
4.BÖLÜM
Sabah uyandığımda saat kaçtı bilmiyorum ama dışarıdan gelen seslere bakılırsa çok geç uyanmıştım. Gözlerimi açmadan elimle telefonumu arıyordum ama bir türlü bulamadım. Umarım kaybolmamıştır diye düşünürken yastığımın kenarında yataktan düşmek üzereyken yakaladım.
Telefonu açtığımda saatin daha sekiz olduğunu görünce sinirlerim tepeme çıktı. Bu saatte ne yapıyor olabilirdi bu kadar acil Allah aşkına. Ayaklarımla üstümdeki yorganı teperek üstümden attım. Yatağımdan ayrıldığımda üzgün gözlerimle yatağıma baktım. Oda benden ayrılmak istemiyordu işte. Boynu bükük kaldı yastığımın.
Sinirle camı açıp dışarıya baktığımda Fırat elindeki alet edevatla sehpalara bir şeyler yapıyordu. Ne yapıyordu bu sabah sabah?
Camdan belimin yarısına kadar çıkıp bağırdım. “FIRAT!”
“FIRAT DİYORUM!”
“KİME DİYORUM BE ADAM!”
Yırttım kendimi be adam yırttım. İnsan bu kadın niye bağırıyor diye dönüp bakar be.
Sinirle odamdan çıktığımda karşı odamdan Çıkan Elif benim kadar sersem bir haldeydi. “Ne oluyor ya sabah sabah.”
“Ne olacak? Karşı komşumuzun gene deneysel bir çalışması.”
O arkamda ben önde bahçeye indiğimizde Fırat’ın kulağında kulaklık olduğunu fark ettim. Oh bizi uykudan uyandıracak kadar zalim ama kendini koruyacak kadar da temkinliydi.
Ellerindeki tahtaları oyarak bir şeyler yapıyordu.
Sinirle kenarda duran limon ağacının minik limonlarından birini kopardım. Kusura bakma limoncuk, benimde uykuma limon sıkılmıştı. Aynı şekilde cevap vermem lazımdı.
Limonu Fırat’a doğru fırlatırken kafasına gelmesini beklemiyordum. Bunlar olurken yanımda olan Elif, Limon Fırat’ın kafasına geldiği an “Hih!” deyip geri içeri kaçtı.
Fırat aldığı darbeyle hızla ayağa kalkıp arkasını döndü. Siniri tüm yüz hatlarından belli oluyordu ve bu beni birazcık ürkütmüş olabilirdi.
Unutma Umay oda seni uyandırdı. Geri basamazsın.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen? Niye attın limonu kafama?” sinirli haline rağmen gayet sakin sormuştu. Ve bu beni daha çok korkuttu. Seri katil gibi bir tipti.
“Asıl sen ne yapıyorsun sabah sabah! Uyuyoruz burada! Sen kendini dağda zannedebilirsin ama biz medeni insanlar sabahları uyuyan insanlar olduğunu düşünüp dikkat ederiz.”
Gözleri üstümde gezindiğine bende aynı şekilde üstüme baktım. Bakmamla kendime küfür etme isteğiyle doldum. Cidden buraya beyaz şort ve onun kısa üstüyle mi çıkmıştım. E çıplak çıksaydın Umay daha iyiydi be kızım.
“Gözlerini üstümden çek!” dediğimde yavaşça yukarıya çıkarttı gözlerini ama ben çoktan kıpkırmızı olmuştum.
Evin bahçe kapısından üstüme atılan hırka yüzüme çarpıp yere düşünce gözlerimi sinirle kapattım. “Elif, ben senin yapacağın işin.” Bu kız tam bir salak.
Yavaşça yerden hırkayı alıp üstüme giydim. Tüm bunlar olurken Fırat mimik oynatmadan beni izliyordu. E canım bir çay bir kahve ister misin diye sormamak için kendimi zor tutuyordum.
“Bakmaya devam edeceksen ben bir sandalye çekeyim.” Dedim sinirle. Elindeki aletleri sehpaların üzerine bırakıp çitlere doğru yaklaştı. O bana doğru yürürken kaçmamak için kendimi zor tutuyordum. Bu beni boğmazdı dimi?
Çitlerin önüne geldiğinde ellerini pantolonun cebine yerleştirip bana odaklandı. “Beni işimden alı koyan sensin. Ne gırtlaklanmış tavuk gibi bağırıp duruyorsun?” dedi kendinden emin bir sesle.
O biraz önce benim sesimi tavuğa mı benzetti? Bana çirkin diyebilirdi ya da saçlarımla dalga geçebilirdi bunları umursamazdım ama benim sesime kimse laf edemezdi. Ben bu sesle para kazanıyordum be!
“Sen benim sesime laf mı ettin? Benim sesim 4oktav 4! Bu ne demek sen biliyor musun?” dedim sinirle. Ama o karşımda gayet rahat bir şekilde dururken omuzlarını silkti.
“Bilmiyorum ama bence o kadar da güzel değil sesin.” Sakin çıkan sesiyle her an boğazına sarılabilirdim. Onu boğmak için.
“Senin gibi birinin yorumları umurumda değil. Şu saçma sapan işini öğleden sonra yap uyumam lazım. Sen beğenmiyor olabilirsin ama bu sesle iş yapıyorum ben. Dinlenmem lazım.” Çenemi yukarı dikerek ona yorumlarını gerçekten umursamadığımı göstermek istedim.
“Benim gibi biri nasıl oluyormuş?” dediğinde o kadar lafımın arasında buna takıldığını anladım. Kalkan tek kaşı ve sıktığı çenesinden bir şeye kızdığını görebiliyordum.
“Senin gibi müzikten anlamayan insanları kastettim.” Derken geri adım atmadım. O başlatmıştı.
“Tabi biz dağ başında gezdiğimiz için müzik bizim neyimize dimi?” deyip arkasını dönüp gitti. Çıkardığı kulaklıkları tekrar takarak işine devam etti.
Buda alınacak yer arıyordu. Ben onu mu demiştim şimdi. İşi nasıl kendi lehine çevirmişti anlayamadım.
“Dağ ayısı! Bende laf anlatıyorum buna!” diyerek eve geri girdim.
*****
İki hafta geçmiş ve biz Elif’le olayı yeni yeni atlatıyorduk. İlk hafta yanımdan ayrılmadı, geceleri ağlayarak uyanıyordum ama rüyamda ne görüyordum bilmiyorum. Belki de kaçtığım şeyler gün yüzüne çıkıyordu, kaçtığım acılar peşimi bırakmadığı gibi yenilerini tetikliyordu. Bazı şeylerden ne kadar kaçarsan kaç, resmen içine düşüyordun. Ben o dünyadan kaçıyordum ama bazı şeyler beni tekrar oraya çekiyordu sanki.
Bugün ise düğün günüydü. Fatih, Elif’in kuzeniydi ve onu da kardeş gibi benimsemiştim artık. İpek ise adı gibi narin, düşünceli, çok tatlı bir kızdı; yani düğünleri benim için de çok önemliydi. İkisini de severdim. Bir yıldır nişanlılardı ve sonunda bugün evleniyorlardı. Fatih’le olan samimiyetim kadar İpek’le de bir samimiyetim vardı.
Artık kendime gelmem gerektiğini düşünerek hızla duşa girdim. İşlerimi bitirerek kot şortumu ve beyaz crop giyip, elbisemi ve eşyalarımı alarak aşağı indim.
“Elf! Hadi ben hazırım, çıkalım ya.” Kapının kenarındaki pufa oturup onun inmesini bekliyordum.
“Tamam, geldim. Ne bu acele, sanki gelin sensin.” Bana söylenerek merdivenlerden inerken elbisesini kılıfına sokmakla meşguldü. Her yere geç kalma gibi bir tutkusu vardı bu kızın. İnsan kendi kuzeninin düğününe bile geç kalır mıydı? Elif kalırdı.
Gözlerimi devirip yerimden kalktım, “Aman be, sen de ne ruhsuzsun. Arkadaşımız sonuçta, ikisi de. Erkenden orada olmalıyız. Ayrıca Fatih senin kuzenin. ”
dediklerime sadece omuzlarını indirip kaldırarak kapıdan çıktı.
“Tamam Umay, gidiyoruz işte.”
Söylene söylene arabaya binip yola koyulduk.
Otele varınca hemen hazırlanmamız için tutulan odaya yerleştik. Gelinin kuaförle işi bitince bizi hazırlamak için odamıza geldiler. Kahve tonlarında bir göz makyajı ve koyu bir kırmızı ruj ile makyajımı bitirdik. Saçlarımı ensemde dağınık bir topuz yaptırmıştım.
Elif hazırlanmış beni izliyordu; uzun, kahvenin bütün tonlarını taşıyan saçlarını dalgalandırmış, esmer tenine çok yakışan mini kırmızı, üzeri taşlarla süslenmiş bir elbise giymişti. Ben de elbisemi giyinmek için diğer odaya geçtim. Siyah saten bir elbiseydi; belimi ve kalçalarımı tam sararak yerlere kadar iniyordu. Yırtmacı ise kasığıma kadar geliyordu. Elbisenin üst tarafında dekolte yoktu; göğüslerim belli oluyordu ama ense kısmımdan kapatılıyordu. Sırtımda ise derince bir dekolte vardı ve dekoltemi süsleyen, kürek kemiklerimden ikiye ayrılan bir kolyem vardı.
“Umay, çok güzel oldun ya, vallahi nazar değecek.”
Elif yine beni yerlere göklere sığdıramıyordu.
“Teşekkür ederim aşkım ama abartma, o senin güzelliğin.”
“Hadi inelim artık.”
Asansöre binip gelin odasının olduğu kata çıktık ve içeriye girdik. İpek, balık şeklinde bembeyaz bir gelinlikle bize döndü; sarı saçları ensesinde dağınık bir topuz ile toplanmış, mavi gözlerini ortaya çıkaran bir makyaj yapılmıştı.
“İpek, ışıl ışıl olmuşsun, ne bu güzellik ya?”
“Teşekkür ederim ama siz de az fena değilsiniz, vallahi yürek hoplatıyorsunuz ikiniz de.”
Hepimiz küçük kahkahalar atarken Elif:
“Görümce sayılırım ben, ondan abarttım.” dedi.
İpek kafasını yana eğerek dudaklarını yalandan büzdü:
“Ne yani, sen damat tarafı mısın?”
“Yok aşkım ya, damat tarafı görünümlü kız tarafıyım, rahat dedikodu toplamak için.”
İkimize kahkaha atarak Elif’i dinliyorduk. Yarım saat daha oyalanarak aşağı inmek için kalktık.
“Ben sahne tarafına geçiyorum. Giriş müziğinden sonra dans şarkısı için çıkacağım.”
Onlardan ayrılarak otelin bahçe kısmına çıktım. Düğün burada olacaktı. Yüksek bir sahne ve önünde büyük bir alan vardı. Hemen arka kısma geçtim ve giriş müziğini bekledim. Gelin ve damadın girmesinden sonra ben de sahneye çıkarak mikrofonu elime aldım ve şarkıya giriş yaptım.
Hiç ummazdım
Oldu
Sonbaharda
Hediye gibi geldin
Hoş geldin
Seyirlik değil ömürlük olsun
Dilerim bu defa bu son olsun
Seyirlik değil ömürlük olsun
Bir yastıkta nasip olsun
Gel koynuma gel
Oynuma gel
Dememle gözlerim mavi bir çift göze takılı kaldı yine. Kaşları çatık şekilde bana bakıyordu. Neden hep bu adam karşıma çıkıyordu, anlayamıyordum. Hep en savunmasız olduğum anda gözlerine tutuluyordum. Şarkı söylerken hep gözlerim kapanırdı ve bu dünyadan uzaklaşırdım ama her gözümü açınca bu gözleri görünce yere çakılıyordum sanki.
Bu aralar bu adam her yerdeydi; çalıştığım yerde, oturduğum mahallede, hatta oturduğum camda bile. Konuşmam gerektiğini hatırlayarak:
“Hoş geldiniz efendim. Bu mutlu günümüzde lütfen çiftimizi yalnız bırakmayalım, buyurun.” deyip ikinci şarkıya geçmek için arkamı dönüp orkestraya talimat verdim.
Şarkıyı bitirince teşekkür ederek sahneden indim. Artık oyun havası, halay zamanıydı. Fırat’ın oturduğu masaya bakınca onu göremedim. Annesi ve kız kardeşi Dicle’ye küçük bir selam vererek Elif’in ailesinin masasına geçerek oturdum yerime.
“Umay, ne kadar güzel okudun kızım, vallahi gören âşıksın sanacak.”
Kader teyzenin konuşmasıyla içtiğim su boğazımda kalınca öksürmeye başladım.
“Ay Kader teyze, nereden çıkardın şimdi bunu? Bizim işimiz bu ya.” deyip itiraz ettim.
“Bir şey demedim kızım, genç kızsın, olabilir yani.”
Ben Kader teyzeden kaçmak için ayağa kalkınca birden bir hareketlilik oldu...
Fatih ortaya çıktı, İpek de bize işaret edince İpek’in yanında, Fatih’in karşısında bulduk kendimizi. Sahnede kimse kalmamıştı, insanlar damada odaklanırken arkasından birkaç kişi çıkarak harmandalı oynamaya başladılar.
Kafamı kaldırınca Fırat kollarını açmış dönüyordu. Ayakları ile ileri geri yaparak birden hep bir ağızdan “Hey! Hey!” diyerek önümüze gelip karşımızda diz çöktüler. Tam önüme elini yere vurarak önce kalbine, sonra alnına koyarak kalktı. Simsiyah takımın içinde parlıyordu sanki sert çehresini hiç bozmadan oynuyordu. O heybetli gövdesinde hiç sırıtmayan oynayışı gerçekten göz dolduruyordu.
Neydi şimdi bu, ben niye adamı inceliyordum ki. Yakıştıysa yakıştı yani bana mı yakıştı. Kendine gel Umay, error vermene 5 kaldı.
Sonunda sahneden çekilerek İpek ve Fatih’e bıraktılar. İkisi o kadar uyum sağlayarak oynuyorlardı ki Fırat’ın yanımda durduğundan haberim yoktu bile.
Dans müziği çalınca yanıma Elif’in abisi Selim gelip, “Umay, dans edelim mi?” diye sorunca ben “Olur” demeden Fırat, “Kusura bakma kardeşim, bana sözü var.” diyerek beni pistin ortasına çekti.
Aha elden gidiyorum yetişinnn.
“Fırat, ne yapıyorsun? Bir sorsaydın keşke.” diye sitem ederek geri çekilmek istedim fakat o çoktan elini belime koymuştu. Ve eli direkt tenime değince birden ürperdim, elleri buz gibiydi fakat beni yakmaya yetip artıyordu.
Dengemi ele geçiren bu duygu beni yok edebilirdi.
“Selim’i pek sevmem, ona kıllık olsun diye yaptım, kendine yorma.” demesiyle bozuldum ve sesimi çıkaramadım. Ne yani beni kullanmıştı resmen bu adam. Ulan sen kimsin deyip tokat atmak vardı ama düğünün ortasında rezil olamazdım.
Ellerimi omuzlarına yerleştirerek yaklaştım, tam barut kokusu gelmesini beklerken, barutun yanında ferah odunsu bir koku daha aldım. Konuyu değiştirmek için,
“Kaba birisi olmak zorunda mısın Fırat?” dedim kafamı başka tarafa çevirerek. Göz göze gelmemek en iyisiydi. Dayan Umay.
“Ben kaba değilim, sen çok narinsin.” demesiyle onun yüzüne çevirdim bakışlarımı, yandan bakıldığında güzel olan yüzü yakından daha da güzeldi. Keskin yüz hatları insanı hayran bıraktırıyordu kendine.
Lan, Umay kendine gel kızım.
Zar zor bulduğum sesimle konuştum, “Bu kanıya nasıl vardın?”
Sorumla bakışlarını bana çevirdi, kafasını çevirdiği için çok gereksiz bir yakınlık içine girdik.
“Kollarımda titremenden.” sözleriyle kıpkırmızı kesildim ve hemen cevap vermeliyim, altında kalamazdım.
“Ellerin soğuk, ondan.” Al cevaba bak işteeee… Kızım vallahi formdan düştün sen, ben diyeyim.
“Öyle mi?” diyerek diğer elini de belime yerleştirdi. Yerimizde sallanırken şarkıya odaklandım birden. O da bunu fark ederek,
“Benim için söyler misin?” yönelttiği soruya biraz şaşırdım.
“Şimdi mi?”
“Evet, mırıldan bari.” Dediğinde aklıma gelenle biraz geri çekilip alayla baktım.
“Sen hani benim sesimi beğenmiyordun?”
Sorumla afalladı. Gözleri yüzümde gezerken ne söyleyeceğini ara gibiydi.
“Tabi birde yakından dinleyeyim.” Dediğinde kendimi gülmemek için zor tuttum. Yalancı bal gibi sesimi beğeniyordu işte.
Mavi gözlerini kırpıştırarak bakınca kabul ettim ve yavaş bir şekilde söylemeye başladım nakaratı:
“Deniz gözlüm benim
Senin için hazırım
Eğer ölüm gerekse
Ölmeye giderim
Yemin olsun seninim, çocuklar gibi şenim
Deniz gözlerinde hayat bulur gözlerim
Yüreğim acır, inan, senden uzak kalmasın
O deniz gözler benim, başkası hiç bakmasın”
Gözlerimi gözlerinden çekmeden söylemiştim bütün şarkıyı. Mavi gözleri uçsuz bucaksız bir derinliğe sahipti beni kendine çeken.
Şarkı bitince “Teşekkür ederim dans ve şarkı için.” diyerek benden uzaklaştı. Bir anda üşüdüğümü ve savunmasız kaldığımı hissettim, hızlıca toparlayarak yerime geçtim.
“Kız Umay, kimdi o dalyan gibi oğlan?” Yahu bir şey de gözünden kaçsın be kadın, radarları açmıştı bir kere, rahat rahat bırakmazdı.
“Komşumuz işte Kader teyze, sen de havadan nem kapıyorsun.” Tek kaşını kaldırıp konuştu, “Umay, ben tam 12 kişi evlendirdim kızım, iki kilometreden anlarım ben o elektriği.” Sanki bana elektrik ustası, kontrol kalemin nerede Kader usta?
“Senin radarlarda problem var Kader usta, bende bir elektrik yok.” Bilmiş gülerek, “Belli belli, adamın içine düşüyordun.” Aaa resmen iftira, hiç de öyle bir şey yoktu.
“Ne alakası var canım.” diyerek arkamı döndüm.
O yetmemiş gibi bir de Elif kulağıma eğilerek, “Umay, adam sana öyle bir bakıyor ki, sanki kıymetli bir mücevher tutuyor elinde.” Analıkızlı takmışlardı ya, tövbe kurtulamazdım artık. “Saçmalama, ne alakası var.” Elif ise dediklerimi sanki duymamış gibi sırıtıyordu.
Düğün devam ederken Elif beni piste zorla çekiştirdi. Halay için kurşun atar kurşun yerdi deli. Elime mendil alarak sallaya sallaya halay çekmeye başladım. Hızımızı alamayınca gelinle ortaya geçerek mendillerle karşılıklı oynamaya başladık.
Mendilli sallarken ayaklarımı da ritme göre hareket ettirdim yırtmacım bacağımdan sıyrılıp tamamen ortaya çıkmıştı. Bu beni rahatsız etmiyordu zaten elbiseyi alırken en çok bu kısmı hoşuma gitmişti. Birden önüme geçen bir beden hareketimi kısıtlayınca kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdım. Fırat tüm sinirle bana bakıyordu.
Ne var der gibi kafamı salladığımda yırtmacın kenarını tutup bacağımın üstüne çekti. Yan yana durduğumuz için bunu bizden başka kimse görmüyordu. Ben yaptığına şaşırırken o arkasını dönüp hızla masasına ilerledi.
Oyun havasıydı, halaydı derken düğünün sonuna gelmiştik artık.
Düğünün sonunda gelin ve damadın arkadaşları için küçük bir eğlence ve yemek verilecekti. Rahat hareket etmek için yanıma aldığım mini yeşil elbisemi üstüme geçirdim. Otelin lobisinde arabayı beklerken Fırat ve Dicle de dışarı çıkıyorlardı.
Dicle bana seslenerek, “Umay, arabada yer var mı?” Dicle kuşum sana her zaman yerim var ama yanındakiyle değil.
“Var canım gel.”
“Arabayı Annem aldı da ben sizle geçeyim, abim arkadaşlarıyla gelir.” İyi gelmiyordu uyuz.
Ben daha cevap vermeden Elif öne atılıp, “Fırat, sen de gel bizimle, nasıl olsa dönerken de aynı yere gideceğiz.”
Ya o nereden çıkmıştı şimdi, gitseydi ya arkadaşlarıyla. Yanımda duran Elif’in bacağını cimcikleyip, “Kızım ne atlıyorsun, sana ne, neyle gelirse gelsin.” Ben Elif’e söylenirken Fırat çoktan yanımıza gelip “Olur.” deyince el mecbur kafamla onayladım ve arabaya doğru hareketlendik.
Ben şoför koltuğuna geçip oturdum, kemerimi takarken Fırat’ın da yanıma oturduğunu fark ettim. Neredeydi lan Elif? Ne ara arkaya geçip oturdun sen hain kostak.
Aynadan Elif’e ters ters bakarken içimden ona söyleniyordum, hayır, normalde ortalığı ayağa kaldırır “Orası benim yerim.” diye şimdi hiç sesi çıkmıyordu. Arabayı hareket ettirdiğimde Fırat radyoyu kurcalamaya başlamıştı ve ben bundan nefret ederdim.
“Keser misin şunu?” dedim ters ters bakarken.
“Neyi?” anlamadığı belli oluyordu bakışlarından.
“Kurcalama radyoyu. Hep aynı kanalda durur.”
“Ne kadar takıntılısın sen ya.”
“Takıntı değil bu. Hem sana ne be, araba benim.” Tekrar kurcalayınca eline vurdum yavaşça, “Yapma, dikkatim dağılıyor.” Ben ona ters ters bakarken o muzip bir şekilde bana bakıyordu.
O bakış neydi lan öyle, insan adam vurur, tövbe tövbe Umay, kopma kızım yola devam. Her zaman dinlediğim kanala gelerek sesini biraz açtım.
Yemek yenilecek yere gelince arabadan inip içeriye girdik, Dicle ve Fırat tam karşıma oturmuştu. Yemek yerken bir yandan sohbet ediyorduk, herkes birbirini tanımak için soru sorarken Dicle, “Umay, sen nerelisin, hiç sormak aklıma gelmedi.” diye bir soru yöneltti.
Küçük bir gülümsemeyle cevap verdim, “Ankaralıyım ben.” Aralarından adının Aslı olduğunu öğrendiğim kız bana dönerek, “Sıkıcı bir şehir, hep gri.” deyince hafif gülümseyip “İçinde yaşamayana öyle tabi.” dedim.
Şehirleri güzel kılan içindeki anılardı benim için.
“Seni kendine bağlamış belli.”
“Orada doğdum, sokakları denize çıkmaz ama her taşı tarih kokar. Ankara’da ya aşık olunur ya da okunur, üşütür, ıslatır ama terk edemezsin.” Hep dönecek yerin gibi gelir Ankara.
Sevmeyeni bile alıştıktan sonra ev bilirdi orayı.
Fatih bana dönüp, “Yıllardır buradasın, hiç gittiğini görmedim, annenle baban seni görmeye gelirler hep.” Herkesin bana yönelen bakışlarıyla boğazıma oturan düğümü gidermek için yutkundum.
Cevap vermelisin Umay, herkes seni inceliyor.
“Artık orada yerim yok.” dememle Fırat’ın gözleri beni buldu.
Derince yutkunup önüme bakmaya başladım. Elif konuyu değiştirmek için konu açmaya çalışınca masadan kalkıp sigara içmek için dışarıya çıktım.
Sessizliğe odaklandım uzun süre, bu beş yıl benden çok şey götürmüştü. Eskisi kadar neşeli değildim, neşemin ana kaynağını kaybetmiştim sanki giden abim değil de bütün çocukluğumdu. Giderken oyunlarımızı, yaramazlıklarımızı, sevinçlerimizi de götürmüştü ve Ankara benim çocukluğumdu. Ben oraya ilk aşkımı, oyun arkadaşımı gömmüştüm. Bir daha orada nasıl nefes alırdım?
Masaya geri döndüğümde koyu bir sohbet dönüyordu, arkada çalan müzik ise Fatih ve İpek’i kendine hapsetmiş, yerlerinde sallanmalarını sağlıyordu. Sessizce yerime oturdum.
Elif ise gözleri küçülmüş bir şekilde bana döndü, “Uykun gelmiş, gidelim mi?” diye sordum. Beni sadece kafasıyla onaylayarak Dicle’ye, “Biz kalkıyoruz, siz kalacak mısınız?” diye sordu. Fırat ise daldığı yerden kafasını kaldırıp “Biz de gidelim.” diyerek ayaklandı.
Arabanın yanına gelince Fırat koluma dokunarak beni kendine döndürdü, “Ben kullanabilir miyim?”
“Neden?”
“Sen çok içtin ve sert kullanıyorsun, ver hadi.” Sadece kafamı sallayarak anahtarı ellerine uzattım, yan koltuğa oturunca giydiğim elbisenin daha da kısalmasıyla bacaklarım iyice dikkat çekmeye başladı.
Çok doğru seçim Umay, bu çok uzun olmuş az daha kısa giyseydin. Yerimde rahatsız olduğumu belli ederek kıpırdandım, bunu fark eden Fırat ne olduğunu anlamak için gözlerini üstümde gezdirdi.
Bacaklarımda takılı kalan gözlerini hemen çekip derin bir nefes aldı. Ceketini çıkartarak bacaklarımın üstüne koydu, gözlerine baktığımda, “Rahat edemedim, dar biraz dursun sende.” diyerek arabayı çalıştırdı.
Ama boz ayı böyle yaparsan ben düşerim, duramam ki. Kimse konuşmuyor, sadece nefes seslerimiz duyuluyordu. Elim direkt radyoya gidip açmak için bir hamle yaptı, Fırat ise anında kapatıp “Başım ağrıyor.” dedi.
Gözlerime bakmaktan kaçınarak kafasını çevirdi.
Arabanın içindeki sessizlik içinde arkadan gelen mırıltılarla arkamı dönüp baktım. Elif Dicle’nin omzuna kafasını koymuş uyuyordu. Dicle de aynı onun gibi kafasını yana eğmiş uyuyordu.
Gülerek Fırat’a döndüm. “Uyumuşlar.” Dediğimde şaşırmadı, benden önce fark etmişti büyük ihtimalle.
Kafasını bana çevirip kısa bir ara baktıktan sonra önüne geri döndü. “Sende uyu istersen. Yorulmuş olmalısın.” Dedi. Aslında yorulmuştum ama uyumak istemiyordum. Uykumun bölünmesi sevmezdim.
“Yok, az kaldı zaten idare ederim.”
“Hâlbuki uyku için adam taşlayan birine benziyorsun.” Dediğinde hafif kızardım. İki hafta önce bahçede kafasına limon atmıştım, ona gönderme yapıyordu.
“Uykudan kendi isteğim dışında uyanınca birazcık sinirli olabiliyorum. Ama sende itiraf et, sen suçlusun.” Dediğimde yüzündeki ciddiyet bir an kırıldı ama hemen eski haline geri döndü.
“Eve çok az uğrayabiliyorum. Geldiğimde de ya yaralı ya da çok yorgun oluyorum. Evdeki işlerde öyle kalıyor vaktim var diye sehpaları tamir etmek istedim. Kusura bakma.” Yaptığı açıklama içime kıymıklar batırırken sessizleştim. Normal bir meslek değildi doğru.
“Sende kusura bakma gereksiz yükseldim.” Dedim içime kaçan sesimle.
Yolun kalanını kimse konuşmadığı için sessiz geçirdik. Evin önüne geldiğimizde uyumak üzereydim, kafam cama dayalı bir şekilde yarı açık gözlerimi tamamen açılmaya zorladım. Koluma dokunan parmaklarla hafif dönerek Fırat’a odaklandım. “Hadi geldik.” dedi sadece. Arabadan inip benim kapımın olduğu tarafa gelerek kapımı açtı, elini uzatarak inmeme yardımcı olmak istedi. O uzatılan ele uzun bir süre baktım, tutsam mı tutmasam mı diye. Sanki o el inmem için değildi, devam etmem içindi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.33k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |