben hallederim.”
Elif asistanım gibi bir şeydi; her şeyle o ilgilenir, sosyal medya hesaplarıma kadar o yönetirdi. Çoğu organizasyon işimi o yapar, reklam görüşmelerini o gerçekleştirirdi. Fenomen gibi bir şeydim aslında; sayfamda şarkı söylediğim videoları paylaşıyordum.
Mekana gelmiş ve hazırlanmaya başlamıştım bile. Elif elbise seçmeme yardım ediyordu.
“Lacivert nasıl? Beğenmedin mi?”
“Yok, çok ışıl ışıl sevmedim. Şu mini siyah elbise nasıl?”
“Ay, güzel aslında, sana da çok yakışır, giy bir bakalım.”
Elif’in de onaylamasıyla hızlıca üstümü değiştirdim. Mini siyah bir elbiseydi; kolları uzundu ama omuz ve göğüs kısmını açık bırakacak şekilde kayık bir yakaya sahipti. Elbise yeterince mini değildi, fakat sol bacağımın üstünde yırtmaç bulunuyordu.
“Bence güzel oldu. Umay, saçlarını su dalgası yapalım.”
Kafamla onaylayarak kalan hazırlıklarımı bitirdim.
Sahneye geldiğimde gülümseyerek selam verdim ve yerime yerleştim. Elif, İpek ve Dicle tam karşımda oturuyorlardı. Yanlarında Fırat’ın da olduğunu fark ettim. Bana bakmıyordu, sadece Fatih’i dinliyor ve konuşuyordu.
Şarkıya girmek için hazırlandım. Orkestranın girmesiyle herkes sessizleşti, bense çoktan gözlerimi kapatmıştım.
Aşk, kaç büyümden
Aşk, dön ölümden
Aşk, bir sebepten
Gel, gir dünyama
Aşk, dön ölümden
Bir sebebten
Gir dünyama
Aşk, dön ölümden
Geç tenimden
Gel, gir dünyama
Aşk, vur yürekten
Aşk, yak gönülden
Aşk, geç tenimden
Gel, gir kanıma
Şarkı bitince gözlerimi açtığım an yine mavi iki hareye tutuldum, kaldım. Gözleri beni ona çekiyordu sanki. Gözlerinin mavisi soğuk buzları anımsatıyordu ama kendimi ona bakmaktan alı koyamıyordum sanki. Üçüncü kez gördüğüm gözlere bu kadar dalmam normal değildi. Arkamdan gelen sesle göz temasını tamamen kestim.
“Hepiniz hoş geldiniz, istek şarkısı olan varsa masalarınıza bıraktığımız kâğıtlara yazabilirsiniz.”
Dicle de bunu bekliyormuş gibi kâğıda bir şarkı yazıp Elif’e verdi. Fakat Elif’in rengi değişti, sanki Dicle’ye bir şeyler söyleyecekken Fatih elinden kağıdı alıp bana getirdi. Kağıdı elime alınca okuduğum şarkının ismi ile boğazım düğümlendi. Hemen Fatih’e,
“Ben bu şarkıyı söyleyemem,” diyerek itiraz ettim.
Masadakiler de duyup bana bakmaya başladılar.
“Umay, saçmalama. Senin misafirin bir yerde, hadi oku,” Fatih bana kızdıktan sonra cevap vermemi beklemeden arkasını dönüp gitti. Elif gözlerime bakarak boynu bükünce okumak zorunda kaldım.
“Magusa Liman'ı limandır, liman aman amman
Magusa Liman'ı limandır, liman aman amman
Beni öldürende yoktur din iman
Beni öldürende yoktur din iman”
Uyan Ali'm uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Şarkının arasında ağzımdan çıkan hıçkırığa hâkim olamadım. Elimde olmadan dökülen gözyaşlarım yanaklarımda yollar çizip boynuma indi. Boynumda süzülen yaşlar artık kolyemin demir zincirlerine değiyordu.
Uyan Ali'm uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
“İskeleden çıktım yan basa basa aman amman
İskeleden çıktım yan basa basa aman amman
Magusa'ya vardım kan kusa kusa
Magusa'ya vardım kan kusa kusa”
Şarkı bittiğinde iki gözümden yaşlar akıyordu. Elimi ise kolyeme bastırarak duruyordum. Nefes alamadığımı fark edince hızla yerimden kalkıp kendime ait olan odaya girdim. Ayaklarım beni taşımıyordu artık, nefesim ciğerlerime batıyordu sanki. Odanın ortasında dizlerimin üstünde öylece kalmıştım. Yıllar geçse bile atlatamadığım ölüm bu şarkıyla tekrar tekrar yüzüme vurulmuştu.
Bu şarkı onun ölümünü birebir anlatıyordu bana. Vücudundan yedi kurşun çıkmıştı. Bedenini son kez görmek istediğimde babam buna izin vermemişti. Çok etkileneceğimi düşünmüştü ama ben onu dinlememiştim.
Hastanenin morgunda öylece dikiliyordum. Etrafımdaki hareketlilik benim için aşırı hızlıydı. İnsanlar çok hızlı konuşup çok hızlı yürüyorlardı ve ben onlara yetişemiyordum.
Gözlerimi kapıdan ayıramıyordum bir türlü. Annem girmiş, iki kadın asker tarafından kollarından tutulup çıkarmışlardı. Ayakta duramıyordu. Babam kızaran gözleriyle yanıma geldiğinde konuşmak için ağzını açıp kapattı. Sesi çıkmıyordu…
“Umay, girme.” Gözleri annemi buldu. Acıyla kasılan yüzü artık ayakta durmakta zorlandığına işaretti. Sabahtan beyli ağzımı hiç açmadığım için cevap vermemi beklemiyordu ama ben dayanamadım. “Girmem lazım. Girmem lazım baba. Onu görmem lazım.”
İtiraz eden sesini arkamda bırakıp demir kapıya yürüdüm. Titreyen ellerimle buz gibi soğuk olan demir kulpunu tutuğumda içim üşüdü. Kapıyı açtığımda ortada duran sedye üzerinde bir beden vardı. Bedenin ucunda duran beş kişi. Neden burada olduklarını sorgulayamadım çünkü gözlerim yeşil örtünün altında duran bedendeydi.
Titrek adımlarım sedyeye ilerlerken gözlerim hala ayaklarındaydı. Yukarıya çıkarmaya gücüm yoktu sanki. Sedyenin uçuna geldiğimde artık bakmam gerektiğini düşünüp son kez bir güç aradım kendimde.
Yavaşça yukarıya baktığımda soluk yüzü gözlerime takıldı. Kumral saçlarındaki ışık bile gitmişti. Yeşil gözleri kapalıydı. Dudakları morarmıştı ama hala gülüyordu.
Ellerimle örtüyü biraz aşağıya çektiğimde göğsündeki kurşun yarasını gördüm. Dudaklarımdaki hıçkırık artınca arkamdaki biri omzuma dokundu. “Umay, daha fazla açma.” Demek ki yarası tek göğsünde değildi.
Arkamı döndüğümde kahve gözleri kan çanağı olmuş dev gibi bir adam bana bakıyordu. Dışarda görsem korkacağım o beden kuş gibi titriyordu.
“Sedye beni taşır mı?” dediğimde anlamadı. Kaşlarını çattığında tekrar ettim. “Sedye beni taşır mı?” dediklerimi yeni idrak eder gibi kafasını salladı.
Aldığım onayla yavaşça sedyenin yanına çıktım kafamın tam göğsüne gelecek şekilde yerleştirip yattım titreyen ellerimi buz gibi olan bedenine sarıp onu ısıtmak istedim… Kokusu değişmişti. Barut ya da kan değil bahar gibi kokan kokusu beni afallattı. Oysa hep barut kokardı.
Kulağımın altında dinlemeye alıştığım o kalp atışları yoktu… Hiçlik içindeki sessizlik beni sağar ederken ağlamam şiddetlendi.
“Abi… Üşümüşsün.” Hıçkırıklarımın arasına karışan sözlerim zar zor çıkıyordu. Arkamda duran beden yere çökerken karşıma biri geçti. “Umay. Sesini özlemişti… En son seni aramak istedi ama acelemiz vardı.” Dediğinde gözlerimi sımsıkı kapattım. “Şimdi duyar mı beni?” dedim.
“Duyar.” Kısık çıkan sesiyle fısıldamıştı.
“Vurulup ömrünün ilkbaharında
Kanından çiçekler açar yanında
Vurulup ömrünün ilkbaharında
Kanından çiçekler açar yanında
Cümle şehitlerin omuzlarında
Bir sabah gelecek, kardan aydınlık
Cümle şehitlerin omuzlarında
Bir sabah gelecek, kardan aydınlık” en sevdiği ve sürekli dinlediği şarkının, en sevdiği kısmı son kez söyledim ona.
Sarsılarak ağladığımda arkamda olan iri adam beni ondan ayırmak için ellerini kollarıma sardı. “Umay… gitmesi gerek artık.” Dediğinde abimin eline sarıldım sıkı sıkı. “Gitmesin… abi gitme!” elleri elimden kaydığında kokusu artık yoktu.
Anılar gözlerimin önüne tekrar geldiğinde kulaklarımı kapatmak istedim. Hatırlamak istemiyordum ki! Onlardan kaçmıştım zaten! Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak istemiyordum.
Arkamdan Elif koşarak girdi,
“Umay, canım, iyi misin? Ben engel olmaya çalıştım ama kimse bilmediği için takmadılar beni.” Korktuğu solgun yüzünden belli oluyordu. Aslında korkmasının sebebi benim yine o depresif Umay olmamdı.
“Senin bir suçun yok Elif. Ben hala yüzleşemedim Ali’nin gidişiyle.”
Öldü. Asla ölü demezdim. Gitti o, benim için uzak bir yere gitmişti ve dönecekti.
“Hadi kalk, gidelim, evde duşa gir, rahatla. Ben mesaj atarım Fatihe.”
Yerimden zar zor kalkıp çantamı alıp çıkışa yöneldim. Dicle ve Fırat çıkışta durmuş konuşuyorlardı, beni görünce Dicle yanıma gelip,
“İyi misin? Korkuttun bizi.” deyip beni kontrol etmeye çalışıyordu.
Fırat ise sadece gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gözleri bana bu gece daha fazla acı çektirmemesi için gözlerimi kaçırdım.
“İyiyim, göğsüm ağrıdı, ondan oldu.”
Zar zor konuştuğum için Elif araya girip,
“Daha fazla oyalanmayalım, hadi gidelim, dinlensin evde,” dedi.
Onlar konuşurken ben çoktan arabama kendimi atmıştım. Elif de gelince arabadan tek ses çıkmadan eve doğru yola çıkmıştık. Eve vardığımıza arabadan inip, hiç yan tarafa gelen arabaya bakmadan evin içine girdim. Kendimi hemen duşa attım ve bir saattir suyun altındaydım, artık çıkmam gerekiyordu. Ellerim buruş buruş olmuştu bile. Üzerime kısa bir şort çekip, üstüme yarım badi giyinip camın önüne oturdum. Saçlarım ıslaktı ama nefes almam gerekiyordu, bacaklarımı kendime çekip sigaramı yaktım.
Derin nefeslerle içime çekerken, karşı camda da bir hareketlilik oldu ve Fırat üstü çıplak, saçları ıslak bir şekilde sigarasını yaktı.
Sokak ışıkları oldukça zayıftı ve sigarasının izmariti net görünen tek şeydi. İkimizde bir saat içinde arka arkaya sigara yakıp öylece oturmuştuk. Ve ben artık üşüdüğümü fark edince içeriye girmeye karar verdim. Ayağa kalktığım an gözlerimiz tekrar buluştu. Gözlerinin hipnoz eden bir enerjisi vardı sanki. Derince nefes alarak perdemi çekip yatağıma yerleştim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.33k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |