3. Bölüm

3. Bölüm

Yazar kamer
yazrkamer

Selammmmm ben geldimmmmm, ilk operasyon günü gençler bakın bakalım beğenecek misiniz?

BÖLÜM
Fırat ATEŞOĞLU

Sabah erken saatlerde telefonumun sesiyle uykumdan uyandım, zaten hafif olan uykum en küçük seste dağılıp gidiyordu. Telefonumu elime aldığımda ekranda Tuğrul Albay’ın numarasını görünce şaşırıp hemen açtım.

“Buyurun, komutanım!”

“Tetik, uzun bir tatil olmadı mı sence?” Kalın ve net olan sesi doldu kulağıma. Yattığım yataktan kalkarak hemen cevap verdim.

“Oldu, komutanım.”

Sanki bu cevabı vereceğimi biliyormuşçasına konuşmasına devam etti. “Görev İstanbul’da, Tetik. Timin helikopterle yola çıktı, bir isim aldık. O adamı bulmanız lazım, bir eylem planlıyorlar ve yerini bu adam biliyor. Sen hemen askeri üste git ve hazırlanıp timini bekle.”

“Anlaşıldı, komutanım!” Çok bile uzun sürmüştü bu tatil zaten. Gerekli olan eşyalarımı sırt çantama koyarak hemen hazırlanıp, evdekilere haber vermeden çıktım. Uzun uzun açıklama yapacak zamanım yoktu.

Dış kapıdan çıkıp arabama binerken Umay yine camdan dışarı bakıyordu. Kızıl saçlarını yukarıdan dağınık bir şekilde topuz yapmış, omzunu pencerenin pervazına dayamış, elindeki kupayı dudaklarına götürürken gözlerimiz kesişti. Yeşil gözleri yorgun görünürken uykudan yeni uyandığını anladım. Aramızdaki bakışma uzayınca sadece kafamla selam vererek arabama bindim.

Askeri üste varır varmaz kendimi odama atarak hemen hazırlandım. Operasyon için giydiğimiz ekipmanları alarak kafama da kaskımı taktım. Elime aldığım canımın garantisi olan silahımı sıvazladım.

“Hadi kızım, gidelim.” diyerek kapıdan çıktım. Koridorda yürürken etrafta koşturan askerler bana selam verirken hızımı kesmeden yürümeye devam ettim ama yanıma gelen yeni hemşire Seher Hanım benimle konuşmakta ısrarlı olacak gibiydi.

“Fırat Bey, geri dönmüşsünüz. Ay zaten sizsiz buraların hiç tadı tuzu yok ya.” Konuşurken dudaklarını büze büze konuşuyordu.

Yüzümü ekşitmemek için kendime hâkim olamaya çalıştım. Ne uyuz kadındı ya. “Teşekkürler Seher Hanım ama göreve gidiyorum izninizle.” Diyerek onu geçmeye çalıştım ama o adımlarını hızlandırıp arkamdan gelmeye devam etti. Belime kadar gelen boyuyla beklediğimden hızlı yürüyordu. Sarı saçlarını arkaya atıp konuşmaya devam etti. “Aa olur mu öyle şey. Siz yeni geldiniz. Hem sizden başka gidecek adam mı yok.” Dediğinde anında durduğumda yüzü sırtıma çarptı.

“Ay!”

Arkamı döndüğümde burnunu tutuyordu. Estetikli oldurduğu her halinden belli olan bununa bir şey olup olmadığının derdindeydi.

“Üzerinize vazife olmayan şeyler hakkında yorum yapmayın. Revire gidin ve ayakaltında dolaşmayın lütfen.” Dua etsin centilmen bir adamdım.

Dediklerime alınmış olacak ki saçlarını savurarak arkasını dönüp gitti.

Geldiği ilk günden beyli tim komutanlarına tek tek yazmıştı kadın. Bir ben kalmıştım demek ki. Helikopterin ineceği piste koştum. Kurt Timi tek tek indiler helikopterden. Hemen sıraya girerek selam durdular karşımda.

Kurt Timi artık tamamlanmıştı:

Kıdemli Üsteğmen Fırat Ateşoğlu (Tetik)
Üsteğmen Sançar Yılmaz (Dilsiz)
Teğmen Ayça Türkmen (Bambi)
Üstçavuş Cihangir Bozok (Çiço)
Başçavuş Metehan Akıncı (Akıncı)
Başçavuş Kubilay Akkaya (Kubi)
Uzman Çavuş Alperen Çakmaklı (Çakmak)

“Hoş geldiniz, Kurt Timi!” Hepsinin üstünde tek tek göz gezdirdim. Hepsi karşımda endamlarıyla dimdik duruyor, keskin gözlerle bana bakıyorlardı.

“Sağ ol!”

Araya giren Cihangir, “Komutanım, siz de hoş geldiniz, nasılsınız?”

“İyiyim Çiço, iyiyim. Hadi.”

Metehan, nam-ı diğer Akıncı timin istihbaratçısıydı. Bilgilere ulaşır, bize getirir, bilgi verirdi. En az üç dört dil bilir, hepsini de kendi aksanlarında konuşurdu. Sarışın, mavi gözlü oluşuyla her zaman gözleri üzerine çekerken kimse onun asker olduğunu anlamazdı. Bu da onun becerisiydi.

“Komutanım, sınır ötesinde operasyondaydık, biri itirafçı oldu. İstanbul’da büyük bir eylem yapacaklarını söyledi. Verdiği ismi bulmamız lazım.”

“Tamam, adres filan var mı elimizde?”

“Evet, komutanım. İsim de Fare Selim.”

Kafamı sallayarak zırhlı araca yerleştim. Karşıma oturan Ayça yine kaşlarını çatmış sadece ayakkabılarına bakıyordu. Belli ki yine kızdırmışlardı onu. Kaçamak bakışlar atan Cihangir’e bakarak,

“Ne yaptınız bensiz, bir yaramazlık yok değil mi?”

Soruma balıklama atlayan Cihangir,

“Yok komutanım, görev neyse onu yaptık. Bazılarımız kendini kurşungeçirmez zannetse de kazasız belasız hallettik.”

Burnundan soluyan Ayça gözlerini çoktan Cihangir’e dikmişti.

“Öyle komutanım. Bazıları da sadece kendilerinin asker olduğunu, bizim o dağlarda gezen Heidi olduğumuzu düşündüğü için bazı problemler çıktı ama hallettik.”

Belli ki gene girmişlerdi birbirlerine. Ayça, kahve gözlü, kahve saçlı, timin tek kadın üyesiydi. Fakat çoğu askerden daha iyi bir keskin nişancı olması onu her zaman öne çıkarıyordu. Boyu kadar olan silahı hiç zorlanmadan taşır, onunla vurmadığı hedef kalmazdı.

Kubilay, “Komutanım, sanki Ayça Komutanım size biraz sinirli ama yine siz bilirsiniz.”

“Ne yaptım be, yeri belli olmasın diye uğraştım ama yaranamadım yine.”

“Ben senin üstünüm Cihangir. Emrimi dinlemedin, önüme atladın resmen.”

Metehan gözlerini kısarak, “Siz ikiniz niye her göreve çıktığımızda didişiyorsunuz?”

Metehan’ın sorusu ile hepimizin gözleri ikisine döndü. Kıpkırmızı olan Ayça,

“Saçma sapan hareketler yapıyor, sonra üste çıkıyor.”

“Ben mi? Ben mi saçma sapan hareketler yapıyorum? Sen asıl her lafıma sinirlenip bir şey buluyorsun.”

İkisinin kavgasının alevleneceğini anlayınca olaya müdahale etmek istedim.

“Tamam, kesin! Bir soru sordum, bin ah işittim, bu ne!”

Cihangir gözlerini cama dikmiş, bütün iletişimini kesmişti çoktan. Ayça ile tıpatıp benzerlerdi aslında. Tipleri, huyları aynıydı. Sadece Cihangir daha dışa dönük biriydi: konuşkan, esprili. Fakat Ayça içe dönüktü.

Adrese varınca etrafta göz gezdirdim. Önümüzde tek tük binalar olan terk edilmiş bir yer vardı. Aradığımız apartmanı tespit ettiğimizde hemen mevzilendik. Bambi yani Ayça, keskin nişancı olduğu için kendine yüksek bir yer buldu ve yerleşti. Keskin ve kocaman kahve gözlerinden dolayı Bambi diyorduk zaten.

“Dilsiz, Kubi siz burada kalın, bizi koruyun. Akıncı, Çakmak arkadan dolanın. Ben, Çiço içeri giriyoruz.”

“Anlaşıldı komutanım.”

“Bambi, görüşün net mi?”

“Net komutanım. Binanın önü temiz, katlar boş. Sadece en üst katta beş kişi var.”

“Anlaşıldı.”

Çiço, “Boşuna Bambi’m demiyorum ya, hele göze bak.”

“Kapa çeneni, Cihangir.”

Kubi, “Aha gene veto yedi.”

Operasyon anında rütbelerimiz kalkar, sadece lakap kullanırdık. Bu bize özel bir durumdu. Beş yıla yakındır aynı timde olunca artık herkes samimiyeti ilerletmişti. Kubilay, time en son gelen Alperen’den önce katılmıştı. Hafif zayıf ve uzundu. Kara saçlarına yakışan ela gözlere sahipti. Timin ilk yardımcısı oydu, yani bir nevi doktorumuzdu.

“Gençler, sonra tartışın isterseniz. Birimiz postu deldirmeden susun.”

Akıncı, “Sayı veriyorum, üç kişi var burada.”

Çakmak, “İki kişi.”

“Tamam, başlıyoruz. Adamı sağ almak zorundayız, unutmayın. Hadi.”

Önden hareket ederek sessizce binaya girdim. Ortalık çok sakindi ve bu garipti. Arkamı dönerek Çiço’ya yukarıyı işaret ettim ve duvara yaslanarak yukarı çıktık. Karşıma biri çıkınca sessizce etkisiz hale getirmek için direk yumruk atıp yere yatırdım. İlk kata gelmiş, içeriye sızmıştık. Aşağıdan da silah sesi gelmesiyle çatışma çıkmıştı.

Zaten birini öldürmüştüm, dört kişi kalmıştı. Anında onları da etkisiz hale getirerek iç odaya girdik ve Fare denen adamı kaçmaya çalışırken balkon demirlerinde yakaladık. Yakasından tutarak,

“Nereye lan it, nereye kaçacaksın buradan mal! Al şunu, al.”

Çiço’ya doğru ittim. İçeri sokarak tüfeğimi bırakıp, silahı kafasına tuttum.

“Söyle lan, eylem nerede? Nereyi patlatacaktın, söyle!”

Gerçekten de fareye benzeyen adam titreyerek gözlerini bize dikti.

“Söyleyeceğim ama beni koruyacaksınız!”

Dudağımda oluşan minik bir gülümsemeyle Cihangir’e baktım.

Çiço, “Pazarlık yapıyor bir de piçe bak.” diyerek adamın kafasına tabancanın ucuyla vurdu.

“Konuş lan, konuş!”

“Adres şurada yazılı.” deyip bir kâğıt gösterdi. Duvara asılan kâğıdı alarak kulaklıktan time,

“Kurt, toplan!” emri verip aşağı indik.

“Aferin tim, ama işimiz daha bitmedi. Bunu teslim edip devam edeceğiz.”

“Emredersiniz, komutanım!”

 

 

 

 

 

 

 

-Umay-

Sabah camdan bakarken Fırat’ın evden koşar adım çıktığını görmüştüm. “Acil bir şey mi var acaba?” derken beni fark edince kafasıyla selam vererek arabasına binip gitti.

Selam verdiğine göre bir şey yoktur diye düşünerek arkasından ben de dışarı çıkıp yürüyüş yapmak için sahile indim. Sokaklarda tek tük insanlar vardı. Sahil boyunca kulaklığımdan gelen şarkıya ritim uydurarak yürüdüm. Temiz havayı içime çekerken bir banka doğru ilerleyip oturdum bir süre. Yanımda bir hareketlilik olunca o tarafa döndüm. Küçük bir erkek çocuğu elince çantasıyla oturuyordu. Çatmış kaşlarından belli ki sinirliydi. Kulaklığımı çıkartıp cebime attıktan sonra vücudumu ona çevirdim.

“Merhaba.” Sesimi hiç duymamış gibi ayaklarını incelemeye devam ederken kısa saçları kulaklarını kaşındırmış olacak ki iki de bir eli oraya gidiyordu.

“Tanışalım mı? Belli ki sende yalnızsın benim gibi.” Zar zor çektiğim dikkatiyle gözleri beni buldu. Kızarmış gözleriyle bana baktığına ağladığını yeni fark ediyordum.

“Neden ağladın? Kayıp mı oldun yoksa? Galiba kaybolmuştu çünkü çantasına sıkı sıkı sarılmış ve tedirgindi.

“Hayır. Evden kaçtım ben.” Dedi sinirli bir sesle.

“Hım. Neden kaçtın evden? Seni çok kızdırmış olmalılar.” Dediğimde kafasını salladı.

Yedi sekiz yaşlarında ya vardı ya yoktu.

“Abim kızdırdı beni.” Sinirli yüzüne gülümseyerek baktım insanın içini ısıtabilecek kadar tatlı bir çocuktu.

Anlına dökülen saçları ve yuvarlak yüzü onu daha da masumlaştırıyordu.

“Demek öyle. Ne yaptı abin?”

“Oyuncaklarını benimle paylaşmıyor. Sürekli benim neden doğduğumu anneme soruyor. Ne gerek vardı diyor. Bende kızdım, beni istemiyorsa bensiz kalabilir.” Minik yumruklarını sıktığına tatlılığı onu ısırma isteğimi kabartıyordu.

“Benimde abim var biliyor musun?”

Şaşırarak bana döndü, “Ama sen çok büyüksün. Büyüklerin abileri olur mu?”

Gülümseyerek saçlarını okşadım. “Olur tabi.”

“Oda sana benim abim gibi davranır mıydı?” dedi. Küçük yüzü mahzunlaşınca onu anlamamı istediğini fark ettim.

“Davranırdı. Ama bir gün benim canım yandığında ne kadar üzüldüğünü fark etti ve bana öyle davranmayı bıraktı. Eminim ki senin abinde seni göremeyince çok üzülmüştür.

“Gerçekten üzülmüş müdür?” dediğinde hızla kafamı salladım

“Tabii, kardeşler çok değerlidir. Sen bakma ona belki de sevgisini nasıl göstereceğini bilmiyordur. Sen hiç ona, onu sevdiğini söyledin mi?” diye sorduğumda küçük elini çenesine koyup biraz düşündü.

“Hayır. Hiç söylemedim.”

“Belki ilk adımı sen atmalısın. Ne dersin arayalım mı anneni? Eminim çok korkmuştur.” Onu ikna etmek için söylediğim şeyler aklına yatmış olacak ki çantasını açıp bir kalemlik çıkarttı. İçini karıştırıp küçük bir not kâğıdı çıkartıp bana uzattı.

“Ezberimde var ama unuttum gibi.” Dediğinde gülümsedim.

“Aferin sana. Şimdi adını söyler misin bana?

“Giray. Senin adın ne?”

“Benim adım Umay. Seninle tanıştığıma mutlu oldum Giray. Bende arkadaşım yok diye üzülüyordum.” Diye gülümsediğimde kocaman gülümsedi.

“Arkadaş mı olduk biz?” dediğinde heyecanlı sesine kıkırdadım.

“Evet. Hadi anneni arayalım şimdi.”

Bana uzattığı kâğıttan aldığım numarayı tuşladım. İki çalış ardından açılan telefondan ağlayan bir kadın sesi kulağıma doldu.

“İyi günler hanımefendi. Oğlunuz Giray şuan yanımda.” Dediğimde kadın derin bir nefes aldı.

“Gerçekten mi? Neredesiniz? Çok teşekkür ederim konuşabilir miyim onunla?” Heyecanlı çıkan sesinden kadının ne kadar korktuğunu anladım.

“Nüket Hanım, sakin olun oğlunuz gayet iyi. Abisine kırılmış biraz. Sahildeyiz siz gelene kadar ben ayrılmayacağım buradan tamam mı?” kadın korku içinde beni dinlerken Giray benim yüzümü inceliyordu. Korkmaması içi gülümsedim. Kağıdın üstünde yazan İsim ile hitap etmiştim.

“Tamam. Çok teşekkür ederim hemen geliyorum.”

Telefon kapandığında kadının numarasına konum atıp işimi garanti altına aldım.

Yanımda oturan minik kaçağa döndüm, “Evet söyle bakalım, nereye gidecektin?”

“Annemin teyzesine. O beni çok sever ona gidecektim ama yolu unuttum.”

“Eminim seni çok seviyordur ama annenden habersiz bir daha dışarı çıkma olur mu?”

Kafasını sallayıp konuşmaya devam etti. “Aslında anneanneme gidecektim ama o uzakta oturuyor. Bana hep börek yapar ona gidecektim.”

“Aç mısın?” ben ona tam soru sorarken arkadan bir kadının telaş içindeki sesi duyuldu.

“GİRAY!”

Aynı oğlu gibi kahve gözlü ve kahve saçlı bir kadındı, nerden baksan otuz yaşlarında olan kadının sinirden eli ayağı titriyordu.

“Eyvallah! Beni öldürecek.” Diyen Giray’ın elini tutup kaçmasını önledim. Kadın koşarak gelip Giray’ı kucağına aldı.

Yüzünü oğlunu boynuna gömüp koklarken ne kadar korktuğu gözle görülüyordu. Sürekli “Teşekkür ederim” deyip oğlunu öptükçe benim gözlerim doluyordu. Her an ağlayabilirdim ve bu saatler sürerdi.

Arkadan gelen bir çocuk sinirle Girayın poposuna vurup ellerini beline yerleştirdi. Büyük ihtimalle abisiydi, çünkü onun büyümüş haliydi. İkisi birbirlerine ikiz gibi benziyorlardı.

“Neredesin sen Giray. Bütün mahallede seni adarım. Çok korktum.”

Annesinin kollarından kurtulan Giray kocaman açtığı gözlerle aşağıdan abisine baktı.

“Korktun mu ben kayboldum diye?”

“Korktum tabi. Annem seni bana emanet etti.” Dediğinde yaşının on değil de yirmi olduğunu düşünür gibiydi.

“Kaybolsam üzülür müydün?” çipil çipil bakan gözleri Abisini etkilemek ister gibiydi. “Seviyorsun dimi beni?” dediğinde abisi beline doladığı kollarından kurtulmak için ittirdi onu.

“Nerenden çıkarıyorsun bunları?” deyip memnuniyetsiz bir şekilde homurdanırken Giray bana baktı. Benden onay ister gibiydi. Sadece kafamı sallayarak onayladım.

“Ben seni seviyorum abi. Sen kaybolsan ben üzülürdüm.” Dediğinde abisi gevşedi. Küçük kardeşine bakıp ona olan sarılışına daha fazla dayanamayıp, oda kollarını kardeşine sardı.

“Bende seni seviyorum Giray. Ama beni deli ediyorsun.” Dediğinde kıkırdadım. Belli ki Giray da az değildi.

Anneleri buradaki varlığımı hatırlayıp bana yaklaştı, elini uzattığına ona karşılık vererek elini sıktım.

“Çok teşekkür ederiz gerçekten. İsminiz neydi?” ağlamaktan kısılan sesiyle bana gösterdiği nezakete karşılık bende gülümseyerek yanıtladım. “Umay. küçük beyi size teslim ettiğime göre gidebilirim. Geçmiş oldun.” Diyerek elini bıraktım.

Giray abisine salmayı bırakmış bana yaklaşmıştı. “Hani arkadaş olmuştu. Bir daha görüşmeyeceğiz mi?” çocukça sorusuna gülümsedim her an ısırabilirdim.

“Neden görüşmeyelim canım bak burada karşılaşırız belki?” dediğimde bana sıkıca sarıldı.

“Görüşürüz Umay.” daha fazla dayanamayıp minik yanağından Öperek sarıldım. “Görüşürüz Giray ‘çığım.”

****

Bir saatin ardından eve dönerken simit almak için fırına girdim. Elif kuşum simidi çok severdi, hele sıcak simit için gözlerinden kalp çıkardı aşkımın.

Ben parayı öderken telefonum çalmaya başladı. Arayan Elif’ti, beni göremeyince merak etti herhalde diyerek telefonu açtım.

“Alo, Elif, geliyorum. Sahile indim.”

“Niye haber vermiyorsun kızım, seni arıyorum iki saattir? Önemli bir haberim var sana.” Sesindeki telaştan belliydi zaten.

“Ne oldu söyle, yakınım eve zaten.”

“Eve gel konuşalım, bekliyorum.”

Onaylayıp hızlı adımlarla eve yürümeye başladım. Yeni taşındığımız bu semte yavaş yavaş alışıyordum artık; sokakları öğrenmiş, fırınını, bakkalını bile ezberlemiştim. Eve girdiğimde Elif bir o tarafa bir bu tarafa yürüyordu.

“Elif, birine bir şey mi oldu? Bu halin ne?” Hareketleri beni korkutmuştu.

“Umay, babam aradı şimdi. Bir konser organizasyonu varmış bugün ama sanatçı konser saatine iki saat gecikecekmiş.”

Elif’in babası büyük bir organizasyon şirketinin sahibiydi. Bu yüzden benim bütün işlerimi Elif yönetiyor, ileride kuracağımız müzik okulu için hazırlık yapıyordu. İyi de bizi ilgilendiren şey neydi şimdi?

“Eee bize ne bundan?” dedim umursamaz tavrımla.

“Ya kızım dur bir, kaç aylıksın.” Tek tek konuşuyordu. Ben ne kadar aceleci isem o bir o kadar yavaş konuşurdu ve bu da beni deli ederdi.

“Eee uzatma da ne diyeceksen de.”

“Babam acil bir sanatçı bulmamı istedi, yani seni istedi işte aşkım.”

Aha, beni ilgilendiren yere sonunda gelmişti minnoşum. Gerçekten çok seviyordum bu kızı ama en başta söylemesi gerekeni en son söylüyordu.

“Elif sen ciddi misin? Bu benim için çok büyük bir şans.”
“Evet aşkım.”

Sevinçle sıkı sıkı sarılıp yanaklarını kocaman kocaman öptüm. “Hemen hazırlanmam lazım. Ne giyeceğim? Bir de şarkılar var, ne söylemem lazım?” Elim ayağım birbirine dolanırken odama çıkmaya çalışıyordum bir yandan da.

“Onu ayarlamışlar zaten. Bizim hemen bir şeyler yiyip gitmemiz gerekiyor.”

“Erken değil mi ya?”

“Anca duş alacaksın, kahvaltı edelim filan derken saat ikiyi bulur. E bir de uzak buraya.”

Oyalamamam gerektiğini anlayıp hemen duşa girdim. Zaten bir saatten önce çıkmazdım. Saçlarımı kiraz çiçeği özlü şampuan ile yıkadıktan sonra vücudumu da aynı kokulu duş jeli ile iyice köpürttüm.

Çıkınca vücut nemlendiricisi, yüz nemlendiricilerimi sürüp saçlarımı havludan kurtardım. Ne kadar acelem olursa olsun o nemlendirici sürülecek, şart. Hemen üstüme bir şort-tişört geçirdim ve yanıma almam gereken eşyalarımı çantama yerleştirdim.

Ben ne kadar hızlı olmaya çalışsam da saat çoktan ikiyi bulmuştu. Hızlıca merdivenleri indim, Elif koltukta oturmuş beni bekliyordu.
“Hadi çıkalım.”

Arabaya binince konser alanına gitmek için konuma girdim ve hareket ettim.

****

Geleli iki saat olmuştu neredeyse, saat yedi gibi başlayacaktık ve biz bu süre zarfında bol bol prova yapmıştık. Heyecanımı göz ardı ederek hazırlanmak için kulise geçtim. Elif benim için kıyafeti hazırlamış beni bekliyordu.

“Bak, sana en çok yakışan renk. Koyu yeşil sana uğur getirir Umay.”

“Çok iddialı değil mi?”

“Saçmalama, konser bu. Hem şarkılar da hareketli, dansçılar bile çok iddialı.”

Haklıydı aslında. Sahnede parlamam gerekiyordu, hem dansçılardan ayrılmam gerekiyordu. Elbiseyi giyip aynanın önüne geçtim. Yeşil taşlardan oluşan askılı bir mayo gibiydi; sadece bacaklarımın üzerine taşlardan püsküller dökülüyordu. Topuklularımı da giyip makyaj ve saç için koltuğa oturdum.

Koyu göz makyajı ile dalgalı saçlarım hazırdı. Aynanın karşısına geçip derin bir nefes aldım. Çok farklı biri olmuştum. Evet, alışkındım sahnelere ama konser için ilk defa hazırlanıyor, böyle bir elbise giyiyordum.

“Ulan valla ne olmuştum ben böyle.”

Elif yanıma gelip, “Umay, çok güzel oldun aşkım. Valla gözlerimi alamıyorum.”


“Eminsin değil mi? Sanki fazla oldu.”


“Saçmalama, normal elbiselerinin bir tık kısası ve taşlısı.” Ona “yok artık” der gibi bakınca, “azıcık abartmış olabilirim.” Dedi.

İkimiz de birden gülmeye başladık. En yakın arkadaşın ne halt yerse yesin onu normalleştirmek senin en büyük görevindi.

“Söyle lan, söyle ne bok yedin yine, onu da normalleştireyim” bakışı atarak baktım.

Tam sahneye çıkacakken birden bir hareketlilik oldu. Arkamdan kopan çığlık sesleriyle yer ayağımın altında sallandı sanki. “Ne oluyor yine?” diyerek arkamı döndüm.

Bir işler dönüyordu arkada, bu kadar hareketlilik normal değildi. Anlamak için arka tarafa doğru yürüdüm. Görevliler bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyordu.

Onları takip eden gözlerim, ortada duran beş adet kocaman silah taşıyan iri yarı, uzun askerlerde durdu. Ne olduğunu anlayamadan askerlerin arkasından daha uzun biri ortalarından çıkarak karşıma dikildi.

Bu, karşı komşum Fırat’ın ta kendisiydi. Öylece durmuş bana bakıyordu. Sonradan fark ettiğim şey, elindeki silahı ve kaskıydı.

Ulan adam askerdi ve ben bunu yeni öğreniyordum. Şok içinde adama baktım.

“Ben Kıdemli Üsteğmen Fırat Ateşoğlu. Umay Hanım, konserinizi iptal etmek durumundayız. Bomba ihbarı var.”

Demesiyle olduğum şoktan çıktım. Sanki ilk kez yüz yüze gelmişiz gibi olan tavrına mı yoksa söylediklerine mi şaşıracağımı ayırt edemedim.

Bir dakika bomba mı dedi o?

“Ne bombası Fırat, ne diyorsun?”

Ulan adam bir anda kayboldu, bir anda asker olup çıktı ortaya. Ben de diyorum bu adam ne böyle iri uzun, hiç mesleğini merak etmedim ki adamın.

O, ben ona konuşmuyormuşum gibi arkasındaki askerlere dönüp konuşurken ben sırtı ile bakışmak zorunda kaldım.

“Bambi, yanına Çiço’yu al. Alanı boşaltın. Dilsiz, git Kubi ile bombayı ara, çabucak imha etmen lazım.”

“Emredersiniz komutanım.”

Hepsi Fırat’ın sözlerini onaylayıp hızla çıktıklarında arkalarından baka kaldım. Elim ayağım titremeye başlamıştı bile. Normal bir şey gibi konuşuyorlardı aralarında. Neye şaşıracağımı bile şaşırmıştım.

Fırat soğuk bakışlarını bana cevirdi kısa bir süre. Gözleri üstümde gezerken üzerimdeki elbiseyi görünce omuzları gerildi. Aşağıya kayan bakışları bacaklarıma değdiği an yerine kıpırdanıp kafasını diğer tarafa çevirip ağzının içinde bir şeyler homurdandı.


“Burayı boşaltmam lazım Umay, hadi çıkalım dışarı.”

Kafamı sallayarak etrafıma baktım. Elif neredeydi? Onu bulmam lazımdı, onsuz çıkmazdım.

“Elif yok, onu bulmadan çıkamam.” Dediğimde sinirle bana döndü. Mavi gözlerini üstümde gezdirdi kısa bir süre.

“Hadi gel, Metehan çıkardı onu.” Sesi bakışlarından daha sakin ve yatıştırıcı çıkmıştı ama ben inanmamıştım.

“İnanmıyorum, bakacağım odaya.” İnadım tutmuştu bir kere.

Hayır, neye inanmıyorsun? Adam bir seni kurtarmaya mı geldi sanki? O da aynı şeyleri düşünmüş olacak ki,

“Umay, yürü hadi. Çıktı diyorum, neye inanmıyorsun? Acele etmemiz lazım.” Deyip kolumu tutup beni önüne çekti. Ben önünde o arkamda hızlıca dışarıya çıktık. Etrafta gözlerimi gezdirince Elif’i görür görmez koşarak sarıldım.

“İyisin değil mi?” diye sorup kontrol etmek istedim.

Fırat ise biraz uzağımda askerlerine talimatlar yağdırıyor, bombanın yerini tespit etmeye çalışıyordu. Birden bir asker koşarak,

“Komutanım, Dilsiz buldu ama tam sahnenin altında. Uğraştırır, güvenlik çemberi oluşturulsun dedi.” Konuşan askerle daha da panikledim, ben iki dakika önce o sahneye çıkmak üzereydim.


“Tamam.” Fırat kısaca onaylayıp aralarında konuşmaya devam ettiler.

Polisler de olay yerine gelerek giriş ve çıkışları kapattılar. Bir biz kalmıştık. Asker bir kadın gelerek Fırat’a,


“Tetik, ortalık sakin, bir hareket yok. Dilsiz halledebilecek mi?”

Birbirlerine takma isimlerle sesleniyorlardı ve bu çok garip gelmişti bana. Hele ki Fırat’a Tetik demesi…

Birden bir silah sesi duyuldu. Ellerimiz kulaklarımıza giderken hemen yere eğilerek Elif’i de yanıma çektim. O sırada koşuşturma oldu, herkes bizim çevremizi sardı.

“Sivilleri koruyun, keskin nişancı var!”

Ortalarında kaldığımızda Elif’i kontrol ederek derin bir nefes aldım. Şükür, bir şeyi yoktu.

Bir keskin nişancımız eksikti zaten. Ben bu aksiyonun içine nasıl düşmüştüm ya.


“Tamam komutanım.” Zaten üç kişiydik, diğerleri hızlıca alandan çıkmıştı. Ben o ara adamla kavga etmekle meşguldüm tabii. Yine inadım yüzünden kaçmaya bile geç kalmıştım. İçimi saran korku beni artık tamamen etkisi altına aldığı iççin yerimde titriyordum.

Bizi yerimizden kaldırıp her biri birimizi alarak korumaya aldılar. Elif’i yüzünü bile görmediğim bir asker korurken, Fırat birden kolumdan tutarak beni kulisin arka duvarına yasladı.

Sırtım sert duvara değerken önümde durmuş kenardan kafasını çıkartıp etrafı kontrol edip geri çekildi. Gözlerimin içine baktığında Mavi gözleri rengini kaybetmişti sanki. İçimi üşüten solgun buz mavisi titrememi arttırmıştı.

“Bana bak, sakın hareket etme, ses de çıkarma.”

Kafamı sallayarak onayladım. Kafam adamın göğsüne anca geliyordu. Tamam, ben de çok uzun değildim, bir yetmiş boyum vardı ama Fırat oldukça uzundu. Kaçtı lan bunun boyu?

Birden burnum göğsüne değdi ve içimi barut kokusu sardı. Ne olduğunu anlayamadan gözlerim kapandı ve o güne gittim.

Kafamda ambulans ve siren sesleri canlandı. Kulağımı tırmalayan, gözlerimi kör eden o sesler ve ışıklar. Üstünde bayrak sarılı tabut ve başında duran askerin elindeki çerçevede abimin resmi.

En son onun eşyalarını teslim aldığımda içime çektiğim bu koku beni sarsınca sıkı sıkı tutundum Fırat’ın koluna. Zaten korkudan titreyen vücudum kokuyla kendini bırakmak üzereydi. İçimde kopan fırtınadan habersiz olan Fırat üzerime eğildi. Kokusunu daha net alıyordum artık.


“İyi misin? Korktun mu? Güvendesin, merak etme. Ben buradayım, tamam mı? Az kaldı.” diyerek belime doladı kolunu.

Beni kendine doğru çekip ayakta durmama yardımcı olurken bedenlerimiz birbirine değiyordu. Tek istediğim gözlerimi açmaktı ama ben onların hâkimiyetini kaybetmiş gibiydim. Vücudumun titremeleri devam ederken Fırat bunu fark etti. Elini saçlarıma atıp kafamı tamamen göğsüne yasladı.

“Şşş, sorun yok Umay. çok kısa sürecek tamam mı?” yumuşak sesiyle konuşup beni sakinleştirmeye çalışırken ben artık nerde olduğumun bile farkında değildim.

Saçlarımda olan elini çektiğinde kulağıma gelen sesiyle telsiziyle konuştuğunu anladım, “Hallettiniz mi?” diye sordu.

Kafamı geri çektiğimde o kısacık an bana yıllar gibi gelmişti. Garip bir şekilde bu barut kokusu hafızama özlem duygusunu ve korkularımı tetiklemişti.

“Tamamdır komutanım, bomba imha edildi. Adamı da bulduk.”

O kadar yakın duruyordu ki sesleri ben de duyuyordum. Koluma dokunarak gözlerimde gezdirdi gözlerini. Korkumun geçip geçmediğini kontrol ediyordu.

“Tamam Umay, bak geçti. Hadi gel.”

Demesiyle uzaklaştım ondan. Ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar çektim kendimi. Bu hareketim onu afallatmıştı ama tepki vermedi.

Askerler ve polisler hala etrafı kontrol ederken konser alanından biraz uzaklaştık. Attığım adımlarının farkında değildim. Tek istediğim uzaklaşmaktı. İnsanlarına arasından çıkarken yanımda yürüyen bedene odaklandım. Hala yanımdaydı. Ona koyduğum mesafeyi bir adım bile aşmadan benimle yürüyordu. Fırat Bana dönerek,

“İyisin değil mi? Rengin attı. Su içmek ister misin?”

Sorularına sadece kafamı sallayarak cevap verdim çünkü konuşmaya halim yoktu.

Ben hâlâ beş yıl öncesinde, o tabutun başında duruyordum.

Sersem adımlarım yoldaki taşlara takılıyordu ve bu da yürümemi oldukça zorlatıyordu. Yürüyemediğimi anlayan Fırat kolumu dirsek kısmından tutup dengemi sağlamamı bekledi. Onun yardımını geri çevirecek gücüm olmadığı için beni ilerletmesine izin verdim.

İlerde Elif’in de olduğu kalabalığa doğru ilerledik. Normalde de bu kadar sessiz miydi merak ettim. Çünkü tek bir kelime etmiyordu.

Elif’in yanına geldiğimizde yavaşça kolumu ellerinden çektim. Elif’in yanındaki ürkütücü duran asker sadece Fırat’a bakıp geriye çekildi. Diğer dört askerde aynı şekilde onun yanına geçtiğinde aralarında ki kadın tekrar ilgimi çekti. Onlar kadar iri olmasa da buradan ürkütücü görünüyordu. İki elinde tuttuğu büyük silahı hiç zorlanmadan taşıyordu.

Fırat: “Gerisini polisler halleder. Geri dönmemiz lazım.” Muhatabı tamamen arkadaşlarıydı.

Kadın asker:” Tetik, polisler hanımların ifade vermelerini istedi.” Dediğinde bunun bana iyi geleceğini hiç düşünmüyordum.

Bütün gözler bize döndüğünde benden beklemeyen bir şekilde kendimi Elif’in arkasına sakladım. İnsanların beni izlemesine çok alışkındım ama şuaın ki ruh halim beni çok savunmasız hissettiriyor.

Fırat’ın gözleri üzerimdeyken bende ona bakıyordum. Bana bakarken buz gibi olan gözlerinde bir kırılma oldu. O kırılma anında ne hissettiğini anlamak istedim ama o kadar kısa sürmüştü ki bunun gerçek olup olmadığını sorguladım. “Ben hallederim, siz gidin.” Dediğinde Elif’in koluna tutundum.

Elif durumumu anlamış olacak, “Umay hadi gidelim, eşyalarını aldım ben.” dedi. Beni yan koltuğa oturtarak kapımı kapattı.

Fırat ise öylece beni izliyordu. Elif de arabaya binince hareket ettik. Kimsenin konuşmaya mecali yoktu. Öyle camdan dışarıya baktım. Eve gelene kadar kimse konuşmadı.

İçinde bulundum buhran beni dibe çekmek üzereydi bunu sebebi benim yaşadığım sarsıcı kayıptı biliyordum ama bir türlü bunu atlatamıyordum.

Elif kapıyı açınca, “Ben duşa giriyorum, çıkınca uyurum.” deyip odama koştum.

Beş yıl öncesinde Ankara’da bıraktığım bütün duygularım beni bir barut kokusuyla tekrar bulmuştu. Suyun altında, o kadar sabun kokusunun arasında aynı koku zihnimde geziniyor, saklı olan şeylere dokunuyordu. Ne kadar oturdum bilmiyorum, saatlerce oturmuş olmalıyım ki ellerim buruş buruş olmuştu. Çıkıp üstüme bir şeyler geçirip yatağa yattım.

Her gözümü kapattığımda o an vardı: barut kokusu ve abimin yeşil gözleri… Bir an mavi olup Fırat canlanıyordu. Kendimi o tabutun başından çekemezken tam karşımda duruyordu sanki.

Başımın şiddetli ağrısı ile gözlerimi açtım. İlaç içmezsem asla geçmezdi şimdi. Sessizce merdivenlerden inip mutfağa geçtiğimde Elif kahve makinesinin önünde durmuş, kahvesinin olmasını bekliyordu.

Beni görünce,
“Uyandın mı? Ben de merak etmeye başlamıştım.” dedi. Konuyu açmak istiyordu ama ne tepki vereceğimi bilemez bir hali vardı.

“Baya dalmışım uykuya, keşke uyandırsaydın.”

“Dinlen diye ellemedim. Kahve ister misin?”

“Olur, bir ilaç içeyim geliyorum.”

Eczane dolabına ilerleyip ilacı bulmak için baya uğraştım. Elif her ilacı yazdırır ama kullanmaz, buraya koyardı. Hastalık hastasıydı biraz. İlacı içince bahçeye doğru ilerledim. Sandalyemi çekip otururken Elif de kahve ile yanıma geldi. İkimiz de konuşmuyor, öylece etrafa bakıyorduk. Sigaramı yakıp içime çekerken,

“Elf, iyiyim, kafana takma.” Dedim.

Gözlerini üstümde hissedebiliyordum. Ağlama krizlerim ilk bir sene devam etmişti ve en büyük tanığı o olmuştu. En küçük anı beni ağlatmaya yetiyordu o zamanlar. Resimlerine bile bakamazdım, yeni yeni resimleriyle barışmıştım abimin. İnsanlar bu halimi garipsiyordu. Ölüm herkeseydi tabii; nereden geleceğini, ne zaman olacağını bilemezdik. Ama ben onun gidebilme ihtimalini hiç düşünmemiştim.

“Seni öyle görünce korktum Umay. Sen korkmadın, sanki başka bir şey oldu.”

Çok iyi tanıyordu beni. Ben zaten korkmamıştım; beni allak bullak eden şey onun asker olması ve o barut kokusu. Zaten sivilken de bağırıyordu ya “ben askerim” diye. O boya, o posa başka meslek olmazdı zaten; sırıtmazdı. O silah, eli için yaratılmış gibiydi.

O mavi gözleri sabah buz gibiydi; içimi ürperten bir soğukluk, ölüm gibi.

Bir saatin sonunda Elif pes ederek odasına gidip yattı. Bir saat boyunca beni konuşturmaya çalışmıştı ama ben pek oralı değildim. Ne anlatacaktım ki zaten? Kız yıllardır benim travmalarımı dinliyordu.

Ben öyle bardağa odaklanmışken bahçeden sesler gelmeye başladı. Kafamı kaldırdığımda yine aynı maviliklere hapsoldum. Sabahkinin aksine sıcak bakan gözlerinden ayrılamadım. Bana doğru gelip,
“Nasıl oldun?” diye sordu.

Ben de bilmiyordum ki, sana ne cevap vereyim? Derince bir nefes alıp gözlerine bakarak,

“İyi olmaya çalışıyorum.” dedim.

Gözlerini kaçırarak konuştu.

“Haklısın, kolay bir şey değil.”

“Peki senin için?”

İkimizin de beklemediği soru bir anda dudaklarımdan dökülmüştü. Yerleri inceleyen gözleri tekrar gözlerime tutundu ve uzun uzun baktı. Cevabı bendeymiş gibi aradı bir müddet.

“İnsan alışıyor zamanla. Hiçbir şey ilkinde kolay olmaz.”

Verdiği cevaptan sonra bir sessizlik oldu. Ortam daha fazla soğumadan boğazımı temizleyerek,

“Asker olduğunu bilmiyordum.” dedim.

“Söylememiştim. Zaten pekte sohbetimiz olmadı.”

Doğru söylüyordu sadece bir kere kavga etmiştik oda camdan camaydı, ne gibi bir samimiyetimiz olacaktı da adam bana bende askerim diyecekti.

“Haklısın, neyse sana iyi geceler.” Diyerek ayağa kalkıp mutfak kapısından içeri girdim, kapatmak için arkamı dönünce “iyi geceler Umay.” Demiş ve arkasını dönüp gitti.

Arkasından baktım bir süre. Uzun boyu, geniş omuzları bir daha bana aptal olduğumu düşündürdü. Yürüyüşü bile o kadar askerim ben diye bağırıyordu ki.

 

 

 

 

 

Bölüm : 12.12.2024 20:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...